Kararan yüz nasıl nurlandı
Süfyan-ı Sevri hazretleri anlatır:
Kâbe’yi tavaf ederken, her adımda salevat okuyan birini gördüm. Ona (Sen gerekli duaları bırakıp hep salevat okuyorsun. Her yerde okunacak dua var) dedim. Sen kimsin dedi. Ben de kendimi tanıttım. (Sen avamdan değilsin, âlimsin, sana anlatayım) diyerek başladı:
Babamla Beytullaha gitmek üzere yola çıkmıştık. Yolda babam hastalandı. Onu tedavi etmek için epey uğraştıysam da babam vefat etti. Baktım, ölünce yüzü karardı. Yüzünü kapattım. Yanında uyuya kalmışım. Rüyamda öyle bir zat gördüm ki, ondan daha güzel yüzlü hiç kimse görmemiştim. Çok güzel kokuyordu. Babamın yanına geldi. Yüzündeki örtüyü kaldırıp elini babamın yüzüne sürdü. Babamın siyah yüzü nurlandı, bembeyaz oldu. Bu zâta kim olduğunu sorunca, (Ben Resulullahım. Baban, ömrünü boşa harcadı. Fakat bana çok salevat okurdu, şimdi sıkıntıda olduğunu bildirdiler, kendisi de benden yardım istedi. Çok salevat okuyan mümine ben elbette yardım ederim) buyurdu. Uyanınca babamın yüzünün bembeyaz olduğunu gördüm. İşte bu yüzden her yerde Peygamber efendimize çok salevat okuyorum.
ÇOCUK TERBİYESİ
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: Herhangi bir kimseyi ıslâh etmeye çalışmak, ona İslâmiyeti bildirmekle, öğretmekle olur.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri buyuruyor ki: “Hoca mâhir ve müşfik, talebe de zeki ve çalışkan olursa, öğrenilmeyecek mesele yoktur.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri buyuruyor ki: İnsanların meşrebleri ayrı ayrıdır. Bazı çocuklar sertlikten, bazı çocuklar ise lütuftan anlar.
Bir babanın, evlâdını Cehennem ateşinden koruması, dünyâ ateşinden korumasından dahâ mühimdir. Cehennem ateşinden korumak da, imanı, farzları, haramları öğretmekle, ibâdete alıştırmakla ve dinsiz, ahlâksız arkadaşlardan korumakla olur. Bütün fenâlıkların başı, fenâ arkadaştır.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki: Çocuğun terbiyesine çok dikkat etmelidir. Onun kötü arkadaşlarla düşüp kalkmasına mâni olmalıdır.
Ananın, babanın, okutmak ve terbiye etmek için çocuklarını zorlaması lâzımdır.
İbni Âbidîn hazretleri namazın mekrûhları sonunda buyuruyor ki: Kendisinin yapması haram olan şeyi çocuğa yaptıran kimse, haram işlemiş olur. Oğluna ipek elbise giydiren, altın takan ve içki içiren, kıbleye karşı abdest bozduran, kıbleye ayak uzatmasına sebep olan kimse, günah işlemiş olur.
Fudayl bin İyâd hazretleri, bir gün küçük çocuğunu kucağına alır, okşayıp bağrına basar. Çocuk sorar:
- Babacığım beni seviyor musun?
-Evet yavrum.
-Peki, Allahü teâlayı seviyor musun?
-Tâbiî seviyorum.
-Ey babacığım! Bir kalbe iki sevgiyi nasıl sığdırabiliyorsun?
-Ey oğlum! Sen ne güzel vâizsin. Seni hakîki sevgilinin izni ve emri ile seviyorum.
Netice: Müslüman, çocuğuna dinini öğreterek, onu felâketten, Cehennem ateşinden korumalıdır. Tahrîm sûresinin 6. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurulduğu gibi:
“Kendinizi ve evlerinizde ve emirlerinizde olanları ateşten koruyunuz!”
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*(Sağlık)* ni’meti, ne büyük ni’met kardeşim. Bir düşünün, insanın (gözü) olmasa, (kulağı) olmasa, bir *(Eli)*, yâhut bir *(Ayağı)* olmasa, ne kadar zordur.
Öyleyse (duygu) organlarımızın *(Sağlam)* olduğuna nasıl şükredebiliriz? Mümkün değil. Yüzbin türlü *(İşlem)* ler var insanın beyninde, kanında, ciğerinde.
Hangisinden haberimiz var? Bir *(Tahlîl)* de ne çıkacağını kim bilebilir? İşte bu *(Büyük)* ler buyuruyorlar ki:
Şu *(Sağlık)* ni’meti varken, ele güne muhtaç değilken, her şeyimiz *(Mükemmel)* iken, ufak tefek şeylere nasıl üzülebiliriz? *(Yakışır)* mı bize?
Bu kadar *(Şükr)* edecek şeyler varken, insan, on paralık şeylerden nasıl *(Şikâyet)* edebilir? Öyleyse *(Tövbe)* edeceğiz kardeşim. Cenâb-ı Hak hepimize din ve dünyâ seâdeti *(İhsân)* eylesin.
Efendimiz aleyhisselâm *(Dünyâ)* ya geldiği zaman, Ebû Leheb’in hizmetçisi olan Süveybe, bu *(Müjde)* yi verdi Ebû Lehebe. O da *(Sevindi)* ve sevincinden Süveybe’yi *(Âzâd)* etdi.
Sonra da ona; *(Haydi git, ona süt ver, onun süt annesi ol)* dedi. İşte, Efendimizin doğumuna *(Sevindiği)* için, sevinip de böyle söylediği için, her pazartesi gecesi, Ebû Lehebin *(Azâbı)* kalkıyor.
*(Süveybe)* hâtun, aynı zamanda hazret-i Hamza’nın da *(Süt)* annesi. Dolayısıyle, Hazret-i Hamza, Peygamber aleyhisselâmın *(Süt)* kardeşi aynı zamanda.
Efendimiz aleyhisselâmın dört *(Amca)* sı vardı. Ebû Leheb, Ebû Tâlib, hazret-i Hamza, hazret-i Abbâs. Peygamberimizin amcaları içinde en *(Fakîr)* leri, *(Ebû Tâlib)* idi.
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*(Kıyâmet)* e yakın insanlar bozulduğu zaman, bir sünneti *(İhyâ)* eden, dirilten, ortaya çıkaran kimse, *(Yüz)* şehîd sevâbı kazanır. Ne güzel. Ya bir *(Vâcib)* i veyâ bir *(Farz)* ı ihyâ ederse?
Hele doğru *(Îmân)* etmesine sebep olursa, ne kadar *(Ecir)* kazanır, Allahü teâlâ bilir. İşte sizler, *(Kitap)* dağıtan arkadaşlar, bu *(Sevâb)* a kavuşuyorsunuz kardeşim.
İnsanlar içinde, en çok seveceğimiz *(Kişi)* kimdir? Peygamber Efendimizdir aleyhisselâm. Peki, Onu nasıl seveceğiz? *(Sevmek)* için, tanımak lâzım. Onun için *(Hayât)* ını okuyacağız.
Güzel *(Ahlâk)* ını, cömertliğini, mûcizelerini, savaşlarını tekrar tekrar okuyacağız. Böyle yaparsak, inşallah *(Sevgi)* si kalbimizi kaplar kardeşim.
Bu dünyâda, ben *(Haklı)* yım, diyen, âhiretde zararlı çıkar. Ben *(Haksız)* ım, diyen kazanır ve gideceği yer, *(Cennet)* dir. Onun için, *(Ben haklıyım)* diyerek âhirete gitmeyin.
*(Haksız)* olabilirsiniz. Size göre haklısınızdır, ama Allah indinde *(Haksız)* olabilirsiniz? İnsanlar, kendilerini *(Haklı)* gördüğü müddetçe, kendini beğendiği müddetçe, *(Feyz)* kapıları kapanır.
Evet feyz gelir, *(Kâfir)* e de gelir. İçine girer. *(Mürted)* in de içine girer. Çünkü ışığın, enerjinin girmediği yer yok ki.
Ne olur peki? Orada değişime uğrar. O gelen *(Feyz)* içerde *(Zehir)* hâline dönüşür. O fâideli şey, zehir hâline gelir.
*(Küfr)* ü artar, dinsizliği artar, * (Îmânsız)* lığı çoğalır. Ne gibi? Şeker hastasının *(Baklava)* yemesi gibi. Her dilim, onu biraz daha *(Ölüm)* e sürükler.
32 ve 54 farz ve büyük günahlar
Sual: 32 farz nelerdir?
CEVAP
Her müslümanın, otuz iki farzı bilmesi lazımdır. 32 farz şunlardır:
İmanın şartı: Altı (6)
İslamın şartı: Beş (5)
Namazın farzı: Oniki (12)
Abdestin farzı: Dört (4)
Guslün farzı: Üç (3)
Teyemmümün farzı: İki (2)
Teyemmümün farzına üç diyenler de vardır. Bu zaman, hepsi 33 farz olur.
İmanın şartları (6)
1- Allahü teâlânın varlığına ve birliğine inanmak.
2- Meleklerine inanmak.
3- Allahü teâlânın indirdiği Kitaplarına inanmak.
4- Allahü teâlânın Peygamberlerine inanmak.
5- Ahiret gününe inanmak.
6- Kadere, yani hayır ve şerlerin (iyilik ve kötülüklerin) Allahü teâlâdan olduğuna inanmak.
İslamın şartları (5)
7- Kelime-i şehadet getirmek.
8- Her gün beş kere vakti gelince namaz kılmak.
9- Malın zekatını vermek.
10- Ramazan ayında her gün oruç tutmak.
11- Gücü yetenin ömründe bir kere hac etmesidir.
Namazın farzları (12)
A- Dışındaki farzları altıdır. Bunlara şartları da denir.
12- Hadesten taharet.
13- Necasetten taharet.
14- Setr-i avret.
15- İstikbal-i Kıble.
16- Vakit.
17- Niyet.
B- İçindeki farzları da altıdır. Bunlara rükün denir.
18- İftitah veya Tahrime tekbiri.
19- Kıyam.
20- Kıraat.
21- Rüku.
22- Secde.
23- Ka’de-i ahire.
Bazı âlimler, iftitah tekbirinin, namazın dışında olduğunu söylemişlerdir. Bunlara göre, namazın şartları 7, rükünleri ise 5 olmaktadır.
Abdestin farzları (4)
24- Abdest alırken yüzü yıkamak.
25- Elleri dirsekleri ile birlikte yıkamak.
26- Başın dörtte birini mesh etmek.
27- Ayakları topukları ile birlikte yıkamak.
Guslün farzları (3)
28- Ağzı yıkamak.
29- Burnu yıkamak.
30- Bütün bedeni yıkamak.
Teyemmümün farzları (2)
31- Niyet etmek.
32- İki elin içini temiz toprağa sürüp, yüzün tamamını mesh etmek.
Tekrar elleri temiz toprağa vurup, önce sağ ve sonra sol kolu mesh etmek.
Teyemmümün farzı üçtür diyenlere göre, bu son ikisi, iki ayrı farz olarak söylenir.
Sual: 54 farz hangileridir?
CEVAP
İslam âlimleri, her müslümanın öğrenmesi, inanması ve tâbi olması lazım olan farzlardan elli dört adedini seçmişlerdir. 54 farz şunlardır:
1- Allahü teâlâyı bir bilip, Onu hiç unutmamak. [Yani her şeyi İslamiyet’e uygun yapmaya çalışmak.]
2- Helalinden yiyip içmek.
3- Abdest almak.
4- Her gün vakti gelince, Beş vakit namaz kılmak.
5- Hayzdan, nifastan ve cünüplükten gusletmek.
6- Kişinin rızkına, Allahü teâlânın kefil olduğuna inanmak.
7- Helalinden temiz elbise giymek.
8- Hakka tevekkül ederek çalışmak.
9- Kanaat etmek.
10- Nimetleri için, Allahü teâlâya şükretmek [nimetlerini emrolunan yerlerde kullanmak].
11- Kaza ve kadere razı olmak.
12- Belalara sabretmek [isyan etmemek].
13- Günahlardan tevbe etmek.
14- İhlasla ibadet etmek.
15- İslam düşmanlarını düşman bilmek.
16- Kur'an-ı kerimi dört delilden biri bilmek.
17- Ölüme hazırlanmak yani farzları yapıp haramlardan kaçarak imanla ölmeye çalışmak.
18- Allahü teâlânın sevdiğini sevip, sevmediğini sevmemek ve bundan kaçmak. [Buna Hubb-i fillah ve buğd-i fillah denir.]
19- Ana babaya iyilik etmek.
20- Gücü yetenlerin, imkanı nispetinde dinin emirlerini yaymaya çalışması.
21- Mahrem olan salih akrabayı ziyaret etmek.
22- Emanete hıyanet etmemek.
23- Daima, Allah’tan korkarak, haramlardan sakınmak.
24- Allah’a ve Resulüne itaat etmek. [Yani her şeyi İslamiyet’e uygun yapmak]
25- Günahtan kaçıp, ibadet ile meşgul olmak.
26- Hükümdara karşı gelmemek.
27- Âleme ibretle bakmak.
28- Allahü teâlânın varlığını tefekkür etmek.
29- Dilini haram, fuhuş olan sözlerden korumak.
30- Kalbini dünyanın faydasız şeylerinden, zararlı isteklerinden temizlemek
31- Hiç kimseyi alay etmemek.
32- Harama bakmamak.
33- Hep sözüne sadık olmak.
34- Kulağını fuhuş söz ve çalgıdan korumak.
35- Farzları ve haramları öğrenmek.
36- Tartı, ölçü aletlerini, doğru olarak kullanmak.
37- Allahü teâlânın azabından emin olmayıp daima korkmak.
38- Allahü teâlânın rahmetinden, ümidini kesmemek.
39- Müslüman fakirlerine zekat vermek ve yardım etmek.
40- Nefsin haram olan isteklerine uymamak.
41- Aç olanı Allah rızası için doyurmak.
42- Yetecek kadar rızık [yiyecek, giyecek ve ev] için çalışmak.
43- Malının zekatını, ürünlerinin uşrunu vermek.
44- Âdetli ve lohusa halinde bulunan hanımı ile ilişkide bulunmamak.
45- Kalbini günahlardan temizlemek.
46- Kibirli olmaktan sakınmak.
47- Yetim çocuğun malını korumak.
48- Genç oğlanlara, şehvete sebep olacak durum ve hareketlerden uzak durmak
49- Günlük vakit namazlarını kazaya bırakmamak.
50- Şirk koşmamak.
51- Zinadan kaçınmak.
52- Alkollü içki içmemek.
53- Boş yere yemin etmemek.
54- Haksız yere, zulümle yani gayrimeşru olarak başkasının malını almamak. Kul hakkından korkmak. [En önemli kul hakkı ve azabı en çok olan, akrabasına ve emri altında olanlara emr-i maruf yapmamak, bunlara din bilgisi öğretmemektir. Bid'at sahibinin, Ehl-i sünnet itikadını değiştirmesi, dini, imanı bozması da böyledir.
Sual: Büyük günahlar nelerdir?
Cevap: Ve dahi, günah-ı kebairin, yani büyük günahların nev’i pek çoktur. Bu mahalde, 72’si beyan olunmuştur:
1- Haksız yere adam öldürmek.
2- Zina etmek.
3- Livâta etmek, her dinde haramdır.
4- Şarap ve her türlü alkollü içkileri içmek.
5- Hırsızlık etmek.
6- Keyif için, uyuşturucu madde yemek, içmek.
7- Başkasının malını cebren almak. Yani gasp etmek.
8- Yalan yere şahadet etmek.
9- Ramazan orucunu, özürsüz, müslümanların önünde yemek.
10- Riba, yani faiz ile mal, para almak, vermek.
11- Çok yemin etmek.
12- Valideynine âsî olmak, karşı gelmek.
13- Mahrem ve salih akrabaya sıla-i rahmi terketmek.
14- Muharebede, harbi terkedip düşmandan kaçmak.
15- Rızası olmadan yetimin malını yemek. (Yetimin vasisinin, bunun malından yemesi ve kullanması caizdir. Başkasına yedirmesi ve fıtrasını vermesi ve kurbanını kestirmesi caiz değildir.)]
16- Terazisini ve ölçeğini, hak üzere kullanmamak.
17- Namazı vaktinden önce ve sonra kılmak.
18- Mümin kardeşinin gönlünü kırmak.
19- Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” söylemediği sözü söylemek ve ona isnad eylemek.
20- Rüşvet almak.
21- Hak şahadetten kaçınmak.
22- Malının zekatını ve öşrünü vermemek.
23- Gücü yeten kimse, münkeri, günah işliyeni görünce, men’ etmemek.
24- Canlı hayvanı ateşte yakmak.
25- Kurân-ı azim-üş-şanı öğrendikten sonra, okumasını unutmak.
26- Allahü azim-üş-şanın rahmetinden ümitini kesmek.
27- Müslüman olsun, kâfir olsun, insanlara hıyanet etmek.
28- Hınzır (domuz) eti yemek haramdır.
29- Resûlullahın Ashâbından “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” her hangi birisini sevmemek ve sövmek.
30- Karnı doyduktan sonra yemeye devam etmek haramdır.
31- Avretler, erinin döşeğinden kaçmak.
32- Avretler, erinden izinsiz ziyarete gitmek.
33- Bir namuslu kadına, fahişe demek.
34- Nemime, yani müslümanlar arasında söz taşımak.
35- Avret mahallini başkasına göstermek. [Erkeğin göbekle diz arası, kadının saçı, kolu, bacağı avrettir.] Başkasının avret yerine bakmak.
36- Ölmüş hayvan eti (leş) yemek ve başkasına yedirmek. Dinimizin bildirdiğine uymıyarak öldürülen hayvanlar da leş olur.
37- Emanete hiyanet etmek.
38- Müslümanı gıybet etmek.
39- Hased etmek.
40- Allahü azim-üş-şana şirk [ortak] koşmak.
41- Yalan söylemek.
42- Kibirlilik, kendini üstün görmek.
43- Ölüm hastasının varisten mal kaçırması.
44- Bahil, çok hasis olmak.
45- Dünyaya [haramlara] muhabbet etmek.
46- Allahü teâlânın azabından korkmamak.
47- Haram olanı, haram itikat etmemek.
48- Helal olanı, helal itikat etmemek.
49- Falcıların falına, gaybdan haber vermesine inanmak.
50- Dininden dönmek, mürted olmak.
51- Özürsüz, başkasının kadınına, kızına bakmak.
52- Avretler, er libası giymek.
53- Erler, avret libası giymek.
54- Harem-i Kâbede günah işlemek.
55- Vakti gelmeden ezan okumak ve namaz kılmak.
56- Devlet adamlarının emirlerine, kanunlara âsî olmak, karşı gelmek.
57- Ehlinin mahrem yerlerini, anasının mahrem yerine benzetmek.
58- Ehlinin anasına sövmek.
59- Birbirine silah ile nişan almak.
60- Köpeğin artığını yemek, içmek.
61- Ettiği iyiliği başa kakmak.
62- Erkeklerin harir [ipek] giymesi.
63- Cahillik üzerinde ısrar etmek. [Ehl-i sünnet itikadını, farzları, haramları ve lüzumlu olan her bilgiyi öğrenmemek.]
64- Allahü teâlâdan ve İslamiyetin bildirdiği isimlerden başka şey söyleyerek yemin etmek.
65- İlimden kaçmak.
66- Cahilliğin musibet olduğunu anlamamak.
67- Küçük günahı, tekrar işlemekte ısrar etmek.
68- Zaruri olmayarak, kahkaha ile çok gülmek.
69- Bir namaz vaktini kaçıracak zaman kadar cünüp gezmek.
70- Adetli ve lohusa halinde, avretine yakın olmak.
71- Teganni eylemek. Ahlaksız şarkıları söylemek. Müzik, çalgı aletleri kullanmak.
Hindistanın büyük âlimlerinden mirza Mazhar-i Can-ı Canan, Kelimat-i tayyibat kitabında, fârisî olarak diyor ki (Her çalgıyı çalmak ve dinlemek, söz birliği ile haramdır. Yalnız, ney çalmak için mekruh ve düğünlerde def, [davul] çalmak için mubah denildi. [Kur’ân-ı Kerîmi ve ezanı teganni ile okurken, mânâ değışır veya harf tekerrür ederse, haram olur. El-fıkhu alel mezahib’de diyor ki (Teganni ile ezan okumak haramdır. Bunu dinlemek caiz değildir.) Mevzun sözü mevzun ses ile okumaya ve dinlemeye teganni veya sima denir.
Teganni, güzel, hoşa gidecek sesle okumaktır. Kur’ân-ı Kerîmi, ezanı, mevlütü, ilâhîleri teganni ile okumak iki türlü olur:
1- Sünnet olan, sevap olan teganni. Tecvid ilmine uygun okumaktır. Böyle teganni, kalplere, ruhlara kuvvet vermektedir.
2- Memnû olan, haram olan teganni, musiki perdelerine, notalarına uyarak, elhan ile okumaktır. Böyle teganni, harfleri, kelimeleri bozuyor. Manayı değiştiriyor. Böyle okuyanların nagmeleri, nefs-i emmareye hoş, tatlı geliyor. Nefslerine maglub kimseleri ağlatıyor, zıplatıyor. Manalardan haberleri olmuyor. Kalpleri, ruhları, gafletten, hastalıktan kurtulamıyor.
Bu ümmet rahmete kavuşmuştur
İmanla ölen ve küfür pisliği olmayan her günahkâr Müslümanın yerine bir kâfir yanacaktır. Bu husustaki hadis-i şeriflerden bazıları şöyledir:(Bu ümmet rahmete kavuşmuştur. Azapları dünyada ve birbirlerindendir. Kıyamette her Müslüman için bir müşrik ayrılır, “Bu senin Cehennemden fidyendir” denir.) [İbni Mace]
(Ümmetim, mağfiret olunmuştur. Dünyadaki sıkıntıları onlara kefarettir. Kıyamette her Müslümana bir Yahudi veya Hristiyan verilir, “Bu ateşten senin fidyendir” denir.) [Taberani]
(Kıyamette, her Müslümana bir kâfir verilir, “Bu senin ateşten fidyendir” denir.) [Müslim]
(Kıyamette bütün Müslümanlar secde halinde iken, onlara denir ki: “Başınızı kaldırın, küfür ehlinden sayınız kadar size karşılık fidye kıldık.”) [İbni Mace]
(Kıyamette bir melek, bir kâfirle gelir. Mümine ”Şu kâfir, ateşe karşı fidyendir” der.) [Hakim]
(Ümmetime ahirette azap yoktur. Kıyamette onlar yerine bedel olarak bâtıl din ehlinden bir kâfir verilir. Bu onların Cehennemden fidyesidir.) [Hatib, İbni Neccar]
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Allahü azîmüşşân hepimize *(Din)* ve *(Dünyâ)* iyilikleri versin kardeşim. Din ve dünyâ selâmeti versin. Bundan daha kıymetli *(Duâ)* ne olabilir? Hem dünyâda *(Râhat)* edeceksin, hem de âhiretde.
İşte, *(Rabbenâ âtinâ fiddünyâ haseneten ve fil âhireti haseneten)* bu demekdir. Yâ Rabbî, bize, hem dünyâda, hem de âhiretde *(rahatlık)* ver, *(sıkıntı)* verme.
*(Ve kınâ azâbennâr)*. Bizi, Cehennem ateşinde yanmakdan koru.
Bilâl-i Habeşîye radıyallahü anh sormuşlar ki: *(Efendimiz aleyhisselâm en çok hangi duâyı severdi?)* Cevâben bu *(Duâ)* yı buyurmuş Mübârek.
Rabbenâ âtinâ fiddünyâ haseneten ve fil âhireti haseneten ve kınâ azâbennâr. Hepsi var bunun içinde. *(Dünyâ)* râhatlığı da var, *(Âhiret)* râhatlığı da.
Mü’minin âhireti, dünyâsından daha iyidir. Bir gün Efendi hazretleri buyurdu ki: *(Lâf olsun diye dinlemeyin, bunu Mazher-i Cân-ı Cânân böyle buyuruyor)*.
Ne diyor? (Mü’minin âhireti, dünyâsından iyidir) buyuruyor.
Hadîs-i şerîf var, meâlen; *(Bu dünyâ mel’ûndur. Bu dünyâda Allah rızâsı için olmıyan her iş de mel’ûndur)* buyuruluyor.
Eğer *(Enver)* in kalbinde bir zerrecik *(Menfaat)* düşüncesi olsa, hiçbir âbi onu sevmez, hattâ sevemez. Çünkü menfaat *(Nefsânî)* dir, *(Şeytânî)* dir.
Ve mü’min kullar, *(Nefs)* ine ve *(Şeytân)* a uyan kimseyi sevemezler. Çünkü hubb-u fillâh ve buğd-u fillâh, bu dînin *(Aslı)* dır kardeşim.
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
İnsan, kendini ne kadar *Âciz* görürse, *(Zelîl)* görürse, zillet içinde kabûl ederse, Allah indinde o kadar *(Azîz)* olur, o kadar *(Makbûl)* olur.
Ayrıca mü’min, ya *(Öğrenir)*, ya *(Öğretir)*, ya da bir *(Sohbet)* de bulunur. Onu da yapamazsa, böyle yapanlara *(Muhabbet)* besler.
Onları *(Sever)* ve duâ eder, beşincisi olamaz. Yâni mü’min, ya *(Talebe)* dir, ya *(Muallim)* dir, ya da *(Sohbet)* dinleyicidir.
Bunları da yapamazsa, en azından bunu yapanları *(Sever)*, açar ellerini, onlara *(Duâ)* eder, ama bir beşincisi olamaz. Bu zamanda *(Küfre)* girmek çok kolay.
Meselâ bir harama, *(Ne güzel)* dese, mâzallah *(Küfre)* girer. Fakat efendim îmâna gelmek de çok kolay. Bir tövbe etse, *(Küfr)* den kurtulur.
Meselâ; *(Yâ Rabbî, bilerek veyâ bilmiyerek bir günâh işledimse veyâ küfre girdimse, çok pişmânım, beni affet)* dese, o anda günâhları affolur. *(Îmânı)* gitdiyse geri gelir.
Yalnız iki şey geri gelmez. Kılınmayan namazların *(Kazâ)* sı, bir de *(Kul hakkı)*. Öyleyse helâllaşacığız. Kazâmız varsa, bir an önce kılıp bitireceğiz kardeşim.
Namâzını kazâya bırakan, iki *(Suç)* işlemişdir. Biri, Allahın *(Namaz)* emrini yerine getirmemekdir ki, ancak *(Kazâ)* sını kılmakla affolur.
İkincisi, o namâzı vaktinde kılmamak *(Suçu)* dur ki, o da, *(Emr-i mâruf)* yapmakla affolur.
Meselâ bizim *(Kitap)* ları dağıtmak, hem *(Cihâd)* dır, hem de *(Emr-i mâruf)* dur, hem de büyük *(Günâh)* ların affına sebepdir.
Sultanım sizin mahkemede şahitlik yapmanız caiz değildir
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*(İnsan)* olarak yaratıldığımıza hamdederiz. Eli ayağı *(Düzgün)* olarak yaratıldığımıza hamdederiz. Cenâb-ı Hakkın, bize *(Akıl)* verdiğine şükrederiz. Akıl olmasa, insan *(Deli)* olur efendim.
Kimse ona kıymet vermez. Akıl, insanı hayvandan ayıran *(Fark)* dır. O yoksa, insan *(Hayvan)* gibi olur. Duygu organları olmasa, insan *(Kütük)* gibi olur. Bir de *(Îmân)* ni’meti var.
Bu kadar ni’metlerin, mutlaka *(Şükr)* ü îcâb eder. Şükredilmezse, Allahü teâlâ alır efendim. *(Sıhhat)* ni’metini alır, *(Îmân)* ni’metini alır mâzallah.
Peki ne yapacağız? Bize ne *(Emr)* etdi ise onu. Şükür, ancak böyle yapılır.
Allahü teâlânın gadabı, günâhlar içinde *(Gizli)* dir. Küçük olsun, büyük olsun. Allahü teâlâ söz veriyor ki: *(Kim tövbe ederse, onu affedeceğim)*. Rabbimizin vâ’di bu.
Öyleyse her günâha *(Tövbe)* edeceğiz kardeşim. Çünkü tövbe etmek, *(Farz)* dır. Bir küçük günâh yüzünden, ikiyüz bin sene ibâdet eden *(İblîsi)*, Cenâb-ı Hak tard etmişdir, yâni kovmuşdur.
Onun için hadîs-i şerîfde; *(İ’mel, vestağfir)* buyuruldu. Bu, emirdir bize. Yâni *(İbâdet)* yap, arkasından *(Tövbe)* et. Çünkü biz, ibâdet yaparken de günâha girebiliriz.
Hattâ İmâm-ı Gazâlî buyuruyor ki: *(Bizim tövbelerimiz bile bir başka tövbeye muhtaçdır)*. Kim buyuruyor bunu? İmâm-ı Gazâlî hazretleri. Çok mühim kardeşim.
Günâhlara tövbe etmek *(Farz)* dır efendim. Hangi günâhda gadab-ı ilâhînin olduğu belli değil. O hâlde mü’min, *(İstiğfâr)* edendir, mü’min *(Tövbe)* edendir. Allahü teâlâ, tövbe eden kulunu sever.
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyorlar ki: *(Her gün bir mektup okuyanla irtibâta geçerim.)* Başka büyükler de buyuruyorlar ki:
Tasavvufa âit bir şey konuşurken, içerden veyâ dışardan bir *(Mâni)*, bir *(Gürültü)* veyâ söze karışan biri olursa, konuşmayı kesin.
Çünkü bunu, Allahü teâlâ kesmişdir. Ama konuşma *(Fıkhî)* bir konuda olursa, *(Davul)* bile çalsa, o şey anlatılır.
İnsan, genç iken, *(Şehvet)* inin esîridir. Yaşlandıkça *(Şöhret)* inin esîri olur. Size, Nereye bağlısınız? diye sorarlarsa; *(İmâm-ı âzama bağlıyız)* dersiniz.
Çünkü hiç bir yere bağlı değilim demek, *(Hatâ)* dır kardeşim. Hattâ İmâm-ı Rabbânî’ye bağlıyım bile demeyin.
Hedefi, maksadı *(Allah)* olmıyan kimse, Cehennem ve kabir *(Azâb)* ından kurtulamaz. Îmânla ölene rahmetli denir.
*(Bid'at)* çıkartan kimse, iki milyar yüz altmış milyon sene Cehennemde yanacak. Bizim kitaplarımızı alıp da bir rafa koyana, Allahü teâlâ *(Îmân)* nasîb eder.
Seâdet-i Ebediyye kitâbının evlerde bulunması, *(Feyz)* almaya sebep olur efendim.
*(Bismillâhillezî lâ yedurru me’asmihî şey’ün fil ardı velâ fissemâi)*. Kim bu duâyı okursa, yerde ve gökde, ona aslâ bir zarar gelmez.
*(Bismillâhillezî)*, bu, öyle bir besmeledir ki, *(Lâ yedurru me’asmihî şey’ün fil ardı velâ fissemâi)*. Gökde ve yerde, hiçbir şey o kula zarar veremez.
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Bu *Îmân’ın* devâmı, *Hubbu fillaha* ve *Buğzu fillaha* bağlı kardeşim. Onun için birbirimizi seveceğiz. Allah düşmanlarını sevmiyeceğiz.
Ben, çantamda hep *Kitap* taşırdım, birilerine *Vermek* için. Bâzen verirdim, beni terslerlerdi efendim.
Bizde var, biz biliyoruz bunları, başkasına ver! derlerdi. Çok kırılırdım. Sonra Allahü teâlâ sizleri yaratdı.
Benim çanta *Hiç* kaldı bunun yanında. O kadar çok *Kitap* satışları geliyor ki, Rabbime nasıl *Şükr* edeceğimi bilemiyorum kardeşim.
Dünyânın panzehiri *Âhiretdir*. Çünkü bizim *İlmihâlin* daha birinci sayfasında var bu.
Din, insanların dünyâda *Râhat* ve *Huzûr* içinde yaşamaları, âhiretde de *Cennete* gitmeleri için gelmişdir. En son gelen dînin ismi, *İslâmiyetdir*, diye yazıyor.
Dünyâda *Râhat* ve *Huzûr*, ancak *İslâmiyetde* var, *Ehl-i sünnet* olmakda var. Âhiretde Cennete girmek de yine islâmiyetle mümkün.
Bu zamanda, *Hâl* ile emr-i mâruf, *Kâl* ile, yâni *Söz* ile olandan daha tesîrlidir kardeşim. *Muhabbet* olmasaydı, şu koca kâinatda hiç bir şey yaratılmazdı. Hiç.
Peki niye? Çünkü Allahü teâlâ, Peygamber aleyhisselâma *Âşıkdır*. Her mü’min, her evliyâ, hattâ peygamberler de, Allahü teâlâya *Âşıkdır*.
Allahü teâlâ da Peygamber Efendimize aleyhisselâm *Âşıkdır*. Allahü teâlâ, kendisine yapılan hakâretleri *Affediyor*, ama Sevgili Habîbine yapılanı *Affetmiyor*.
Ona zerre kadar *Benzerlik*, Cennetin kapısını açar. Onun için çok *Şanslıyız* kardeşim, çok *Bahtiyârız*. Böyle kıymetli, böyle üstün bir Peygamberin *Ümmeti* olmakla şereflenmişiz, bu ne ni’met!
Dine hizmet eden aziz olur
Enver abi buyurdular ki;
Burada bir arkadaşımız var, onu buradan görüyorum. Allah rahmet eylesin, hanımı vefat etti. Hanımı vefat etmeden birkaç saat evvel, o arkadaş buraya telefon etti ve; bizim hanım çok ağır. Ne yapayım, dedi. Ben de Hocamıza telefon ettim, dua ettiler, Allah selamet-i iman versin, buyurdular. Bu kadıncağız vefatından üç-dört dakika evvel, kocasına diyor ki; Şimdi, şu anda seyyid Abdülhakim efendi hazretlerini görüyorum. Bana diyor ki; Kızım korkma ölümden, gözünden çapak alacak kadar duyacaksın, hiç duymayacaksın. Bu arkadaşımıza; senin hanım ne iş yapardı, diye sordum. Kitap hizmeti yapanlara yemek verirdi, dedi. Mübarekler buyurdular ki; Efendim, Allahü tealanın dinine hizmet eden mücahide bir bardak su veren, asla, ne kabir azabı ne ölüm acısı, ne mahşer azabı, hiç çekmeyecektir. Onlar Arşın altında gölgeleneceklerdir. Bu, Kıyamet ve Ahiret kitabında yazıyor. İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyorlar ki; Bir âlime bir bardak su veren için melekler nida edeceklermiş. Ey, filan âlime bir bardak su veren, gel gel. Sana bugün azap yok. Müjdeler çok. Biz yeter ki, kendimizden vazgeçelim. Bizim için bütün faziletlere, bütün devletlere, bütün nimetlere, bütün güzelliklere en büyük engel, bizim kendimizdir, nefsimizdir.
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Efendimiz aleyhisselâm; *Men hademe hudime*, buyuruyor. Peygamber aleyhisselâm bir şey buyurdu mu, kıyâmete kadar *Geçerlidir* o. Âyet-i kerîme de öyle değil mi?
Kıyâmete kadar geçerlidir. İşte, bir din kardeşine *Hizmet* eden, bir bardak *Su* veren, mutlaka karşılığını görür efendim. Nasıl görür? Allahü teâlâ ona, birini *Hizmet* etdirir.
Yapdığı boşa gitmez, daha *Dünyâda* görür. Allahü teâlâ bize, Onun kullarına *Hizmet* etmeyi nasîb etdi elhamdülillah. Böyle mühim bir *Vazîfe* verdi, ne büyük *Şeref* kardeşim!
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin, bedduâsı var talebelerine. *Kim, birinden bir şey isteyip de alırsa, ona şefâat etmiyeceğim*, buyurmuş.
Çünkü ben, talebelerimi, *Veren* kişilerden seçdim, *Alan* kimselerden değil. *Kim isteyip de alırsa, ona şefâat etmiyeceğim*, buyuruyor.
Herhangi bir işe, *Bismillâh irrahmân irrâhîm* diyerek başlıyan kimse, mutlaka *Muvaffak* olur, *Kârlı* çıkar. İyi ama, Besmele çekip de muvaffak olamıyanlar var, zarar edenler var.
Hattâ ölenler var. Şimdi biri kalkıp: *Ben Besmele çekdim, ama başıma neler neler geldi*, derse, böyle söylemek câhillikdir efendim. İslâmiyeti bilmemekdendir.
Bizim *Kitapları* okuyan, böyle söylemez. Çünkü o başına gelenler, onu, daha *Beter* şerlerden kurtardı, haberi yok. Çünkü onun başına bu *Sıkıntılar* gelmeseydi, âhiretde bunun *On* mislini, *Bin* mislini çekecekdi.
Biz Rabbimizden, şu olsun, bu olsun, bana şunu ver, bunu ver, diye talepde bulunmuyoruz. *Yâ Rabbî, benim hakkımda hayrlısı neyse, öyle olsun*, diyoruz.
Eğer dileğimiz olmazsa, üzülmüyoruz, *Bizim için hayrlısı buymuş*, diyoruz. Bu Büyükleri tanımak ve sevmek *Kerâmetdir* kardeşim. Onların yolunda yürümek ayrı bir kerâmet.
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Çok bahtiyârız kardeşim. Eğer o *Büyük* leri görmeseydik, ne olurduk? Hiç! Allahü teâlâ, *Ehl-i sünnet* îtikâdında olmıyana, hele *Kâfir* ve *Müşrik* olana, kendi *Sevgi* sini vermez.
Nasıl ki musluğa gidersiniz, *Su içmek* için, yâhut karpuzu kesersiniz, *Karpuz yemek* için. İşte bunun gibi Allahü teâlâ da kendi sevgisini, Peygamber aleyhisselâmın *Vâsıtası* ile verir.
Veyâ o büyük Peygambere *Tâbi* olan, ehl-i sünnet vel cemâat *Îtikâd* ında olan büyük zâtların *Kalbinden* verir. Aynen muslukdan *Su içer* gibi.
Siz *Havuz* dan belki alamazsınız, ama *Musluk* dan içersiniz. O hâlde, o havuzun musluğuna kavuşan kimseden daha *Şanslı*, daha *Bahtiyâr* kim vardır?
İşte Allahü teâlâ, bize böyle bir *Musluğu* nasîb etdi. Bunun için dünyânın en *Bahtiyâr* insanlarıyız kardeşim. Tasavvufu *Yediyüz* kişi târif etmiş, bir büyük *Zât* da diyor ki:
Ben, bu yediyüz târifin özetini çıkardım. O da şu: *Vaktin kıymetini bilmek, tasavvufun kendisidir*, diyor o mübârek zât.
Tasavvufun bir târifi de, *Kimseyi incitmemekdir*, kardeşim. Nitekim, Efendi hazretlerinin vasiyetnâmesinin son cümlesi, *Kimseyi incitmeyin*. Öyle buyuruyor Mübârek.
En korkduğumuz şey, *Îmânsız* olmak kardeşim. Çünkü insan bilemez îmânsız olup olmadığını. *Îmânım Var* der, ama îmân *Gitmiş*, haberi yok.
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Efendimiz aleyhisselâm; *Ümmetim fesâda uğradığı zaman sünnetimi ihyâ edene, yüz şehîd sevâbı verilir*, buyurdu. Hadîs-i şerîf bu.
İşte bizim kitapları *Okuyan* da, *Dağıtan* da, yüz *Şehîd sevâbı* alır kardeşim. Üstelik, kazâya kalan namazları varsa, bunları vaktinde kılamamanın *Cezâsından* da kurtulur.
Arefe günü, Arafat meydanında *Duran* ve haccı *Kabûl* olan kimsenin de bu günâhı affolur. Bu *Büyükleri* tanımasaydık, onları görmeseydik, hâlimiz *Nice* olurdu kardeşim?
Efendi hazretleri, bâzen lâmbayı söndürürdü ve bize dönüp; *Benden sonra, işte böyle olursunuz!* buyururdu.
İnsan, kendi başına kitap okuyabilir. Buna, *Kitap okumak* derler. İyidir, fâidelidir. Ama biri okur, diğerleri dinlerse, buna *Sohbet* denir.
Sohbetde bütün *Kemâlât* mündemicdir. Her türlü *Feyz* ve *Bereket*, sohbetdedir, birlik ve berâberlikdedir.
Allahü teâlânın ihsân etdiği bu doğru *Îmân* çok kıymetlidir efendim, çok *Mübârek* dir. Ama *Düşmanı* da çokdur.
Bir şey ne kadar *Kıymetli* ise, *Düşmanı* da o kadar çok olur. Peki, onu nasıl koruyacağız? *Kıymetini* bilmekle ve *Şükr* etmekle.
Onun şükrü de, birbirimizi sevmekle olur. Birbirimizi çok *Seveceğiz*. Çünkü *Îmân* ni’metinin korunması, birbirimizi *Sevmeye* bağlı.
Diğer yollarda, *Üstâdın* yanına gitmek, görüşmek, el sıkmak, el öpmek gibi *Merâsim* ler vardır. Fakat bizim büyüklerimizin yolunda böyle şeyler *Yokdur* efendim.
Sâdece o zâtın *Büyük* olduğuna inanmak, onu *Sevmek* ve bir de sohbetinde bulunmak yeterlidir. *Yakın* olmak, *Uzak* olmak, kadın erkek, küçük büyük, hiç farketmez. En iyi tarafı da budur:
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Rabbimize ne kadar *Şükr* etsek azdır kardeşim. Allahü teâlânın bir kuluna en büyük *İn’âmı*, *İhsânı*, en büyük *İkrâmı*, en büyük *Ni’meti*, ona, *Îmân* nasîb etmesidir.
Eğer bir *Mü’min*, Allahü teâlânın verdiği bu büyük *Ni’metin* kıymetini bilmezse, yâni *Şükr* etmezse, Allahü teâlâ o *Ni’meti* ondan alır. Kur’ân-ı kerîmde var bu.
Allahü teâlâ; *O ni’meti alırım ve ona acı azap yaparım!* buyuruyor. Peki, nasıl şükredeceğiz? Allahü teâlânın ihsân etdiği bu *Îmân* ni’metinin şükrü, ancak mü’minlerin birbirlerini *Sevmesi* ile yapılabilir.
Öyleyse birbirimizi *Seveceğiz* kardeşim, birbirimizin *Kusûrunu* görmiyeceğiz.
Efendimiz aleyhisselâm; *Dîn-ül mer’i, dîn-ül halîlihî*, buyuruyor. Yâni insanın dîni, dostunun dîni gibidir.
Yâhut da, *Dîn-ül mer’i, dîn-ül ahîhi*. Yâni insanın dîni, arkadaşının dîni gibi olur. Hani derler ya; Arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyliyeyim.
Bizim bu *Kitaplar*, ehl-i sünnet âlimlerinin kelâmlarıdır kardeşim. Biz kendimizden bir şey katarsak, *Pırlanta* ların arasına, *Cam* parçalarını, *Çakıl* taşlarını koymuş oluruz.
Köşeli parantezlerimiz var. Onlar da, Efendi hazretlerinden işitdiklerimizdir, yâhut da bu büyüklerden birinin *Sözüdür*. Bize âit tek *Kelime* yokdur efendim.
Benim ömrüm, Efendi hazretlerinden duyduklarımın, ondan öğrendiklerimin *Vesîkası* nı, *Kaynağı* nı, *Senedi* ni aramakla geçdi.
Biliyorum, ama yazamıyorum. Çünkü, *Delîlin nedir, vesîkan nedir?* diyecekler.
Onun için, *Bin* den fazla kıymetli *Kitap* karışdırdık, aradık, *Bunu kim buyurmuş?* diye. Onun için binlerce islâm âliminin ismi geçiyor bizim *Tam ilmihâl* kitâbında.
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân, *Bir* veyâ *İki Dakîka* Peygamber aleyhisselâmın huzûrunda bulunsalardı, o huzûrdan çıkdıklarında *Hikmet* konuşurlardı. Ne demek hikmet?
Yâni hangi *İlim* dalında konuşsa, onun anlatdıklarını, o *İlmin* mütehassısları ve profesörleri anlıyamazlardı. Akılları ermezdi. *Hikmet*, kalpden kalbe akan bir *İlim* dir.
Yoksa, *Ağız* dan çıkan, *Beyin* den çıkan şeyleri anlatmak değildir. O ilim, bir paket hâlindedir. Bir *Kalp* den bir *Kalbe* akar. Ve o paketin içinde bütün *İlimler* vardır.
Hattâ *Müctehid* olurlardı efendim. O bir iki dakîka içinde, *İctihâd* makâmına yükselirlerdi. Çünkü o, *Ledün ilmi* dir, kalpden kalbe *İntikal* eder, yâni akar.
O bakımdan Eshâb-ı kirâmı anlamak ve anlatmak mümkün değildir. Bu, şuna benzer. Bir *At*, bir *İnsanı* ne kadar anlıyabilir? Aynen bunun gibi.
Yine *Mektûbâtı* okumıyan, *İmâm-ı Rabbânî* hazretlerini tanımıyan, *Eshâb-ı kirâmın* büyüklüğünü anlıyamaz kardeşim. *Eshâb-ı kirâmı* en iyi anlatan, İmâm-ı Rabbânî hazretleri olmuşdur.
En iyi *Târif*, onun târifidir. Onun için *Mektûbâtı* çok okumalıyız kardeşim. *Eshâb-ı kirâmı* tanımıyan, Peygamber Efendimizi tanıyamaz. Çünkü Onun talebeleridir.
Çok insanlar, burada *Felâkete* gidiyor. Eshâb-ı kirâmdan herhangi biri, en büyük *Günâhı* işlese bile, Eshâb-ı kirâm olmakdan *Çıkmaz*, yâni o dereceden *Aşağı* düşmez.
● ● ●
Ebû Ubeyde bin Cerrâh radıyallahü anh, bir *Gazâ* dan geliyordu. Bol *Ganîmet* ile, çok *Para* ile dönüyordu. Eshâb-ı kirâm bunu işitip, karşılamaya çıkdılar.
Efendimiz aleyhisselâm onları böyle görünce; *Hayrdır, Ebû Ubeydeyi mi bekliyorsunuz?* diye sordular. Eshâb; Evet yâ Resûlallah, dediler.
O zaman Efendimiz aleyhisselâm buyurdular ki: Siz bundan sonra *Fakîr* olmazsınız. Ben sizin, fakîr olacağınızdan korkmuyorum.
Bilâkis elinize çok *Para* ve çok *İmkân* geçip de, bundan önceki ümmetlerde olduğu gibi, birbirinizi *Kıskanır* hâle geleceğinizden korkuyorum, buyurdular.
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Efendimiz aleyhisselâm; Mü’minin alâmeti *Güler yüz*’dür. Münâfıkın alâmeti ise *Asık Surat* ve *Çatık Kaş*’dır, buyuruyor.
Allahü teâlâ, İhsân etdiği ni’meti *İzhâr* etmemizi sever. Göstermemizi, belli etmemizi *Sever*. Onun için Rabbimizin verdiği *Ni’met*’leri göstereceğiz kardeşim.
*Mücâhid* olmak, Allahın dînine *Hizmet* etmek, çok büyük *Ni’met*’dir. Bu en büyük ni’meti de *İzhâr* edeceğiz, göstereceğiz. Peki nasıl göstereceğiz?
*Güler Yüz*’ümüzle ve *Tatlı Dil*’imizle göstereceğiz. Herkese şefkatimizle, merhametimizle göstereceğiz. *Merhamet*’li olacağız, *Şefkat*’li olacağız kardeşim.
● ● ●
Allahü teâlâ; Kur’ân-ı kerîmde; *Kâfirleri birbirine düşürüp, sevdiğim kimselere saldırmalarına fırsat vermem!* buyuruyor.
Biz de bunun için *Râhat*’ız kardeşim. Bu karışıklıklar olmasa, bu *Hizmet*’ler olmazdı. Bu *Kitap*’lar basılıp satılmazdı.
Onlar, birbirleriyle uğraşmakdan, *Bizi* görmüyorlar. Bu *Hizmet*’leri yapanların ayaklarının altına, melekler *Kanat*’larını serer.
Allahın *Dîni*’ni, Allahın *Kulları*’na, hattâ ayaklarına kadar götürmek, ne büyük bir *Hizmet* ve ne büyük *Zevk*’dir kardeşim.
● ● ●
*Kıyâmet*’de bu dünyâ, zelzelelerle dümdüz olacak ve *Yörünge* değişerek, *Güneş*’e yaklaşacak. *Deniz*’ler kaynayıp kuruyacak. Herkes mezarlarından kalkıp, *Sıkış sıkış* olacaklar.
*Mîzân*, bu dünyâda kurulacak ve *Sırat Köprü*’sü dünyâdan âhirete olacak. *Kimi*, bir anda geçip *Cennet*'e gidecek.
*Kimi* emekliyerek, *Kimi* de yerde sürünerek geçip *Cennet*’e girecek. Kimileri de geçemeyip, *Cehennem*’e düşecek.
Abdülhakîm efendi hazretlerinin yolu bitmiş midir?
" Vefatlarından az evvel, nedimleri Şâkir efendi, Efendi hazretlerine, sizden sonra dergâha ben bakarım diye arzedince, “Bu sözü bir daha işitmeyeyim. Bu iş ciddi bir işdir, şaka değil!” buyurdular. Talebelerine, “Benden sonra kimsenin elini öpmeyin” [yani başka birisini üstad yerine koyup, ondan istifâde edebileceğinizi ummayın] diye vasıyette bulundular. Hilmi Işık efendi de: “Seyyid Abdülhakîm efendi hazretleri kendisinden sonra halîfe bırakmamıştır. Halîfe bırakmanın şartları vardır. O da hem yazılı olacaktır, hem de şâhidlerin huzurunda olacaktır. Bunun kâidesi budur. Böyle birşey yapmamıştır. Eğer halîfe bırakmadıysa, Abdülhakîm efendi hazretlerinin yolu bitmiş midir? Tükenmiş midir? Hâşâ ve kellâ! O büyük zâtın feyz ve bereketinin kesilmesi, tükenmesi mümkün değildir. Olacak iş değildir. Çünkü bugün yalnız Türkiye değil, Afrika değil, dünyanın her yerine onun feyzi, nûru, himmeti ve bereketi yayılmaktadır. Bu yayılma ve bu dağılmak için Allahü teâlâ vâsıtalar yaratmıştır. Kim o büyük zâtın yolunu, sözünü, inancını, arzusunu doğru olarak nakletmişse, o vâsıta olmuştur. "
Hüseyin Hilmi Işık (rahmetullahi aleyh)
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*Ravda-i mutahhara*’da dört *Kabir* var. Dördüncüsü *Boş*’dur. Kıyâmete yakın, *Îsâ* aleyhisselâm gökden *Şam*’a inecek, vefât edince, oraya *Defn* olacakdır.
Cenâb-ı Hakkın *Ni’met*’leri içinde yüzüyoruz kardeşim. Ama diyeceksiniz ki; Çeşitli hastalıklarımız var. Olsun, onlar da *Ni’met*’dir efendim. *Hastalık* da ni’metdir.
Dünyânın en *Bahtiyâr* insanlarıyız kardeşim. Neden çok bahtiyârız? Çünkü Rabbimiz bizi *İnsan* olarak yaratmış. Sonra *Müslümân* yaratmış.
Sonra Sevgili Habîbine *Ümmet* yaratmış. Ne büyük *Seâdet*’dir bunlar. En mühimi de, sevdiklerinin *Yolu*’nu göstermiş.
O *Büyük*’leri tanıtmış ve sevdirmiş. Bu, en büyük *Ni’met*’dir. Onun için çok bahtiyârız.
● ● ●
*Üç kızı* olan Cennete kolay girer. *İki kızı* olan da Cennete kolay girer. *Bir kızı* olan da.
*Kız* babalarının *Rızk*’ı geniş olur. Çünkü kız çocuklarının rızkı, babalarının *Eli* ile gelir.
Büyükler buyuruyor ki: *Ya hayr söyle, ya da sus!* Bu odada büyüklerin isimleri var.
*İmâm-ı Rabbânî* hazretlerinin ismi var. Onun için şimdi buraya *Feyz* ve *Bereket* iniyor.
Efendi hazretleri bir gün; *Allahü teâlâ her an hâzırdır ve nâzırdır*, buyurdu. Yâni her şeyi, her an, *Görür* ve *Bilir*.
*Evliyâ* ise ancak çağırıldığı zaman orada *Hâzır* olur. Çağırılmadan, hâtırlamadan *Gelmez*.
Yâdigâr mektûblar 148.mektûb
Büyük Doğu Mecmuası'na yazılmıştır (13 Ocak 1971)
Huzûr-ı âlîlerine
[Mevcut hükûmetin aleyhinde yazılmasını] emrettiğiniz arîzayı yazmak için kalemi elime aldım. Fakat kalemim ve dilim bana isyan ettiler. Vicdanımdan fetva istedim; Haddini bil! Yüksek âlimler, namlı edipler ve ileri gelen velilerin, esrar hazinelerinden derleyip devşirerek gençlere saçtıkları ulu sözleri anlamak ve övmekten âciz olduğun halde bu ağır yüke nasıl dayanabilirsin? cevâbı ile suçlandırıldım.
Hakkımdaki yazılarınızı bir ikaz, hattâ iltifat telâkki eder, hakikat güneşinin bir aynasına muhatap oluşum müjdesini kendime ebedi bir şeref bilirim, efendim.
İrfan meydanının süvarilerine tutkun ve büyük velilere hayran, iz'an yoksunu Hüseyin Hilmi.
Not: Hilmi Işık ile Necib Fazıl Kısakürek, Seyyid Abdülhakîm Efendi'nin talebeleri olmak dolayısıyla tanışırlardı. Necib Fâzıl, O ve Ben kitabında Hilmi Işık efendi'yi, Abdülhakîm Efendi'nin müstesnâ bağlıları arasında övgüyle zikreder. Necib Fazıl Bey, 1969'dan itibaren kurulan küçük sağ partileri desteklerdi. 1970'de kurulan Hakikat Gazetesi'nin merkez sağ yanında duruşuna karşı çıktı. Hükümet aleyhinde yazmasını istediği yazıyı yazmayı Hilmi Efendi nazikçe kabul etmeyince, Büyük Doğu'da, 1971'de Hakikat Gazetesi ve Hilmi Işık Efendi aleyhinde ağır bir yazı yazdı. Hakikat Gazetesi de kendisini müdafaaya girişti. Böylece bir polemik doğdu. Necib Fazıl Bey, Hilmi Işık Efendi ile görüşmek istedi. Hilmi Işık Efendi, Necib Fazıl Bey'i dinledikten sonra, merkez sağı, tek parti iktidarının tekrar kurulmaması için desteklediğini anlattı. Bunun üzerine Necib Fazıl Bey yumuşadı. Zamanla kendisi de merkez sağı destekledi. Birkaç sene sonra, "Sen haklı çıktın" dediği Hilmi Efendi ile tekrar görüşüp helalleştiler. [Bkz. Ekrem Buğra Ekinci, Ebedî Seâdet Yolunda Bir Ömür-Hüseyn Hilmi Işık, s.137,203.]
Hızır aleyhisselam ölmüşdür ruhu insan şeklinde görülüyor
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*Hızır* aleyhisselâm, bâzı âlimlere göre *Diri*’dir. Bâzılarına göre ise *Ölmüş*’dür, *Rûh*’u insan şeklinde görülüyor. Doğrusu da budur.
Çünkü, Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde; *Mûsâ aleyhisselâm sağ olsaydı, hiç yanımdan ayrılmazdı*, buyuruyor.
*Hızır* aleyhisselâm da *Sağ* olsaydı, O da Peygamber Efendimizin yanından ayrılmazdı.
● ● ●
Mâlâyâni ile uğraşana *Selâm* bile verilmez. Boş durmak da, *Mâlâyâni* demekdir.
En fazla ana-babaya *Merhamet*’li olmalıdır. Bilhassa *Anne*’ye. Çünkü anne hakkı *Baba*’dan fazladır. Onlar, çocuklarını merhametle, şefkatle büyütürler.
*Hayr*’lı işde acele etmek lâzım. Ama *Karar* verirken acele etmiyeceğiz. Karar verdikden sonra, o işi yapmakda *Acele* edeceğiz. Karar verirkenki aceleye, *Şeytan* karışır.
Düşünerek *İyi* karar vereceğiz. Verilen kararı tatbîkde *Acele* edeceğiz. Çünkü müslümân, *Hayr*’sız işe karar vermez, *Hayr*’lı işe karar verir.
*Küfr*’den sonra en büyük günâh, *Gıybet* etmektir. Gıybet edene mâni olmak çok *Sevap*’dır.
Meselâ birini *İçki* masasına çağırsalar, o da, *Harâm* olduğu için gitmese, nasıl *Sevap* kazanırsa, *Gıybet* edene mâni olmak da öyle *Sevap*’dır, hattâ daha *Büyük* sevapdır.
Allahü teâlânın insanı en çok beğendiği hâl, *Secde*’deki hâlidir. Onun için *Büyük*’ler, secdede çok kalabilmek için, secde *Tesbîh*’lerini 5, 7, 9, 11 kerre söylerler.
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Efendi hazretlerinin karşısında otururken *Yüzleri*’ne bakamazdım. Bir defâ *Bakdım*, ona da *Pişmân*’ım. Neden?
Çünkü o anda *Bana* bakıyormuş Mübârek. Ben bakınca, gözlerini *Ben*’den çevirdiler. Onların bakışları *Şifâ*’dır kardeşim.
● ● ●
*Abdülhamîd Hân*, dışarı talebe göndermezdi. En modern şekilde *Tıb fakültesi* kurdurup, dışarıdan hocalar, profesörler getirirdi.
Buna rağmen son zamanlarda bâzı *Kişi*’ler, güyâ tahsîl için *Avrupa*’ya kaçdılar. Ama maksatları *Başka* idi. İşte o kaçıp gidenler, Fransa’da *Mason* oldular.
Ve döndüklerinde *Abdülhamîd Hân*’ı yıkdılar. Efendi hazretleri; Abdülhamîd Hân *Taht*’dan indirildi. Dünyâdan *Refah* ve *Huzûr* kalkdı, kıyâmete kadar da *Böyle* gider, buyurdu.
● ● ●
*Şeytan*, şetâne kelimesinden gelir ki, Allahü teâlânın *Rızâsı*’ndan sapdırıcı demekdir. Üç çeşid şeytan vardır: *İblîs* ve sülâlesi. İnsan ve cinnîlerin *Kâfir*’leri, bir de insanın *Nefs*’i.
Cinlerin ömürleri *Bin Sene*’den fazladır. *İblîs*, kıyâmete kadar yaşamak için Allahü teâlâdan *İzin* istemiş ve *İzin* verilmişdir. Efendimiz’in zamânından beri yaşıyan *Cin*’ler vardır.
*İmâm-ı Rabbânî* hazretleri buyurmuş ki:
*Cinleri* gördüm, her sokakda insanlardan *Fazla* idiler. Her birinin başında iki *Melek* onları zincire bağlamış *Dövüyor*’lar, insanları bunların zararından *Koruyor*’lardı.
Şeytan, insanın *Damar*’larına girer, yalnız *Kalb*’e giremez. Kalp, Allahü teâlâya *Mahsus*’dur.
Kalb’in üzerinde siyah bir *Nokta* vardır. Şeytan oraya kadar gelir, kalbe *Vesvese* verir. Eskiden *Putlar*’ın içine girip de konuşurlardı.
Hüseyin Hilmi Işık Efendi'nin bir hatırası
Ankara'da fazla ahbabım yoktu. Ev sahibimiz Emin efendi'den başka, Abdülhakîm Efendi Hazretleri'nin damadı İbrahim Arvas, yeğeni Faruk Işık ve diş tabibi Sabri Gökkaya Beyler ile görüşürdüm. Her cumartesi öğleden sonra Faruk Bey'in evine giderdim. Mektûbât okurduk. Bağlum'u ziyaretten dönerken umumiyetle İbrahim Arvas Bey'e uğrardım. Faruk Bey her sene umumî bir iftar verirdi. 1945 senesiydi. Bir defasında bu iftara Necib Fâzıl da gelmişti. Kaşgarî Dergâhı'ndan tanışırdık. İftardan sonra onu evime götürdüm. Kendi yatağımda yatırdım. Bizim hanım istanbul'daydı. Sahur hazırladım. Sonra kendisini kaldırmaya gittim. Baktım uyumamış. "Mektûbât olan yerde uyunur mu?" dedi. Sonra beraber sabah namazını kıldık. Namazı sandalyede kılıyordu. Ayağı ağrıdığı için böyle yaptığını söyledi. Namazın sandalyede kılınmayacağını; yere oturup ayaklarını kolay geldiği şekilde uzatarak kılınması gerektiğini anlattım. Hak verdi.
Not: Hastanın ve seferde olanın farzları, sedirde, sandalyede, ayaklarını sarkıtarak oturup, îmâ ile kılmaları câiz değildir. Hasta, yerde veyâ uzunluğu kıble istikâmetinde olan sedirin üstünde, kıbleye karşı oturarak kılar. Tam İlmihâl,s.223. Rükü' ve secdeleri, başı ile îmâ eder. s. 274.
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Bu zaman *İnzivâ* zamânı kardeşim. Hiçbir şeye karışmamalı, hiç *Münâkaşa* etmemeli. Bu zamanda hiç kimseyle münâkaşa edilmez.
Çünkü herkes, *Eli bıçak*’lı şimdi. *Eli tabanca*’lı. Ellerine bir *Tabanca*, bir *Bıçak* alıp, masa başına oturuyorlar. Sonra bir münâkaşa başlıyor.
Ondan sonra *Bıçak*’ları, *Tabanca*’ları çekiyor, birbirlerini öldürüyorlar. Hani *Ahbâb*’lık, hani *Arkadaş*’lık, ne oldu? Hiç!
*Kul hakkı*, ne kadar az olsa da, *Helâllık* almadıkca Cennete girmeye *Mâni*’dir, kul hakkından çok *Korkmak* lâzım, çoook.
Ne kadar az olsa da *Korkmalı* kardeşim. Üzerinde *Kul hakkı* bulunan mevtânın *Rûh*’u, göklere yükselemez.
● ● ●
Namaz kılarken, *İki secde* arasında ve *Rükû*’dan kalkıp dikildikde, vücûd hiç hareket etmiyecek kadar *Durma*’ya çok ehemmiyyet vermelidir. Bu, ya *Farz*’dır veyâ *Vâcib*’dir.
İnsan öldükden sonra kabrinde dirilecek. O zaman; *Aaa, ne kadar vakit geçdi acabâ, bir sâat mı, iki sâat mı?* diyecek. Hâlbuki kaç bin sene geçdi, haberi yok.
Aynen *Uyku*’daki gibi işte. İnsan *Akşam* yatıp uyuyor, bir de uyanıp sâate bakıyor ki, *Sabah* olmuş, hiç haberi yok. Evliyâlar, uyurken de hep *Allahü teâlâ*’yı düşünürler, Onu *Zikr*’ederler.
Hepimiz birbirimize *Duâ* edeceğiz kardeşim. Ama duânın şartlarından biri de, *Müsâfeha* etmekdir. En büyük *Hizmet*, bu zamanda bu kitapları *Yaymak*’dır.
Birine bir *Kitap* vermek, büyük bir *İbâdet*’dir. Müslümânların bulunduğu kabristânda olmak, büyük bir *Ni’met*’dir.
Neden? Çünkü bilen, bilmiyen, köylüler, herkes kabristândaki *Mevtâ*’lara Kur’ân-ı kerîm okurlar. Şimdi bu kabristânda olanlar yaşadı. Hepsine okuduk çünkü.
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*Şeyh Sa’îd* hâdiselerinde çok müslümânın kanı döküldü. Efendi hazretleri, Şeyh Sa’îd için;
*Harâm işledi, âhiretde mes’ul olacak, bunun için suâl olunacak, hasâba çekilecek*, buyururlardı.
Efendi hazretlerinden duyduk, diye *Kitâb*’a yazamazdık. *Efendi hazretleri böyle buyurdu*, dersek, Ona *Dil* uzatırlar.
Bu meseleyi, diğer mûteber kitaplarda görünce, bizim *Ehl-i sünnet yolu* kitâbımıza ilâve etdik.
*Seyyid Kutb* ve *Abduh* gibilerinin de hükümete isyân etmelerinin doğru olmadığını yazdık kardeşim.
● ● ●
*Hırka-i şerîf*’i ziyâret âdâbı, aynen *Kabir* ziyâreti gibidir. Çok gidilmez.
Biz, Efendi hazretleriyle *Hırka-ı şerîf*’i ziyârete gitdiğimizde, uzakdan *Saygı* göstererek ziyâret etdiler, *Hırka*’ya dokunmadılar.
Yine, *Hâlid bin Velîd* radıyallahü anh, Peygamber aleyhisselâmın bir *Kıl*’ını sarığında taşıdığı için hep *Zafer* kazandı. Ama o *Kıl*’ı, bir kerre bile öpmedi.
*Ayak izi* de öyle. Zâten *Ayak izi* kesin olarak *Belli* değildir. Ama teberrüken, *Hürmet*’le ziyâret edilir.
Bunun gibi, *Büyük*’lerin hırkası, gömleği, takkesi, *Kullanmak* içindir. Saklanılmaz, karşısına geçip *Tapınır* gibi yapılmaz.
● ● ●
*Berât Gecesi*’inde, o sene yaşıyacakların *Berât*’ı verilir. Bir sene yaşamıyacaklarınki verilmez.
*Berât Gecesi*, sabaha karşı İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hanımı, üzüntüyle; *Acabâ bu gece kimlerin berâtı verilmemişdir?* demiş.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri de kuddise sirruh ona cevâben; *Ya kendi berâtının verilmediğini bizzât görenler ne yapsın?* buyurmuşlar ve o sene vefât etmişler.
Hilmi sen haklı çıktın
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Peygamber Efendimiz ne buyuruyor? *Men sabera zafera*. Yâni sabreden kazanır, buyuruyor. Hadîs-i şerîfdir bu. *Hüccet*’dir, *Sağlam*’dır. Birbirimize duâ edelim kardeşim.
*Duâ-i zahrül gayb icâbete makrûndur*. Ne demek bu? Yâni, arkadan yapılan duâ kabûl olur. Öyleyse birbirimize, arkamızdan *Hayr Duâ* edeceğiz. Sizin duânız *Makbûl*’dür.
● ● ●
Yavuz Sultân Selîm hân, sefere giderken, yanında hocası *Ahmet ibni Kemâl paşa* hazretlerini de götürürmüş.
Bir seferden *Zafer*’le dönerken *Hoca*’sının atının ayağından sıçrayan *Çamur*, Yavuz Selîm’in *Cübbe*’sine gelmiş.
Hocası, *Sultân Kızacak* diye korkmuş. Ama Yavuz Selîm Hân kızacak yerde *Memnûn* olmuş.
Hattâ; Cübbem, hocamın atının ayağından sıçrayan *Çamur*’la şereflendi demiş ve; *Bu çamurlu cübbeyi, ben ölünce üzerime örtersiniz!* diye vasiyyetde bulunmuş.
Hakîkaten o *Cübbe*, yirmi sene evveline kadar *Sanduka*’nın üzerinde idi. Aradan *Yüz Yıllar* geçince, artık dökülmeye başladı diye bir *Kutu*’ya kondu. Başucunda duruyor. *Mâvi*’msi bir kumaşdır.
● ● ●
*İzâ Câe* sûresi geldiği zaman, Eshâb-ı kirâm *Sıkıntı*’da oldukları hâlde çok sevinmişler. Çünkü bu sûrede meâlen; *İnsanların fevc fevc müslümân olduklarını görürsün*, diye müjde veriliyormuş.
Ama Efendimiz aleyhisselâm sevinmemişler. Eshâb-ı kirâm merak edip; *Yâ Resûlallah! Niçin sevinmiyorsunuz?* diye sormuşlar.
Efendimiz aleyhisselâm; *Öyle bir zaman da gelecek ki, o zamanda, fevc fevc dinden çıkacaklar. Onun için sevinemiyorum*, buyurmuşlar.
Somuncu Baba
Âlim ve veli bir zattır. Asıl ismi Hamid’dir. "Somuncu Baba" lakabıyla meşhurdur. 1349’da Kayseri'de doğdu. Şam'a gidip ilim öğrendi. Orada pek çok velinin sohbetlerine katıldı. Manevi yol ile Bayezid-i Bistami'den feyz aldı. Tebriz yakınlarında Hâce Alâeddin-i Erdebili’den ilim öğrendi. Tasavvufta üstün derecelere kavuştu. Hâce Erdebili, bir gün Hamid-i veli'ye; "Artık öğrendiğin ilmi, insanlara öğretmek üzere Anadolu'ya git" buyurup, ona izin verdi. Hâce, onu talebeleriyle birlikte, "Şemseddin-i Tebrizi Makâmı" denilen yere kadar uğurladı. Sonra onu haset edenlerin de bulunduğu topluluğa dönerek; "Hamid'in arkasından bakın. Eğer dönüp bizden tarafa bakarsa, Anadolu'da onun ilminden istifade ederler. Bakmazsa, onun ilminden hiç kimse istifade edemez" buyurdu. Oradakiler merakla Hamid'in arkasından bakmaya başladılar. Hamid-i veli, gözden kaybolmadan önce iki defa arkasına baktı. Onu haset edenler, yanlışlıklarını anladılar.
Kayseri'de talebeleri, ondan feyz almaya başladı. Talebelerinden Şücâ-i Karamâni'ye; "Ankara'da Numan isminde bir müderris var. Onu buraya davet et" buyurdu. O da Ankara'ya gitti. Müderris Numan; "Bu davete icabet lazım" diyerek, beraberce Kayseri'ye geldiler. Bayram günü buluştukları için, hocası ona "Bayram" lakabını verdi. Müderris, sohbetlerini dinleyince, onun büyük bir âlim ve veli olduğunu anladı. Hocasından zâhiri ve bâtıni ilimleri öğrenerek kısa zamanda büyük mesafeler aldı. Hacı Bayram, kendisini tasavvufa verdi ve bu yolda yüksek derecelere kavuştu.
Somuncu Baba, Tebriz'e ve oradan da Anadolu'ya gelip, Bursa'ya yerleşti. Hacı Bayram-ı veli, sık sık Bursa'ya gelip onu ziyaret ederdi. Bursa'da ilmini kimseye söylemedi. Halk içinde Hak ile olmaya gayret etti. Bir fırın yaptırdı. Fırınına merkebiyle dağdan odun getirir, onunla ekmek pişirirdi. Somun satarak geçimini sağlardı. Halk, buna "Somuncu Baba" der ve pişirdiği ekmeğin lezzetine doyamazdı. Fırını, Ali Paşa Çınarı civarında olup, iki gözlü idi. Fırının bitişiğinde de, ibadet ettiği bir odası vardı.
Yıldırım Bayezid han, Bursa'da Ulu Camiyi yaptırırken, çalışan işçilerin ekmek ihtiyacını Somuncu Baba temin etti. Caminin yapılması bittikten sonra, bir Cuma günü açılış merasimi yapıldı. O gün başta Yıldırım Bayezid han, damadı Seyyid Emir Sultan, Molla Fenari, ulemadan pek çok kimse Ulu Camiyi doldurdu. Padişah, caminin açılış hutbesini okumak üzere Emir Sultan'a vazife verdi. O da "Sultanım! Zamanın büyük âlimi burada iken, bizim hutbe okumamız uygun değil. Hutbeyi okumaya layık zât şudur" diyerek, Somuncu Baba'yı gösterdi.
Somuncu Baba, Padişahın emri üzerine minbere giderken Emir Sultan'ın yanına gelince; "Emir'im, niçin beni ele verdin?" dedi. O da; "Bu işe senden daha layık olanı yok" dedi. Bu konuşmaları dinleyen cemaat, Somuncu Baba'nın hutbesini merakla bekliyordu. Somuncu Baba, hutbede; "Bâzı âlimlerin, Fatiha-i şerifenin tefsirinde anlayamadığı kısımlar vardır. Onun için bu surenin tefsirini yapalım" buyurarak, Fatiha suresinin, yedi türlü tefsirini yaptı. Herkes şaşırıp kaldı. Molla Fenari hazretleri; "Somuncu Baba, önce bizim Fatiha suresindeki müşkülümüzü halletti. Onun büyüklüğüne, bu yedi çeşit tefsir kâfidir" dedi.
Namazdan sonra bütün cemaat, Somuncu Baba'nın elini öpmek istedi. Onların bu arzusunu kıramayıp, kapıda durdu. Caminin üç kapısından çıkan herkes; "Ben Somuncu Baba'nın elini öptüm." diyordu. Somuncu Baba, Allahü teâlânın izniyle her üç kapıda da aynı anda bulunarak herkese elini öptürmüştü. Molla Fenari'nin, ondan aldığı feyiz ile yazdığı tefsirini âlimler çok beğenmiş, muteber bir tefsir olduğunu söylemişlerdir.
Somuncu Baba, durumunun anlaşılması üzerine, bir sabah erkenden, birkaç talebe ile yola çıktı. Aksaray'a geldi. 1412’de, bir gün tanıdıkları ile helalleşti. İki rekat namaz kıldı. Uzun bir duadan sonra kelime-i şehadet getirerek vefat etti.
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Ben *Yedi-sekiz* yaşlarımdayken, mektep dağılacağı zaman, muallimler talebeye toplu olarak bir *Şey* söyletirlerdi. Bu, *Âdet*’di o zamanlar. Şunları söylerdik.
*Ve dahî kabirde suâl meleklerine cevâbım;*
*Rabbim Allah, dînim islâm, kitâbım Kur’ân-ı azîmüşşân*.
*Peygamberim hazret-i Muhammed Mustafâ aleyhisselâm*.
*Îtikâdda mezhebim ehl-i sünnet vel cemâat. Amelde mezhebim İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe*.
Bunu üç kerre söyler, sonra dağılırdık. Şimdikiler, *Şarkı türkü* söyletiyorlar çocuklara. O zamanki hocalarımız bize bunları söyletirdi.
*Ne güzel*. Bize bunu öğreten hocamız *Tâhir Efendi* diye biriydi. Yetmiş seneden fazla oldu, hâlâ unutmuyorum.
Kendisini *Görsem* belki tanımam, ama öğretdikleri hâlâ hâtırımda. Her hafta okunan *Hatim*’leri, Tâhir Efendinin *Rûh*’una da gönderiyorum.
● ● ●
*Evliyâ*’nın büyüklerinden *Ebül Hasan-i Harkânî* hazretleri, bir gün yolculuğa çıkacak olan talebelerine;
*Yolda eşkıyâ ile karşılaşırsanız (Yâ Ebel Hasen!) diyerek beni çağırın!* diye tembîhte bulundu. Talebeler yola çıkıp, az sonra *Eşkıyâ* ile karşılaşdılar.
Fakat hocalarının tembîhini unutup, Hemence; *Yâ Rabbî bizi kurtar!* diye yalvarmağa başladılar. Ama hepsi de *Soyuldu*’lar.
Sabahleyin bir de bakdılar ki, içlerinden *Biri* soyulmamış. O soyulmıyan arkadaşlarına; *Sen ne yapdın da, eşkıyâlar seni görmedi?* diye sormuşlar.
O da demiş ki, eşkıyâlar beni gördüler. Yalnız hocamız bize; *Yolda eşkıyâ ile karşılaşırsanız (Yâ Ebel Hasen!) diye beni çağırın!* demişdi ya, ben de öyle dedim. Onun için bana dokunmadılar.
Soyulan arkadaşları şaşırmışlar. Geri dönüp *Hocaları*’na sormuşlar. Hocaları onlara buyurmuş ki:
Siz, *Allah*’dan yardım istediniz, ama *Hangi ağız*’la istediniz? *Harâm* giren ve *Harâm* çıkan ağızla yapılan *Duâ*’yı Allahü teâlâ kabûl etmez.
Arkadaşınız, benden *Yardım* isteyince, ben onu *Duydum* ve arkadaşınız için *Duâ* etdim. Allahü teâlâ da benim duâmı *Kabûl* etdi ve o arkadaşınız öyle kurtuldu, buyurmuş.
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Mürtedler, münâfıklar *Dedikodu* yaparlar. Mü’minler, sâlihler ise *Duâ* ederler. Aradaki farka bakın! Biz dedikodu yapmayız. Hattâ buna *Tenezzül* etmeyiz.
Rabbimizin *Harâm* etdiği şeye yanaşmayız. Biz, müslümânlara *Hayr duâ* ederiz. Bütün *İbâdullah*’ın, yâni Allahın kullarının *Hidâyet*’i için *Hayırduâ* ederiz.
Eshâb-ı kirâmın *Köle*’leri bile, Tâbiînin en *Yükseği* olmuşdur. Abdullah ibni Ömer’in kölesi *Hazret-i Nâfî*, Tâbiînin en büyüklerindendir. Hepsi de öyledir.
*Kur’ân-ı kerîm*’i Allah rızâsı için *Ezberliyen*’ler ve Allah rızâsı için *Okuyan*’lar, Allahü teâlânın *Evliyâ*’sıdır. Evliyâsıdır ne demek?
Yâni Allahın *Dost*’larıdır. Onlara *Düşman*’lık eden kimse, Allahü teâlâya *Düşman*’lık etmiş olur. Hadîs-i şerîfdir bu.
Kur’ân-ı kerîmi Allahü teâlânın *Rızâ*’sını kazanmak için *Ezber*’liyenler ve Allah rızâsı için okuyan *Hâfız*’lar, Allahın *Dost*’larıdır. Bunlara *Düşman*’lık, Allahü teâlâya *Düşman*’lıkdır.
Birbirimizi seveceğiz kardeşim. Ama anamızın, babamızın da *Kıymet*’ini bileceğiz. Kıymet bilmek nasıl olur? Onları *Üzmiyeceğiz*, *İncitmiyeceğiz*, gönüllerini alacağız.
*Duâ*’larını alacağız, *Rızâ*’larını alacağız. *Cennet, annelerin ayakları altındadır*, buyuruldu. Ananın, babanın evlâdına *Duâ*’sı, Peygamberin ümmetine *Duâ*’sı gibidir.
*Harâm*’lardan sakınmak, *Farz*’ları yapmakdan daha *Mühim*’dir. En büyük harâmlardan biri de *Bid’at* ehliyle *Ahbâb*’lık etmekdir.
*Kâfir*’lerle ve *Bid’at* ehliyle ahbâblık etmek, insanı *Felâket*’e sürükler kardeşim.
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*Mazhar-ı Cân-ı Cânân* hazretlerinin 25.ci mektûbunda buyuruyor ki:
İnsanların başına gelen her *Dert* ve *Belâ*, her *Musîbet*, her *Sıkıntı*, kötü amellerimizin karşılığıdır. Cezâ, karşılık demekdir.
Yâni başımıza bir *Dert*, bir *Musîbet* geldiyse, muhakkak *Kötü* bir amel yapmışızdır. Bir *Günâh* işlemişizdir, onun karşılığıdır.
Ne yapacağız peki? Hemen *Pişmân* olup, *Tövbe* edeceğiz, *Af* dileyeceğiz, *İstiğfâr* edeceğiz. İstiğfâr edince o kötülük gider. Demek ki en birinci ilâç, *İstiğfâr*’dır.
*Estağfirullah el azîm el kerîm ellezî lâ ilâhe illâ hû. El hayyel kayyûme ve etûbü ileyh*.
Bunu okudun mu, yapdığın *Kabâhat* affolur. Kabâhat afvolunca da, o başına gelecek olan *Derd-ü belâ* artık gelmez, *Geri* gider.
Bir gün Peygamber Efendimiz, Eshâbı ile oturmuş sohbet ederlerken; *Biraz sonra buraya çok kötü biri gelecek, onun zulmeti şimdiden gelmeye başladı*, buyurmuş.
Biraz sonra *Biri* girmiş içeri. Efendimiz, onu gâyet *Güzel* karşılamışlar. *Güler yüz* göstermişler. Yanında *Gülmüş*’ler, *Neş’elenmiş*’ler. Biraz sonra bu kimse gitmiş.
Hazret-i Ömer radıyallahü anh; Yâ Resûlallah! *Kötü biri gelecek* buyurmuşdunuz. Siz bu adamın yanında *Güldünüz, neş’elendiniz*. Yoksa bu adam, o bahsetdiğiniz *Kötü kişi* değil miydi? diye sormuş.
Resûlullah Efendimiz de aleyhisselâm; *O kötü kişi bu idi*, buyurmuşlar ve böyle davranmasının sebebini şöyle *Îzah* etmişler:
Bunun yanında, birçok *Müslümân* kardeşlerimiz var. Ben o kişiye *Kötü* davransaydım, bana bir *Şey* yapamazdı. Fakat yanındaki müslümânlara *Eziyet* ederdi.
Ona *Güler yüz* göstererek *Müdârâ* etdim, o da sevindi, memnun oldu. Böylelikle yanındaki müslümânlara *Eziyet* etmez artık, buyurmuşlar.
İsmin müsemmâya te’sîri çokdur
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*Kıyâmet* alâmetlerinin şimdi *Çoğu* çıkmış, her yere yayılmış. Bu alâmetlerden biri de, *Câhil*’ler çoğalacak, *Âlim*’ler azalacak.
Câhiller, dinde *Söz sâhibi* olup, herkese *Yanlış Yol*’u gösterecekler. O hâlde müslümânlar *Uyanık* olmalı. Herkesin *Sözü*’ne güvenmemeli.
Kime güvenmeli öyleyse? Sâdece *Ehl-i sünnet Âlimleri*’ne ve onların yazmış olduğu *İlmihâl Kitapları*’na güvenmeli.
Neden? Çünkü o *Büyük*’lerin sözleri ve yazıları *Hak*’dır, *Doğru*’dur. Bundan altmış sene evvel bir ahbâbımız vardı. Onun da bir *Oğlu* vardı, oniki yaşında.
*Sârâ* gibi bir hastalık geldi çocuğa. Muâyene, muâyene, muâyene. *Çâre*’sini bulamadılar. Nihâyet bir *Hoca*’ya göstermişler. Eski zamânın hocaları *Âlim*’di.
O hoca demiş ki: Bu *İsim*, bu çocuğa *Ağır* geliyor, ismini değişdirin. Bu isme, bu *Beden* tahammül edemiyor. Çocuğun ismini *Nihad* koyun! demiş.
*İsmi*’ni değişdirdiler, *İyi* oldu çocuk. İsmin te’sîri çokdur. Müslümân olan, *Evlâd*’ına müslümân ismi koymalıdır.
İbni Âbidîn; En iyi isim *Abdurrahmân* dır, diyor. Allahü teâlânın kulu demek. *Abdullah* ve *Abdülhalîm* gibi isimler de böyle.
Allahü teâlânın *Kulu* olduğunu bildiren *İsim*’lerdir. Ondan sonra Peygamber Efendimizin ismleri; *Ahmed*, *Mehmed*, sonra Peygamberlerin isimleri.
Ondan sonra da Eshâb-ı kirâmın ismleri kıymetlidir, diyor. *Çünkü ismin, müsemmâya te’sîri çokdur*, diyor İbn-i Âbidîn hazretleri.
Allah indinde zemân yokdur
*“Allah indinde zemân yokdur. Büyükler indinde de zemân yokdur. Ezel ve ebed indallah’ta bir an gibidir. Bir an bile denilemez. Zira o anda zemândır”.*_
(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)
Tedbir ve Takdir
_Efendi “kuddise sirruh hazretleri buyuruyorlar;_
_*Tedâbir, tekada-yı tekadirdir.* Alınan tedbir ve sebebler ezeldeki takdîrin iktizâsıdır. Takdîr ekseriya irâde-i cüziyyeye uymaz._
_Yine buyurdular ki; “rahmetullahi teâlâ aleyh “_
_*Her türlü sebebe yapıştım ama takdîr yine böyle oldu._*
_Yine buyururdu ki;_
_*“Tecrir riyâh bi-ma lâ teştehis süfün.”* _Rüzgâr gemicilerin arzûsu zıddına eser.”_
*_Yine Buyurdular ki:_
_*“Allah indinde zemân yokdur. Büyükler indinde de zemân yokdur. Ezel ve ebed indallah’ta bir an gibidir. Bir an bile denilemez. Zira o anda zemândır”.*_