6- Ahlak

 Felsefecilerin ahlâk ilmi sâhâsındaki bütün sözleri; nefsin sıfatlarını, ahlâkını açıklamak, bu sıfatların ve huyların çeşidlerini anlatmak, kötü olanların düzeltilmesi için, îcâb eden tedbîrleri almak ve mücâhedede bulunmak şeklinde özetlenebilir. Bu bilgileri, tesavvuf ehlinin sözlerinden almışlardır.


Tesavvuf ehli,kulluk vazîfesini tam yapan,Allahü teâlâyı zikre devâm eden, nefsin isteklerine muhâlefet etmesini bilen, dünyâya düşkün olmayan, Allahü teâlâya kavuşduran yolda ilerleyen kimselerdir.


Onlar, nefsleriyle mücâdelelerinde, nefsin ahlâkı, ayıp ve kusûrları kendilerine ma’lûm olur. Bunları kitâblarında yazmışlardır. Felsefeciler de bu bilgileri alıp, kendi sözlerine karışdırmışlardır. Gâyeleri, sözlerini hoşa gidecek bir şekle sokarak, bâtıl fikrlerini kabûl etdirmekdir. O devrde, hattâ bütün asrlarda, Allah adamlarından bir cemâ’at bulunmuşdur. Allahü teâlâ dünyâyı onlarsız bırakmaz. Onlar, yeryüzünün ma’nevî büyükleri, evtâdı, temel direkleridirler. Onların bereketiyle yeryüzünde yaşayanlara rahmet yağar. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir hadîs-i şerîfde şöyle buyurdu: (Onların (evliyânın) yüzü suyu hurmetine yağmur yağar, rızk ihsân edilir. Eshâb-ı kehf bunlardan bir cemâ’at idi.)


Kur’ân-ı kerîmde bildirildiği üzere, tesavvuf ehli, Evliyâ zâtlar, önceki ümmetler arasında da vardı. Felsefecilerin, Peygamberlere “aleyhimüsselâm” ve Evliyâya âid sözleri alıp, kendi kitâblarına yazmalarından dolayı iki âfet meydâna geldi. Birincisi, o sözleri kabûl edenlerle, ikincisi de red edenlerle alâkalıdır. O sözleri red edenler ile alâkalı fenâlık büyükdür. Çünki, câhil kimseler, felsefecilerin, Peygamberlerden ve Evliyâdan alarak kendi bozuk sözleri arasına karışdırdıkları doğru sözleri de terk etmek, okumamak îcâb eder. Onları anlatanlara i’tirâz etmek lâzımdır, dediler. O sözleri ilk def’a felsefecilerden işitdikleri için, za’îf akllarına bâtıl olduğu düşüncesi yerleşdi. Çünki, onları söyleyen felsefeciler olup, sözleri bâtıl kimselerdir.


Buna bir misâl verelim: Bir kimse, hıristiyan birinden “Allahdan başka ilâh yokdur. Îsâ “aleyhisselâm” Allahın resûlüdür” sözünü işitir ve kabûl etmez. Bu hıristiyan sözüdür der. Düşünmez ki, hıristiyan bu söz ile mi kâfir oluyor. Yoksa, Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliğini inkâr etdiği için mi müslimân değildir. Bunu düşünmez. Peygamber efendimizi inkârından dolayı ise, küfrü îcâb etdiren bu sözü kabûl edilmez. Fekat, küfrü gerekdirmeyen diğer sözleri doğru ise red etmek îcâbetmez. Hak olan ve bâtıl olan sözleri birbirinden ayırmadan hepsini red etmek, aklı za’îf olanların âdetidir. Böyle kimseler, hakkı kişi ile tanırlar, kişiyi hak ile değil. Akllı olan kimse, bu husûsda hazret-i Alînin “radıyalahü anh” şu sözüne uyar: “Hakkı kişi ile bilemezsin. Önce hakkı bil, sonra hak ehlini tanırsın.” O hâlde akllı kimse, önce doğruyu tanır, sonra söylenen söze bakar. O söz hak ise, kabûl eder. O sözü söyleyen, ister bozuk düşünceli, ister doğru düşünceli olsun. Hattâ akllı kimse, doğru olanı sapık düşüncelilerin sözleri arasından alıp, çıkarmaya çalışır. Çünki bilir ki, altının çıkdığı yer toprakdır. Bir sarrafın kendi bilgisine güveni olduğu müddetce, hâlis altını kalp [sahte] paradan ayırmasının hiçbir zararı düşünülemez. Kalpazanla alış-verişde ancak köylü (sarraf olmayan) zarar görür. Sarrafa bir zarar gelmez. Deniz kıyısında dolaşmak, yüzme bilmeyenlere yasaklanır, mahâretli yüzücülere değil. Bunun gibi, yılana elini sürmekden çocuklar men’ edilir, cambazlar değil.


Ömrüme yemîn ederim ki, insanların çoğu hakkı bâtıldan, doğruyu yanlışdan ayırd etmek husûsunda kendilerini çok akllı ve mahâretli sanırlar. Bu sebeble mümkin olduğu kadar onları sapıkların kitâblarını okumakdan men’ etmek, kapıyı kapatmak vâcib olmuşdur. Çünki bunlar, anlatdığım bu zarardan kendilerini korumuş olsalar bile, ilerde anlatacağım ikinci âfetden kurtulamazlar.


İlmlerin mâhiyyetini iyi kavrayacak derecede yetişmemiş, kalb gözleri mezheblerin yüksek gâyelerini anlayacak şekilde açılmamış ba’zı kimseler (zümreler), din ilmlerinin ince sırlarına dâir yazdığım kitâbların ba’zı kısmlarına i’tirâz etdiler. Onların eski felsefecilerin sözlerinden alınmış olduğunu iddi’â etdiler. Hâlbuki, onların bir kısmı, kendi fikrlerimizdir. “Arkadan gelen dahâ önce geçenin ayak izine basar” sözünde anlatıldığı gibi, bizim hâtırımıza gelen bir söz, önce başkasının da hâtırına gelebilir. Felsefecilerin kitâblarında da aynı sözler bulunabilir. İ’tirâz edilen o sözlerin ba’zısı, din kitâblarında, birçoğunun ma’nâsı da tesavvuf kitâblarında vardır. Kabûl edelim ki, bu sözler sâdece felsefecilerin kitâblarında vardır. Bundan ne çıkar? Eğer o sözler akla uygun ve kesin delîller ile isbât edilmişse, Kitâb ve sünnete muhâlif değilse, o sözlerin red edilmesi lâzım gelmez. Eğer bu kapıyı açarsak, bir hakîkati dahâ önce bâtıl ehlinin hâtırına gelmiş diye red etmeğe kalkışırsak, birçok hakîkati red etmemiz gerekir. Hattâ Kur’ân-ı kerîm âyetlerinden, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîflerinden, selef-i sâlihînin nakllerinden, tesavvuf ehlinin ve hükemânın sözlerinden pekçok şeyleri kabûl etmeyip, terk etmemiz gerekir. Zîrâ, (İhvânüssafâ) adlı kitâbın sâhibi bu saydıklarımızı kitâbına yazmışdır. Bunları kendi da’vâsına delîl göstermiş. Böylece, kalbleri kendi bâtıl fikrlerine çekmeğe çalışmışdır. Böyle düşünmek, bâtıl ehlinin, hakîkatleri kitâblarında kendi sözlerine karışdırarak, elimizden almalarına sebeb olur. Âlim olan bir kimsenin en aşağı derecesi, câhil halkdan farklı olmakdır. Balı hacamât şişesinde görse bile, baldan tiksinmez. Bilir ki, hacamât şişesi balı bozmaz. Nefsin ondan tiksinmesi, câhillikden ileri gelmekdedir. Aslında şişe, pis kan için yapılmışdır. Câhil zan eder ki, kan, şişede bulunduğu için pis olmuşdur. Bilmez ki, kan, kendinde bulunan bir sıfatdan dolayı pisdir. Balda bu sıfat bulunmadığına göre, sâdece o şişenin içinde olması, pis olmasına sebeb olmaz. Bu bâtıl bir vehîmedir. Halkın çoğunda bu durum hâkimdir. Bir sözü, kendilerinin iyi bildiği bir kimseden nakl ederek söylesen, o söz bâtıl da olsa hemen kabûl ederler. Değersiz ve kötü bildikleri bir kimseden doğru bir sözü nakl etsen red ederler. Hakkı dâimâ kişiyle ölçerler. Kişiyi hakla ölçmezler. Bu durum, büyük bir dalâletdir. Buraya kadar anlatdığım kısm, felsefecilerin kitâblarını okumayı red edenlerin âfetidir.


İkinci âfet ise, felsefecilerin kitâblarını okuyup, onların kendilerine âid bozuk sözlerini kabûl etmekden doğan âfetdir. Felsefe ile alâkalı, (İhvânussafâ) ve benzeri gibi kitâbları okuyan kimse, o kitâblarda Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîflerinden alınmış hikmetleri ve tesavvuf ehlinin sözlerini görür. Bu sebeble, ekseriyâ o kitâbları beğenir ve kabûl eder. Onlara sevgi duyar. Okuduğu ve beğendiği sözlerden dolayı iyi zanda bulunması sebebiyle, onların arasına karışdırılmış olan bâtıl fikrleri de kabûl eder. İşte bu, bâtıl fikrleri bir çeşid telkîn demekdir. Bu zarardan dolayı, o kitâbları okumayı men’ etmek lâzımdır. Çünki onları okumakda büyük tehlüke vardır. Yüzmeyi iyi bilmeyenleri deniz kenârında dolaşmakdan sakındırmak îcâb etdiği gibi, halkı da bu kitâbları okumakdan sakındırmak îcâbeder.


Çocukları yılanlara dokunmakdan men’ etmek lâzım olduğu gibi, halkı da felsefecilerin bâtıl fikrlerle dolu sözlerini dinlemekden sakındırmak lâzım olur. Efsûnlu kimse, cambaz, küçük çocuğunun bende babam gibi yaparım diyerek,kendisini taklîd edeceğini anlarsa, onun yanında yılanla oynamamalıdır. Böylece çocuğu yılanla oynamakdan sakındırmak îcâb eder. Hakîkî bir âlime böyle davranmak yakışır. San’atında mâhir olan bir efsûnlunun yılanı tutup, zehrle panzehri ayırarak, zehri yok etdikden sonra, panzehri ihtiyâcı olanlara vermemesi doğru olmaz. Bunun gibi, bir sarrafın kalpazanın torbasına elini daldırarak, kalp paraları bir tarafa bırakıp, hâlis altını çıkardığında, ihtiyâcı olanlar o altınları kabûl etmezlerse, arzû etdikleri fâideden mahrûm kalırlar. Bu câhillikdir. Çünki sahte para ile altının aynı torbada birlikde bulunması, altını sahte hâle sokmaz. Sahte parayı da altın yapmaz. Bunun gibi, hak ile bâtılın bir ilmin içinde karışık olarak zikr edilmesi, bâtılı hak yapmaz. İşte felsefecilerin tehlîkeleri ve zararları hakkında söylemek ve yazmak istediklerimiz bu kadardır.

Eser: El-münkızü mined-dalâl

Müellif: İmâm-ı Gazâlî 

Terceme: Hüseyn Hilmi IŞIK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder