[Ta’lîmiyye mezhebi, gulat-ı şî’âdan ismâ’îliyye fırkasının bir koludur.] Felsefe bilgilerini öğrenip, sakat taraflarını ortaya koyarak, tenkîdini yapdıkdan sonra, anladım ki, bu ilm de maksadı lâyıkıyle hâsıl edemez. Akl da tek başına istenen her şeyi açıklamaya kâfî olmayıp, mes’elelerin üzerinden perdeyi kaldıracak güçde değildir.
O sıralarda ta’lîmiyye mezhebi ortaya çıkmışdı. Bu fırkanın mensûbları: “Biz herşeyin ma’nâsını, hakkı öğretmekle vazîfeli ma’sûm (günâhsız) bir imâmdan öğrendik” diye iddi’â etdikleri ve böyle inandıkları halk arasında yayıldı. Bu sebeble onların kitâblarında yazılı olan şeyleri iyice incelemek için, yazdıkları kitâblarını okumayı arzû etdim. Tam bu sırada hilâfet makâmından, ta’lîmiyye mezhebinin aslını ortaya çıkaracak bir kitâb yazmam için kesin bir emr geldi. Bu emri ihmâl edemezdim. Bu emr, kalbimden geçen arzûyu teşvîk edici ayrı bir sebeb oldu. Onların kitâblarını aramaya, sözlerini toplamaya başladım. Eski ta’lîmiyye mensûblarından işitilmiş sözlere pek uygun olmayan, zemânın ta’lîmiyyecileri tarafından ortaya atİlmış ba’zı sözleri işitmişdim. Bu sözleri de topladım ve iyice inceledim. Sonra sağlam bir şeklde tertîbe sokdum. Hepsinin cevâbını verdim. O derece çalışdım ki, Ehl-i sünnetden ba’zıları, onların delîllerini inceleyip, anlatmakda çok fazla gayret göstermemi doğru bulmadı ve bana şöyle dedi:
Bu çalışman onların lehinedir. Senin bu incelemelerin ve tertîbin olmasaydı, onlar bu gibi karışıklık ve şübhelerden dolayı mezheblerini savunmakdan âciz kalırlardı.Bu söz,bir yönden doğrudur.Ahmed bin Hanbel “radıyallahü anh” Hâris-i Muhâsibîye “kuddise sirruh”, mu’tezîle mezhebine cevâb vermek için yazdığı bir eser sebebiyle iyi yapmadığını söylemişdi. Hâris-i Muhâsibî “kuddise sirruh” şöyle demişdi: “Bid’ati red etmek farzdır.” Ahmed bin Hanbel “radıyallahü anh”: Evet öyledir. Fekat sen önce şübheleri anlatdın, sonra bunlara cevâb verdin. Okuyanların zihni, şübhelere takılıp, verdiğin cevâba iltifât etmemesi veyâ verdiğin cevâbları tam ma’nâsıyla anlayamamaları mümkindir, dedi.
Ahmed bin Hanbelin “radıyallahü anh” söylediği doğrudur. Ancak bahs edilen şübhe yayılmamışsa ve meşhûr olmamışsa böyledir. Fekat şübhe yayılmışsa, ona cevâb vermek mutlakâ lâzımdır. Cevâb vermek için de önce şübheyi anlatmak gerekir. Evet, onların önem vermedikleri şübhelere fazla önem vermemelidir. Ben de öyle yapdım. Bu şübheleri dahâ önce ta’lîmiyye mezhebine katılıp, onların yolunu benimsemiş olan, sonra da onları terk edip, bana gelip gitmeye başlayan bir kimseden dinledim. Bana dedi ki: Ta’lîmiyye mensûbları,mezheblerini anlamadan kendilerine reddiye yazanlarla alay ediyorlar.Sonra onların delîllerini bana nakl etdi. Asl delîllerinden habersiz olduğumu zan etmelerine gönlüm râzı olmadı. işitip, anlamamış demelerini de kabûllenemedim. Bu sebeble onların şübhelerini açık bir şeklde ortaya koydum. Sonra kesin delîller ile bunların bâtıl olduğunu ve fesadını açıkladım.
Kısacası, mezheblerinin bir aslı ve dayanağı ve sözlerinin de bir kıymeti ve tutar tarafı yokdur. Bu bid’at yolu, bu kadar za’îf olmasına rağmen, câhil dostlarımızın kötü yardımlarıyla bu derece yayİlmışdır. Yoksa şöhret bulmazdı. Fekat, şiddetli teassub, hakkı savunanları iddi’âlarının esâsları üzerinde münâkaşayı uzatmaya ve her söylediklerini red etmeye kadar götürdü. “Ta’lîme, öğrenmeye ve mu’allime, öğretene ihtiyâc vardır. Herkes mu’allim olamaz, mutlakâ ma’sûm bir mu’allim (imâm) lâzımdır” gibi iddi’âlarını red etdiler. Öğrenmeye ve bir öğretene ihtiyâc vardır, diye öne sürdükleri delîl yanında, bunu red edenlerin delîli za’îf kaldı. Ba’zı kimseler buna aldanarak, onların mezhebini kuvvetli, karşı çıkanlarınkini za’îf zan etdiler. Hâlbuki bu düşünce, hakkı savunanın za’îfliğinden ve savunmayı usûlü ile yapmayı bilmediğinden ileri gelmişdir. Bunu anlayamadılar.Doğrusu şudur ki, bir mu’allime ihtiyâc vardır ve bu mu’allimin (imâmın) ma’sûm olması gerekir. Bunu i’tirâf etmek lâzımdır. Fekat bizim ma’sûm mu’allimimiz Muhammed aleyhisselâmdır.
Onlar derlerse ki, Muhammed aleyhisselâm vefât etmişdir. Biz de, sizin imâmınız da gâibdir deriz. Onlar derlerse ki, imâmımız insanları doğru yola da’vet edecek rehberler yetişdirdi ve her tarafa gönderdi. Bu rehberler bir işte ihtilâfa düşerlerse veyâ müşkil bir mes’ele ile karşılaşırlarsa, kendisine mürâce’at etmelerini beklemekdedir. Biz de şöyle deriz: Bizim imâmımız da rehberler yetişdirdi ve her tarafa gönderdi. Öğretmedik bir şey bırakmadı. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen: (Bugün sizin için dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki ni’metimi temâmladım…) (Mâide sûresi: 3.ci âyeti kerîmesi) buyurdu.Herşey öğretildikden sonra,mu’allimin vefât etmesi zarar vermez. Nasıl ki (sizce) kaybolması zarar vermiyor. Açıklanması îcâb eden bir mes’ele kaldı. Bu rehberler, işitmedikleri husûslarda nasıl hükm verecekler? Nass ile mi (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf ile mi). Bu mümkin değildir. Çünki onu işitmemişler ki, onunla hükm versinler. (O husûs için nass yokdur.) Yoksa ictihâd ve re’y ile mi hükm verecekler? Aradaki ihtilâf da buradadır.
Deriz ki, Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” tarafından Yemene gönderilen hazret-i Mu’âzın “radıyallahü anh” yapdığı gibi yaparlar. Mes’ele hakkında nass varsa o nass ile, yoksa ictihâd ile hükmederler. Nitekim ta’lîmiyye fırkasının dâîleri [propagandacıları] şarkın en uzak yerlerine gidip, imâmlarından uzak kalınca,böyle yaparlar.Çünki onların,dâimâ nass ile hükm vermeleri imkânsızdır. Nasslar mahdûddur. Sonu gelmeyen hâdiselerin temâmını göstermez. Sonra her mes’eleyi sormak için, uzun mesâfeleri kat’ederek imâmın bulunduğu yere gelip, tekrâr yerine dönmesine de imkân yokdur. Bu zemâna kadar o mes’eleyi soran kimse vefât etmiş olabilir.Bu durumda,oraya gidip gelmek bir işe yaramaz.Bir kimse kıblenin hangi tarafda olduğundan şübheye düşse, kendi ictihâdı ile hangi tarafda olduğuna hükmeder ve o tarafa doğru nemâz kılar.
Başka çâre yokdur.Çünki,kıbleyi öğrenmek için imâmın bulunduğu memlekete gitse, nemâz vakti geçer. Bu durumda kendi ictihâdı ile kıbleden başka bir tarafa yönelmiş olsa da, nemâzı câiz olur. İctihâdında hatâ edene bir, isâbet edene ise iki sevâb verilir. İctihâda ile alâkalı bütün mes’elelerde hükm böyledir.Fakîre zekât vermekde böyledir.İnsan çok kere zengin olduğu hâlde, malını bildirmeyen kimseyi fakîr zan eder ve ona zekât verir. Veren kimse hatâ etmiş olsa da, bundan dolayı sorumlu tutulamaz. Çünki insan, kendi zannına göre hareket etmekle yükümlüdür.
Bu noktada ta’lîmiyyeci derse ki: O kimsenin muhâlifinin zannı da kendi zannı gibi aynı kuvvetdedir. Deriz ki: İnsan kendi zannına uymakla me’mûrdur. Kıblenin hangi tarafda olduğunda şübheye düşen kimse, kendisine başkası muhâlefet etmiş olsa da kendi zannına uyar. Buna karşı, amelde mukallid olan kimseler, imâm-ı Ebû Hanîfeye ve imâm-ı Şâfi’îye “radıyallahü anhümâ” ve diğer müctehidlere uyuyor der ise; Cevâb olarak deriz ki: Kıblenin hangi tarafda olduğu husûsunda şübheye düşen kimse, ictihâdları birbirine uymayan değişik ictihâd sâhibleri arasında kalsa, ne yapar. Kıbleyi ta’yîn husûsunda onlar arasında hangisinin re’yi dahâ doğru olduğuna dâir kanâ’at getirirse, onun ictihâdına uyar. Yine kendi ictihâdı ile amel etmiş demekdir. Mezhebler hakkında da hükm böyledir. Halkın ictihâda başvurması [bir müctehidin ictihâdına uyması] zarûretdir. Peygamberler “aleyhimüsselâm” ve imâmlar bile ilmlerine rağmen, ba’zan yanılırlar. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Biz zâhire göre hükmederiz. Kalblerdeki sırları Allahü teâlâ bilir) buyurdu. Ya’nî ben, şâhidlerin sözünden bana hâsıl olan zann-ı gâlibe göre hükmederim.Ba’zan şâhidler hatâ ederler,buyurdu.İctihâda tâbi’böyle mes’elelerde Peygamberler dahî yanılabilir. O hâlde yanılmamak bizden nasıl beklenebilir.
Burada ta’lîmiyyecilerin iki sorusu vardır. Birisi şudur:
İctihâda,ictihâda tâbi’ mes’elelerde doğru olabilir.Fekat,i’tikâda âid esâslarda doğru olmaz. Çünki i’tikâdî husûslarda yanılan ma’zûr değildir. O hâlde böyle mes’elelerde ne yapılır? Bu soruya cevâb olarak derim ki: İ’tikâdî esâslar, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde bildirilmişdir. Geriye kalan tafsîlâtdaki ihtilâflı mevzû’larda hakîkat kıstas-ı mustakîm ile, doğru mîzânla anlaşılır. Kıstas-ı mustakîm dediğim şeyleri Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde bildirdi. Bunlar beş esâsdır. Bunları (Kıstas-ı mustakîm) adındaki kitâbımda anlatdım.
Ta’lîmiyyeci deseki: Hasımların,gösterdiğin bu ölçülerde sana muhâlefet ediyorlar.Derimki:Bu ölçüler anlaşıldıkdan sonra,onlara muhâlefet etmek mümkin değildir. Açıklayayım: Ta’lîmiyyeciler muhâlefet edemezler. Çünki onu Kur’ân-ı kerîmden aldım ve ondan öğrendim. Mantık ilminin ehli de karşı çıkamaz. Çünki benim gösterdiğim ölçü, onların mantık ilminde gösterdikleri şartlara uygundur. Kelâm âlimleri de karşı çıkamaz. Zîrâ kelâm ilminin mes’elelerini isbât eden delîller ile alâkalı olarak söylediklerine uygundur. İlm-i kelâm mes’elelerinde hakîkat bu ölçülerle ortaya çıkar.
Bu sözüme karşı ta’lîmiyyeci mâdem elinde böyle sağlam bir ölçü var, niçin halk arasındaki ihtilâfı ortadan kaldırmıyorsun dese. Derim ki: Beni dinlerlerse, aralarındaki anlaşmazlığı kaldırırım. Bunu kaldırmanın yolunu (Kıstas-ı mustakîm) kitâbında bildirdim. Bu kitâbı dikkatle okuduğun zemân, bildirdiğim çâre, yolunun hak olduğunu ve halk ona uyduğu takdîrde, aralarındaki ihtilâfın kesin olarak kalkacağını anlarsın. Fekat halkdan herkes ona kulak vermedi. Sâdece bir kısmı dinledi. Aralarındaki ihtilâfı ortadan kaldırdım.
Senin imâmın, ya’nî ta’lîmiyyenin imâmı, halk kendisini dinlemediği hâlde, aralarındaki ihtilâfı kaldırmak istiyor. Peki şimdiye kadar niçin kaldıramadı. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” imâmların reîsi olduğu hâlde neden bu ihtilâfı ortadan kaldıramadı, niçin? Bir de senin imâmın bütün halkı zorla kendini dinlemeye mecbûr edebileceğini iddi’â ediyor. O hâlde bugüne kadar niçin zorla sözünü dinletemedi. Bu işi hangi zemâna bırakdı. Sizin imâmınızın halkı kendi tarafına çağırması, ihtilâfı ve muhâlifleri çoğaltmakdan başka bir netîce vermedi. Halk arasındaki ihtilâfın, kan dökmeye, şehrleri yıkmağa, çocukları yetîm bırakmaya, yol kesmeye, malları yağma etmeye sebeb olmasından korkuluyordu. ışte sizin ihtilâfı ortadan kaldırmanızın netîcesi. Dünyâda öyle hâdiselerin meydâna gelmesine sebeb oldunuz ki, benzeri görülmemişdir. [Ya’nî ihtilâfı kaldıramamışlardır.]
Ta’lîmiyyeci yine dese ki: Halk arasında ihtilâfı kaldıracağını iddi’â ediyorsun. Birbirine uymayan mezhebler ve zıt görüşler arasında şaşırmış bir kimse, niçin senin sözünü dinleyip de, hasmının iddi’âsını kabûl etmesin. Sana muhâlefet eden pekçok hasmın vardır. Seninle onlar arasında ne fark var? İşte bu da onların ikinci süâlidir.
Buna cevâb olarak derim ki: Bu süâl herşeyden önce senin aleyhine döner. Çünki, o şaşırmış kimseyi, kendi mezhebine da’vet etdiğin zemân, o sana, senin, muhâliflerinden dahâ üstün olduğunu nereden bileyim. Çünki âlimlerin çoğu sana muhâlifdir dese, ne cevâb vereceğini merâk ediyorum. Benim imâmın hakkında nass (âyet ve hadîs) vardır mı diyeceksin? Peygamber efendimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” senin imâmın hakkında nass işitmemişdir. Bunu ancak senin iddi’â etdiğini işitiyor. Bu iddi’ânı nasıl kabûl edebilir. Hâlbuki, bütün ilm ehli, senin yalancı olduğun husûsunda ittifâk etmişlerdir. Diyelim ki, o kimse, senin nass ile alâkalı iddi’ânı kabûl etdi. Nübüvvet var mı, yok mu mes’elesinde şübhe içinde olup,sana şöyle derse:Farz edelimki, senin imâmın bana hazreti Îsânın”aleyhisselâm”mu’cizesi ile sözünü isbâta kalkışsın.
Doğru yolda olduğuma delîl olarak babanı diriltirim dese ve diriltse, dirilen babam da bu imâm haklıdır dese, onun doğru söylediğini nereden bileyim? Çünki, hazret-i Îsâ, bu mu’cizeyi gösterince, halkın hepsi onun doğru söylediğini kabûl etmedi. Bu mes’ele ile alâkalı öyle güç süâller sorabilir ki,aklî delîlden başka birşey ile cevâb verilemez.Aklî delîllere ise, sence i’timâd edilmez. Mu’cizenin doğruluğa işâret etdiğini de, sihr ile mu’cizeyi birbirinden ayırabilenler, farkını anlayanlar ve bir de Allahü teâlânın kullarını yanlış yola düşürmeyeceğine inananlar bilir. Allahü teâlâ kullarını yanlış yola sevkeder mi süâli ve buna cevâb vermenin güçlüğü meşhûrdur. Sen bu süâllere nasıl cevâb vereceksin? Hâlbuki senin kendisine uyulmasını iddi’â etdiğin imâm, uymak husûsunda, muhâliflerinden dahâ uygun değildir. Bu i’tirâzlar üzerine, ehl-i ta’lîm, inkâr etmekde olduğu aklî delîllere başvuracakdır. O zemân da hasmı dahâ açık delîllerle cevâb verir. Görülüyor ki, ikinci süâlleri öyle bir tarzda aleyhlerine döndü ki, ta’lîmiyye tâifesinin eskileri ve yenileri hep bir araya toplansa, buna cevâb vermeğe güçleri yetmez.
Onların bu ikinci süâllerinin ortalığa fesad yaymasına sebeb, ilmleri za’îf olan bir takım kimselerdir. Çünki onlar, ta’lîmiyye fırkası mensûblarıyla yapdıkları münâzaralarda, onların süâllerini tekrâr onların üzerine çevirme yerine, cevâb vermeğe kalkışdılar. Bu durum ise, sözü uzatmak demekdir. O zemân maksad arzû edildiği gibi çabuk anlatılamaz. Bu sebeble hasmı cevâb vermekden âciz bırakmaya yaramaz. Bir kimse, şöyle söylese: Süâli aleyhlerine çevirerek onları susdurma yolu anlaşıldı. Fekat süâllerine cevâb da verilebilir mi? Evet, derim.
Mezheblerin ve i’tikâdların arasında şaşırıp kalmış olan kimse, ben şaşkınım deyip de, şaşırdığı mes’eleyi belirtmezse, ona şöyle denir: Sen bir hasta gibisin. Hastalığının ne olduğunu söylemeden, sâdece bana ilâc veriniz diyorsun. Böyle hastaya denir ki, dünyâda her hastalığı tedâvî eden tek ilâc yokdur. Belli ilâclar belli hastalıklar için verilir. Baş ağrısı, ishâl ve sâire gibi hastalıkların ilâcı vardır. Şaşırmış kalmış olan kimse için de durum böyledir. Hangi mes’elede şaşırdığını bildirmelidir. O zemân yukarıda bahsetdiğim beş sağlam ölçü ile inceleyerek,hakîkati kendisine anlatırım. O ölçüleri kim tam ma’nâsı ile anlarsa, doğru olduklarını kabûl eder. Onlarla ölçdüğü her mes’elede kendisine kanâ’at hâsıl olur. Hem ölçünün, hem de ölçdüğünün doğru olduğunu anlar. Nitekim hesâb ilmini öğrenen bir talebe, hesâbın kendisini öğrendiği gibi, hocanın da doğru söylediğini öğrenmiş olur. Bu bilgileri (El Kıstâs) kitâbında yirmi sahîfe kadar tutan sözlerle açıkladım. Dikkatle okunup, düşünülsün.
Şimdi maksadım,ta’lîmiyye mezhebinin bozuk olduğunu anlatmak değildir.Onların mezhebinin fesâdını önce (El-Mustahzirî) kitâbımda, sonra bana Bağdâdda anlatılan onların bir sözlerine cevâb olarak yazdığım (Huccet-ül-hak) kitâbımda yazdım.Üçüncü olarakda, Hemedânda bana anlatılan bir sözlerine cevâb olarak yazdığım oniki bölümlük (Mufassal-ül-hilâf) adındaki kitâbda,dördüncü def’a Tûs şehrinde bana bildirilen bir takım çürük fikrlerine cevâb olarak, bölüm bölüm ayrılmış şeklde yazdığım (Kitâb-üd-derc) de bildirdim. Beşinci def’a ise ilmlerin ölçülerini gösteren ve bu ölçüleri iyi anlayanların ma’sûm bir imâma uymaya ihtiyâcı olmayacağını anlatan (El-Kıstâs-ül-mustakîm) kitâbını yazdım.
Burada maksadım şunu anlatmakdır: Bu ta’lîmiyye mezhebinden, insanları karanlık fikr ve düşüncelerden kurtaracak bir şifâ beklenemez. Bilâkis bunlar, imâm tesbîti husûsunda delîl göstermekden de âcizdirler. Uzun zemân onları denedik. Ta’lîme ve ma’sûm imâma ihtiyâc bulunduğu hakkındaki iddi’âlarını haklı gibi gördük. iddi’â etdikleri gibi ma’sûm imâmın onların söyledikleri zât olduğunu kabûl eder gibi göründük. Son-ra da bu ma’sûm imâmdan ne öğrendiniz diye sorduk. Bir takım müşkil mes’eleleri onlara anlatdım. Bunları çözmek şöyle dursun, anlayamadılar bile. Kendi âcizliklerini görünce, işi gâib imâma havâle etdiler. Gidip ondan sormak lâzımdır dediler.Ne garîbdir ki,bunlar ma’sûm imâmı aramak ve onu bularak kurtuluşa ermek düşüncesiyle ömrlerini boşa harcadılar ve ondan hiçbir şey öğrenemediler. Bunlar pisliğe bulaşmış bir insan gibi, yıkanmak için su arayarak yorulur. Suyu bulunca da kullanmaz. Yine pisliğe bulaşmış hâlde kalır. Bunlardan ba’zıları, ma’sûm imâmdan öğrendiği ba’zı bilgileri olduğunu iddi’â eder. Öğrendim dediği şeylerin hülâsâsı Pisagorun bozuk felsefesinden ibâretdir. Pisagor ise, en eski felsefecilerden biridir. Ekolü felsefe ekollerinin en kötüsüdür. Aristo onu çok za’îf bularak rezîl ve red etmişdir. (İhvân-üs-safâ) kitâbında anlatılanlar bu felsefedir. Felsefenin de en ma’nâsız kısmıdır.
Hayret edilir ki, ba’zı kimseler ömrleri boyunca ilm tahsîli için yorulurlar. Böyle çürük ve bozuk bilgilerle kanâ’at ederler. Sonra da ilmin en yüksek derecesine yükseldiklerini zan ederler. Bunları da tecribe etdik. içlerini de dışlarını da inceledik. Maksadları, câhil halkı ve za’îf akllıları ma’sûm bir imâma ve herşeyi onun öğretmesine ihtiyâc olduğuna inandırmakdır. Böyle birine (mu’allime) ihtiyâc yokdur diyenlere karşı, kuvvetli sözlerle mücâdele etmekdir. Birisi çıkıp, mu’allime, ya’nî ma’sûm imâma ihtiyâc vardır diyerek, onlardan birine uyar gibi görünse ve ma’sûm imamdan öğrendiklerini anlat, onun öğretdiklerinden bizi de fâidelendir dese, şaşırıp kalır. Mâdem sözümü kabûl etdin, ma’sûm imâmı kendin ara, benim maksadım yalnız bunu kabûl etdirmekdir, cevâbını verir. Çünki, iyi bilir ki, başka cevâblar vermeye kalkışsa rezîl olacakdır. En ufak karışık bir mes’eleyi dahî çözmekden âciz kalacakdır. Hattâ çözmek bir tarafa, o mes’eleyi anlamakdanda âciz kalacakdır.İşte ta’lîmiyye mezhebi mensûblarının hakîkî hâlleri budur. Tecribe et, onlardan nefret edersin. Biz tecribe etdik ve onlardan el çekdik.
Eser: El-münkızü mined-dalâl
Müellif: İmâm-ı Gazâlî
Terceme: Hüseyn Hilmi IŞIK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder