Aşağıdaki
metin, Esseyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri tarafından kaleme alınan ve
üstad tarafından sadeleştirilen, Tasavvuf Bahçeleri isimli eserin giriş
kısmıdır ve tasavvufun kelime manası, terim anlamı ve doğuşu hakkında
aydınlatıcı malumat ihtiva etmektedir.
BAŞLANGIÇ
Zahir
ilimlerinin, mevzu genişliği itibariyle tasavvuf ilmine nisbeti, bir
damlanın bir deryaya kıyası gibi olduğu, bazı tasavvuf büyüklerinin
açıkladıkları hususlardandır. Zira, tasavvufun mevzuu, yerinde de bahs
ve zikrolunacağı gibi, meal olarak, Allah’ın Zâtıdır. Öbür ilimlerin
mevzuu, ne kadar geniş farzedilse de “mümkinât dairesi – olabilirler
âleminden dışarı çıkamaz. “Vücup âlemi – olması gerekenler âlemi”ne
nisbetle “imkân âlemi – olabilirler âlemi”nin ne olduğu, beyandan
uzaktır. Şu halde, tasavvuf ilmi, zevkî ve vicdanî olduğundandır ki,
şanına lâyık bir şekilde kalemlerin diliyle yazılması ve insanların
diliyle ifadesi mümkün değildir. Bununla birlikte, bağlıları tarafından
pek çok kitap ve risaleler telif ve tertip edilmek suretiyle, imkân
nisbetinde izahına gayret sarfedilmiş, muazzam maksat ve meseleleri de
onların sohbetleri esnasında beyan ve izah oluna gelmiştir.
Bu
hususta, değişik derecelerde olan üstün tasavvuf adamlarının, çeşitli
meşreplerde bulunan büyüklerin her biri, muhtelif suretlerde kendi
mizaçlarına göre beyanlarda bulunmuşlardır. Bir kısmı, belki büyük bir
kısmı, keşfe bağlı hakikatler ve ilhama dayalı incelikler üzerinde,
zeyli uzun meali bir, ibaresi değişik kitaplar yazmışlardır.
Şeyh-i
Ekber, bu yolun öncüsüdür ki, rivayete göre, yazdıkları beşyüz kitaptan
büyük kısmı bu mevzu üzerinedir. Bu cümleden olarak, “Fusûs-ül Hikem”,
“El-Fütuhat’ul-Mekkiye”, “Et-Tedbîrât’ül-İlâhiyye”,
“Et-Tenezzülât’ül-Muvassaliyye”, “El-îsrâ-u İlâ Makam’il-Esrâr”,
“Minhâc’ül-Ve-sâil” “Kitab’ül-Azame”, “Kitab’ül-Beyân”,
“Kitab’ül-Müsikke An Es’ilet’il-Hakim’it-Tirmizî”, “El-Müsâmerat” gibi
kitapları, bu kutsî yolun hakikatlerini beyan mevzuundadır. Bu kısmın
felsefeyle münasebeti vardır. Şu kadar ki, felsefe, yalnız akla tâbi
olurken; bu kısım tasavvuf, şeriat ve selim akıl dairesinde, açık bir
keşfe dayalı ve sıhhatli bir zevke mutabıktır.
Bu
kitapların bir kısmı da, tasavvuf adamlarının derecelerini, keşif
yoluyla mertebelerinin beyanını ve kerametlerini, doğum ve vefat
tarihlerini, memleketlerini, İrşad havzalarını, kimlerle çağdaş
bulunduklarını, hayat tarzlarını, mübarek mezar ve merkadlerini ve buna
benzer meşeleri İhtiva eden kitaplardır ki, bu adeta bir tasavvuf tarihi
teşkil eden bir ilim koludur. “Tezkirat’ül-Evliyâ”, “Tabakât-ı
Şa’râni”, “Nefehât-ül-Üns”, “Ravzat-i Riyâhin Fi’l Hikâyât’is-Sâlihin”
ve bunlar gibi… Bu kısım tasavvuf kitaplarının da tarihle münasebeti
fazladır. Ancak bu kitaplar, Hadîs-i Şeriflerin an’aneleri gibi,
güvenilir ve muteber rivayetçilerin rivayetlerine dayalı olmak
zorundadır. Böyle olan kitapların her meselesinde, haber ve hadîs
nakletmenin usûl ve an’anesine riayet olunmuştur.
Bu
kitaplardan bir kısmı da, bu yola girme ve bu yola almanın edepleri
hususundadır ki, üstün velilik makamlarına yükselmeye ve büyük
insanların mertebelerine erişip, ilâhi yakınlık menzillerine ve “Seyr
fîllâh – Allah’ta seyr”, “Seyr billah – Allah’ı seyr”, Seyr minallah –
Allah’tan seyr”e ve diğer kulları irşada vesile olan faaliyetlere ve
batını amellere aittir. Tasavvufun özü de budur. Havas ve avama faydalı
ve mühim olan da bu kısımdır.
Bunun bir
yönü de fıkıh kitaplarındaki ibadet kısımlarının dörtte bir kadarıyla
münasebetlidir. Gazalî’nin “İhyâ”sı, Gavs-ı Azam’ın “Gunye”si, İmam
Rabbânî’nin “Mektubât”ı ve diğer Ahmedî velilerin kitap ve risaleleri
gibi… Bu fakir ve âciz de işbu risaleyi gösterdiğimiz bu üç kısım
üzerine inşa etmeyi uygun görmüştür.
Bu
kitapların bir bölümü de, velilerin kerametleri ve menkıbeleri, bazı
hususî kişilerin faziletleri ve kemâlleri hakkında telif ve tertip
olunmuş risalelerdir. Bu kısım risalelerin faydaları, zikri geçen
kısımlara nazaran daha az olduğu ve hususiyle bu risaleler, ihlaslarında
ifrata kaçanların şahsî fikirlerinden kaynaklanmış bulunduğu için,
itibara değer görülmemiş ve bu yüzden de risalemiz, bunların
muhteviyatının pek çoğundan uzak tutulmuştur. Bir kısmı da virdler ve
zikirler, dualar, hizipler ve bir takım İsimlerin hususiyetlerine ait
olup, ancak sahiplerine yararlı; mürid ve sâliklere faydası sınırlı,
âdeta zahirî ibadetlerden kopmuş şahıslara mahsus olduğundan, risalemiz,
bunu da içine almış değildir.
Diğer bir
kısım ise, Allah dostlarının, büyüklerin sohbetleri ve teveccühleri
esnasında sükût ettikleri ve murakebe-ye daldıkları zaman, İlâhi tecellî
dairesinden yansıma ve dökülme yoluyla aldıkları ilimler ve İlâhi
marifetlerdir ki, söz ve kalemle beyanı kabil olmadığından, ancak bu
meşrep için, sır ve hakikatlere ulaştırıcı bir melekenin kazanılmasına
hizmet edegelmiş bir haldir. Bu da ancak sahibine hüccet teşkil
ettiğinden risalemiz bu bahsin de dışında kalmıştır.
Kırk
seneyi aşkın bir zamandan beri, vakitlerimi tasavvuf ilminin nazarî ve
amelî yönüyle meşgul olmaya tahsis etmiş olduğumdan, Allah’ın lûtfuyle,
bu sır ve hakikatlere bir nisbet kazanmışımdır.
“- Allah’tan başka kimsede, hiç bir davranış ve kuvvet yoktur!”
TASAVVUF KELİMESİNİN DOĞUŞU VE İSİMLENDİRİLMESİ
“Safa” kelimesi, her lisanda övülen; ve zıddı olan “kedûret-bulanıklık” ise kınanan hâllerden sayılmıştır.
Rivayet
edilmiştir ki, Allah’ın Resulü, mübarek peygamberlik simalarında açık
bir hüzün ve değişiklik eseri olduğu halde, Sahabîler meclisini
şereflendirmişler ve “Bu dünyanın safası gitti, kederi kaldı”
buyurmuşlardır. Bu Hadîs-i Şerifte “tasavvuf, “süfî” ve “mutasavvıf
kelimelerinin, “safvet”den geldiğine bir remz ve İşaret vardır. “Safv”
kelimesinde “f’ harfinin önce gelmesi, “sûfî” de ise sonra gelmiş
olması, bu kelimelerin değişik köklerden geldiğini gösterirse de,
tasavvuf kelimesinin çokça kullanılmasından, “f’nin ‘V’den önce
söylenmesinin kelimeye hafiflik kazandırmak için olduğu, yani bir
telaffuz galatı bulunduğu bazı tasavvuf kitaplarında zikredilmiştir.
Hattâ, peygamberlerin “safvet”le vasıflanmış olmalarındandır ki,
Kur’an’da ‘İstifa, Estafi, Yestafî, Mustafâ” kelimeleri, onların üstün
hallerini beyânda zikredilmiştir. Demek oluyor ki, tasavvufî
hakikatlerle vasıflanmak, topyekûn Resuller ve Nebiler boyunca görülmüş
ve muteber olagelmiştir.
“Her nebinin
zamanında, şeriatı yürürlükte olduğu, uygulandığı gibi, kendi manevî
hallerinin üstün meziyetleriyle de donanmayı, ümmetinin seçkinlerine
feyizleriyle ifade buyururlardı. Mânevi safvet, Risalet ve Nübüvvetle
başlamıştır. Tasavvuf, şeriatların manevî kıymetlerini kazandırıcı ve
onlara ulaşmayı kolaylaştırıcıdır.
Üstad
Ebul Kasım dedi ki: “Bu taife İçin sûfî (sofi) tabiri, galip halde,
çokça kullanılmış; ve filan kimse sûfîdir, falan cemaat sûfîyye ve
mutasavvifedir, denilmiştir. Yoksa bu isim için, bu mânâda kullanılışına
dair Arapçada herhangi bir işaret, bir kıyas ve bir kelime türemesi
sözkonusu değildir. Açık olan şey, bu ismin, yani sûfî isminin bu
taifeye lakap olarak kullanılmasıdır.”
Bazıları,
“kamîs” giyenden bahsedilirken, “tekammus” denildiği gibi, bu taife de
“sof-yün” elbise giydiklerinden, onlardan bahsedilirken, “sofî”
denildiği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bu çevrenin, yalnızca sof elbise
giymediği biliniyorsa da, bu sebebin ileri sürülmesi, hükmün çokluğa
bina edilmiş olmasına göredir.
Şeyh
Sühreverdi’nin “Avârifinde şöyle denilmiştir: “Bazıları “sûfî”
kelimesinin, isim olarak kullanılmasındaki münasebeti tetkik ederken
demişlerdir ki; kıymette en düşük ve tevazua en yakın bulunan ve çok
zaman Peygamberlerin giydikleri sof elbiseler taşıdıklarından, onlara
Arapça kıyasa bakmayarak, “sûfî” lâkabı verilmiştir.”
Gerçekten,
Kâinatın Efendisi de, yetmiş kadar peygamberin sof giydiklerini haber
vermişlerdir. İsa Peygamberin, softan elbise giydikleri malûmdur. Hasan
Basri; “Ben, Bedir Eshâbı’ndan yetmiş kadarıyla görüştüm ki, hepsinin de
elbisesi softandı.” demiştir. Ebu Hureyre ve Feddal bin Ubeyd, Bedir
Sahabîlerini anlatırken, bütün elbiselerinin softan olduğunu
söylemişlerdir.
Bazıları, nasıl “Kûfî”,
Kûfe’ye mensup demekse, “sûfî” de “sûf’a mensuptur, demişlerdir. Sûf
(sof), bir çeşit yünden mamul hırka demektir.
Bazıları
ise, bu ismi ariflerin İlâhi Huzur’da “saf olmalarına nisbet
etmişlerdir. Bunlar, mânâ bakımından tezlerinde doğruysalar da; lügat
bakımından “sûfî”, “safa nisbet edilemez.
Bazıları da, “sûfi”yi Mescid-i Suffe’ye nisbet etmişlerse de nisbetin, kaideye aykırılığından dolayı bu görüş reddolunmuştur.
Hülâsa;
“sûfî” kelimesi bir sebep ve münasebet aranmaksızın, kalp safâsına,
gönlü, bütün yabancılardan arındırma ve İlâhi zikirle ruhu donatmaya
malik olanlara isim olarak verilmiştir. Bu üstün taife ise, “ehemmi
takdim” ölçüsüne riayetle, böyle kıyas ve kelime iştikakîyle meşgul
olmaktan kaçınmışlar ve kıymetli vakitlerini, pek az faydası olan bu
gibi şeylerle zâyi etmemişlerdir.
TASAVVUFUN TARİFİ
Sufi taifesinin efendisi Cüneyd, buyurdular ki: “- Tasavvuf, Hakk’ın seni sende öldürmesi ve kendisiyle diriltmesidir.”
Muhammed
Bin Ali El-Kassab, tasavvufu; “- Keremli zamanda, keremli insanlardan,
keremli topluluklar içinde beliren keremli ahlâk…” diye beyan etmiştir.
Cüneyd’e
tasavvuf nedir, dîye sorulduğunda; “- Başkasına alâkasız kalarak Allah
ile olmaktır.” Cevabını aldılar. Bundan maksat, “mâsiva-dış dün-ya”dan
sevgi alâkasını kesip, ancak o alâkayı Allah’a hasretmektir.
Yine Cüneyd;
“-Tasavvuf,
içtima ile zikir, istima (dinleme) ile vecd, İttiba ile ameldir.” Yani,
toplulukla zikir, Kur’an dinlemekle vecd ve Peygambere uymakla amel
etmektir.
Ruveym Bin Ahmed Bağdadî dedi ki:
“-Tasavvuf,
yalnız Allah’a acz ve ihtiyaçla sığınmak, mahlûkatın ihtiyaçlarına
koşmak, Şeriat yasakları dışında taarruz ve mücadeleyi terketmektir.”
Şiblî, tasavvufu; “her türlü endişe ve düşünceden uzak, Allah ile olmaktır” şeklinde tarif etmiştir.
Ebu Muhammed Cerirî, tasavvufun tarifinde dedi ki: “- Tasavvuf, her düşük ahlâktan çıkmak, her yüksek ahlâka ermek…”
Yine Cüneyd, başka bir yerde dedi ki: “-Tasavvuf, şeriat yasaklarına ve kötü ahlâka karşı sürekli mücâhededir.”
Maruf Kerhi:
“-Tasavvuf, sevgilinin kapısından kovulunsa da orada yerleşmektir.”
Yine Maruf:
“-Tasavvuf uzaklığın kederinden sonra, yakınlığın safasıdır.”
Şiblî:
“-Sûfî, kalple halktan kopan ve sürekli Hakk’la olandır.”
Yine Şiblî:
“-Tasavvuf, yakıcı şimşek…”
Cerîri:
-Tasavvuf, hallerin murakabesi ve edep tavrı…”
Ebu Turâb:
“-Sûfî odur ki, hiç bir şeyden kederlenmez ve herşeyde safa bulur.”
Zünnun Mısrî:
“-Tasavvuf ehli, Allah’ı herşeye tercih eden, Allah’ın da onları her şeye tercih ettiği topluluk…”
Ebu Yakup:
“-Tasavvuf, öyle bir hâldir ki, bütün beşerî sıfatları yok eder.”
Ebu Hüseyin:
-Tasavvuf kalbe gelen nurların, İlâhî mânâların keyfiyetinden ibarettir; yoksa, Allah’ı anmanın kemmiyeti değil…”
Ebu Sehl Sa’lûki:
“-Tasavvuf, itirazdan vazgeçmektir. Yani, mukaddes Şeriat’in yasakladığı şeyler dışında itirazı terketmek…”
Bazıları da şöyle dediler:
“-Sûfî’nin hâli değişmez; değişse de kederlenmez.”
Hasılı, tasavvuf, beşerî sıfatlardan çıkıp; meleklik sıfatınna bürünmeye ve İlâhi Ahlâk ile ahlâklanmaya hizmet eden bir hâldir.
TASAVVUFUN BAŞLANGIÇ VE DOĞUŞU
En
üstün peygamberin saadet devirlerinde olduğu gibi, ondan sonra da
İslâm’ın fazilet örneklerine, Peygambere arkadaşlık yapmalarından daha
üstün bir fazilet olmadığından “Sahâbi” ismi verildi. Hemen onlardan
sonra gelenlere “tabiin-uyanlar”, onları takip edenlere de “etba-ı
tâbiîn-uyanlara uyanlar” denildi. İnsanlar arasında ihtilâflar başlayıp,
ayrılıklar doğunca, dini mertebelerde de değişiklikler ve bozulmalar
meydana geldi. Ümmetin seçkinlerinden, dini işlerde şiddet ve inayetleri
olanlara “zühhâd ve ubbad – zühd ve kulluk gösterenler” isimleri
verildi; ve böylece avamdan ayrılmaları sağlandı. Daha sonra, bir takım
bid’atler ve uydurmalar doğup fırkalar arasında ayrılıklar meydana
çıkınca, her fırka kendi havassına (seçkinlerine) “zahid” ve “abid”
dedi. “Fırka-i nâciye- Kurtuluş Fırkası”ndan olan Ehl-i Sünnet
bağlılarından, kalplerini gaflet yollarından koruyan, nefslerini Allah
ile hıfz edip murakebe edenlerin bu vasıflarına “tasavvuf ve kendilerine
de “sûfî” denilerek, bununla diğerlerinden ayrıldılar.
Bu
isimler, Hicretin İkinci Asrının sonlarına doğru kullanıldı. “Sûfî”
denilenlerin ilki; “Ebu Haşim Sûfî”dir ve bu künyesiyle meşhurdur. Aslen
Kûfe’li olup Şam’da irşâdla meşguldü.
Süfyân-ı
Sevrî’nin de çağdaşı… Süfyân, Basra’da H. 161 senesinde vefat etmiştir,
Süfyân dedi ki: “-Ebû Haşim Sûfî olmasaydı, ben İlâhî incelikleri
öğrenemezdim. Onu görmeden, tasavvufun ne olduğunu da bilmiyordum.
Ebû
Haşim’den önce, ümmette bazı büyükler vardıysa da O, kendi zamanında
zühd ve Şer’î hassasiyetlerde, tevekkül ve muhabbet yolunda emsallerini
aşmıştı. Ondan evvel kimseye “sufî” denilmemiştir. İlk tekke, Şam’da,
Remle, denilen yerde onun için inşa edilmiştir.
Bu tekkenin yapılışının sebebi şöyle rivayet olunuyor:
Emirlerden
birisi avda iken, Ebû Hâşim’in gönül ehlinden bir kişiyle buluşup
birbirlerinin ellerinden tutarak, derin bir sevgiyle görüşüp
söyleştiklerini ve hemen oracıkta ellerinde bulunan yemeği birlikte
yiyip’ vedalaştıklarını görür. Onların, böylesine samimi bir muamele ve
ülfet içinde olmaları, Emirin hoşuna gider. Ebû Hâşim’e arkadaşının kim
olduğunu sorar ve “bilmiyorum!” cevabını alır. “Nereli?” sorusuna da
cevap aynıdır. Emir hayretler içinde, böyle ciddi olarak görüşüp
sevişmelerinin sebebini sorunca: “Bu bizim meslek ve yolumuzdur, böylece
emrolunmuşuz!” karşılığını alır. Bunun üzerine, Emir bir içtimâgâh’ın,
yani kendilerinin buluşmalarına mahsus bir yerlerinin olup olmadığını
sorar; buna da “Hayır!” cevabını alan Emir: “Öyleyse, size bir yer
yaptırayım da orada toplanırsınız!” dedikten sonra, “Remle” denilen
yerdeki “Hankâhı-tekkeyi” inşa ettirir.
İşte, gönül ve muhabbet ehline yapılan ilk tekke, bu bina olup ilk sûfı de bu zattır. O, bütün madde ve ruh ilimlerine vakıftı.
“Dağları
iğne ile kazımak, kalplerden kibri kazımaktan daha kolaydır.” ifadesi,
onun büyük sözlerinden… “Fayda vermeyen ilimden Allah’a sığınırım.”
sözünü de dilinden hiç düşürmezdi.
Tasavvuf
ilmi, İslami faziletlerin Şer’i ilimler kısmına aittir. Tasavvuf
ehlinin yolu, ötedenberi Sahabî ve Tâbîlerden olan ümmetin büyüklerinin
nezdinde hak ve hidayet yoluydu. Bu bakımdan hidayet ehli, diğer Şeriat
ehlinden fazla olarak, bir başka ilimle de imtiyaz kazandılar. Bu yüzden
Şeriat ilmi iki kısım oldu: Bir kısmı; fakihler ve fetva ehline mahsus
ilim ki; ibadetler, âdetler ve muamelelerden olan umumi hükümlerdir.
Diğer bir kısmı da, tasavvuf ehline mahsustur ve bu kısım ilim, nefs ile
mücahede ve muhasebe esnasında, bu yolda, meydana gelen zevk ve vecd
hallerinden, bir zevkten diğer bir zevke yükseliş keyfiyetinden ve
bunlara dair aralarında dolaşan ıstılahların şerhi mevzuundaki kelâmdan
ibarettir. Ne zaman, ilimler âlimlerin kafalarından, gönüllerinden
satırlara aktarılarak fıkıh, usûl-i fıkıh, ilm-i kelâm, tefsir ve sair
ilimler telif ve tertip olununca, bu yolun adamları da kendi yollarının
edep ölçülerini kaleme alarak, eserler telif etmişlerdir.
Bazıları
zühd ve takvaya; alacakları veya terkedecekleri şeyde Resul’e uymak
yolunda nefs muhasebesine dair kitaplar yazmışlardır. Nitekim, Muhasibî,
“Kitâb’ur-Rîâye” adlı eserinde bu usûlü gözetmiştir.
Bazıları da tarikat edepleriyle, tarikat ehlinin zevk, vecd ve hallerine dair kitaplar yazmışlardır.
Nitekim, İmam Kuşeyrî “Risale”sini ve Sühreverdi “Avârif-ul Maârif”ini bu usûl üzerine kaleme almıştır.
İmam
Gazali, “İhyâ-ı Ulûm”unda iki kısmı bir araya toplamış; kitabında zühd
ve takva ve Peygambere tâbilik hükümlerini, sonra da tarikatın usûl ve
adabını beyân etmiş, aralarında dolaşan usûl ve ıstılahları da şerh edip
açıklığa kavuşturmuştur.
İşte bu
beyanlara bağlı olarak, tasavvufun başlangıcı, nübüvvet ve risaletin
başlangıcıdır. Tasavvuf, semavi şeriat-lerin hakikatleriyle
vasıflanmaktan doğmuştur. Şeriatlerden murad, semavi kitaplar ve İlâhî
Emir ve Yasaklardır ki, tasavvuf, her zaman, itikat mevzuu hususları
sabit olan şeriatlerin değişip yenilenmesiyle yenilenen amelî
hususlarının da tatbikini ve kolaylıkla yerine gelmesini sağlayıcı bir
vasıftan ve vesileden ibarettir.
Şu halde tasavvuf denilen sıfat, nübüvvet ve risaletle beraberdir.
Hakikatlar
denizi olan ve pek çok incelikleri kuşatan tasavvufun, büyük bir
meselesini teşkil eden “Vahdet-i Vücud”, Buda ve diğer batıl mezhep
adamlarının kendi akıl ve mezhepleri hükmünce bahsettikleri “Vahdet-i
Vücud”tan meal itibariyle büsbütün başkadır. Çünkü, tasavvufun “Vahdet-i
Vücud”u zevki bir hâdise; diğeri ise, aklî vakıadır. Bunların
arasındaki farkı, ona, tam mânâsı ve bütün incelikleriyle vâkıf olanlar
ve ancak o üstün makama yükselme imtiyazını kazananlar bilir. Akıl ve
zahir adamları, bu zevk yönünden mahrum ve mahcup oldukları için,
yürüttükleri akla göre, bu iki görüş arasında bir münasebet bulurlar.