Mescide geçit veren bir odacıkta oturuyoruz. Kendileri hasır koltukta, ben bir iskemledeyim… Etraflarında yakınlarından birkaç kişi… Dizüstü, yerde oturuyorlar. Efendi Hazretlerine karşı naz makamındaki Şakir’cik gidip geliyor. Bir köşede semaver…
Ha, söylemeyi unuttum; Efendi Hazretlerinin evlerinde semaver gece gündüz kaynar ve ziyaretçilere üstüste çay verilir. “Artık içemem, af buyurun!” deninceye kadar…
Yemekten sonra çaylar içilmiş; Efendi Hazretlerinden, o muazzam temkin tavırları içinde binbir hikmet dinlenmiştir.
Şakir’e emir buyurup bana bir defter verdiler ve bana:
– “Oku; yüksek sesle oku!”
Bu, “hatarât”a dair, kalemlerinden çıkma bir risalecikti ve yüksek sesle okumaya başladım…
Tıs yok; yalnız bir duvar saatinin tıktıkları… Dinleyenler, mümkün olsa, kalblerini durduracaklar… Öyle dinliyorlar…
Risalede “hatarat”tan bahsediliyor; kaynağı, hikmeti, onları def ve nefyetme şekli… Bunun için tedbir şudur:
– “Celâl kelimesini, Allah ismini, medd ile çekerek kalbden geçirmek ve dimağa doğru yükseltmek…”
bahis bu noktaya gelince emir buyurdular:
– “Medd ile çek bakalım, Allah ismini!”
– “Allaaaaaah…”
Diye çektim.
O ânda olan şey…
Müthiş!..
Ayak uçlarında oturan yakınlarından biri, galiba Eyüpsultan’daki aktar dükkânının sahibi, o türlü sarsıldı ki, kopacak kadar sıkılmış bir çamaşır gibi kendi üstünde birkaç kere burkuldu, gözleri kaydı, ağzından köpüğe benzer bir şey çıktı; ve bir doktora teslim edilse birkaç günde ancak düzeltilecek bir hâle düştü.
Ben dondum, herkes sakin; kimse adamcağızın yüzüne bile bakmıyor, hepsi doktorlarından emin…
Efendi Hazretleri, herkesten daha sakin ve telâşsız, sadece adama ismiyle hitap ettiler:
– “Abidin!”
Ve adam; bir ânda çözülüp kendine geldi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder