Biz her şeyi Ondan öğrendik

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


AbdülhakimArvasi Efendi hazretleri; *Otuz sene, bu insanlara islâmiyeti anlatdım, îmânı anlatdım, anlıyan çok az, üç beş kişi ancak çıkar*, buyurdu. Tabii buna şaşırmamak mümkün değil. 


Çünkü efendim, böyle bir mübârek zât, bu kadar mümtaz bir insan, mümtâz bir cemâate *Îmânı* anlatıyor. Anlıyan üçü beşi geçmiyor. 


Hâlbuki bizim *Îmân ve İslâm* kitâbını birisi okusa, bir saatde biter, yarım saatde biter. Ne hikmeti var acabâ? Cevâbı şöyledir ki: 


Bir kimse kul hakkına inanmış olsa, kul hakkı, yalnız *para* değil ki. Bir sert bakış, bir yan bakış, bir kalb kırmak, bir mü’mini incitmek, bunların hepsi *Kul hakkı*’na girer. 


*Gıybet* ve *Sû-i zan* da kul hakkıdır. Ve kul hakkını Allahü teâlâ affetmiyor. İllâ ki, özür dileyip helâllık alacaksın. İşte bunu bilen bir kimse, ayağını uzatıp da yatabilir mi? 


İşte Abdülhakim Efendi hazretlerinin bahsetdiği *Îmân*, bu îmân efendim. *Kul hakkı* nın ehemmiyetini bilen bir insan, öyle rahat rahat yatıp uyuyamaz. İşte *Îmân* budur. 


Ben, bizim hastânede yatarken, *Enver âbi* geldi bir gün, *Efendim*, dedi. Şu karyolanın üzerine, gökden kim bilir ne kadar çok *Sevap* yağıyor, târifi mümkün değil, dedi. 


Ben de ona; *Nereden biliyorsun?* dedim. Efendim, bu kadar insanlar kitaplarımızı okuyor, istifâde ediyorlar. Yalnız burada değil, bütün dünyâya gidiyor.


Her ülkeye kitaplarımız dağılıyor. Bu kadar insan bu kitaplardan öğrenip doğru *Îmân* ediyorlar, *Namaz* kılıyorlar. Bu sevâbların bir misli de size geliyor, dedi. 


Ben de ona; *Evet, doğru* dedim. *Doğru diyorsun, kitapları ben yazdım. Ama arkadaşlar dağıtdılar. Siz dağıtıyorsunuz*, dedim. 


*Bana ne sevap geliyorsa, size de, arkadaşlara da aynısı yazılıyor, hepimiz kazanıyoruz*, dedim. 


Bütün bu *sevâblar*, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine âitdir. Çünkü biz herşeyi Ondan öğrendik kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri efendisini anlatıyor

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İşin esâsı, sevgi ve muhabbetdir kardeşim. Peygamber Efendimiz; *Kişi kimi severse, âhiretde onunla berâber haşr olunur*, buyuruyor. Ne demek sevmek? 


Yâni onun yolunda olmak, onun sevdiklerini sevmek demekdir. Rabbimize şükürler olsun, elhamdülillah biz, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin yolundayız ve tam Onun hayâtını yaşamaya çalışıyoruz.


Buna çok ehemmiyyet veriyoruz, dikkat ediyoruz kardeşim. İnşallah âhiretde de Onun yanında oluruz. *El mer’u mea men ehabbe*. Hadîs-i şerîfdir bu ve bize büyük müjdedir. 


Herkes, dünyâda kimi seviyorsa, âhiretde onun yanında olacak. Ne güzel! İnşallah biz de âhiretde o büyüklerin yanında olacağız kardeşim. Bırakmazlar inşallah. 


*Kerîm*, yâni kerem ve ihsân sâhibi, kereminden vaz geçmez. *Men dakka bâb-el kerîmi infetehâ*. Efendi’den işitdik biz bunu. Ne demek? 


Yâni kerîmin kapısını çalarsanız, muhakkak açılır. İhsân kapısıdır o. O büyükler, istiyene verirler. 


Askerî liseyi bitirmişdim, talebeleri sınıflara ayırıyorlardı. Harbiyeye gidecekdik. Ben de sınıfın birincisiydim. Bana; *Sen ne olmak istiyorsun?* dediler. 


Ben, *Tıbbiyeye gideceğim*, dedim. *Hay hay, zâten senin gitmen lâzım* dediler. Tıbbiyeye ayırdılar. 


1,5 sene *Tıbbiye*’de okudum. Birinci sınıfa *F.K.B.* diyorlar. Yâni Fizik-Kimyâ-Biyoloji. Birinci sınıfda bunları okuduk. 


Tıbbiye birinci sınıfda iken, onların içinde ben sınıfın birincisi oldum. İkinci sınıfda da sınıfın birincisiydim. Sene ortası oldu.


Ben *Tıbbiye*’de okurkan, bir sömestre, yâni altı ay kadar anatomide yalnız *Kemikleri* okuduk. Profesör, *Moşe* isminde bir *Fransız* idi. 


İkinci sömestrede *Kadavra* dersi vardı. Birgün laboratuvarı merak etdim, gidip bakdım. Masalar var, her masanın üstünde erkek, kadın, çırılçıplak *Ölüler* var. 


Kimsesizleri toplayıp getiriyorlar. Talebeler, onların üzerinde öğrenecekler. Ellerine de birer *Bıçak* veriyorlar, ölüleri kesip insan vücûdunda neler var, onu öğrenecekler. 


Her hafta Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine giderdim. Efendi’nin sözlerine bayılırdım. *Bir şeyler söylese de dinlesem*, derdim. Efendi’yi dinlemek çok hoşuma giderdi. 


Sene ortasında sömestre tâtili oldu. O hafta Abdülhakim Efendi hazretlerine gitdiğimde, bahçede oturuyordu. Ben de gittim yanına oturdum. İkimiz, *baş başa* yalnız olarak oturduk. 


Bana, ne okuduğumu sordu. Hâlbuki 1,5 senedir *Tıbbiyede* okuyorum. Daha önce hiç sormadı da mübârek, o gün sordu. *Sen mektebinde ne okuyorsun?* dedi. Ben cevâben dedim ki:


*Kadavra* okuyoruz efendim. Ölüleri keseceğiz, içinde ne var, ne yok, sinirlerini, kemiklerini öğreneceğiz. Altı sene sonra *Tıbbiyeyi* bitireceğim, inşallah *doktor* olacağım, şimdi ikinci sınıfdayım, dedim. 


Abdilhakim Efendi hazretleri; *Öyle miii, ben sana bir şey söylesem, beni dinler misin?* dedi. Elbette efendim, dedim. *Sen doktor olma, eczâcı ol!* buyurdu. Baş üstüne efendim, dedim. 


Ancak annem ve ablalarım, benim eczâcıya geçmeme şiddetle karşı çıkdılar. Annem, üzüntüden düşüp *bayıldı*. Ne yapacağımı şaşırdım. 


Kendi kendime; *Yârın erkenden çıkıp, sabah namâzına câmiye gideyim, câmiye ilk gelene, bu işi danışayım*, diye düşündüm. 


Ve erkenden *Süleymâniye* câmiine gitdim. Biraz sonra *iri* yapılı, *heybetli* bir bey câmiye geldi. İlk gelen o kimseye sordum: 


Dedim ki: Efendim, ben *Tıbbiye*’de okuyorum. Mektebin de birincisiyim. Hocam bana; *Kaydını, Tıbbiye’den Eczâcılığa nakletdir, eczâcı ol*, diyor. 


Annem ise; *Hayır, sen doktor olacaksın!* diyor. Ben şaşırdım, şimdi ne yapayım? dedim. O zât; *Senin hocan kim?* dedi. Ben de; Abdülhakîm Efendi hazretleridir dedim. 


O zât; *Evlâdım, sen hakîkî bir büyük bulmuşsun. Böyle mübârek hocanın bir sözüne, bin ana fedâ olsun. Hocan ne diyorsa onu yap, hocanın sözünden çıkma!* dedi. 


Meğer o zât, Ehibbâ’dan *Cevad bey*’miş. Onun için Cevad bey, benim ilk mürşîdim oldu. 


Cevad bey, Abdülhakim Efendi hazretlerinin talebelerinden, emekli bir *Paşa* idi. Herkes ondan çekinirdi. Çok heybetli biri idi. Ertesi gün hemen istîdâ yâni dilekce verdim. 


Ankara’dan cevap geldi. Diyordu ki: *Sınıfın birincisidir, çalışkandır, bunu eczâcıya geçirmeyiz, doktor olsun istiyoruz!* 


Yâni reddetdiler beni. Abdülhakim Efendi’ye gitdim. *Efendim, böyle böyle, izin vermiyorlar*, dedim. Mübârek; *Tekrar istîdâ ver!* buyurdu. 


Ben tekrar dilekçe verdim, nihâyet kabûl edildi, Eczâcıya geçdim. Birkaç ay içinde üçüncü sınıfa gene birincilikle geçdim.


Efendi hazretleri, zaman zaman; *Ben sizin aranızda misâfirim, artık beni bulamazsınız*, buyururdu. Bu söz hoşuma gitmezdi. 


İçimden; *Niye böyle söylüyor ki?* derdim, şimdi anladım. Tabii ya, doğru söylermiş Mübârek. Hakîkaten öyle efendim. Hepimiz dünyâda misâfiriz.


Efendi hazretleri son günlerinde, Ankara’da, *Fârûk Işık* beyin evinde kalırdı. *Nevzât*’ı tanırsınız değil mi? Fârûk beyin oğludur. Rüçhânın da âbisi.


Bir gün, ben Ankarada, oturuyordum evde, Yalnızdım. Kapı çalındı. Yukarıdan, pencereden bakdım ki *Nevzât* gelmiş. *Hilmi âbi, Efendi babam seni çağırıyor*, dedi. 


Allah Allah, *Efendi hazretleri İstanbulda, burası Ankara*, dedim. Ben iki hafta evvel İstanbulda idim. Kendileriyle oturdum. Ellerini öpdüm, sohbet etdim, dedim. 


Nevzât; *Vallahi bugün bize geldi*, dedi. Kapıdan girince; *Hilmi nerede?* diye beni sormuş Mübârek.


Nevzât; *Efendi babam seni çağırıyor*, dedi. Allah Allah, hemen giyindim, gitdim. Ben içeriye girer girmez, Efendi hazretleri bana; *Hilmi bak! Ben ne hâle gel-dim? buyurdu. 


Bakdım ki, Efendi hazretleri iki hafta içinde çok değişmiş, zaîflemiş. İstanbul’dayken topluydu. Şimdi, bir Deri, bir Kemik kalmış. 


Her gün gel, beni boş bırakma! buyurdular. Vefât edene kadar, 15 gün Efendi’ye hizmet etdim. Gece-gündüz, devâmlı. Aynı odada berâber bulunduk. 


Fârûk beyin evi, Hacı Bayram câmiinin alt tarafında, ah-şap, iki katlı, büyük bir Ev idi. Mevsim Kış idi. Salonda soba yanıyor, sobanın yanında da Yer yatağı yapmışlar. 


Efendi hazretleri, sobanın yanında, o yatakda yatıyor. Sobanın karşı tarafında sandalyeler dizili, Beş-on tâne. Misâfirler gelirse, orada otursun, diye. 


Ziyâretçiler geldiğinde, herkes karşıya, sandalyelere otururdu. Beni ise, kendi yanına, kendi yatağına otur-turdu Mübârek. Hâlbuki misâfir gelmesi Yasak idi efendim. 


Polis yasak etmiş. Evin yanında bir de Polis kulübesi koymuşlar, gelenleri tesbît etsinler diye. Polis vardı kapının dışında.


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri Ankara’da, yeğeni Fâruk beyin evinde, nezâret altındaydı. Kapının dışında *Polisler* vardı. Geleni gideni tesbît ediyorlardı. Gelip gitmek, gidip gelmek *Yasak*’dı efendim. 


Tabii ben *Polis* falan dinlemezdim. Her *Akşam* giderdim elhamdülillâh. Allah da muhâfaza ederdi. Efendi hazret-leri, sandalyede oturmağa beni bırakmazdı. Daha ilk gitdiğimde, elimi tutdu.


*Gel, buraya otur*, dedi. Yatağının içine oturtdu beni Mübârek. *Her gün geleceksin, senin yerin burası*, dedi. Gece-gündüz, devâmlı aynı odada, berâber bulunduk. 


Vefât edene kadar, onbeş gün *Hizmet* etdim. Yatağına yalnız ben otururdum. Bâzen bellerine elimi sokdurup; *Ne buluyorsun?* diye sorarlardı. 


Ben de; *Sâdece deri ve kemikden başka bir şey yok*, derdim. Efendiye çok zulüm etmişler. Çok zaîflemişdi. Zulümle ölenler *Şehîd* olur kardeşim. 


Abdülhakim Efendi hazretlerinin vefâtlarına artık bir iki gün kalmışdı. Kendisini başka bir odaya götürdük. *Fârûk* bey bir koluna girdi, *ben* bir koluna girdim. Yürüyemiyordu Mübârek. 


O odada bir karyola vardı. Karyolaya yatdı ve Fârûk bey’e; *Sen dışarı çık!* dedi. Fâruk bey, Efendi hazretlerinin yeğeni. Efendi hazretleri, Fârûk bey’in amcası oluyor. 


*Sen dışarı çık!* dedi ona. Fârûk bey odadan çıkdı. Ben karyolanın başında kaldım. *Beni ört, arkamı sıkışdır!* dedi. Hiç unutmam. Kış mevsimiydi, hava çok soğukdu. 


Üzerini iyice örtdüm battâniye ile. Sırtını sıkışdırdım. Buyurdu ki: *Şimdi üç Kulhüvallâhü ile Kul E’ûzüleri yüksek sesle oku, ben işiteyim, üzerime üfle ve çık!* dedi. 


Üç Kulhüvallâhü ile Kul e’ûzüleri okudum, üfledim. Bakdım, gözlerini kapamış, uyuyacak Mübârek. Onun için yatarken, Kul E’ûzüleri okuyalım kardeşim. Efendi hazretlerinin sünnetidir. 


Onbeş günlük izni bitip de, askerler geri almaya geldikleri zaman, o gün vefât etdi. Vefâtından bir gün önce yanında idim. *Haydi, sen git artık!* demişdi. Sabâha karşı vefât etmiş. 


İyi ki de yanında yokdum. Çünkü vefâtına dayanamazdım efendim. Ertesi gün, Fârûk bey’in evinden, dâmâdı *İbrâhîm bey*’in Keçiören’deki evine götürülüp, bahçede gasledildi. 


Sonra bir otomobile koydular. Akşam ezânı henüz okunmuş idi. Hava hafif yağıyordu. Efendim, otomobili açdılar, otomobilin içine tabutu koydular. 


*İbrâhim Arvas* bey vardı, Efendi hazretlerinin dâmâdı. Van meb’ûsu idi. Beni aldı, tabutun yanına oturtdu. *Sen subaysın, jandarmalar görürse karışmasınlar*, dedi. Beni tabutun başına oturtdu. 


Öylece *Bağlum*’a gitdik okuya okuya. Orada kabristânda cenâze namazı kılındı. Keçiörende kılınmışdı zâten. Orada da *Bağlum*’lular vardı, müslümân insanlardı.


Şimdi onların hiçbiri sağ değildir. Namâzı tekrar kıldık. Efendi hazretlerini kabr’e koydular. Oranın imâmı, Mekkî Efendi’ye; *Hadi, sen kabre in de, babanın başındaki sargıyı aç, sünnetdir*, dedi. 


Kefenin başı da bağlı böyle. *İn de o bağı aç!* dedi. Mekkî Efendi bana bakdı. *Ben inemem, Hilmi insin!* dedi. Çünkü ağlıyordu, üzüntüden kendinde değildi Mekkî Efendinin. 


Onun için *Hilmi insin!* dedi Mekkî âbi. Kabrin içine girdim efendim. Mübârek kefenin baş ucundaki düğümü çözdüm. Bakdım, Mübâreğin başını görüm. 


Sakallarını gördüm. Efendimiz aleyhisselâm buyuruyor ki: *Mü’minin kabri, Cennet bahçelerinden bir bahçedir*. Hadîs-i şerîf bu. 


Mü’minin kabri, Cennet bahçelerinden bir bahçedir, diyor Efendimiz aleyhisselâm. İşte ben, o bahçeye girdim efendim. 


Şimdi ben yemîn etsem ki, Cennet bahçesine girdim! yalancı olmam efendim. Hadîs-i şerîf çünkü. Cennet bahçelerinden bir bahçedir mü’minin kabri. 


Efendi hazretlerinin kabrine girdim. Sonra çıkdım, toprakları örtüldü. Yine imâm efendi, Mekkî Efendi’ye döndü; *Gel, babanın başında telkîn ver!* dedi. 


Mekkî Efendi; *Ben telkîn veremem!* dedi. Çünkü ağlıyordu devâmlı. *Hilmi versin telkîni*, dedi. Mekkî Efendi’nin bana o iyiliği oldu işte. 


*Babam Hilmi’yi çok severdi, sesini iyi tanır, hoşuna gider*, dedi Mekkî Efendi. Aynen böyle söyledi. Hâtırımda kalmış. Hemen paltosunun cebinden bir sayfa *Yazı* çıkardı. 


*Telkîn* yazılıydı orada. O kâğıdı bana verdi, *Al, bunu oku!* dedi. Oradan okudum efendim elhamdülillâh. 

Hem okudum, hem de ağladım. Velhâsıl *Cennet bahçesinde* bırakdık Efendi hazretlerini.

Hazret-i Osman’ın son sözleri

Dört büyük halifeden Hazreti Osman zamanında fitne, anarşi hızla yayılmaya başlamıştı.

İslâm düşmanları, çeşitli dedikodular çıkararak, fitne ve fesadı yaymak teşebbüsüne geçtiler.

Fitnenin ve fesadın en büyük kaynağı Mısır’da idi. Buradaki fitne hareketini, Yemenli bir Yahudi olan Abdullah İbni Sebe adındaki bir münafık yapıyordu.


Kurduğu gizli teşkilâtla, cahil ve başı boş Mısır kıbtilerini aldatarak bir çapulcu alayı

topladı. Âsilerden onüçbin kişi, Medine-i münevvere şehrini sarmağa kadar ileri gidip, halifeye,hilâfetden çekilmeye zorladılar.

Hazreti Osman ise, “ Resulullahın bana giydirdiği elbiseyi, elimle çıkarmam” buyurdu.

Fakat, âsîler ısrarlıydılar.Hazreti Osman’ın evini kuşattılar. Kuşatma, kırk gün devam etti.

Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Abdullah bin Selam hazretleri bu hali şöyle anlatır:

“Kuşatmada altında bulunan Hazreti Osman’ı ziyaret etmek üzere yanına gittim. Bana rüyasını anlattı: “Kardeşim bu gece rüyamda şu pencereden Resûl-i Ekrem’i gördüm bana

“Osman seni muhasara ettiler öyle mi?” diye sordu. Ben de “Evet yâ Resûlallah” dedim.

Resûl-i Ekrem “Seni susuz bıraktılar, öyle mi?” diye tekrar sordular. Ben de “Evet yâ

Resûlallah” dedim. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem bana bir bardak su verdi ve ben de o suyu

içtim. Hatta soğukluğunu göğsümde duyarcasına kandım. Sonra Resûl-i Ekrem bana “İstersen

seni onlara galip getirelim. İstersen iftarı bizim yanımızda yap” buyurdu. Ben de Resûl-i Ekrem’in yanında iftarı tercih ettim” dedi. 


Hazreti  Osman âsilere sordu: “ Benim de orada bulunduğum bir zamanda Efendimiz, “Ey Şebir dağı dur. Zira senin üzerinde bir peygamber, bir sıddık ve iki şehidden başka kimse yoktur” buyurmadı mı? “ Onlar: “Vallahi doğru söylüyorsun” dediler. Hazreti Osman “Allahü Ekber”

diye tekbir aldıktan sonra: “Kâ’be’nin rabbi hakkı için şahid olun ki, ben şehidim” dedi.

Şam valisi Hazreti Muaviye, işin ciddiyetini görerek, asker gönderme teklifinde bulununca,”Hasbünallah ve ni’mel vekil” Allah bana kafidir, O ne güzel vekildir, buyurdu.


Asiler, komşu duvarından aşarak içeriye girdiler. Hazreti Osman oruçlu olup, Kur’ân-ı kerîm okuyordu üzerine saldırıp şehid ettiler. Kan damlaları, “ Allah sana kâfidir” mealindeki ayet-i kerime üzerine düştü. Son sözü, “Yâ Rabbi Ümmet-i Muhammed arasındaki tefrikayı kaldır ve kendilerini birleştir” diye üç kere duâ etmek oldu. Kelimeyi şehadet getirerek vefat etti.

Abdullah bin Selâm diyor ki: “Hazreti Osman bu şekilde duâ etmeseydi, kıyamete kadar Müslümanlar bir araya gelemezdi.”

“Ahlâkı bana en çok benzeyen odur.”

Hazreti Osman daima adaletli davrandı. Müslümanların rahatı için büyük titizlik gösterdi. Fitne hareketine birtakım ithamlarla başlayan âsilerin her türlü bozuk iddialarına, ikna edici cevaplar verip, delillerini gösterdi. Fakat âsilerin maksadı karışıklık çıkarmak ve fitne yaymak olduğundan Hicret’in 35’nci yılında Hz. Osman’ı şehid ettiler. Peygamber efendimiz onun hakkında “Her peygamberin Cennetde bir arkadaşı vardır. Benim arkadaşım da Osman’dır.” buyurmuştu.

Birgün Resûlullah efendimiz yakında meydana gelecek fitneleri zikir ediyordu. O sırada oradan bir kişi geçiyordu. Server-i âlem: “O fitne günü bu şahıs hidayet üzere olacaktır.”

buyurdular. Kalkıp o şahsa baktım. Osman bin Affân idi.


O şahsı Resûl-i Ekrem’e göstererek “Yâ Resûlallah. Bu mudur?” diye sordular. “Evet”

buyurdular. Yine aynı hususta Âişe-i Sıddıka’dan rivâyet edilen hadîs-i şerîfte “Yâ Osman!

Allah sana (hilâfet denen) bir gömlek giydirecek. Eğer münafıklar onu soymak isterlerse,

bana kavuşasıya kadar sakın onu çıkarma” buyurulmuştur. Bu hadîs-i şerîf sebebiyle Hz.

Osman muhasara edildiği zaman kendisi halifelikten çekilmemiştir.

Hazreti Osman, edep, haya timsali bir zattı. Resûlullah kızı Rukıyye’yi Osman’a verdikten bir

zaman sonra kızına “Osman bin Affanı nasıl buldun” dedi. Hayırlı, iyi gördüm dedi. “Ey

canım kızım. Osman’a çok saygı göster. Çünkü, Eshâbım arasında, ahlâkı bana en çok benzeyen odur.” buyurdu.

Hazreti Osman bir defasında Resûlullahın evinde hiç yiyecek kalmadığını işitmişti. Hemen bir semiz koyun, bir miktar bal ve bir çuval un alıp, Hazreti  Âişe’nin evine götürdü. Hazreti Âişe’ye şöyle dedi: “Ey müminlerin annesi, Resûl-i Ekrem’in bunu diğer hanımları arasında paylaştıracağını zannediyorum. Hiç paylaştırmasın çünkü ben onlara da bunların aynısını gönderdim.” dedi.

Peygamberimiz eve gelip durumu öğrenince “Yâ Rabbi! Osman’ın geçmiş gelecek, gizli,

aşikâr bütün günahlarını affet” diyerek duâ etti.


Hazreti Osman buyurdu ki:

 “Ölümü bilip gülene, dünyanın fani olduğunu bilip ona rağbet edene, işlerin takdirle

olduğunu bilip, istediği olmayınca üzülene, hesaba inanıp mal toplayana, Cehenneme inanıp

günah işleyene, Allahü teâlâya inanıp dünya ile rahatlıyana, şeytanı düşman bilip, ona itaat

edene çok şaşarım!”

 “On şey zayi olmuştur... “

Hazret-i Osman’ın hikmetli sözleri:

“On şey çok zayi olmuştur: suâl sorulmayan âlim, amel edilmeyen ilim, kabul edilmeyen

doğru görüş, kullanılmayan silâh, içinde namaz kılınmayan mescid, okunmayan mushaf, infâk

edilmeyen mal, binilmeyen vasıta, dünyayı isteyenin içindeki zühd ilmi, içinde âhiret yolculuğu

için azık edinilmeyen uzun ömür”

 “İnsanların en iyisi Rabbine kavuşmadan önce, Rabbini kendinden razı eden, içine

girmeden önce kendi kabrini en güzel yapandır.”

“İnsanların en iyisi, dünya onu terk etmeden, dünyayı terk edendir. Rabbine kavuşmadan

önce, Rabbini kendinden râzı edendir.”

“İbadetin tadını dört şeyde buldum: Allahın farz kıldıklarını yapmada, yasaklarından

sakınmada, Allahdan sevâb bekleyerek emr-i ma’rûf yapmada ve Allahın gadabından kaçınarak

nehy-i münker etmede.”

“Dört şey vardır ki, dışı fazilet, içi farzdır: Sâlihlerle düşüp kalkmak fazilet, onlara uymak

farz; Kur’ân okumak fazilet; onunla amel farz; kabir ziyareti fazilet, kabir için hazırlanmak farz,

hasta ziyareti fazilet, vasıyyetini almak farzdır.”

“Beş vakit namazı vaktinde devam üzere kılana dokuz şey ikram edilir: Allah onu sever,

bedeni sağlam olur, melekler onu korur, evine bereket iner, yüzünde salihler simâsı olur, Allahü teâlâ kalbini yumuşatır, sıratı parlak şimşek gibi geçer, Allahü teâlâ “Onlar için korku ve

üzüntü yoktur” zümresine onu ilhak eyler, Allahü teâlâ onu Cehennemden korur.

Hazreti Âişe validemiz anlatır: Resûlullah evinde yatıyordu. Hazreti Ebû Bekir kapıya gelip izin

istedi. Habib-i ekrem izin vrediler. Hallerini değiştirmediler. Sonra Hazreti Ömer gelip izin istedi. Ona da izin verdiler ve mübarek baldırlarının bir kısmı açık olarak yattıkları vaziyette sohbet

ediyorlardı. Hazreti Osman gelip izin isteyince, Resûl-i Ekrem oturdu ve örtündü. Böyle yapmasının

sebebini sorduğumda buyurdu ki:: “Meleklerin hayâ ettiği bir kimseden ben hayâ etmez

miyim?” buyurdular. Bir rivâyette ise Resûlullah “Osman çok hayâ sâhibi bir kimsedir. Eğer

o halde izin verseydim içeri girip söyleyeceğini anlatmazdı.” buyurmuştur.

Sizden Peygamber Efendimiz'in kokusu geliyor

" Selimiye Câmii imamı Hâfız Mustafa Efendi'nin oğlu Fahreddin Duruöz Abi'ye (v. 2009) Hocamız "Sizden Peygamber Efendimiz'in kokusu geliyor" demişler. Bu da babasına sormak istemiş. Babası çok ciddi ve az konuşan bir zatmış. Bir gün hasta olmuş. Fahreddin Abi de çok hizmet etmiş. Bu arada fırsat bulup sormuş. "Evet, doğrudur. Ben kıymetini bilemez ve taşıyamazsınız diye söylememiştim" demiş. Fahreddin Abi Peygamber Efendimiz'i rüyasında görmüş. Musafaha etmişler. Peygamber Efendimiz ellerini çekmemiş. Fahreddin Abi acaba rahatsız eder miyim diye tereddüt etmiş. Uyandığında bunu Hocamız'a arz etmiş. "Sünnet-i seniyyeye uygun görmüşsünüz. Bu rüyanın sadık olduğuna delalet eder" buyurmuşlar.

[Hüseyn Hilmi Işık Efendi ile Hatıralar,1.cild,sf: 484, Faruk Koca beyin hatıralarından]

Eğer beğenmiyorsan,kazadır bu,değiştir

1978 yılında bir gün Osman Osmanağaoğlu Abi'nin evinde yemekteydik. Seyyid Taha amca vardı. Hocamız Muhammed Masum hazretlerinin bir mektubundan bahsetti. Sonra bununla alâkalı bir de menkıbe anlattılar:

 "Muhammed Masum hazretlerinin huzuruna tecennün etmiş (aklını kaybetmiş) ayakları zincirle bağlı bir genç getirdiler. Babası, Muhammed Masum hazretlerinin eski talebelerinden idi. Sultan'ın yanında memur olan oğlum bir kıza aşık oldu. Öyle tutuldu ki, işini gücünü bıraktı. Gece gündüz o kızın yüzün görmek ister; bunun için ne lâzımsa yapar. Tasarruf buyursanız da, eski şuurlu haline gelse, dedi. Muhammed Masum hazretleri, oğlum bu bozuk fikri bırak. Bu lüzumsuz hayalden vazgeç. Himmetini hakikat bahçesine çevir, buyurdu. Oğlan bunun üzerine Hafız Şirâzî'den "İyiler huzuruna çıkmak bize zor bir iştir. Eğer beğenmiyorsan, kazadır bu, değiştir" mealinde bir beyit okumuş. [Der kûyi nîk nâmî mâ râ güzer nedânend. Ger tû nemî pesendî tağyir kün kazâ râ.] Muhammed Masum hazretleri bunu işitince gayet tatlı bir şekilde, kazayı değiştirdiler, buyurdu. Gencin aklı başına geldi, insani aşkı, ilahi aşka döndü. Muhammed Masum hazretlerinin müridlerinden oldu. Efendim değiştiren bizzat Muhammed Masum hazretleriydi. Dua etti. Bu, kaza-i muallak idi, kaza-i mübrem değildi,değişti" buyurdular. Hocamız bunu anlatınca tam karşıda oturan Taha Amca yerinden sıçrayarak "Efendim bizi de değiştirin, bizi de değiştirin" diye haykırdı. Hocamız (Hüseyin Hilmi Işık Efendi) "Estağfirullah efendim" diye geçiştirdiler.

[Hüseyn Hilmi Işık Efendi ile Hatıralar,1.cild,sf: 484-485, Faruk Koca beyin hatıralarından]

Bizlerin çektiği sıkıntı, Allahü teâlâya olan aşkımızın azlığındandır

 *Enver Ören “rahmetullahi aleyh” Ağabeyimiz* Buyurdu ki:

Bakınız mutlak aşk derecesine kavuşanlara, yani Allahü teâlâya hakiki âşık olanlara, bir sürü dert ve belâ gelir. Aşkı daha ziyade ise, bin türlü dert peşini bırakmaz. Bin türlü. Çünkü dert ve belâlar kemend-i mahbûbdur. Allahü teâlâ, sevdiğine bu belâları verir. Dert sahibi Allahü teâlâyı çok anar. Allahü teâlâ da kendisini çok anmamızı, zikretmemizi ister. Hakiki âşıklar, Allah aşkından, derd ve belâlardan zevk alır. Çünkü dert ve belâları Allahü teâlâ göndermektedir. Meselâ Hazret-i Ali ayağına ok battığı zaman buyuruyor ki, *“Namaza durduğum zamân oku çıkarın. O zamân acı duymam.”* Allahü teâlâya olan aşkı, onun acı duymasına mani oluyor. Bizlerin çektiği sıkıntı, Allahü teâlâya olan aşkımızın azlığındandır. Allah’a şükür, îmânımız var. Îmân eden Allah’ı seviyor demektir. Allahü teâlâ, hiç kendini seven kullarına kızar mı?

Kainat hem yok oluyor hem var oluyor

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu koca kâinât, herşeyiyle birlikde, bir ânın kaç katrilyonda birinde *Yok* oluyor, *Var* oluyor. Allahü teâlâ, bu kâinâtı bir yok ediyor, bir var ediyor. 


Ama her an, binlerce defâ Yok ediyor, sonra *Tekvîn* sıfatı ile Var ediyor, yaratıyor. Yâni bütün kâinat, yok olma ile yaratılma arasında gidip geliyor. 


Biz de, her an, binlerce defâ Yok oluyoruz, Var oluyoruz. Ama bu iş çok sür’atli olduğu için, hep *Var* gibi gözüküyoruz. 


Velhâsıl kâinâtda herşey, her an, binlerce defâ Yok oluyor, Var oluyor. Ama bir gün gelecek, *Yok* olacak, ama bir daha da yaratılmıyacak. İşte o zaman *Kıyâmet* kopacak. 

Efendim, Ankara’da Bağlum’da bulunuyorduk. Zelzeleden sonra gitmişdik. Arkadaşlar bizi görmeye gelmişler. *Kitap* okuduk, *Sohbet* etdik, büyüklerden bahsetdik. 


Büyüklerin *İsmi* nerede anılırsa, *Rûhları* orada hâzır olur efendim. Bakın *Gelir* demiyorum, çünkü zâten oradadır. İsmi söylenince irtibât başlar. Çünkü rûh zamansızdır, ruhda zaman yok. 


Yeter ki o büyüklerin *İsmi* anılsın. O anda irtibât kurulur ve istifâde başlar. Ne gibi? *Radyo* dalgaları her yerde var. Radyonun düğmesini çevirdiğin anda irtibat kuruluyor ve *Yayın* başlıyor, onun gibi.  


*Şâh-ı Nakşibend* hazretleri, kaç yüz sene evvel, açmış ellerini; *Yâ Rabbî, ne olacak bu gençlerin hâli? Bunlar başka şeylerle uğraşıyorlar*. 


*Allahım! Bana kuvvet ver, bana bir şey ihsân et ki, ben bu insanlara fâideli olayım. Bu gençlere yardımcı olayım, Cehennemde yanmasınlar*. 


Böyle yalvardı efendim. Günlerce, secdeye kapanıp cenâb-ı Hakka duâ etdi, yalvardı. 


Çünkü onlar, kalb gözleriyle *görürler* efendim. Cenneti, Cehennemi görüyorlar. *Mahşer* meydanında halkın sıkış sıkış olduğunu, Cehennemdeki *ateşi* görüyorlar ve ciğerleri parçalanıyor.

Hüseyin Hilmi Işık Efendi hocası Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerini anlatıyor

Hüseyin Hilmi Işık Efendi hocası Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerini anlatıyor ...

Hapşırmanın insan vücûduna verdiği fâideler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


O büyüklerin *Kalb gözü* açıldığı zaman, kabirdekileri ve ne hâlde olduklarını görüyorlar efendim. *Mahşer* yerini, ve mahşerdekilerin ne hâlde olduklarını görüyorlar. 


*Sırat* köprüsü’nü görüyorlar. *Mîzânı*, yâni sevap ve günahları tartan *Terâzi*’yi görüyorlar, *Cenneti* görüyorlar.


Cennetteki *Ni’met’leri* görüyorlar. Cehennemi ve Cehennemde *Azâb* çekenlerin hâllerini görüyorlar. 


Ve efendim Allahü teâlâ, insanı bu dünyâda, zamanlı yaratdı. Yâni biz, zamanla yaşıyabiliyoruz, üzerimizde *Zaman* mefhûmu var. 


Nasıl ki görmek, işitmek, yürümek varsa, yemek, hava, oksijen varsa, bir de *Zaman* mefhûmu var. 


Biz *Abdülhakim arvasi Efendi* hazretlerinin câmiye geldiğini, hapşırmasından anlardık efendim. Bir hapşırırdı, *Hapşuuu!* Ses yankılanırdı böyle câmide. Gelince bir daha, *Hapşuuu!* 


Derler di ki, *Efendi hazretleri geliyor*. Bu hapşırma bir ni’met efendim. Çok büyük ni’met. Hapşırdıkdan sonra *Elhamdülillah* diyoruz değil mi? Niçin hamdediyoruz? 


Çünkü hapşırınca, *Kalb* duruyor efendim. Tekrar çalışmıyabilir. Çalışdığı için hamdediyoruz. 


Yâni insan hapşırdığı zaman, yalnız kalb değil, vücûdunda ne kadar sistem, mekanizma varsa, o anda hepsi duruyor ve *Yok* oluyor. 


Yâni hayât duruyor, hiç birşey çalışmıyor. *Kan* duruyor, *Kalb* duruyor, herşey duruyor. Sonra tekrar çalışmaya başlayınca *Elhamdülillah* diyoruz. 


Çünkü tekrar hayâta geldik. Yâni o, tekrar *Dirilme* alâmeti. Onun için hapşırmanın insan vücûduna verdiği fâideleri anlatmak mümkün değil efendim

NAMAZA NASIL BAŞLADIM

Prof. Dr. Mim Kemal Öke, namaza nasıl başladığını Konya'da yerel bir gazetede yazdı. Yazının özeti:

İmanı ibâdetle tamamlamak gençlik yıllarıma nasip oldu. Bu eşiği geçişim, gurbetteki eğitimim sırasında, kendimle yüzleşme ile başladı

Ailem daha küçükken bazı sure ve ayetleri ezberletmişti. Şehirli uygarlık içinde büyüttükleri evlâtlarını, âdeta “protestanlandırılmış bir din telâkkisi” içinde, “modern” Müslüman olarak görmeyi arzuladıklarından olsa gerek, “kabahat de ibâdet de gizlidir” zihniyetiyle, belletmişlerdi bana.

(İngiltere’de) Her biri bir Hıristiyan azizin ismini taşıyan bu kolejlerden birinde kalıyordum. Üniversite açıldıktan sonra, bir arkadaşım, kolej bahçesinde beni görünce;

“Hey, papaz seni çağırıyor.” dedi. Okulun papazı beni güler yüzle karşıladı.

“Siz Müslümansınız. Bu ülkede sizin de ibâdet etmeye hakkınız var. O nedenle ben üniversite yetkilileriyle görüştüm. Müslüman öğrencilerin de, ibâdetlerini aksatmamaları için, bir oda tahsis etmeye karar verdik. Gelin o odayı gezelim. Uygun olup olmadığını söyleyin bize. Uygunsa o zaman tefrişi için ne gerekiyorsa temin ederiz. Tabii, üniversite bütçesinden.”

Şaşırmıştım. O günden itibaren bir oda mescide çevrildi. Bu küçük üniversitede, namaz bile kılmak alışkanlığı olmayan benim üzerime kalmıştı imamlık... İlmihale dalıp, neredeyse bütün derslerimi bıraktım. Üstelik İbrani, İsevî başlangıcıyla... Hepsini taradıktan sonra; “İyi ki Müslüman’ım” dediğimi hatırlıyorum.

Toparladığım bilgiler ile hem kendi namazlarımı kılıyor, hem de Müslüman asıllı öğrencileri, duvarlara yapıştırdığım ilânlarla mescide çağırabiliyordum.

Noel tatilinde. Türkiye’deydim. Aileme kavuşmak çok güzeldi. İlk gün namazımı aksatmamak için odama çekildim. Namazım sırasında annem bir şey söylemek için odama girdi. Durakladı, çıktı. Sonra babamla fısır fısır konuştuklarını duydum. Birkaç namaz daha geçti. Annem devamlı kılıp, kılmayacağımı sordu. Başımı salladım.

Ertesi gün sanki benimle ciddi bir şey konuşmak ister gibi karşıma dikildiler. Bu defa babam sordu:

“Evlâdım, sakın ola ki, İngiltere’de bir aşırı İslâmcı gruplara falan takılmış olmayasın? Bu değişiklik niye?”

Güldüm. Anlatmaya çalıştım onlara. Dinlediler. Bir gün sabah namazına kalkmıştım. Gürültülerden anladım ki, onlar da ayaklanmış, odama girmiş, arkamda duruyorlar. Seyrediyorlar beni... Selâmlarımı verdim. Seccadeyi katlıyordum ki, babam “Dur” dedi. Meraklı gözlerimi onlara çevirince, annemin başındaki başörtüsünü fark ettim. Bir anlık sessizlik; “Bize de namaz kılmayı öğretsene!..” Annem de; “Hem de hemen.” dercesine başını sallıyordu. İşte o günden sonra namazlarını hep kıldılar.

... Oğlumun ne zaman namaza başladığını hatırlamıyorum. O da babası gibi üniversiteyi yurt dışında okumaya başladı. Ramazan'a yakın seccade istedi bizden. Kargo ile hemen gönderdik. Beş vakit namaz kılmaya başladığını söylüyordu.

Oğlumdan on yaş küçük kızıma gelince. Kızımız bize bereket getirmişti. Yürüdü, büyüdü. Ana okuluna başladı. İşlerim açıldı. Yeni bir sitede ev almak istedik. Yeni evin içinde dolaşıyor, hanımla hesap yapıyorduk. Bir ara kızımızın yokluğunu fark ettik. Acaba kapıyı açıp, dışarı mı çıkmıştı? Aman kaybolmasın diye kapıya doğru hamle yaptım. Salona girdiğimde rükûdaydı. Namaz kılıyordu.

O günlerde beş yaşındaydı. Durdum, onu seyrettim. Arkadan emlâk danışmanı ve hanım da aynı sahneyi hayretle izlediler. Şaşkınlık sükûnetini ben bozdum. “Burayı alıyorum!...” demiştim.

Şimdi ben, her gün beş vakit kızımın o namaz kıldığı yerde, ibâdetimi yapıyorum.

Geriye doğru bakınca sadece ilk namaz hadisesi; “Şahdamarından yakınım.” esrarını, bir hardal tanesi kadar bile olsa anlamaya başladığımı hissettim...

Prof. Dr. Mim Kemal Öke

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Cehennem, kâfirlerin, din düşmanlarının yanacağı yerdir kardeşim, derece derece. Günâhkârların yeri değildir. Günâhkârlar, *Suçlu* insandır. Cehennem ise, düşmanların yeridir. 


*Kâfir*, Allahın düşmanıdır. Öyleyse Cehennemde kâfirler yanacak. Müslümânlardan da Cehenneme giden olacak. Niçin? İşlediği günahda, *Küfr bulaşıklığı* olduğu için. 


*Kâfirlik* bulaşıklığı olduğu için. Yoksa günâhları sebebiyle değil. Küfr bulaşıklığı yoksa, Cehenneme girmiyecek efendim. Korkmayın kardeşim, bizim arkadaşlara bir şey olmaz. 


Onlar, bu zamânın *Evliyâsı*’dır. Çünkü onlarda *üç* özellik var. Îtikadları düzgün, ehl-i sünnet. Namazlarını kılıyorlar ve haramdan sakınıyorlar. İşte bu üçü, bu zamanda *Evliyalık* alâmetidir. 


Biz çok bahtiyârız kardeşim. Bizim arkadaşlar, Peygamber aleyhisselâmın *Vârisleri*’dir. Neden? Çünkü islâmiyeti yayıyorlar. 


Peygamber aleyhisselâmın vazîfesi de, islâmiyeti yaymakdı. Âbiler de bu hizmeti yapdıkları için, Peygamber aleyhisselâmın *Vârisi* olurlar. Mûris, vârisini yolda bırakmaz. 


Şu koca kâinatda, dönen her şey *Allah* der kardeşim. Çünkü Allah kelimesinin sonu *(H)* dır. Başındaki eliflâm, bu *H* harfini çıkartmak içindir. Allahü teâlânın adının simgesi *H* harfidir. 


Nefes alırken *H* harfi çıkıyor, verirken yine öyle. Hayvanlar, bağırırken *Zikr* ediyor. Yapraklar sallanırken *Zikr* ediyor. Su akarken *Zikr* ediyor. 


Çünkü her hareketde *H* harfi çıkar. Elini sallasan *H* harfi çıkar. Rüzgâr esse *H* harfi çıkar. Yâni devâmlı sûretde kâinâtda hep *H* harfi var. Velhâsıl şu kâinatda Onu zikretmiyen tek nesne yok. 


Dostu da düşmanı da, canlı cansız herşey, hattâ *atomun* içindeki *elektronlar*, çekirdek etrâfında dönerken *H* harfi çıkıyor. Velhâsıl her dönen şey *H* der, yâni *Allah* der.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Namâza mâni olan işden *Hayr* gelmez kardeşim. Geçen gün, Enver âbi bir kâğıt getirdi bana, önüme koydu. *İmzâ* etmem gerekiyormuş. 


Tam kalemi aldım, imzâ atacakdım ki, o ara saate bakdım. Gördüm ki namaz vakti girmiş. O vakit imzâ atmadım efendim. 


Niçin? Çünkü namaz vakti girmiş. *O anda namaz kılmakdan daha hayrlı birşey olmaz*, dedim. 


*Namazı kılmadan imzâ atarsam, bu imzânın hayrı olmaz*, dedim. Namazı kıldık, sonra imzâyı atdım. 


Birbirimize *Duâ* edeceğiz kardeşim. Ben, her namazda, bütün kardeşlerimize duâ ediyorum. 


Bir elin *Sesi* çıkmaz, hepimiz biraraya gelince bu *Hizmetler* oluyor. Allahü teâlâ, bize bu hizmetleri nasîb ediyor. Ne kadar şükretsek az. 


Bu *Fitne* zamânında ufak bir *Hizmet* edene, çok mükâfâtlar vardır, çok müjdeler vardır. Allahü teâlânın en sevdiği amel, Allahın kullarına hizmet etmekdir. 


Allaha şükrediyorum ki, sizin gibi kardeşlerim var. Sizin sâyenizde biz de *Sevap* kazanıyoruz. Allahın dînine, bu fitne fesat zamânında Hizmet ediyoruz. 


Her adımınıza çok *Sevap* alıyorsunuz. Allahın dînine hizmet etmek, Allahın büyük lütfudur, herkese nasîb olmaz. Allahü teâlâ dilediğine nasîb eder bu hizmetleri. Ne büyük *Şeref*. 


Sizin elinizi değil, ayağınızı öpseler azdır. Sizin hizmetlerinizle, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin rûhları *Şâd* oluyor. 


Allahü teâlâ bu hizmetlerden *Râzı*’dır. Bu hizmetlere katılanlardan da râzıdır. Bir kişi, bu hizmetlere katılmakda gevşek davranırsa, *Hatâ*’yı kendinde arasın, İstiğfâr etsin.

İNSANLARIN ÇOĞU ALLAHÜ TEÂLÂDAN GÂFİLDİR!

Mehmed Şâkir Efendi Kadirî şeyhlerindendir. İstanbul’da doğdu. Tophane’de Kadirî tarikatına ait Karabaş Tekkesi şeyhlerinden olan babasının vefatı üzerine adı geçen tekkeye şeyh tayin edildi 1276’da (m. 1860) vefat etti. Bir sohbetinde şöyle buyurdu:

Marifet ehlinin firâseti, gördüğü kimsenin sâlih veya fâsık olduğunu anlamaktır. Açlık ve riyâzet çekenlerin firâseti, sûretleri, cisimlerin nerede olduklarını anlamak ve kaybolan şeyleri haber vermektir. Bunlar, mahlûkları haber verirler. Çünkü Allahü teâlâdan haberleri yoktur. Marifet ehli ise, Allahü teâlâdan kalblerine gelen bilgileri, hâlleri, marifetleri anladıkları için, hep Allahü teâlâdan haber verirler...

İnsanların çoğu, Allahü teâlâdan gâfil oldukları ve kalblerinde dünya düşünceleri bulunduğu için, maddî şeylerden haber almayı ve gayb olan şeyleri öğrenmeyi isterler. Bundan haber verenleri, ehlullah, yâni evliyâ, Allahü teâlânın sevgili kulu zannederler. Hakîkat ehlinin, evliyânın keşiflerine kıymet vermezler. Bunların, Allahü teâlâdan verdikleri haberlere inanmazlar. Bunlar, Allah adamı olsalardı, mahlûkların hâllerini bilir, haber verirlerdi. Mahlûkların hâllerini bilmeyen, daha yüksek şeyleri nasıl bilir, Allahü teâlâya nasıl ârif olur derler. Böyle fâsid kıyâs ile [yanlış düşünerek], ehlullahı tekzîb eder, evliyâya inanmazlar.

Allahü teâlâ, evliyâsını çok sevdiği için, mahlûklar ile vakit geçirmelerini, kendinden başkalarını düşünmelerini istemez. Mahlûkların hâlleri ile uğraşsalardı, evliyâlık mertebelerine yükselemezlerdi. Mahlûkların hâlleri ile uğraşanlar, Allahü teâlânın marifetinden mahrum kalacakları gibi, ehlullah da, mahlûkların hâllerini düşünmezler. Ehlullah, mahlûkların hâllerini düşünselerdi, onlardan daha iyi anlarlardı.

Allahü teâlâ, açlık ve riyâzet çekerek, nefslerinin aynasına cilâ verenlerin firâsetlerini beğenmediği için, bu firâset Müslümanlarda da, Yahudilerde de, Hristiyanlarda da hâsıl olmaktadır. Yalnız ehlullaha mahsûs değildir. Bazı sebepler, faydalar olunca, bazı evliyânın hârikalar göstermesine izin verilir. Ehli olmayan kimselerin meârif-i ilâhîden konuşmaları, marifetlerin kıymetlerini azaltmaz. Bu konuşmalar, kıymetli bir cevherin, bir çöpçü eline düşmesine benzer. Bu cevherin kıymeti azalmaz.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Gökyüzünde bir yer yokdur ki, *İblîs* oraya secde etmemiş olsun. Yedi kat göklerde, secde etmediği bir karış yer yok. İkiyüzbin sene böyle ibâdet etdi ve meleklere *Hocalık* yapdı. 


Melekler, ona sorarlardı. *Dîni*, o kadar çok biliyordu. Yâni hem *İlmi* vardı, hem de *Ameli*. Ama *ihlâsı* yokdu. İhlâs olmayınca, o ilim ve o amel, onda *Gurûr* ve *Kibir* meydana getirdi. 


Böylece Allahü teâlânın; *Âdeme karşı secde edin!* emrine îtirâz etdi. 


Dedi ki: *Niçin secde edecekmişim? Ben ondan kıymetliyim, ben ondan makbûlüm. O, nihâyet bir çamur*, dedi. 


İşte bu *Kıyâs*, bu kendini beğenmek, bu *Kibir* sebebiyle Allahın emrini beğenmedi, karşı geldi ve ebedî *Cehennemlik* oldu. 


Allah celle celâlüh, eğer bir kulunu *severse*, pek çok kulunu, onun için *Fedâ* eder, hattâ *Yakar* efendim. Pek çok kulunu, o sevdiği kul için *Telef* eder. 


Nasıl mı? Meselâ o sevdiği kula *İftirâ* ederler, hakkında *dedikodu* yaparlar, daha *Kötü şeyler* yaparlar. O sevdiği zât, *Sabr*’eder, ama öbürleri de *Helâk* olurlar. 


Çünkü bir mü'mini kırmak, mü’mini incitmek, gücendirmek, *Kâbe’yi* yıkmakdan daha büyük *Günah*’dır. Onu yapanlar helâk olur, ama o mü’minin lehine olur. 


Onun için kardeşim, ne biz yanalım, ne de bizim yüzümüzden bir başkası yansın, tehlikeli çünkü. Peygamber Efendimiz aleyhisselâm; *Susan kurtuldu*, buyuruyor. Hadîs-i şerîf bu. 


Peygamberimiz çıkdı, islâmiyeti *Teblîğ* etdi. Ama kendi yakın akrabâları dâhil inanmadılar, hakâret etdiler, düşmanlık yapdılar. 


Ama Cehenneme gitdiler. Ne oldu? Onun uğruna, pek çok insanları helâk etdi cenâb-ı Hak. 


Kimileri *Hâbil* gibi *Peki!* der, hizmet eder. Kimi de *Kâbil* gibi *Hayır!* der, îtirâz eder ve helâk olur. Velhâsıl herkes hür irâdesiyle iş yapar ve karşılığını da görür efendim.

Bundan daha güzel bir şey olur mu?

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir gün gelecek, herkes birer birer öbür tarafa gidecek. Cenâb-ı Hak hepimize hayrlı ölümler nasîb etsin. Başkalarının en büyük huzûrsuzluğu, *Ölüm korkusu*’dur. 


Hâlbuki biz, *Hani, nerde o gün?* diyoruz. Mevlânâ’nın *Şeb-i arûs* dediği gibi. Nerede o gün? Efendi hazretlerine, Peygamber Efendimize, Allaha kavuşmak. 


Bundan daha *Güzel* bir şey olur mu? Bundan daha *Güzel* bir gün olur mu? 


Bir mü’min bir mü’mine *Selâm* verirken, o anda kalbinden, bütün peygamberlere de, bütün meleklere de, Evliyânın hepsine de selâm veriyorum, diye düşünürse, bunların hepsi, o mü’minin selâmına *Cevap* verirler. 


Ancak o anda, bâzı melekler *Kıyâm*’da, kimi de *Secde*’de olduğundan, bunlar cevap veremez. Bütün meleklere diye düşündüğünden, bunların yerine de *Allahü teâlâ* cevap verir. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, bize bunu böylece anlatır ve peşinden; *Keşke diğer meleklerin yerine de Allahü teâlâ cevap verseydi*, buyururdu. 


Efendim, bir *Tefsîr*’de okudum. Bir mü’min kabre girdiği zaman, Allahü teâlâ ona Cennetden bir *Hûri* gönderecek. 


*Cennet hûrisi*, o mü’mine; Sen dünyâda iken şunu şunu sevindirdin, ferahlandırdın, o günden beri seni bekliyorum, diyecek. 


O mü’min, o hûrinin gerdanlığına bakacak nasıl bir şey diye. O arada, gözü *İncilere* takılacak. Elini uzatacak, fakat her an kopabilir. 


Gerdanlığa hafifce dokununca, *İp* kopacak efendim. Zâten *kopsun* diye bağlanmış. Parmağıyla hafif dokununca, *İp* kopacak ve bütün *İnciler* kabre dağılacak. 


Mü’min çok üzülecek, utanacak, mahcup olacak, çok sıkılacak. Bu sefer utancından, eğilip tek tek o *İncileri* toplıyacak. Son *İnci’yi* aldığı zaman, kabir hayâtı bitecek. 


Halbuki aradan yüzlerce, belki binlerce sene geçti. Sırf o mümin kabirde *Meşgûl* olsun, sıkılmasın, biraz da *Utansın* diye efendim. Bütün incileri toplar, kabir hayâtı da biter.

Necip Fazıl Kısakürek'den bir hatıra

Mescide geçit veren bir odacıkta oturuyoruz. Kendileri hasır koltukta, ben bir iskemledeyim… Etraflarında yakınlarından birkaç kişi… Dizüstü, yerde oturuyorlar. Efendi Hazretlerine karşı naz makamındaki Şakir’cik gidip geliyor. Bir köşede semaver…

Ha, söylemeyi unuttum; Efendi Hazretlerinin evlerinde semaver gece gündüz kaynar ve ziyaretçilere üstüste çay verilir. “Artık içemem, af buyurun!” deninceye kadar…

Yemekten sonra çaylar içilmiş; Efendi Hazretlerinden, o muazzam temkin tavırları içinde binbir hikmet dinlenmiştir.

Şakir’e emir buyurup bana bir defter verdiler ve bana:

– “Oku; yüksek sesle oku!”

Bu, “hatarât”a dair, kalemlerinden çıkma bir risalecikti ve yüksek sesle okumaya başladım…

Tıs yok; yalnız bir duvar saatinin tıktıkları… Dinleyenler, mümkün olsa, kalblerini durduracaklar… Öyle dinliyorlar…

Risalede “hatarat”tan bahsediliyor; kaynağı, hikmeti, onları def ve nefyetme şekli… Bunun için tedbir şudur:

– “Celâl kelimesini, Allah ismini, medd ile çekerek kalbden geçirmek ve dimağa doğru yükseltmek…”

bahis bu noktaya gelince emir buyurdular:

– “Medd ile çek bakalım, Allah ismini!”

– “Allaaaaaah…”

Diye çektim.

O ânda olan şey…

Müthiş!..

Ayak uçlarında oturan yakınlarından biri, galiba Eyüpsultan’daki aktar dükkânının sahibi, o türlü sarsıldı ki, kopacak kadar sıkılmış bir çamaşır gibi kendi üstünde birkaç kere burkuldu, gözleri kaydı, ağzından köpüğe benzer bir şey çıktı; ve bir doktora teslim edilse birkaç günde ancak düzeltilecek bir hâle düştü.

Ben dondum, herkes sakin; kimse adamcağızın yüzüne bile bakmıyor, hepsi doktorlarından emin…

Efendi Hazretleri, herkesten daha sakin ve telâşsız, sadece adama ismiyle hitap ettiler:

– “Abidin!”

Ve adam; bir ânda çözülüp kendine geldi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Leyle-i Regâib* kandiliniz mübârek olsun. Regâib demek, *ihsân* demekdir. Allahü teâlânın merhameti ve ihsânı, bu gece her zamandan daha fazladır. 


Bu gecede, bu günde yapılan duâları Allahü teâlâ red etmez. *Regâib*, Allahü teâlânın merhamet deryâsının saçıldığı bir gündür. *Deryâ*, o gün saçılıyor. 


Bu gün, bu gece, duâ edip Rabbine yalvaranların bütün günâhları afvolur. Elimizden geldiği kadar bu gün okuyacağız. Hiçbir şey bilmiyorsak, *Kulhüvallahü* ile *Elhamı* okuyacağız. 


Sevâbını mevtâlarımıza göndereceğiz. Ve duâ edeceğiz. Yalnız kendimize duâ etmiyeceğiz. Bütün mü’minlere de duâ edeceğiz, mevtâlarımıza, babalarımıza, dedelerimize de duâ edeceğiz ki, onları affetsin Allahü teâlâ. 


Mübârek günler, geceler hürmetine, Allahü teâlâ mevtâlarımızı affeder inşallah. Kabir azâbı çok şiddetli. Bizim bir *Fâtiha* okumamız, dünyâyı vermekden daha makbûl olur onlara. 


Rabbimize çok şükür. Bizi Müslümân evlâdı yaratmış. Analarımız, babalarımız *Nûr* içinde yatsınlar ki, bizi *Îmân* ile terbiye etmişler. *Besmele* öğretmişler, Allahımızı öğretmişler. 


Derd-ü belâ bir ni’metdir. *Dünyâ ni’metleri tatlıdır, ama derd-ü belâ daha tatlıdır*, diyor Mektûbât’da. Neden böyledir? 


Çünkü dünyâ ni’metlerinde nefsin de lezzeti vardır. Nefs de lezzet alır. Ama derd-ü belâdan nefs lezzet almaz, bil’akis inler. *Nefsin inlemesi çok tatlıdır*, diyor Mektûbâtta. 


Allahın düşmanı olan o *Nefs* inledi mi, evliyâlar büyük *lezzet* duyar. Bu dünyâ muvakkat, misâfirhâne. Ne mutlu bu dünyâyı Rabbinin rızâsıyla geçirenlere. 


Bir gün, Ankara’da iken *Fârûk Işık* beyin oğlu *Nevzât* bize geldi ve *Efendi Baba sizi çağırıyor*, dedi. Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini, Fârûk Bey’in evine getirmişlerdi. 


Vefât edene kadar 15 gün, o evde Efendi hazretlerine hizmet etdim efendim. Gece-gündüz, devâmlı aynı odada, berâber bulunduk. Ziyâretçiler geldiğinde herkes karşıya, sandalyelere otururdu. 


Beni ise, kendi yanına, yatağına oturturdu. Bütün hizmetini ben yapardım. Bir gün, beline elimi sokdurdu. Ve *Ne buluyorsun?* buyurdu. 


Çok zayıflamışdı. *Efendim bir deri, bir kemik kalmış, hiç et kalmamış*, dedim. Bana dönüp;


*Elhamdülillâh, dünyâdan bir şey götürmüyoruz*, buyurdu. Onbeş günlük izni bitip, askerler geri almaya geldikleri zaman, o gün *vefât* etdi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Arvasi Efendi nazretlerinin evi *Eyüp*’de idi. Bizim ev *Fâtih*’de idi. Her gün, sabah namazından önce *Eyübe*, Efendinin sohbetine giderdim. Gece yarısına kadar kalkmazdım.


Daha doğrusu kalkamazdım efendim. Kalkınca da, Eyüp Sultân’dan vapurla *Köprü*’ye giderdim. Köprüden tram-vayla *Fâtih*’e. 


Dâima son vapuru beklerdim. Bakardım, son vapurun kalkmasına yarım saat var. Efendinin sohbetinden ayrı-lamazdım efendim. İçimden; *Hele 5-10 dakîka daha oturayım*, derdim. 


Bir de bakardım ki, vapurun kalkmasına 10 dakîka var. Yine içimden; *Koşa koşa inerim yokuş aşağı, 5 dakîkada giderim*, diye düşünürdüm. 


*5 dakîka daha otursam kârdır*, derdim. Bir de bakardım ki, 5 dakîka var. Yine içimden; *Kalkmıyacağım, ne olursa olsun*, derdim. İskeleye gidince bakardım ki, vapur kalkmış. 


Hattâ yarım sâat, bir sâat olmuş. Yürüyerek Fâtih'e giderdim. *5-10 dakîka* diyerek, vapuru kaçırırdım. Başka vâsıta da yokdu. Geceleyin yürüyerek giderdim. 


Mübârek, bana *Arabcayı* ve *Farscayı* öğretdi. Her gidişimde, Mevlânâ Hâlid Efendimizin *Dîvânını* okuturdu bana. Kelime kelime okutup, mânâsını anlatırdı. Böylece o *Dîvânı* başından sonuna kadar hatmetdik. 


Askerî okulda, lise birinci sınıfa başlamışdım. Ramezân-ı şerîfde oruç tutmak istiyenleri, doktor muâyene edip, tutabilip tutamıyacak olanları ayırdı. 


*Seksen* kişi oruç tutmak istiyen vardı. Bunların içinden güçlü kuvvetli olanlarından *otuz* kişiyi, *Tutabilir* diye ayırdı. *Elli* kişiyi de, zaîf gördüğü için *Tutamaz* diye ayırdı. 


Ben de ufak tefekdim, zaîfdim. Beni de, *Tutamıyacak* ların içine ayırdı. Hâlbuki ben, tutmak istiyordum. Çünkü evimde de öyle terbiye almışdım. Önceden de tutuyordum. 


Doktora; *Ben tutmak istiyorum*, deyince, doktor bana bir kızdı, bir bağırdı. *Sen oruç tutacak adam mısın, sınıfda kalırsın, hasta olursun, ölürsün*, dedi. Doktor iriyarı bir yüzbaşıydı. 


Ramezân-ı şerîf geldi. Oruç tutacak olan otuz kişiye *Yemek* çıkıyordu. Ben de onlarla berâber kalkıyordum. Onların yemeklerinden yiyordum. Ben de orucumu tutdum. 


Seksen senedir de tutuyorum, oruçdan dolayı *hasta* bile olmadım. Doktor bana; *Sınıfda kalırsın*, demişdi. Ben oku-lun birincisi oldum. 


Bir sonraki sene oruç tutanların sayısı daha azaldı. Sonra azala azala, son sınıfda iken bir tek *Ben* kalmışdım. Ben namâzımı da kılardım. Başka kılan yokdu. Ben hademelerin odasına gider kılardım.

AZİZ MAHMUT HÜDAYİ HAZRETLERNİN BİR KERAMETİ

 AŞAĞIDAKİ SATIRLARDA 1974 KIBRIS HAREKATINDA AZİZ MAHMUT HÜDAYİ HAZRETLERNİN BİR KERAMETİ ANLATILMAKTADIR.


Yıl 1975. Öğle namazına yakın bir vakitte Azîz Mahmûd Hüdâyî türbesi önüne buğday tenli ve tıknaz boylu bir genç gelmişti. O an tesâdüfen Azîz Mahmûd Hüdâyî Câmii’nin imâmına rastladı ve:

“-Efendim! Ben Azîz Mahmûd Hüdâyî’yi görmeye geldim! Kendisiyle nasıl görüşebilirim? Acabâ şu an burada mıdır?” diye sordu.

Böyle bir suâl karşısında şaşıran imâm Muharrem Efendi:

“-Oğlum! Evet Azîz Mahmûd Hüdâyî burada!” dedi.

Hazret-i Pîr’in orada olduğunu duyan genç, sevinçle:

“-Lütten beni onunla görüştürünüz!” dedi.

Fakat buna bir mânâ veremeyen Muharrem Efendi, türbenin yanında olduklarından tekrar:

“-Oğlum! Azîz Mahmûd Hüdâyî burada!” dedi.

Genç de, talebini tekrarladı:

“-O zaman benimle görüştür! Ben onunla görüşmek istiyorum!” dedi.

Muharrem Efendi, hâlâ gencin hâlinden bir şey anlamadığından mes’eleyi çözebilmek için:

“-Evlâdım! Sen Azîz Mahmûd Hüdâyî’yi tanıyor ve biliyor musun” diye sordu.

Yüzü gibi sînesi sâf olan delikanlı da, lafın böyle uzayıp gitmesine ve muhâtabının kendisini neden Mahmûd Hüdâyî ile görüştürmek istemediğine hayret ederek:

“-Ben Azîz Mahmûd Hüdâyî’yi yakından tanıyorum. Beni buraya o dâvet etti. Biz onunla ziyâret husûsunda sözleşmiştik. Benim geleceğimden haberi var.” dedi.

Sözün burasında Muharrem Efendi, mes’elenin farklı bir vechesi ve sırlı bir nüktesi mevcûd olduğunu nihâyet idrâk etti ve merakla sordu:

“-Evlâdım! Nasıl sözleştiniz?” Genç anlatmaya başladı:

“-Efendim ben 1974 Kıbrıs harekâtında paraşütle indirilen komando grubundandım. Biz, ordumuzun denizden, Rumlar’ın da Beşparmak dağlarından karşılıklı mücâdelelerini sürdürdükleri bir hengame de paraşütlerle atladık. Ancak hava pek rüzgârlı olduğundan her birimiz bir tarafa savruluyorduk. Ben de düşman hatlarına düştüm. Ağaçlık bir mevkîde iki yandan gelen cehennemî bir ateş altında kaldım. Ne yapacağımı bilemez bir halde büyük bir şaşkınlık içindeyken karşıma uzun boylu, heybetli ve nûr yüzlü ihtiyar bir baba çıktı. Bana tatlı ve mütebessim bir çehre ile baktı ve:

“-Oğlum! Burası düşman hattıdır. Ne işin var burada? Niçin tek başına bu hatta girdin?” dedi.

Ben de:

“-Baba! Ben gelmedim, rüzgâr buraya düşürdü.” dedim.

Nûr yüzlü ihtiyâr, hafifçe başını salladı:

“-Ben de harbe geldim. Sizden evvel gönderildim. Buraları çok iyi bilirim. Hangi birliktensin oğlum? Gel seni onların yanına götüreyim!” dedi.

Birlikte müthiş bir ateş topu altında yola koyulduk. O mübârek insan, gâyet sâkin bir yolda yürüyormuşçasına rahattı. Her hâli beni ayrı bir şaşkınlığa sevkediyordu. Bana ismimi, nereli olduğumu v.s. birçok suâller sordu. Ben de istediği cevapları verdikten sonra iyice merak edip kendisini sordum:

“-Baba! Ya sen kimsin?” O da:

“-Oğlum! Bana Azîz Mahmûd Hüdâyî derler.” dedi.

Sonra:

“-Baba! Sen bana çok büyük bir iyilikte bulundun? Şâyet memlekete sağ-sâlim dönersem, bir vefâ borcu olarak seni ziyâret etmek isterim. Adresini verir misin?” dedim.

O güzel yüzlü mübârek insan, adres olarak sadece:

“-Oğlum! Üsküdar’a gelip kime sorsan beni sana gösterirler!” dedi.

Bu arada birliğime gelmiştik. Minnet, muhabbet ve hürmetle bu güzel insanın elini öptüm. Kendisiyle vedâlaştım. Sonra da kumandanımın yanına gittim.

Beni bir anda karşısında gören kumandanım, pek şaşırdı. Benim o ateş çemberinden nasıl olup da kurtularak birliğime ulaştığıma hayretle haykırdı:

“-Buraya nasıl gelebildin?” Ben de:

“-Beni, yaşlı, güzel bir baba getirdi.” dedim.

Harb bittikten sonra memleketime döndüm. Ancak Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin bana yapmış olduğu iyilik hiçbir vakit aklımdan çıkmadığı için bir vefâ borcu olarak nihâyet ziyâretine niyetlenip Üsküdar’a geldim. Sorduğum kimseler:

“O mübârek bir zâttır” diyerek burayı târif ettiler.” Bu arada sükût edip derin bir nefes alan genç, Muharrem Efendi’ye önceki talebini tekrarladı:

“-Efendim! İşte Azîz Mahmûd Hüdâyî ile böyle tanıştık. Artık himmet edin de beni kendisiyle görüştürün!” dedi.

Böylece mes’eleyi bütün yönleriyle öğrenen Muharrem Efendi, şâhid olduğu bu mânevî manzara karşısında pek duygulandı. Yalvarırcasına gözlerinin içine bakan delikanlıya bir müddet hiçbir şey diyemedi. Sonra da kendini toparlayıp içli bir sesle âdetâ kekeleyerek hulâsaten:

“-Evlâdım! Azîz Mahmûd Hüdâyî, hayatta olan bir kimse değil, 1543-1628 yılları arasında yaşamış bulunan büyük bir Allâh dostudur. Herhalde seni buraya Fâtiha okuman için çağırmış olmalıdır! İşte türbesi!” diyebildi.

Bu cevabı duyan vefâkâr ve imanlı genç, daha o an öğrendiği hakîkat üzerine son derece müteessir oldu. Kendisini görmek niyet ve hasretiyle geldiği ve hayatını borçlu olduğu büyük velînin sadece türbesiyle karşılaşmıştı. Harp sahasının o müthiş hengâmesinde yaşadığı mânevî tasarrufun daha yeni yeni farkına vardı ve bir çağlayan hâlinde hıçkırmaya başladı. Ellerini yüzüne kapadı; uzun bir müddet içli içli ağladı.

Hüdâyî mihrabının imâmı da, ağlıyordu…

Bu hâdise, Allâh’ın velî kullarına bahşettiği mânevî tasarrufu ne güzel sergiler. Bu tasarruf, Hazret-i Peygamber sallâllâhü aleyhi ve sellem’den zamanımıza kadar gelen evliyâullâhın mânevî yardımlarından bir misâldir.

Şunu unutmamak lâzımdır ki, fâil-i mutlak, Cenâb-ı Hakk’dır. Onun kullara yardımı, gerek melekler vâsıtasıyla, gerekse Allâh’ın velî kulları vâsıtasıyla günümüze kadar olagelmiştir.

Kızlarını Beyoğlu'nda çırılçıplak gezdirseydi bu kadar günaha girmezdi

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir *İdris hoca* vardı Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin zamânında. Sultânahmet Câminin baş imâmı. Bir gün Efendi hazretlerine gitdim. Beni görünce; *Hilmi, ne oldu biliyor musun?* buyurdular. 


*Bilmiyorum efendim*, dedim. Merak etdim efendim, acabâ ne oldu diye. 


Buyurdular ki: *İdris hoca, bu gün, iki kızını Sultânahmet câmiinde, o kadar cemâatin önünde, hatim cemiyetine çıkarmış. O iki kız, câmide hatim duâsı yapmışlar*. 


14-15 yaşlarında iki kızına, erkeklerin önünde hatim duâsı yapdırmış. Eğer o kızları, çırılçıplak soyup, Beyoğlunda yürütseydi, bu kadar günâha girmezdi. 


Çünkü bu günâh, *İbâdet* diye yapılıyor, *Din* adına yapılıyor ki, *Küfr*’e kadar gider. Günah günahdır, ama ibâdet diye işlenirse, sevap diye yapılırsa, *Felâket*’dir. 


Din adamlarının işlediği suç, Beyoğlunda işlenen suçlardan *Bin kat* daha büyükdür kardeşim. Çünkü *Emsâl* teşkîl eder, böyle yapmanın *Câiz* olacağına *Fetvâ* vermiş gibi olur, Allah korusun efendim. 


Bir hizmet ne kadar *Kıymetli* ise, onu yaparken o kadar çok *Sıkıntılar* olur efendim. Yâni bir hizmetde hiç sıkıntı yoksa, o iş, gerçek hizmet değildir. Veyâhut cenâb-ı Hakkın rızâsına uygun değildir. 


Çünkü cenâb-ı Hakkın rızâsına uygun olan bir hizmetde mutlaka *Çile* olur, *Sıkıntı* olur, *Üzüntü* olur, bu böyledir. 


Hayrlı bir hizmetde mutlaka sıkıntı olur. Çünkü bu, bir sünnetdir. Peygamberimiz aleyhisselâm ne buyuruyor? 


*Benim çekdiğim sıkıntıyı, ne benden evvelkiler, ne de benden sonrakilerin hiçbiri çekmemişdir*, buyuruyor. Hâlbuki Efendimiz aleyhisselâm, Allahın sevgilisidir. Habîbidir. 


Bütün Peygamberler Onunla iftihâr etmişlerdir. Efendimiz; *Ben de İmâm-ı âzam ile iftihâr ederim*, buyuruyor. 


Bütün âbilere söylüyorum, tavsiye ediyorum, hattâ vasiyyetime bile yazdım, *Arkadaşlar, her gün muhakkak bir iki sayfa da olsa İlmihâl okusunlar*, diye. 


*Mektûbât* kitâbımızın ilk sayfasında da var bu. Bizim Abdülhakîme hitâben bir yazı yazdım oraya. 


*Oğlum! Bu kitap süs eşyâsı değildir. Okumak, öğrenmek ve tatbîk etmek için yazılmışdır*, diye devâm ediyor. Dînimizi öğrenmek farz. Okumayınca nasıl öğrenilecek?

Kemâl cennetine nasıl erişilir ?

 Niyâzî Mısrî Hazretleri Mevâidü'l-İrfânında buyuruyorlar ki  :


"Cennet mekârihle çevrilmişdir" sözünde şu hakîkate işâret edilmişdir. Bir kâmilin adı uzakdan işitilir ve onunla buluşmaya iştiyâk duyulur, fakat geldikleri vakit, onun etrafını düşmanla çevrili görürler. Öyle ki her düşmanın elinde ötekindekine benzemeyen bir mızrak vardır. O mızrakları bu kâmile âşık olanlara atarlar. Yani iftiralar ederler. Onu ondan çevirmeye çalışırlar. Bu, Âdem aleyhisselâmdan günümüze kadar böyle gelmişdir. Hakîkatde, kâmilin etrafında bulunan bu düşmanlar, istidadlı olmayan kimseleri kemâl sahiblerinin yanına sokmamak için vazîfeli bekçilerdir. İşte kemâl sahibi olan zât, böylece mekârihle çevrilmiş bulunur. Onun yanına ancak kuvvetliler girebilir. Nitekim o kâmil de, maârif cennetine ve kendisine muvafık ihvânla toplanma zevkine düşmanların ezâ ve cefâsına, hasedçilerin sebeb oldukları üzüntülere sabretmek sûretiyle erebilmişdir. Çünkü âriflerin meclisi, cennet misâlidir. Nitekim Peygamber Efendimiz buyurmuşdur ki, "Eğer cennet bahçelerine uğrarsanız, meyvalarından yiyiniz". Fakat cennet mekârihle çevrilidir. 


Ehlullahdan biri Belgrad'dan bizi ziyârete gelmişdi. Önce fakîrin hasedçilerinin çokluğunu görerek bana acıdı. Fakat cuma gecesi toplanan ihvânı görüp, onların vecd ile zikretmelerini görünce çok ağladı ve şöyle dedi: "Bırak onları istedikleri kadar hâinlik yapsınlar, düşmanlık etsinler. Onların ezâlarına sabret. Çünkü bu nûr, onların üflemeleri ile sönmez, bilakis artar". Sonra Kur`ân'dan şu âyeti okudu : "يُر۪يدُونَ لِيُطْفِؤُ۫ا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِه۪ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ". Ve ilâve etdi : "Bu cennetin, hasedçilerden ve düşmanlardan hâlî kalmayıp onlarla kuşatılması îcâb eder. Bu insanlar bunun etrafındaki mekârihi yarıp buraya girmeye kudretleri olmadığından dolayı, hasedleri ve düşmanlıkları artmakdadır. Fakat onların hasedleri ne kadar artarsa, bu nûr da o kadar artar. Onların senin hakkındaki davranışlarına üzülme".


Hâsılı, kâmil, kemâl cennetine cehd-i kesîr ve sabr-ı cemîl ile vâsıl olabilir. Onun hasedçilerinin kötülükleri ile çevrili bulunan sohbet-i cennetine de kâmilin zâtında veya meclisinde bulunan mekârihe ayıplama gözlerini kapatan, o hasedçilerin sözlerine kulak asmayan kimselerden başkaları giremez. 


Fakîr der ki, Mısır'a gidip Şeyhûniyye'de şeyhime bîat etdiğim zaman, oranın fukarâsı sayılamayacak kadar çokdu. Bunlardan bazıları, şeyhime kendi şeyhi zamanından kalmış idi. Şeyhin selefinden kendisine intikâl eden mürîdlerden biri bana gizlice yaklaşdı ve dedi ki : "Ben seni irâdende sâdık görüyorum ama bu şeyh senin zannetdiğin gibi kâmil bir şeyh değildir. Ben sana nasîhat ediyorum, senin aradığın onda yokdur. Beni dinlersen onu bırak ve kendine kâmil bir şeyh ara ki ancak o zaman murâdına erersin". Ve şeyh hakkında birçok ayıplar saydı. Ona dedim ki, "Şimdi onun kâmil olduğuna yakînen inandım". Gerçekden de üç yıl onun hizmetine devam etdim ve onu Tarîk-i Kâdiriyyede kâmil bir şeyh buldum. Allah'a hamd olsun ki onun sâyesinde murâdımın icmâline nâil oldum. Ve tafsîline de başka bir şeyhin, Şeyh Sinân Elmalı'nın hizmetinde erişdim. Kuddise sırruh. Ve onun mekârihini, evvelkinin mekârihinden ziyâde buldum. Kezâ zevkleri de farklı idi.

Belâların Hikmeti

Hazret-i Mevlânâ'nın babası Sultânü'l-Ulemâ Hazretleri buyuruyorlar ki :


Bu dünyâda hâlden hâle geçmek, zahmet çekmek, belâya uğramak, öteki dünyânın nimetine, bu dünyânın nimeti ise öteki dünyânın belâsına vesîledir. Belânın hikmeti şudur. Bu dünyâda belâ, cevheri ortaya çıkaran mihenk taşı gibidir. Demir bir kaç gün demircinin dükkanında eziyet çekmeyince, cevheri ortaya çıkmaz, çıkmayınca da değer kazanmaz. Mü'min için bu dünyâ demirci dükkânıdır. Kezâ tohum bir kaç gün yer hapsinde gam ve kedere marûz kalmayınca ve hâlden hâle geçmeyince boy atmaz, meyve vermez. Tohum kara balçıkda zâyi olmayıp olgunlaşdığı gibi, belâya uğrayan insân da zâyi olmaz, kemâle gelir.

Bilesin ki âlemlerden her bir âlemin kapısında bir belâ vardır. O belâya uğramadan o âleme giremezsin. Nasıl ki cemâd âleminden geçmen için bir yere gömülmek, hapsolmak gerekdir, aynı şekilde hayvanlık âlemine gelmen için de, hayvanın dişleriyle parça parça olmak, hâlden hâle geçmek gerekir. İnsanlık âlemine gelmek için de ana rahminde hapsolmak gerekir. Dünyânın güzelliğini görmek için de doğumun ve ağlamanın eziyetini ve çocukluk zaaflarının bütün sıkıntılarını çekmek gerekir. Gayb âleminde yaşamak istersen, akla âid eziyetlere ve dünyâdaki boş şeylerden alakâyı kesmeye katlanman gerekir. Fânî âlemden geçmeden öteki âleme giremezsin. Beşeriyyet âleminden silinmeden, cemâlullah âlemine giremezsin.

Senin yazdığın bu Seâdet-i Ebediyye kitâbını hazret-i Mehdî okuyacak

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Peygamber Efendimiz, bir gün mübârek ellerini açıp; Yâ Rabbî, dünyâya umûmî bir *felâket* gelecek olursa, beni temsîl eden bir *cemâat* sağ kalsın, bu cemâat, âhirete kadar, beni ve yolumu *temsîl* etsin. 


İnsanlar bir *yanlışa* düştükleri zeman, bu topluluktan biri onları *îkâz* etsin, doğru yolu göstersin, böylece insanlar benim ve eshâbımın doğru yolundan ayrılmasınlar, diye niyâz da bulunmuş. 


Allahü teâlâ da bu niyâzı kabûl etmiş. *Mekkî Efendi*, bunu bize anlatır ve *Allahü a’lem bu kimseler sizsiniz*, derdi.


İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bir mektûbu var efendim. Orada buyuruyor ki: *Beni seven, îmânla ölür*. Ne büyük müjde kardeşim. Biz, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini çok seviyoruz. 


*Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye* kitâbının hemen hemen yarısını, Onun *Mektûbât* kitâbından aldık. Ahmed Mekkî Efendi, bana ne derdi, biliyor musunuz? 


*Senin yazdığın bu Seâdet-i Ebediyye kitâbını, hazret-i Mehdî okuyacak*, derdi. İşte hazret-i Mehdî’nin hangi evden çıkacağı belli olmadığı için, *Tam İlmihâl*’in her evde bulunmasına çalışıyoruz kardeşim.


Efendim, İzmir’den bir mektûb geldi. Makine mühendisi bir hanım yazmış, diyor ki: *Sizin Gazeteyi ve sizin kitaplarınızı okuyunca, bende bir değişiklik oldu. Örtündüm ve namaza başladım*. 


Babam, emekli albaydır. Hayâtta hiç alnını secdeye koymamış biridir. Bana dedi ki: *Kızım ne bu hâlin, sen aklını mı kaybetdin, ne oldu sana?* 


Ben de ona; *Beni bu hâle koyan şu kitâbı al da oku*, dedim. Kırmadı beni, okudu. Okuyunca, o da değişdi ve namaza başladı. 


Kadıncağız böyle yazmış efendim. İşte bu kitaplar, okuyana böyle *Feyz* veriyor. Yalnız okuyana mı? Dağıtana daha çok verir. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri; *İslâmiyetden bir kıvılcım kaldı*, buyururdu. İşte bu kitaplar, o kıvılcımın şerâresidir kardeşim.

Pîrin asâsı pîrin yerindedir

 Hazret-i İşân Abdullah Dehlevi, hazret-i Müceddid-i elf-i sânînin “kaddesallahü teâlâ biesrârihissâmî” *Mektûbât* ından ders yapıyordu. Bir yerde bir müddet düşündükden sonra, mübârek başını kaldırıp, şöyle buyurdular:

— _*Pîrin asâsı pîrin yerindedir._* 

Bundan sonra *Mektûbât-ı şerîfe* tarafına işâret edip;

—_*Bu kitâb da pîrin yerindedir_* , buyurdular ve şu mısra’yı okudular.


    Mısra’: *Sözü, insanın bir parçasıdır.*


 _*Allahü teâlâyı müşâhede_* hususunda da şu Şii’ri okudular.


_*Ben güneşi severim, ne dersem ondan derim,_*

*_Geceyle işim yokdur, ben rü’yâyı neylerim_*


_Alıntı Şuradan:_

_MEKÂTÎB-İ ŞERÎFE_

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir arkadaşımız, hanımı ile berâber, bir *Amerikalı* komşusunun evine ziyârete gitmiş. Ayrı oturmuşlar, ama arkadaşın hanımı mantosunu çıkarmamış. 


Öyle giyimli vaziyetde oturmuş. Amerikalı komşu kadın sormuş. *Niye mantonuzu çıkarmıyorsunuz?* demiş. O hanım da, *Çıkarmasam daha iyi*, demiş. 


Çünkü bizim *İlmihâl* de okumuş ki; *Kâfir kadın, erkek hükmündedir. Onun için müslümân bir hanım, onlara karşı da örtülü olması lâzım*. 


Doğru, biz *İlmihâl*’de böyle yazdık. Fakat sonra bakdık ki, *Hanbelî* mezhebinde bu böyle değil. Hanbelî mezhebinde, kâfir kadın, erkek hükmünde değil. 


Yâni müslümân bir hanım, gayr-i müslim bir kadının yanında başı açık, mantosuz oturabilir. Ancak bir şartla, hanbelî mezhebini *Taklîd* etmesi lâzım. 


Yâni bunu düşünürse, *Câiz* olur efendim. İlmihâli yazdığımızda, böyle şeyle karşılaşmamışdık. Sonra böyle bir *Suâl* gelince, cevâbını kitaplarda aradık, bulduk elhamdülillâh, Bu, büyük *Kolaylık* kardeşim. 


Ben Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinden çok istifâde etdim, ama bir özelliğim vardı benim, çok *Terbiyeli* idim. Edebi gözetmeye çok îtinâ ederdim. Hattâ korkardım efendim. 


Bir edebsizlik yaparım da Abdülhakim Efendi hazretleri üzülür, hattâ *Git, bir daha gelme!* der diye titrerdim, ödüm kopardı. Bu yolda *Edeb*, çok mühim kardeşim. 


Kim olursa olsun, bir milim edebe riâyetsizlik, herşeyi siler atar. *Şâh-ı Nakşibend* hazretlerine sormuşlar, Efendim, sizin yolunuzun başı nedir? demişler.


Mübârek buyurmuş ki: *Edeb’dir*. Ortası nedir? demişler, *Edeb’dir* buyurmuş. Sonu nedir? demişler, yine aynı cevâbı vermiş mübârek, *Edeb’dir* buyurmuş. 


Bu defâ sebebini sormuşlar. Cevâbında; *Çünkü edebe riâyet etmiyen kimse, Allah dostu olamaz, mü’min, edeb sâhibidir*, buyurmuş.

Sâliha bir hanım Cennet ni’metinin tâ kendisidir

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir kimse, sırf âhiret niyetiyle, gecesini gündüzüne katıp çalışırsa, bu çalışmaların hepsi *İbâdet* olur efendim. 


Neden? Çünkü o parayla hayr hasenât yapacak, hacca gidecek, zekât verecek, kurban kesecek. En mühimi de *Cihad* yapacak, *Emr-i mâruf* yapacak. 


Yâni bu parayla, âhirete müteallik hizmetleri yapacak, rızık için değil. Rızık mukadderdir, yâni takdîr olunmuşdur, o bellidir. 


Ne olursa olsun, o *Rızık* ona gelecek. Çünkü insan rızkını aradığı gibi, rızık da onu arar efendim. Mutlaka buluşurlar. 


Büyükler ne buyurmuş? *Dünyâ için çalış, dünyâda kalacağın kadar*. En fazla yüz sene, belki de yarın öleceksin, hiç belli olmaz. 


*Âhiretin için çalış, âhiretde kalacağın kadar*. Âhiret sonsuz, sonu yok. 


*Allahü teâlâya şükret, muhtaç olduğun kadar*. Muhtaç olmadığımız an yok ki. Her zerremizle ve her an O’na muhtâcız. 


Görmemiz, işitmemiz, hep Rabbimizin kudretiyle oluyor kardeşim. Kalbimizi O çalıştırıyor. İnsan vücûdunda otuz trilyon civarında *Hücre* var. Her hücrenin içerisinde koca bir *Uzay* var. 


*Enver âbi* söyledi. Bir hücrenin içine video koyup çekmişler. İçindeki faaliyetleri, hareketleri gösteriyormuş. Hayrân kaldım, diyor. 


Peki kim yapıyor bütün bunları? Biz mi yapıyoruz? *Hâşâ, Allahü teâlâ yapıyor, O yaratıyor*. 


Peygamberimiz aleyhisselâm buyuruyor ki: *Sâliha bir hanım, Cennet ni’metinin tâ kendisidir*. Allahü teâlâ, Cennetden dünyâya hiçbir ni’metin aslını indirmemişdir.


Sâdece müslümân kadın hâriç. O, ni’metin *Aslı*’dır, *Gerçek Cennet ni’meti*’dir. Onun için sâliha bir hanım çok büyük ni’mettir. Allahü teâlâ hepimize, bu ni’meti nasîb etdi, olmıyana da nasîb etsin. 


Allahü teâlânın ihsân ettiği bu *Cennet nimeti*’nin kıymetini bilirsek, lâyıkı vechile Rabbimize şükredersek, bu ni’met elden çıkmaz, devâm eder. 


Kim de bu büyük ni’metin kıymetini bilmez, nefsî hareket edip onu üzerse, kırarsa, sonunda *pişmân* olur, *perîşân* olur. Büyükler; *Eden, kendine eder*, buyurmuşlar. İyilik eden de kendine eder, kötülük eden de.