Felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

FELSEFE

İmâm-ıRabbânî (Kaddesallahu teala sirreh) hazretleri buyurdular ki;

"Felsefî ilimler, mu'teber (kıymetli) ilimlere dâhil değildirler.  Çok konuları lüzumsuzdur ve kişiye bir şey vermezler. İslâm kitablarından aldıkları bir kaç konuyu da değiştirmişlerdir. Bunlarda da hâkim olan cehl-i mürekkeb olmakdır. Çünkü aklın oralarda işi yoktur. Nübüvvet (Peygamberlik) hâli ve bilgileri, normal insanların aklının çok üstündedir."


(Mebde ve Me'âd Risâlesi, 38. Fıkra)

Ehl-i sünnet âlimlerinin felsefe ile hiç alâkaları yokdur

~~~

Dinde reformcu diyor ki,

*(Dîni bu hâle, ya’nî nazarî felsefe hâline getiren, sonra gelen islâm âlimleridir. Bir takım ta’rîf ve tahdîdler sokdular. Kısmlara ayırdılar.)*

~~~

Cevap:

Dîne ta’rîfler, tasnîfler, sınırlar koyarak, felsefe hâline getirmek suçu ile, islâm âlimlerine çatmakdadır. 


Hâlbuki, *Ehl-i sünnet âlimlerinin felsefe ile hiç alâkaları yokdur*. Çünki onlar, *felsefecilerden çok yüksekdirler.*


Şu kadar var ki, *Emevîler zemânında, üç kıt’aya yayılan müslimânlar, çeşidli kâfirlerle* karşılaştılar. 


Hâricî, mu’tezile gibi *bozuk fırkalar da meydâna çıkıp, yeni müslimân olanları aldatmağa* başladılar. 


Ehl-i sünnet âlimleri *müslümânların dinlerini korumak* için *çeşidli dinlere ve felsefecilere ve zındıklara* cevâb vermek zorunda kaldılar. 


Onlara, *istedikleri gibi ve felsefelerine uygun cevâblar* hâzırlayarak, *kelâm ilmini* her tarafa yaydılar. Böylece, *gençlerin aldatılmasını önlediler.* 


*Bu hizmetlerini övmemiz, onlara şükr ve düâ etmemiz lâzım iken, onları bu yüzden kötülemeğe kalkışmak, bir müslimâna yakışır mı?*


Faideli Bilgiler - Sayfa 119, 120

İSLAM’DA FELSEFE YOKTUR

İslâm’da en önemli konulardan biri tefekkürdür, aklı kullanmaktır. Bu konuda bir çok âyet-i kerime vardır. *Bu âyetlerde dünya, ay-güneş, yıldızlar, hayvanat, nebâtat, dağlar ve bulutların yaratılışı ve özellikle bir damla sudan dönemler itibariyle insanın nasıl halk edildiği bildirilmektedir.* Bütün bunlar hatırlatılarak, dolayısıyla insanın aklını kullanarak yüce Allah’ı tanıması, “bir”lemesi ve kendine gönderilen Peygamber’in tebliğ ettiği dine uyması ve neticede kullukta bulunması istenmektedir. 


• *İslâm’da aklın görevi ve sınırı bu olduğu halde, Filozoflar, nassı (âyet ve hadisi) bir tarafa bırakarak, Peygamber, Vahiy, Kabir hayatı, Ahiret âlemi gibi konuları, “akıl”la açıklamaya, çözmeye kalkmışlardır.*


•Dini bildiren *“Peygamber”in* yerine *“akl”ı* koymuşlardır. 


• *İslâm âlimleri aklı, “dini anlama”da,* (İslâm’da) *Filozoflar ise, “dini değiştirme”de, hatta bazıları inkârda* kullanmışlardır. 


Onun için *Farabi, İbn Sina, İbni Firnas, Kindi, İbn Rüşd ve İbn Hazm gibi, Filozoflar, başta Peygamberlik olmak üzere, Vahiy, Melek, Kabir hayatı, Ahiret âlemi, Cennet ve Cehennem gibi konuları, Hazret-i Peygamber’in beyanına aykırı bir şekilde te’vil ederek nasları inkâr etme yönüne* gitmişlerdir. 


İslâm’da Felsefe’yi *İmam Gazâlî, el-Münkız ve Tehâfütü’l-Felâsife* kitaplarında uzun uzun açıklamaktadır. Ayrıca *Gazâlî’nin Bâtınîlerle ilgili müstakıl bir kitabı da vardır. el-Münkız* kitabında İmam Gazâlî, şu tespiti yapmaktadır: 


*İbn Sîna ve Fârâbî’nin de içinde bulunduğu Felsefeciler, İlâhiyat konusunda 20 hususta hata etmişlerdir.* Bunlardan *3’ünde küfre* düşmüşler, *17’sinde de bid'at* ehlinden olmuşlardır. 


Küfre düştükleri üç konu şunlardır: 

*1. Ahirette azap, ruhen olacaktır,*


*2. Allah, geneli bilir, ayrıntıyı bilmez,*

 

*3. Âlem, ezelî ve ebedîdir,* diyorlar. 


İmam Gazalî, bunların yanlış olduğunu delilleriyle adı geçen eserlerinde açıklamıştır.


Sonuçlar olarak *İslamda felsefe yoktur, İslam ilimleri* vardır; *İslam filozofu yoktur, islam alimleri* vardır.


*İslâm bilgilerine felsefe demek, pırlantayı cam parçalarına benzetmek gibidir.* 


*İslâm âlimlerine felsefeci demek de, aslana kedi demek gibi olup, bu yüksek âlimlere hakâret etmek olur.*

Felsefecilerin üstünde olan islâm âlimleri vardır

 Aklı olmıyan delidir. Aklını kullanmıyan sefîhdir. Akla uygun iş yapmamak sefâhetdir. Aklı az olan da ahmakdır. Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip, aklın ermediği şeylerde yanılan kimse, eski kafalı felsefecidir. Aklın erdiği şeylerde, ona güvenen, aklın ermediği,yanıldığı yerlerde, Kur’ân-ı kerîmin ışığı altında akla doğruyu gösteren yüksek insanlar da, islâm âlimleridir. O hâlde islâmiyyetde felsefe yokdur, islâm felsefesi, islâm felesofu yokdur. Felsefenin üstünde olan islâm ilmleri ve felsefecilerin üstünde olan islâm âlimleri vardır.

(Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi teâlâ aleyh ")

6- Ahlak

 Felsefecilerin ahlâk ilmi sâhâsındaki bütün sözleri; nefsin sıfatlarını, ahlâkını açıklamak, bu sıfatların ve huyların çeşidlerini anlatmak, kötü olanların düzeltilmesi için, îcâb eden tedbîrleri almak ve mücâhedede bulunmak şeklinde özetlenebilir. Bu bilgileri, tesavvuf ehlinin sözlerinden almışlardır.


Tesavvuf ehli,kulluk vazîfesini tam yapan,Allahü teâlâyı zikre devâm eden, nefsin isteklerine muhâlefet etmesini bilen, dünyâya düşkün olmayan, Allahü teâlâya kavuşduran yolda ilerleyen kimselerdir.


Onlar, nefsleriyle mücâdelelerinde, nefsin ahlâkı, ayıp ve kusûrları kendilerine ma’lûm olur. Bunları kitâblarında yazmışlardır. Felsefeciler de bu bilgileri alıp, kendi sözlerine karışdırmışlardır. Gâyeleri, sözlerini hoşa gidecek bir şekle sokarak, bâtıl fikrlerini kabûl etdirmekdir. O devrde, hattâ bütün asrlarda, Allah adamlarından bir cemâ’at bulunmuşdur. Allahü teâlâ dünyâyı onlarsız bırakmaz. Onlar, yeryüzünün ma’nevî büyükleri, evtâdı, temel direkleridirler. Onların bereketiyle yeryüzünde yaşayanlara rahmet yağar. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir hadîs-i şerîfde şöyle buyurdu: (Onların (evliyânın) yüzü suyu hurmetine yağmur yağar, rızk ihsân edilir. Eshâb-ı kehf bunlardan bir cemâ’at idi.)


Kur’ân-ı kerîmde bildirildiği üzere, tesavvuf ehli, Evliyâ zâtlar, önceki ümmetler arasında da vardı. Felsefecilerin, Peygamberlere “aleyhimüsselâm” ve Evliyâya âid sözleri alıp, kendi kitâblarına yazmalarından dolayı iki âfet meydâna geldi. Birincisi, o sözleri kabûl edenlerle, ikincisi de red edenlerle alâkalıdır. O sözleri red edenler ile alâkalı fenâlık büyükdür. Çünki, câhil kimseler, felsefecilerin, Peygamberlerden ve Evliyâdan alarak kendi bozuk sözleri arasına karışdırdıkları doğru sözleri de terk etmek, okumamak îcâb eder. Onları anlatanlara i’tirâz etmek lâzımdır, dediler. O sözleri ilk def’a felsefecilerden işitdikleri için, za’îf akllarına bâtıl olduğu düşüncesi yerleşdi. Çünki, onları söyleyen felsefeciler olup, sözleri bâtıl kimselerdir.


Buna bir misâl verelim: Bir kimse, hıristiyan birinden “Allahdan başka ilâh yokdur. Îsâ “aleyhisselâm” Allahın resûlüdür” sözünü işitir ve kabûl etmez. Bu hıristiyan sözüdür der. Düşünmez ki, hıristiyan bu söz ile mi kâfir oluyor. Yoksa, Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliğini inkâr etdiği için mi müslimân değildir. Bunu düşünmez. Peygamber efendimizi inkârından dolayı ise, küfrü îcâb etdiren bu sözü kabûl edilmez. Fekat, küfrü gerekdirmeyen diğer sözleri doğru ise red etmek îcâbetmez. Hak olan ve bâtıl olan sözleri birbirinden ayırmadan hepsini red etmek, aklı za’îf olanların âdetidir. Böyle kimseler, hakkı kişi ile tanırlar, kişiyi hak ile değil. Akllı olan kimse, bu husûsda hazret-i Alînin “radıyalahü anh” şu sözüne uyar: “Hakkı kişi ile bilemezsin. Önce hakkı bil, sonra hak ehlini tanırsın.” O hâlde akllı kimse, önce doğruyu tanır, sonra söylenen söze bakar. O söz hak ise, kabûl eder. O sözü söyleyen, ister bozuk düşünceli, ister doğru düşünceli olsun. Hattâ akllı kimse, doğru olanı sapık düşüncelilerin sözleri arasından alıp, çıkarmaya çalışır. Çünki bilir ki, altının çıkdığı yer toprakdır. Bir sarrafın kendi bilgisine güveni olduğu müddetce, hâlis altını kalp [sahte] paradan ayırmasının hiçbir zararı düşünülemez. Kalpazanla alış-verişde ancak köylü (sarraf olmayan) zarar görür. Sarrafa bir zarar gelmez. Deniz kıyısında dolaşmak, yüzme bilmeyenlere yasaklanır, mahâretli yüzücülere değil. Bunun gibi, yılana elini sürmekden çocuklar men’ edilir, cambazlar değil.


Ömrüme yemîn ederim ki, insanların çoğu hakkı bâtıldan, doğruyu yanlışdan ayırd etmek husûsunda kendilerini çok akllı ve mahâretli sanırlar. Bu sebeble mümkin olduğu kadar onları sapıkların kitâblarını okumakdan men’ etmek, kapıyı kapatmak vâcib olmuşdur. Çünki bunlar, anlatdığım bu zarardan kendilerini korumuş olsalar bile, ilerde anlatacağım ikinci âfetden kurtulamazlar.


İlmlerin mâhiyyetini iyi kavrayacak derecede yetişmemiş, kalb gözleri mezheblerin yüksek gâyelerini anlayacak şekilde açılmamış ba’zı kimseler (zümreler), din ilmlerinin ince sırlarına dâir yazdığım kitâbların ba’zı kısmlarına i’tirâz etdiler. Onların eski felsefecilerin sözlerinden alınmış olduğunu iddi’â etdiler. Hâlbuki, onların bir kısmı, kendi fikrlerimizdir. “Arkadan gelen dahâ önce geçenin ayak izine basar” sözünde anlatıldığı gibi, bizim hâtırımıza gelen bir söz, önce başkasının da hâtırına gelebilir. Felsefecilerin kitâblarında da aynı sözler bulunabilir. İ’tirâz edilen o sözlerin ba’zısı, din kitâblarında, birçoğunun ma’nâsı da tesavvuf kitâblarında vardır. Kabûl edelim ki, bu sözler sâdece felsefecilerin kitâblarında vardır. Bundan ne çıkar? Eğer o sözler akla uygun ve kesin delîller ile isbât edilmişse, Kitâb ve sünnete muhâlif değilse, o sözlerin red edilmesi lâzım gelmez. Eğer bu kapıyı açarsak, bir hakîkati dahâ önce bâtıl ehlinin hâtırına gelmiş diye red etmeğe kalkışırsak, birçok hakîkati red etmemiz gerekir. Hattâ Kur’ân-ı kerîm âyetlerinden, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîflerinden, selef-i sâlihînin nakllerinden, tesavvuf ehlinin ve hükemânın sözlerinden pekçok şeyleri kabûl etmeyip, terk etmemiz gerekir. Zîrâ, (İhvânüssafâ) adlı kitâbın sâhibi bu saydıklarımızı kitâbına yazmışdır. Bunları kendi da’vâsına delîl göstermiş. Böylece, kalbleri kendi bâtıl fikrlerine çekmeğe çalışmışdır. Böyle düşünmek, bâtıl ehlinin, hakîkatleri kitâblarında kendi sözlerine karışdırarak, elimizden almalarına sebeb olur. Âlim olan bir kimsenin en aşağı derecesi, câhil halkdan farklı olmakdır. Balı hacamât şişesinde görse bile, baldan tiksinmez. Bilir ki, hacamât şişesi balı bozmaz. Nefsin ondan tiksinmesi, câhillikden ileri gelmekdedir. Aslında şişe, pis kan için yapılmışdır. Câhil zan eder ki, kan, şişede bulunduğu için pis olmuşdur. Bilmez ki, kan, kendinde bulunan bir sıfatdan dolayı pisdir. Balda bu sıfat bulunmadığına göre, sâdece o şişenin içinde olması, pis olmasına sebeb olmaz. Bu bâtıl bir vehîmedir. Halkın çoğunda bu durum hâkimdir. Bir sözü, kendilerinin iyi bildiği bir kimseden nakl ederek söylesen, o söz bâtıl da olsa hemen kabûl ederler. Değersiz ve kötü bildikleri bir kimseden doğru bir sözü nakl etsen red ederler. Hakkı dâimâ kişiyle ölçerler. Kişiyi hakla ölçmezler. Bu durum, büyük bir dalâletdir. Buraya kadar anlatdığım kısm, felsefecilerin kitâblarını okumayı red edenlerin âfetidir.


İkinci âfet ise, felsefecilerin kitâblarını okuyup, onların kendilerine âid bozuk sözlerini kabûl etmekden doğan âfetdir. Felsefe ile alâkalı, (İhvânussafâ) ve benzeri gibi kitâbları okuyan kimse, o kitâblarda Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîflerinden alınmış hikmetleri ve tesavvuf ehlinin sözlerini görür. Bu sebeble, ekseriyâ o kitâbları beğenir ve kabûl eder. Onlara sevgi duyar. Okuduğu ve beğendiği sözlerden dolayı iyi zanda bulunması sebebiyle, onların arasına karışdırılmış olan bâtıl fikrleri de kabûl eder. İşte bu, bâtıl fikrleri bir çeşid telkîn demekdir. Bu zarardan dolayı, o kitâbları okumayı men’ etmek lâzımdır. Çünki onları okumakda büyük tehlüke vardır. Yüzmeyi iyi bilmeyenleri deniz kenârında dolaşmakdan sakındırmak îcâb etdiği gibi, halkı da bu kitâbları okumakdan sakındırmak îcâbeder.


Çocukları yılanlara dokunmakdan men’ etmek lâzım olduğu gibi, halkı da felsefecilerin bâtıl fikrlerle dolu sözlerini dinlemekden sakındırmak lâzım olur. Efsûnlu kimse, cambaz, küçük çocuğunun bende babam gibi yaparım diyerek,kendisini taklîd edeceğini anlarsa, onun yanında yılanla oynamamalıdır. Böylece çocuğu yılanla oynamakdan sakındırmak îcâb eder. Hakîkî bir âlime böyle davranmak yakışır. San’atında mâhir olan bir efsûnlunun yılanı tutup, zehrle panzehri ayırarak, zehri yok etdikden sonra, panzehri ihtiyâcı olanlara vermemesi doğru olmaz. Bunun gibi, bir sarrafın kalpazanın torbasına elini daldırarak, kalp paraları bir tarafa bırakıp, hâlis altını çıkardığında, ihtiyâcı olanlar o altınları kabûl etmezlerse, arzû etdikleri fâideden mahrûm kalırlar. Bu câhillikdir. Çünki sahte para ile altının aynı torbada birlikde bulunması, altını sahte hâle sokmaz. Sahte parayı da altın yapmaz. Bunun gibi, hak ile bâtılın bir ilmin içinde karışık olarak zikr edilmesi, bâtılı hak yapmaz. İşte felsefecilerin tehlîkeleri ve zararları hakkında söylemek ve yazmak istediklerimiz bu kadardır.

Eser: El-münkızü mined-dalâl

Müellif: İmâm-ı Gazâlî 

Terceme: Hüseyn Hilmi IŞIK

Felsefenin Gayesi

 Felsefenin gâyesi nedir, kötülenen ve kötülenmeyen kısmları hangisidir. Felsefeciler hangi sözleri ile küfre düşer, hangi sözleriyle küfre düşmezler. Hangi sözlerinde bid’at ehlinden sayılırlar, hangilerinde sayılmazlar. Kendi bâtıl sözlerini kabûl etdirebilmek için, hak ehlinin sözlerinden kendi sözlerine karışdırdıkları sözler nelerdir. Bu sözlerden halk nasıl nefret etmişdir. Hakîkatlerin sarrafı olanlar, felsefecilerin sözleri içine karışdırdıkları hâlis gerçeği yanlış ve karışık olandan nasıl ayırt etmişlerdir? Bu husûsları açıklayacağım.


Kelâm ilmini öğrendikden sonra, felsefe bilgilerini incelemeye başladım. İyice anladım ki, bir ilmdeki fesad ve bozukluğu, ancak o ilmi derinlemesine inceleyen kimse anlayabilir. O ilme öyle vâkıf olmalı ki, o ilmin en âliminin ilmine eşid hâle gelmeli. Hattâ onu da geçmelidir. O ilmin ehlinin ulaşamadığı derinlikleri ve tehlükeleri tesbît edebilmelidir. Ancak o zemân o ilmin bozuk olduğuna dâir iddi’âsının doğru olduğu ortaya çıkar. İslâm âlimlerinden, felsefeyi derinlemesine incelemek için, gayret sarf edenini görmedim. Kelâm âlimlerinin kitâblarında felsefecilerin sözlerini çürütmek için yazılmış olan sözlerde tenâkuz ve ehemmiyyetsiz ifâdeler vardı. Bunlarla ilmlerin inceliklerine vâkıf olduklarını iddi’â edenler şöyle dursun, a’vâmdan bir kimsenin dahî iknâsı düşünülemez. Nihâyet anladım ki, bir yolun hakîkatını tam anlamadan onu red etmek, karanlığa taş atmak gibidir.


Bu sebeble, hiçbir hocadan yardım taleb etmeden, felsefeye âid kitâbları incelemek sûretiyle, ciddî bir çalışmaya sarıldım. Dînî ilmlerde kitâb yazmak ve ders vermekden geri kalan vaktleri, felsefeyi incelemeye ayırdım.Hâlbuki,o sıralarda Bağdâdda üçyüz talebeye ders veriyordum. Boş vaktlerimdeki çalışmalarımla Allahü teâlâ beni iki seneden az bir zemân içinde, felsefe bilgilerinin nihâyetine ulaşdırdı. Bu bilgileri inceleyip, anladıkdan sonra, bir seneye yakın üzerinde düşünmeye devâm etdim. Tekrâr tekrâr inceleyip, derinliklerini ve tehlükelerini araşdırdım.


Sonunda, felsefedeki hakîkî ve hayâlî olan yönlere, karışıklıklara, aldatmalara hiçbir şübhe kalmayacak şeklde vâkıf oldum. Şimdi felsefenin ve felsefecilerin hikâyesini benden dinle: Onları birkaç sınıf, bilgilerini de birkaç kısm hâlinde buldum. Onların eskileri ile sonrakileri arasında, hakîkate uzak ve yakın olmak bakımından büyük farklılıklar bulunmakla berâber, hepsi de küfr ve ilhâd damgasını taşırlar


Felsefecilerin Sınıfları ve Küfür Üzre Bulunmaları


Felsefeciler, fırkalarının çeşidi çok olmasına rağmen, üç kısma ayrılırlar.


1- Dehriyyûn,


2- Tabî’iyyûn,


3- İlâhiyyûn.


Dehriyyûn: Felsefecilerin en eski gurubudur. Kâinâtı idâre eden kudret ve ilm sâhibi bir yaratıcının varlığını, ya’nî Allahü teâlâyı inkâr etmişlerdir. Âlemin bir yaratıcı tarafından değil de, öteden beri kendiliğinden mevcûd olduğunu, canlının menîden, menînin de canlıdan meydâna geldiğini, böylece ebedî olarak devâm edeceğini iddi’â etmişlerdir. Bu kısm felsefeciler zındıkdırlar.


Tabî’iyyûn (Tabî’atcılar): Bunlar ekseriyyetle tabî’at âleminden, hayvanların ve bitkilerin şaşılacak hâllerinden bahs ederler. Canlıların organlarını inceleyen anatomi ilmiyle çok meşgûl olurlar. Canlıların yaratılışında, Allahü teâlânın kudretini ve eşsiz hikmetini görerek, şaşkınlıklarını gizleyemezler. Herşeyin gâye ve maksadına hâkim, hikmet ve kudret sâhibi olan Allahü teâlâya inanmak mecbûriyyetinde kalırlar. Anatomi ilmiyle canlıların organlarının hayrete düşüren fâidelerini inceleyen herkes, hayvanların yapılarını böyle yaratan Allahü teâlânın insan vücûdunu dahâ mükemmel yaratdığı hakkında kesin bilgiye sâhib olur.


Bu kısm felsefeciler, dahâ çok tabî’atla alâkalı araşdırma yapdıkları için, hayvânî kuvvetlerin düzgün ve mükemmel olmasında, mîzâcın uygunluk içinde olmasının büyük te’sîri bulunduğuna kanâ’at getirdiler. Böylece insandaki idrâk ve akl kuvvetinin, insanın mîzâcına [tabî’atına,yapısına] bağlı olduğunu zan etdiler. Mîzâcın (tabî’atın, yapısının) bozulmasıyla onun da yok olacağını kabûl etdiler. Yok olan şey, bir dahâ var olamaz dediler. Bu sebeble bunlar, nefs ölür, bir dahâ dönmez fikrine sâhib oldular ve âhıret yokdur, dediler. Cenneti, Cehennemi, kıyâmeti ve hesâbı inkâr etdiler. İbâdet için sevâb, günâhdan dolayı azâb olacağını kabûl etmediler. Gemsiz, başı boş kaldılar. Hayvanlar gibi şehvetlere daldılar. Bunlar da zındıkdırlar. Çünki, îmânın aslı, Allahü teâlâya ve âhırete inanmakdır. Her ne kadar Allahü teâlânın varlığına ve sıfatlarına inandılarsa da, âhıreti inkâr etdiler.


İlâhiyyûn: Bunlar dahâ sonra gelmiş olan felsefecilerdir. Bunlardan biri de Eflâtûnun hocası olan Sokratdır. Eflâtûn ise, Aristonun hocasıdır. Aristo, mantık ilmini tertîb ederek, felsefe bilgilerini özetleyip, kolayca istifâde edilir hâle getirmişdir.


İlâhiyyûn kısmında olan felsefeciler, dehriyyûn ve tabî’iyyûn sınıfından olan felsefecileri red etdiler.Onların bozuk fikrlerini,başkalarına söz bırakmayacak şeklde ortaya koymuşlardır. Allahü teâlâ onları birbiriyle çarpışdırdı. Kur’ân-ı kerîmde, Ahzâb sûresi 25.ci âyet-i kerîmesinde, meâlen, (Allah, muhârebe yükünü mü’minlerden kaldırdı…) buyurulduğu gibi, mü’minlerin onları red etmek için uğraşmasına lüzûm kalmadı.


Sonra Aristo, Eflâtûnun, Sokratın ve dahâ önce yaşamış olan ilâhiyyûn felsefecilerinin görüşlerini şiddetle red etdi. Onların hepsinden uzaklaşıp, ayrı bir yol tutdu. Buna rağmen, onların küfr ve bid’at olan ba’zı fikrlerini kabûl etdi. Kendini bu çeşid düşüncelerden kurtaramadı. Bu sebeble hem bunları, hem ibni Sînâ, Fârâbî ve başkaları gibi, onlara uyan kimseleri tekfir etmek vâcib oldu. Şunu da ilâve edelim ki, Aristonun ilmini hiçbir felesof, İbni Sînâ ve Fârâbî kadar bize tam nakletmeğe muvaffak olamamışdır. Diğerlerinin naklleri hep karışık ve hatâlıdır. Okuyanlar anlayamaz ve zihnleri karışır. Anlaşılmayan bir şey nasıl red veyâ kabûl edilebilir?


İbni Sînânın ve Fârâbînin nakllerine göre, Aristonun bizce ma’lûm olan bütün felsefesi üç kısma ayrılır. Bir kısmı küfr, bir kısmı bid’atdir. Bir kısmının da inkârı aslâ îcâb etmez. Şimdi bunları açıklayalım:


Felsefî bilgiler, ulaşmak istediğimiz maksada göre altı kısmdır: Riyâziyye, mantık, tabî’iyye, ilâhiyye, siyâsiyye, ahlâk.

Eser: El-münkızü mined-dalâl

Müellif: İmâm-ı Gazâlî 

Terceme: Hüseyn Hilmi IŞIK

FELSEFE

 Efendi Hazretleri (kaddesallahu teâlâ sirreh) buyurdular:

“Mukaddemât-ı mevhûme (vesveseye giriş), mevhûmât-ı mütehayyile (hayalleri gerçek zannetmek) ve müzharefe ve mugâlâtadan (demâgoji) ibârettir. Bu da İslâmiyette yoktur. Fakat, ümem-i sâlife ve akvâm-ı sâbıkada (eski milletlerde) yetişmiş olan hükemâ (felsefecilerin) bu nev’i ulûmu, zekâvetleri ile (zekâları ile) teemmül ve tefekkür ettikleri mesâili (düşündükleri meseleleri) harc edip doğruluk süsü vererek benimsemeleri ve böylece kabul ettirmeleridir.”

(Son Halkalar I, sf 378)

...

İman ve şüphe

 

Dinde esas olan “iman” felsefede esas olan “şüphe”dir. Yani din sahasında aklı kontrol eden iman felsefe sahasında aklı kontrol eden şüphedir.İnsanoğlu peygamberlerin ve velilerin ellerindeki sıcaklığı  filozoflarda bulamamış, daima peygamberleri filozofa tercih etmiştir.

Seyyid Ahmet Arvasi

İmanın Mahiyeti

İman, ziyadelik ve noksanlık bakımından kısımlara ayrılmaz. Çünkü iman hasıl olunca zaten kâmildir, ziyadelik ve noksanlık kabul etmez. Mahiyeti itibarı ile ne zaid ve ne de noksan olmaz. Zaid ve kâmil olması, inkişaf ve incila (açıklık ve berraklık) olarak, başka bir tabirle, zayıflık ve güçlülük bakımındandır.
İmanın mahiyeti: Peygamber Salallahü Aleyhi ve Sellem'in Risalet ve Nübüvvet itibariyle getirdiği akaidi; akla, hikmet ve felsefeye dayandırmadan ve havale etmeden, kesin olarak bilip ve inanmaktan ibarettir.
Akla uyarak inanmak ve tasdik etmek, aklı tasdik olup, risaleti ve Resulü tasdik olmaz. Yahud Resulü ve aklı birlikte tasdik etmiş olur ki, ol vakit risalete tam inanç hasıl olmaz; itimadı tam olmayınca mahiyet-i iman, tecezzi kabul etmediğinden dolayı, iman olmaz. Belki akıl, Resul'ün tebliğine muvafık olursa, aklı kâmil ve aklı selim olur.
İnanç mes'eleleri hikmete havale olunup, hikmet kabul ederse tasdik eder, etmezse ya red veyahud tereddüde düşerse ol vakit hakime i'timat etmiş olup, risalete tam i'timat hasıl etmemiş olur ki, bu, bu takdirde iman-ı kâmil zaten olmaz. Zira iman, tecezzi ve kısım gibi parçalara ayrılmaz.
Dini mes'elelere felsefe ile yön vermeye kalkışırsa, yine bir feylesofu tasdik etmiş olup, Resule tam i'timad etmemiş olur ki, bu da iman sayılmaz.
Hasılı İman: Resulü Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Sellemin Allah tarafından Risalet ve Nübüvveti itibarıyle, bütün insanlara getirdiği ve tebliğ ettiği ahkamın kaffesine, tümü i'tibarıyle itimat ve inanmakla hasıl olur. Bu Ahkâm ve Akaid'in her hangi birinde tereddüd ve inkâr var ise, mü'min olamaz. Zira bir hükümde Resul'ü tasdik etmemekle veyahud bu hükme i'timad etmemekle, Resul'ü, hilafı hakikat ile itham etmiş olur ki, bu da noksanlıktır; noksanlık ise, Nübüvvet ve Risalete tamamen zıddır. Dinde ittifak olunan mes'elelerden birinde şüphe ve inkâr imanın gitmesine sebep olur.
Dinde ittifak bulunan mes'elelerden birinde tasdik olmaz ise --ekseriya böyle olur -- bu mes'elede murad-ı ilahi ve murad-ı Resul Sallallahü Aleyhi ve Sellem nasıl ise, öylece inandım ve tasdik ettim der, şüphesini giderecek bir zatı hemen arar; ilminde, dininde güvenilir, tam i'timat sahibi, zeki ve anlayışlı, arif, mes'elelere vakıf, dini bilgileri derin ve müşkilatları halle muktedir zatı bulur ve sorar; aldığı cevaba kalben mutmain olunca öylece inanır ve yakin hasıl eder. Böyle zatı aramak farzdır. Bunu tesadüfe bırakmak asla caiz değildir. Hemen arar bulur. Bulamazsa ve yahud bulup ta tatmin olmaz ise, Cenab-ı Hakk'ın irade ettiği ve Resulünün tebliğ ettiği şekilde inandım der, şüphesinin giderilmesini Cenab-ı Hakk'dan niyaz eder. İşte buna binaen her yerde müslümanların müşkilini hal edecek bir alimin bulundurulması farz-ı kifayedir. Felsefecilerin itirazlarını, fen bilgilerine, felsefe kaidelerine göre halle muktedir; hükemanın itirazlarını, hikmet kaidelerine göre halle kadir, batıl dinlerin itirazlarını ve dinlerinin batıl olduğunu ispata muktedir, Mutezile, Rafizi tarafından gelen itirazlara derin vukufu olan, cevaba muktedir ve tarih-i aleme vakıf, ulumu riyaziyede mahir, çeşitli İslam bilgilerinde maharetli bir kimse bulundurmak lazımdır. Böyle olmaz ise DİN, gerçekleri kabul etmeyenlerin elinde oyuncak olur. Diledikleri vechile te'vil ve tefsir ederler. Kimseyi kurtaramadıkları gibi, hem kendilerini ve hem de halkı sapıklığa iterler.

(Seyyid Abdülhakim Arvasi)