TESAVVUF EHLİNİN YOLU

 Yukarıda bahsi geçen ilmleri inceledikden sonra, bütün dikkat ve gayretimle tesavvuf yolunu incelemeye başladım. Şunu anladım ki, tesavvuf yolu, ilm ve amel ile temâmlanıyor. Tesavvuf ehlinin ilminin özü nefse âid olan mâni’leri geçmek, nefsi kötü huylardan ve fenâ vasflardan temizlemekdir. Kalbden Allahü teâlâdan başka herşeyin düşüncesini atmak ve kalbi Allahü teâlânın zikriyle süslemekdir.


Tesavvufun bu ilm yönü, bana amel yönünden dahâ kolay geldi. Bu sebeble önce tesavvuf ehlinden Ebû Tâlib Mekkînin (Küt-ül-kulûb) adlı kitâbını, Hâris-i Muhâsibînin kitâblarını,Cüneyd-i Bağdâdînin,İmâm-ı Şiblînin,Bâyezîd-i Bistâmînin “radıyallahü anhüm” ve diğer büyük sôfîlerden nakl edilen sözlerin bulunduğu kitâbları okuyup, incelemek sûretiyle, bu ilmi tahsîle başladım. Bu zâtların ilmle anlatdıkları maksadlarının özüne vâkıf oldum. Tesavvuf yolunun işitmekle ve öğrenmekle elde edilebilecek yönünü tahsîl etdim.


Anladım ki, tesavvuf ehlinin bu büyüklerinin kavuşmak istedikleri gâye, öğrenmekle değil, tadmak, yaşamak, sıfatları ve hâli değişdirmekle ele geçer. Sıhhatin, tokluğun sebeblerini, şartlarını öğrenmek ayrı, sıhhatli ve tok olmak ayrı şeydir. Aralarında çok büyük fark vardır. Bunun gibi, serhoşluk mi’deden dimâga yükselen buhârın, dimâgı sarmasından ortaya çıkan bir hâldir şeklindeki ta’rîfini bilmekle, serhoş olmak arasında da büyük fark vardır. Fekat, serhoş olan serhoşluğu ta’rîf edemez. Serhoşluğun ne olduğunu bilmez. Aklı başında olan bir kimse ise, serhoşluğu ta’rîf eder, alâkalı şeylerini bilir. Hâlbuki, kendisinde serhoşluk hâli yokdur, serhoş değildir. Hasta olan doktor, sıhhatin ta’rîfini, şartlarını ve ilâclarını bilir. Hâlbuki, o ânda sıhhatini kaybetmişdir.


İşte bunun gibi, zühdün, dünyâdan yüz çevirmenin hakîkatini, şartlarını, sebeblerini bilmekle, zâhid olarak yaşamak arasında fark vardır. İyice anladım ki, tesavvuf ehli güzel hâllere sâhib ve kuru sözlerden uzakdırlar. Tesavvufda ilm yoluyla öğrenilmesi mümkin olan şeyleri tahsîl etdim. Benim için, işitmekle ve öğrenmekle elde edilemeyen ancak, tatmakla, yaşamakla, o yolun ehli olmakla kavuşulandan başka bir şey kalmamışdı. Dînî ve aklî ilmleri iyice kavramak için, lâyıkıyla öğrendiğim ilm dalları ve yükseldiğim meslekler, bana, Allahü teâlâya, Peygamberliğe ve âhıret gününe, şübhe götürmez, sağlam bir îmân kazandırmışdı.


Îmânın esâsları belli bir delîl ile değil, bilâkis sayısız sebeblerle, karînelerle ve tecribelerle kalbime iyice yerleşmişdi. Şunu iyice anladım ki, âhıretde se’âdete kavuşmak için, takvâ üzere yaşamak, harâmlardan sakınmak, nefsi hevâ ve hevesinden men’ etmek tek çâredir. Bu işin başı da, bir gurûr ve aldanış yeri olan dünyâdan uzaklaşıp, âhırete bağlanmak, bütün varlığı ile temâmen Allahü teâlâya yönelmek, kalbin dünyâdan alâkasını kesmedir. Bu ise, ancak,maldan, makâmdan, yüksek gâyelere ulaşmaya engel olan şeylerden uzak durmakla mümkin olur.


Sonra, kendi vaziyyetimi tedkîk etdim. Gördüm ki, dünyâ meşgâlelerine dalmışım. Bu meşgâleler beni temâmen sarmış hâldedir. Yapdığım işleri düşündüm. En güzel işim, ders vermek ve talebe yetişdirmekdi. Bu işde de âhırete pek fâidesi olmayan, mühim olmıyan bir takım ilmlerle meşgûl olduğumu gördüm. Ders vermekdeki niyyetimi araşdırdım. Onun da Allah rızâsı için olmadığını, şân ve şöhret kazanmak, makâm ve mevki’ sâhibi olmak arzûsundan ileri geldiğini anladım. Uçurumun kenârında olduğumu, hâlimi düzeltmezsem ateşe yuvarlanacağıma kanâ’at getirdim. Bir müddet devâmlı bunu düşündüm. Henüz irâdeme hâkim durumda idim. Birgün Bağdâddan ayrılıp gitmeğe ve o hâllerden kurtulmağa kesin karâr verirdim. Ertesi gün bu kararımdan vazgeçerdim. Karârsız bir hâlde idim. Bir sabâh âhıret arzûsu kuvvet bulsa, akşam dünyâ arzûları bir ordu gibi üzerime saldırıp, o arzûyu mutlaka dağıtıyordu. Dünyâ arzûları bir zincir gibi, beni makâm ve mevki’ye doğru sürüklüyordu.


Îmân münâdîsi de şöyle sesleniyordu: (Göç zemânı geldi. Ömrün bitmek üzeredir. Önünde uzun âhıret yolculuğu vardır. Şimdiye kadar öğrendiğin ilm ve yapdığın amel hep riyâdır, gösterişdir. Şimdi âhırete hâzırlanmazsan, ne zemân hâzırlanacaksın. Dünyâ alâkalarını şimdi kesmezsen, ne zemân keseceksin.) O zemân içimdeki önceki arzû yeniden uyanırdı. Bağdâddan ayrılıp gitmek karârım kuvvetlenirdi.


Bu sefer şeytân şöyle vesvese verirdi: Bu hâlin bir hastalıkdır. Sakın i’tibâr etme. Çünki, çabuk geçecek bir hâldir. Eğer ona uyarak şu ânda bulunduğun mevki’yi ve kimsenin bozamayacağı muntazam hayâtı terk edersen, bir gün nefsin terâr dönmek ister. Fekat bir dahâ ele geçmez.


Hicrî dörtyüzseksensekiz senesi Receb ayından i’tibâren, altı ay kadar dünyâ arzûları ile âhıret arzûları arasında karârsız kaldım. Sonra, artık iş ihtiyârî olmakdan çıkıp, zarûrî bir hâle döndü. Çünki, Allahü teâlâ dilime bir kilit vurdu.Ders veremeyecek sûretde bağlandı.Talebelerimi memnûn etmek için, birgün olsun ders vermeye kendimi zorladım. Fekat dilim bir kelime dahî söyleyemedi. Buna gücüm yetmiyordu. Sonra dilimdeki tutukluk kalbime bir hüzün verdi. Bu üzüntü sebebiyle mi’demde hazm kuvveti kalmadı. Yimekden, içmekden kesildim. Boğazımdan su geçmiyordu. Bir lokmayı hazm edemiyordum. Bu yüzden bedenim za’îfledi. Doktorlar bana ilâcın fâide vereceğinden ümîdi kesdiler. Bu durum, kalbe âid bir hâldir. Ondan da mîzâca, ya’nî tabî’atına sirâyet etmişdir. Kalbde meydâna gelen bu büyük üzüntü gitmedikce, ilâcla iyileşdirmeye imkân yokdur, dediler.


Âciz kaldığımı, irâdemin temâmen elden çıkdığını görünce, çâresiz kalan kimsenin yalvarması gibi, Allahü teâlâya sığındım. Çâresiz kalanların düâsını geri çevirmeyen Allahü teâlâ düâmı kabûl buyurdu. Bana makâm, mevki’, mal, âile, evlâd ve dost gibi şeylere gönül bağlamakdan kurtulmayı ihsân etdi. Şâmda ikâmet etmeye karâr verdim. Halîfenin ve beni sevenlerin bu arzûmu öğrenmelerini istemiyordum. Mekkeye gidecek gibi göründüm. Bir dahâ dönmemek üzere Bağdâddan ayrılacağımı latîf, uygun hîlelerle belli etmemeye çalışdım. Bütün Irâk âlimleri gitmemem için, tenkîdde bulundular. Onların arasında, herşeyden yüz çevirmemin dînî bir sebebden olduğunu kabûl edecek bir kimse yokdu. Onlar benim bulunduğum mevki’nin, dînin en yüksek mevki’i olduğunu zan ediyorlardı. Bilgileri ancak bu kadarına yetiyordu. Sonra halk, gitmemin sebebi hakkında bir takım tahmînler arasında şaşırdı kaldı. Irâkdan uzak olanlar ise, bu gidişimin memleketi idâre eden devlet adamlarının arzûlarından ileri geldiğini zan ediyorlardı. Devlet adamlarına yakın olanlar da, onların beni bırakmamak için ne kadar uğraşdıklarını, yapdığımı kınadıklarını, benim de onlardan yüz çevirdiğimi, sözlerine kulak asmadığımı görüyorlardı. Bu, Allahdan gelmiş bir işdir. Âlimlere ve ehl-i islâma nazar değdi. Bunun başka bir sebebi olamaz diyorlardı.


Malımdan, bana ve çocuklarımın nafakasına yetecek kadarını ayırdım. Geri kalanını temâmen dağıtdım. Irâk malı müslimânlara vakf olduğu için, böyle işlere ayrılması câizdir. Dünyâda, bir âlimin çocukları için ayıracağı bu maldan dahâ iyi bir mal görmedim. Nihâyet, Bağdâddan ayrılıp,Şâma gitdim.Şâmda iki seneye yakın ikâmet etdim.Bu zemân içinde, tesavvuf kitâblarından öğrendiğim gibi, nefsimi fenâ hâllerden temizlemek, ahlâkımı güzelleşdirmek, Allahü teâlâyı zikr etmek, kalbimi tasfiye etmekle meşgûl oldum. İnsanlardan uzak durup, zemânımı riyâzetle ve ibâdetle geçirdim. Şâmdaki Emevî câmi’nde bir müddet i’tikâfa girdim. Câmi’nin minâresine çıkar, kapıyı kilitlerdim ve bütün gün orada kalırdım. Sonra Kudüse gitdim. Beyt-i mukaddese girdim. Her gün Sahrâtullaha (Peygamberlerin ve Evliyânın ibâdet mahalli olmakla meşhûr yer) girer, kapıları üzerime kilitlerdim.


Kudüsü ve Hazret-i İbrâhîm Halîlullahı “aleyhisselâm” ziyâretden sonra, hac farizâsını yerine getirmek, Mekke-i mükerremenin ve Medîne-i münevverenin bereketlerine kavuşmak, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” kabr-i şerîfini ziyâretle şereflenmek arzûsu kalbime düşdü. Hicâza gidip, bu arzûma kavuşdum.


Dahâ sonra, çocuklarımın da’veti ve içimdeki arzû, beni vatanıma çekdi.Hiç dönme düşüncesinde olmadığım hâlde,döndüm.Yine insanlardan uzak yaşamayı tercîh etdim. Yalnız kalmağa, Allahü teâlâyı zikr etmeğe ve ondan başka herşeyi kalbimden çıkarmağa çok hırslı idim. Zemânın hâdiseleri, çoluk-çocuk derdi, geçim sıkıntısı, huzûrumu bozuyor,yalnızlıkdan duyduğum tadı bozuyordu. Bu tadı ancak arasıra duyuyordum.Bununla berâber,o hâle kavuşmaktan ümîdimi kesmedim.On sene kadar böyle devâm etdim. Yalnızlıklarım sırasında bana o kadar şey ma’lûm oldu ki, onları temâmen anlatmak mümkin değildir. Fâidelenmek için birazından bahsedeyim.


Kesin bir şeklde anladım ki, tesavvuf ehli, Allahü teâlânın yolunda olan kimselerdir. Onların hâlleri, hâllerin en iyisidir. Yolları, yolların en doğrusudur. Ahlâkları ahlâkların en temizidir. Dînin esâsına vâkıf olan âlimlerin ilmi, hükemânın hikmeti, onların hâllerinden ve ahlâklarından bir kısmını değişdirmek, dahâ iyi bir hâle getirmek için bir araya gelse, buna imkân bulamazlar. Dahâ iyisini ortaya koyamazlar. Onların zâhiren ve bâtınen bütün hâl ve hareketleri, nübüvvet kandilinin ışığından alınmışdır. Yeryüzünde ise,nübüvvet ışığından başka aydınlanacak bir nûr yokdur.


Hâsılı bir tarîkat, bir yol ki, ilk şartı olan temizlik, kalbden mâsivâyı,ya’nî Allahü teâlâdan başka herşeyi çıkarmakdır.Bunun anahtarı, kalbin dâimâ Allahü teâlâyı anmakla meşgûl olmasıdır. Bu hâl, nemâzdaki iftitâh tekbîri mesâbesindedir. Netîcesi, temâmen Allahü teâlânın varlığında yok olmakdır. Böyle bir yol hakkında başka ne söylenebilir.


Allahü teâlânın varlığında yok olmanın son mertebe sayılması, başlangıçda istek ve irâde ile yapılabilen hâllere göredir. Yoksa aslında o fenâ makâmı, tarîkatın başlangıcıdır. Ondan önceki hâller, bu yolun yolcuları için, sokak kapısı ile evin asl kapısı arasındaki avlu durumundadır. Tarîkatın başlangıcından i’tibâren keşfler, müşâhedeler başlar. Hattâ öyle olurki,sâlikler (tarîkat yolcuları) uyanıkken melekleri, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” rûhâniyyetlerini görürler. Sözlerini işitirler ve onlardan pek çok fâideler elde ederler. Dahâ sonra onların rûhâniyyetlerini ve sîretlerini görmekden öyle yüksek derecelere yükselme hâli hâsıl olur ki, bunu sözle anlatmak mümkin değildir. Kim o hâli anlatmak isterse, sözünde sakınılması imkânsız açık hatâlar olur. Hülâsâ iş, Allahü teâlâya o kadar yaklaşmak derecesine varır ki, bir zümre Allah ile birleşdiğini, bir zümre Allaha vâsıl olduğunu tehayyül eder.Bunun temâmı hatâdır.Niçin hatâ olduğunu (El-Maksad-ül-aksâ) kitâbımızda açıkladık. Kendisinde bu hâl meydâna gelen kimse:

Aklıma getirmediğim şey oldu,

Aslını sorma, iyi zanda bulun.

Ma’nâsında olan beyte uyarak, fazla bir şey söylememelidir. Netîce olarak, tesavvuf ehlinin yolunda ilerleyip, bu yola zevk ile vâkıf olmayanlar, nübüvvetin hakîkatini anlayamazlar. Sâdece ismini bilirler. Evliyâdan hâsıl olan kerâmetler, Peygamberlerden ilk zemânlarda hâsıl olan hâllerdir. Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Peygamberliği bildirilmeden önce, Hîra dağına çekilip, insanlardan uzak kalarak, Allahü teâlâya ibâdet etdiği sıradaki hâli böyle idi. Hattâ arablar, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”, Rabbine âşık oldu, dediler.


Bu öyle bir hâldir ki, ne olduğunu o yolda ilerlemiş olanlar, onu zevk ile, tadarak anlarlar. Bu zevki tatmayanlar, tesavvuf ehlinin sohbetinde bulunarak, tecribe ede ede ve işite, işite hâllerin alâmeti ve delâleti ile anlarlar. İşte tesavvuf ehli ile birlikde bulunanlar, onlardan bu yakîni istifâde ederler. Onlar öyle kimselerdir ki, sohbetlerinde bulunanlar,dalâletde kalmaz. Sohbetlerinde bulunma şerefinden mahrûm kalanlar, (İhyâ-ü ulûmid-dîn) kitâbımızın “Acâib-ül-kalb” kısmında bahsetdiğimiz gibi, aklî delîllerle bunun mümkin olduğunu yakînen anlarlar. Bu hâlleri, aklî delîllerle incelemek ilmdir. O hâller ile hâllenmek ise zevkdir, tatmakdır. Hüsn-i zan ve tecribe ile kabûl etmek îmândır. İşte bu, ilm,hâl (zevk) ve inanmak olmak üzere üç derecedir.Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Mücâdele sûresi 11.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Allah sizden îmân edenleri ve kendilerine ilm verilenleri derecelere yükseltir…) buyurdu. Bu üç dereceye kavuşanların dışında kalan bir takım câhil kimseler vardır ki, bu hâlleri inkâr ederler. Böyle sözlere şaşarlar ve alay ederler. Bunlar ne hezeyânlar yapıyorlar derler. Bunlar hakkında Allahü teâlâ,Peygamber efendimize “sallallahü aleyhi vesellem” meâlen şöyle buyurdu: (O münâfıklardan seni dinlemeye gelen de var. Hattâ Senin yanından çıkdıkları zemân, (Eshâb-ı kirâmdan) kendilerine ilm verilmiş olanlara şöyle derler: O biraz önce ne söyledi? (Böylece alay ederler). Bunlar öyle kimselerdir ki, Allah kalblerini mühürlemişdir de, hep hevâlarına uymuşlardır.) (Muhammed sûresi: 16.ci âyet-i kerîmesi.)


Tesavvuf ehlinin yolunda ilerlemem sâyesinde muttali’ olduğum husûslardan biri de, nübüvvetin hakîkati ve husûsiyyeti bana âşikâr oldu. Nübüvvetin esâsına dâir burada ma’lûmât vermek lâzımdır. Buna çok ihtiyâc vardır.

Nübüvvetin Hakikati ve Bütün İnsanların Ona Muhtac Olması

Şu bilinmelidir ki,insan dünyâya ilk geldiğinde,bilgisiz,Allahü teâlânın yaratdığı bütün âlemlerden habersiz olarak yaratılmışdır. Âlemler çokdur.Sayılarını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez.Nitekim, Kur’ân-ı kerîmde [Müddesir sûresi 31.ci âyetinde] meâlen: “Allahın ordularının sayısını Ondan başka kimse bilmez) buyurdu. İnsan, idrâki sâyesinde âlemden haberdâr olur. İdrâklerden herbiri de, insan onunla bir âlemi anlasın diye yaratılmışdır. Âlemlerden maksadımız, varlıkların çeşidleridir. İnsanda en önce dokunma duyusu yaratılır. Bu duyu ile soğuğu, sıcağı, nemi, kuruyu,yumuşağı,katıyı ve benzerlerini idrâk eder. Bu duyu, renkleri ve sesleri kat’iyyen anlayamaz. Bunlar, dokunma duyusuna göre yok demekdir. Sonra insanda görme duyusu yaratılır. Bununla da renkleri, şeklleri anlar. Görme duyusuna âid âlem, duyu ile anlaşılabilen âlemlerin en genişidir. Dahâ sonra insanda, işitme duyusu yaratılır. Bununla sesleri, na’meleri işitir. Nihâyet insanda zevk, tatma duyusu yaratılır. Böylece duyu âleminin idrâk vâsıtaları olan duyu organları temâmlanır.


Yedi yaşına yaklaşdığı zemân, temyîz gücü, ya’nî nesneleri birbirinden ayırma gücü yaratılır. Bu çağ, insan varlığının başka bir duruma girdiği çağdır. İnsan bu çağda, duyu organlarıyla anlaşılamayan şeyleri de anlar. İnsan, dahâ sonra başka bir duruma yükselir. Kendisinde akl yaratılır. İnsan akl ile, lüzûmlu, mümkin ve imkânsız olanları ayırır. Akl,temyîz ve his kuvvetlerinin,duyu organlarının anlayamadığı şeyleri anlar.


Allahü teâlâ ba’zı seçdiği kullarında, akldan sonra, başka bir kuvvet dahâ yaratır. Bununla, aklın bilemediği, bulamadığı şeyler ve ilerde olacak şeyler anlaşılır. Buna nübüvvet ya’nî Peygamberlik kuvveti denir. Temyiz kuvveti, akl ile anlaşılan şeyleri anlayamadığı için, bunlara inanmıyor. Akl da, Peygamberlik kuvveti ile anlaşılan şeyleri anlayamadığı için, bunların var olduklarına inanmıyor, inkâr ediyor. Anlamadığını inkâr etmek, anlamamanın, bilmemenin ifâdesi oluyor. Bunun gibi kör olarak dünyâya gelen kimse, renkleri, şeklleri hiç işitmese bunları bilmez. Varlıklarına inanmaz. Allahü teâlâ, nübüvvet kuvvetinin de bulunduğunu kullarına bildirmek için, bu kuvvetin benzeri olarak, insanlarda rü’yâyı yaratdı. İnsan ilerde olacak şeyi, açıkca veyâ âlem-i misâldeki şekli ile ba’zı rü’yâda görmekdedir. Rü’yâyı bilmeyen birine, insan ölü gibi baygın hâle gelip, düşünce ve bütün hisleri gidince, aklın ermediği gayba âid şeyleri görüyor denilse inanmaz. Böyle şeyin olamayacağını isbâta kalkışarak, insan etrafını his kuvvetleri ile anlıyor. Bu kuvvetler bozulursa, birşey idrâk edemiyor. Hele hiç işlemedikleri, fe’al olmadıkları zemân hiçbir şeyi anlıyamaz der. Böyle bozuk mantık yürütür. Akl ile bilinen şeyleri his kuvvetleri anlıyamadıkları gibi, nübüvvet kuvveti ile bilinen şeyleri akl anlıyamıyor.


Peygamberlik kuvvetinin bulunduğunda şübhesi olanlar,bunun mümkin olmasında veyâ mümkin ise de, vâki’ olmasında şübhe ediyorlar. Bunun mevcûd ve vâki’ olması, mümkin olduğunu göstermekdedir.


Bunun mevcûd olduğunu da, Peygamberlerin aklın ermediği bilgileri haber vermeleri göstermekdedir. Akl ile, hesâb ile, tecribe ile anlaşılamıyan bu bilgiler, ancak Allahü teâlânın ilhâm etmesi ile, ya’nî Peygamberlik kuvveti ile anlaşılmışdır. Peygamberlik kuvvetinin bundan başka özellikleri de vardır. Bir özelliğin benzeri olan rü’yâ, insanlarda bulunduğu için, biz de, misâl olarak bunu bildirdik. Başka özellikleri, tesavvuf yolunda çalışanlarda zevk yolu ile hâsıl olur.


Peygamberde bulunup, sende bulunmıyan bir özelliği aslâ anlıyamazsın. Anlıyamayınca, onu nasıl tasdîk edebilirsin? Çünki tasdîk, anladıkdan sonra mümkindir. O özellik sende tesavvuf yolunun başlangıcında hâsıl olur. Hâsıl olan bu özelliğin mikdârı nisbetinde bir çeşid zevke kavuşursun. Bu zevke kıyâs ederek, benzeri sende hâsıl olmamış hâlleri tasdîk edersin. İşte tek başına bu özellik, nübüvvete îmân etmen için sana kâfîdir.


Bir şahsın Peygamber olup olmadığında şübhesi olan kimse, onun yaşayışını görmeli veyâ yaşayışını bildiren haberleri, insâfla incelemelidir. Tıb veyâ fıkh ilmini iyi bilen kimse, tıp veyâ fıkh âliminin hayâtını bildiren haberleri incelemekle onun hakkında ma’lûmât sâhibi olur. Meselâ, imâm-ı Şâfi’înin fıkh âlimi veyâ Calinosun tabîb olup olmadığını anlamak için, bu ilmleri iyi öğrenmek, sonra bunların bu ilmler üzerindeki kitâblarını incelemek lâzımdır. Bunun gibi, Peygamberlik üzerinde ma’lûmât edinen ve sonra Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri inceleyen kimse, Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu ve Peygamberlik derecelerinin en üstünde bulunduğunu iyi anlar. Hele Onun sözlerinin kalbi temizlemekde olan te’sîrlerini öğrenince ve hele Onun bildirdiklerini yaparak kendi kalb gözü açılınca, Onun Peygamber olduğuna îmânı, yakîn hâlini alır. Onun, (Bildiklerine uygun hareket edene, Allahü teâlâ bilmediklerini bildirir.) ve (Zâlime yardım eden, ondan zarar görür.) ve (Sabâhları, yalnız Allahü teâlânın rızâsını kazanmağı düşünen kimseyi, Allahü teâlâ,dünyâ ve âhıret arzûlarına kavuşdurur) hadîs-i şerîflerinin doğru olduğunu bin, iki bin, hattâ binlerce def’a tecribe edersen, sende kesin bir ilm hâsıl olur. Böylece ilmin ve îmânın kuvvetlenir. Nübüvvet hakkında yakîn elde etmek ve îmânın zevkî, ya’nî görmüş gibi olması, tesavvuf yolunda çalışmakla olur. Bu yolda ilerlemeğe gayret et. Yoksa değneğin ejderhâ olması, ayın ikiye bölünmesi mu’cizelerine bakmak kâfî gelmez. Sâdece bu mu’cizelere bakıp da, sayılamıyacak kadar çok olan alâmetleri göz önünde tutmazsan, bu mu’cizeleri sihr ve hayâl sayarsın.


Ba’zı kimseleri dalâlete, ba’zı kimseleri de hidâyete kavuş duran Allahü teâlâ tarafından bir nev’î ibtilâ, dalâlete düşürme zan edersin. Çünki,Allahü teâlâ [Kur’ân-ı kerîmde,Fâtır sûresi,8.ci âyetinde] meâlen, (Allah, dilediği kimseyi dalâlete, dilediğini de hidâyete erdirir) buyurdu.


Mu’cizelerle alâkalı olarak sana ba’zı süâller sorulabilir. O zemân, mu’cizenin nübüvvete işâret etdiği husûsundaki inancının dayanağı sâdece çok düzgün ve te’sîrli sözlerden ibâret kalırsa, bunun tersini iddi’â eden birisinin,dahâ te’sîrli sözleri ile şübheye düşebilirsin.Böylece, îmânın sarsılır. Mu’cizeler, senin nazarında Peygamberliği bildiren birçok delîllerden biri olsun. Böylece, sende, Peygamberlik hakkında sâdece bir delîle değil,pekçok delîle dayanan ve reddi mümkin olmayan kesin ilm, îmân hâsıl olur. Meselâ, bir kimseye yalan söylemeleri mümkin olmayan bir cemâ’at, bir şey söylediğinde, o kimsede kesin bir ilm hâsıl olur. Fekat o kimse, sâdece belli bir şahsın bildirmesiyle kesin ilmi, bilgiyi elde edemez. Gerçi ona hâsıl olan bu yakîn, ya’nî kesin inanma, bunu haber veren cemâ’atin dışında olamayacağı gibi, ayrı ayrı ferdleri de belli değildir. işte, kuvvetli ve ilme dayanan îmân budur.


Zevkle, tadarak elde edilen îmân ise, gözle görmek, elle tutmak gibidir. Bu ise, sâdece tesavvuf yolunda ele geçer. Nübüvvetin hakîkatine dâir verdiğimiz bu ma’lûmât, maksadımızı anlatmağa kâfîdir. Bu mes’eleleri açıklamaya neden ihtiyâc olduğunu ileride beyân edeceğim.

Eser: El-münkızü mined-dalâl

Müellif: İmâm-ı Gazâlî 

Terceme: Hüseyn Hilmi IŞIK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder