İslâm’da “sofî” kelimesinin menşei
etrafında mühim tartışmalar cereyan etmiştir. Bizi, bu tartışmalar pek
fazla ilgilendirmemektedir. Bu kelime, ister şanlı Peygamber’in ilk
meydana getirdiği terbiye, halkası olan “Ashab-ı Suffa”dan, ister yine
yüce Peygamber’in sünnetine uyarak “yün elbise” (sof) giyinenlerin
sıfatı olmaktan, ister arınmış, temizlenmiş kimseler mânâsına gelen
“saf”tan gelmiş olsun ne fark eder?
Bizim
için mühim olan; yüce ve mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’de
“mukarrebîn” ve “Allah’ın velî kulları” olarak öğülen bu ulvî kadronun
(mutasavvıfların), Allah ve Resûlü’nün çizgisinde yürüyerek ve zerre
taviz vermeden “sırat-ı mustakim” üzere yücelmenin ve yüceltmenin
yollarını göstermiş olmalarıdır.
İslâm’da
“medrese” ve “tekke”, birbirine zıt, iki müessese değil, aynı imanı,
aynı aşkı, aynı ahlâk ve şuuru, farklı, metodlarla kitlelere mal etmeye
çalışan ve birbirini tamamlayan İslâmî kaynaklardı. “Medresede”, kitap,
ders, akıl, nakil, tecrübe, müşahede, ilim, tâlim ve terbiye vardı.
Orada “müderrisler” bir ömür boyu, didinir, çalışır, çırpınır “ilim
adamları” yetiştirirdi. Orada, akıl ve zekâ ile başarıya ulaşılır, dünya
ve ahîretin “sırları” öğrenilirdi. Oysa “tekkede”, yol daha kısa idi.
Orada akıldan çok gönül, ilimden çok aşk, dış dünyadan çok iç dünya,
tecrübe ve müşahededen çok “mükaşefe” vardı. Orada “kiyl ü kal”
(dedim-dedi) ile vakit kaybeden müderrisler değil, “aşk” ile “tevhidin
sırlarını” çözen “mürşidler” vardı. Mevlâna Celâleddin-i Rumî, bir
rubaisinde, bu konuda şöyle buyururlar: “Aşkın gönlüme dolalı beri,
senin aşkından başka neyim varsa hep yandı/Aklı, dersi, kitabı hep rafa
koydum.” (Bkz. Mevlâna, Rubailer, -M. N. Gençosman- Sf: 96, 495. Rubai).
Gerçekten
de “mutasavvıfların” hayat ve menkıbelerini inceleyenler hayretle
görmüşlerdir ki, onlar, hiçbir ilmin, fennin ve aklın ulaşamıyacağı
“ötelerin ötesinden” sesler getirmektedirler. Evet, onların böyle birer
“hayat hikâyesi” vardır.
Bu konuda büyük
fikir adamımız Necip Fazıl Kısakürek, “Halkadan Pırıltılar” adlı
muhteşem eserinin önsözünde şöyle yazar; “Bu hikâyeler, dünyada insanî
ve beşerî kaç mevcut varsa ve bu mevcutların ne kadar idrak müessesesi
kurulmuşsa, topyekün hepsinin birden olamadığı, varamadığı, eremedlğl;
ne şiirin, ne tılısımın, ne ilmin, ne fennin, ne aklın ulaşabildiği
noktada bağdaş kuranların hayatından pırıltılardır.” (Bkz. ag.e. Önsöz).
İslâm’ın
büyük mütefekkiri, Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazali Hazretleri, büyük bir
ruhî bunalım içinde hakikati araştırırken, nihayet tasavvufun yüce
kaynaklarını da kurcalamak ihtiyacını duyar. Bu maksatla Ebu Tâlib-I
Mekkî Hazretlerinin “Kut-ül Kulûb” adlı kitabını, Hâris-I Muhasibî’nln
kitaplarını, Cüneyd, Şiblî. Ebu Yezidî Bestamî ve diğer büyük
mutasavvıfların sözlerinden meydana getirilmiş kitapları okur. Bu arada
öğrenir ki, “Mutasavvıfların ilmi, netice itibarı ile nefse ait
geçitleri atlatmaktan, onun kötü ahlâkiyle fena vasıflarından kendini
uzaklaştırmaktan İbarettir. Bu suretle insan, kalbini, Allah’tan gayrı
şeylerden boşaltır, onu Allah’ın zikri ile bezer.” (Bkz. İmam-ı Gazalî,
El-Munkızu Min-Ad-Dalal,-Hilmi Güngör- 2. Baskı, 1960, Maarif Basımevi,
Sf: 57).
İmam-I Gazali şöyle devam eder:
“Şüphe götürmeyecek surette anladım ki, mutasavvıflar, Allah yolunu
tutan kimselerdir. Onların gidişi, gidişlerin en iyisidir. Yolları,
yolların en doğrusudur. Ahlâkları, ahlâkların en temizidir… Onların
dışlarındaki ve içlerindeki bütün hareketleri ve durgunlukları, hep
nübüvvet kandilinin ışığından alınmıştır.” (Bkz. a.g,e., Sf: 63-64).
Evet,
“şeriatın” büyük üstadı İmam-ı Gazali hazretleri “tasavvuf* konusunda
böyle düşünür ve böyle yazar. Çünkü, bunların her ikisi de ayni
hakikatin iki yüzü gibidir.
( Seyyid Ahmet Arvasi)