Nakşibendi Tarikatı’nda En Önemli Şey

Nakşibendi Tarikatı’nda En Önemli Şey İtikadi Ehl-i Sünnet’e Göre Düzelmek ve Dört Hak Mezhepten Birine Uymaktır.
Şah-ı Nakşibend’in (kuddise sirruhu) açıkladığına göre en önemli husus dinin emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmaktır.Kemal derecesine varmak için bunun tek başına yeterli olabileceğini söylediler. Bunu sağlamak için “ Ruhsat ve bid’atlerden sakınmak, tüm vacipleri tam olarak yapmak, mekruh ve haramlardan kaçınmak gerekir.
Hatta hılaf-ı evla ( en iyinin dışında ) ve tenzihi ( hafif) mekruhlar bile nisbet ve huzuru elde etmeye engeldir” diye buyurmuşlardır. Zira bu yüce tarikatın temeli ilahi sevgi ve gayrettir.Bu sevginin ve gayretin murakabeli olmaması sonucu insan kendisi için iyi olanı göremez, dinin dışına çıkar, fitneye düşer, yersiz sözler, saçmalıklar ve şatahat ( kendinde olmadan söylenen) sözleri söyler.
Sekir (kendinden geçme) ve nefsi görmemek hali, kişiye dinin temel kurallarını unutturur, fitneye düşürür. Halbuki şer’i şerifin dışına çıkma sevgi ve gayrete engeldir. Bundan dolayı emaneti ( muhabbet ve gayreti) yüklenmekten yerler, gökler ve dağlar korktular.
Çoğu zaman murakabesiz sevgi uygunsuz,hatta çirkin söz ve hareketlerin ortaya çıkmasına; ehli sünnet inancına zıt görüşlerin doğmasına neden olur. Cahillerin çoğu hallerine kendi nefislerini şahit gösterir ve şöyle derler: “ Biz Allah ve Resulüna yakınız,durumumuzda kuvvetli bir nispet görüyoruz!” Aksine vicdanları kendilerini Allah (celle celaluhu) ve Resulünden uzaklaştırır ve yakınlık zannettikleri durum uzaklaşma nedeni olur.
Keşke onlar nefislerini Peygamberimize bıraksalardı ve cezbelerini şeriat sınırında tutsalar ve ibadetlerini ona uygun işleselerdi. Çünkü cezbe şeriata zıt ise o cezbe sahibini hata yapmaya yönelir. Gerçekten şeriata uygun olmayan cezbeye sahip olduğuna inanan kişiyi doğru yola döndürmek, yüz tane gafil kişiyi doğru yola getirmekten daha güçtür.
Kendisi tarikatta bulunurken ve başkasına yol gösterirken nefsini işe karıştırmaktan son derece sakınmak gerekir.Kendi düşüncesine göre davranarak bir haramı veya mekruhu işlemenin dinimizde yeri yoktur.
Rabbim nefsimizin bize süsleyerek gösterdiği hurafelerden bizi korusun. Gerçekte nefis kendisine bir pay çıkarmak ümidiyle ancak hoşuna giden şeyleri ister ve yapar. Eğer şeriatın sınırları belirlenmemiş olsaydı, nefis birçok kötü şeyleri güzel, öldürücü zehiri bal ve şeker gibi göstererek bizleri aldatacaktı.
Niyeti ciddi ve arzusu gerçek olan Nakşibendi Tarikatı isteklisinin inancını Ehli Sünnet görüşüne göre düzeltmesi gerekir. Ehli Sünnet itikadının imamları Şeyh Ebu Hasan Eş’ari ve İmam Ebu Mansur Maturi’dir.Kimin düşüncesi bu iki imamın düşüncelerine zıtsa ona uyulmaz ve bu iki imamın kuralları, yöntemleri ve koydukları esaslar dışında düşünce ileri süren arif, tasavvufçu, tefsirci, hadisçi gibi fıkıh alimi olmayanların içtihadıyla hareket edilmez. Bu iki imam itikad konusunda tüm Ümmeti Muhammed tarafından tam ve yetkili kabul edilmiştir.
Yine bu ümmet, keşifte bulunanların keşiflerini, hata yapılabilecek konuları ve ayet ve hadisleri tevil eden ( kendine göre yorumlayan) tasavvufçuların görüşlerini benimsememiştir. Çünkü bu tasavvufçuların tüm delilleri hata veya gerçek olabilecek ve dinen uyulması zorunlu olmayan keşiflerdir. Hatta gerçek mutasavvıflar keşfe güvenilemeyeceğini belirterek bu konuda hiç kimseden çekinmeden, utanmadan bizi uyarmaktan kaçınmamışlardır. Zira bu zatların amaçları Allah-u Teala’nın (celle celaluhu) hoşnutluğunu kazanmaktır. Allah-u Teala (celle celaluhu) onları insanlara yol gösterici olarak yaratmıştır. Onlar Allah’tan (celle cellauhu) korkarlar, sapıklıktan ve bozgunculuktan sakınırlar. Allah (celle celaluhu) onların sırlarını yüce kılsın, iyilikle ödüllendirsin.
Allah-u Teala (celle celaluhu)ilmi kulları arasında paylaştırdığından, her ilim onu iyi bilen kişiden öğrenilmelidir. Fıkıh ilmi fakihten, itikat ilmi akaid alimlerinden, tasavvuf ilmi de mutasavvıftan elde edilir. Kendi dalının dışında ilim belirtenin ilmi geçerli değildir. Mesela İbn-i Hacer Heytemi (rahmetullahi aleyh) tecvid ilminde İmam Cezeri’yi (rahmetullah aleyh) babası Şeyh Muhammed Cüveyni’den (rahmetullahi aleyh)daha çok benimsemişti. Halbuki kendisi ve babası hakkında; “ Eğer bu zamanda bir nebi olsaydı bunlar olurlardı” denilmişti. Fakat o : “ İnci ve mücevher satıcılarında boncuk bulunmaz” diyerek bu durumu açıklamıştır.
Mürit itikat bilgilerini düzelttikten sonra, ikinci olarak dört mezhepten birisinin fıkıh bilgileri ile ibadetlerini yapmaya çalışır ki bu, tarikatın temel kurallarındandır. Talip uymuş olduğu mezhebin en evla görüşünü benimsemelidir. Zira mezhepte de tam doğru olmayan görüşlere uymaya bile izin verilmemiştir, nerede kaldı ki zayıf bir görüş kabul edilsin.
İtikat düzeltildikten sonra, mezhebe göre ibadetlerini yapma işi gerçekleştikten sonra mürit kalp temizliğine başlar. Zikir ve rabıtanın birisi veya her ikisi aracılığıyla ihlas ve ilahi sevgi kazanılarak bir temizleme işi gerçekleşebilir. Bu sırada kalpte herhangi bir hal veya cezbe ortaya çıkarsa, onun itikat ve şeriata uyup uymadığına bakar. Eğer bunlara uygunsa devam eder, aksi durumda bırakır. Ayrıca oluşan halden istiğfar eder. İtikad ve fıkıh ilmine aykırı olanın nefis ve şeytandan gelen istidrac (kandırma) olduğuna karar verir ve bu halin Allah’tan ( celle celaluhu) uzaklaştırıcı olduğunu bilir.
Kıyas ve içtihad kapısı kapanmıştır. Bundan dolayı şeriata zıt inanç, cezbe, hal ve keşfin doğru olduğuna bin melek gelip şahitlik etse bile kıyas yapma ve keşfi tevil etme yorumlamaya yeltenmemek gerekir.
Şeriata ters haller uzaklaştırıcıdır ve ilahi huzurdan kovulmaya neden olur. Kabul edilecek şeyler müctehidlerin ictihadlarıdır. Halbuki biz müctehid değiliz, tevil ve kıyas yapamayız. Nitekim İbnu Salah ve İmam-ı Nevevi ictihadın Hicri Dördüncü yüzyıldan sonra bittiğini bildirdiler. Ayrıca şeytan da akli kıyastan dolayı lanetlenmiştir. Başkaları hakkında ise husni zanda bulunarak iyi yorumda bulunmamız emredilmiştir. Kendi nefsimizi de bütün yaptığımız işlerden eleştirmemiz gerekir, bilhassa yasaklarda taviz veremeyiz.
Sadat-ı Kiram ruhsatlardan ve hasene ( iyi) de olsa bid’atlardan sakınarak nefislerine göre davranmadılar. Şah-ı Nakşibendi, tarikatın sohbet, azimetle ibadet etmek, bid’at ve ruhsatlardan kaçınmak olduğunu söylemiştir. Ruhsatın anlamı en iyinin karşıtıdır. Necasetlerden affedebilecek miktar hariç; söz birliği olan ruhsatlardan dahi büyükler çekinmiştir. Çünkü ruhsatlar nefsin rahat etmesi içindir. Necaset konusunda ise aşırı azimete sarılmak vesveseyi çoğaltır. Onun için sadece bu konuda ruhsata uymaya izin verilmiştir.
Bid’at ise Ashab-ı Kiram zamanında görülmeyen, müctehidlerin kıyasta belirtmedikleri ve ümmetin söz birliği etmediği şeylerdir.
Ümmetin söz birliği ettiği şeyler medreselerin, minarelerin ve tekkelerin yapılması, eser yazmak gibi konulardır. Sadatın belirttiği özel edepler, nefy ve ispat, Celal zikri, teveccüh, hatme ve tarikatın kuralları da bid’at değildir. Sadatlar inkar ve karşı çıkılmaksızın bunları devam ettirmişlerdir. Devam etmesi doğruluğunu göstermektedir. Ayrıca biz kanıtlarını bilmesek de onlar için iyi zanda bulunmaya mecburuz.
İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin Mektubat’ında bildirdiği gibi örf ve adete bağlı bid’atlerin bırakılması iyiyse de feraciye, aba, hırka, şalvar gibi giysilerin kullanılması ve kaşıkla yemek yemek bid’atlerin dışındadır. Çünkü bunlar örf ve adete bağlıdır, sakınmak gerekmez.
Yine kitap ve sünnette olmayan zikri ve duaları kişinin kendi belirlediği zamanlarda okuması; velilerin eşiğini öpmek, dinde olmayan şeylere inanmak, sofilerin raks ve bazı hareketler yaparak Allah’a (celle celaluhu) yakınlık iddia etmeleri, bazı ağaçların, taşların kutsal olduğuna inanmak ve bunlardan yardım umarak ziyaret etmek, bazı kişilerin ihtiyaç giderdiğine inanarak onlara gitmek hep bid’attır. İbnu Hacer Heytemi (rahmetullahi aleyh) Fethul Mübin kitabında bunların hepsini açıklamıştır.
Yorumu ( tevili) olsa bile bazı cahil sofilerin şeriata aykırı sözleri de bid’attır. Halbuki Nakşibendi Tarikatı’nın şeriata aykırı hiçbir şeye izin vermediğini İmam-ı Rabbani Hazretleri açıklamıştır. Cahil sofilerin: “ Sen bunu bize verdin; sen bizden şunu aldın, şu belayı bize kaldırdın; sen bizim dünyamızın ve dinimizin sahibisin” gibi sözleri her ne kadar vesile olmakla yorumlanabilirse de hepsi hurafe ve bid’attır. Hatta bazısı küfre kadar gider. Örneğin; “ Şeyhim bana puta secde etmeyi emretse ederim; yalan yere Allah’a (celle celaluhu) yemin ederim, ama şeyhimin adına yalan yemin etmem” demek gibi sözler. Halbuki bu sözler açıkça küfrü gerektirir. Küfrü çağrıştıran her ne kadar olmayacak bir işse de küfrü gerektirir: “ Eğer Zeyd semaya uçsa kafir olurum” gibi. Sözler küfrü gerektirmezse o zaman da tahrimen mekruhtur. Allah-u Teala( celle celaluhu) bizleri bunlardan korusun.
(Nakşi- Halidi meşayihinin büyüklerinden Şeyh Fethullah Verqanisi El –Faruqi’nin (kuddise sirruhu) Adab-ı Fethullah isimli eserinden iktibas edilmiştir.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder