BİRİNCİ BÖLÜM

 Müteşâbih Haberler Hakkında Selefin İ’tikâdı:

Basîret ehli yanında şübhesiz en açık hak mezheb, Selefin mezhebidir. Ya’nî Eshâb-ı kirâm ve tâbi’înin mezhebidir. İşte şimdi bu mezhebi ve delîllerini açıklayarak diyorum ki, bizce hak olan Selef mezhebinin hakîkati, avâmdan olan, ya’nî islâm i’tikâdını iyice bilmiyen bir kimseye,Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları hakkında müteşâbih bir haber veyâ söz ulaşınca, onun üzerine yedi şey vâcib olur:


1– Takdîs,


2– Tasdîk,


3– Aczini i’tirâf etmek,


4– Sükût,


5– Keff (el çekmek, çekinmek),


6– İmsâk,


7– Ma’rifet ehline teslîm olmak.


1– Takdîs: Allahü teâlây› cism olmakdan ve cisme benzer şeylerden tenzîh etmekdir.


2– Tasdîk: Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurduklarına inanmakdır. Bütün bildirdikleri hakdır, doğrudur. Buyurduklarında sâdıkdır. Hak Onun dediği ve murâd etdiği yöndedir.


3– Aczini i’tirâf etmek: Avâm›n, müteşâbih bir haberde Allahü teâlânın ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” murâd›n› bilmenin ve anlaman›n, gücü d›ş›nda olduğunu ikrâr etmekdir. Zâten bu avâm›n şân›ndan değildir, vazîfesi de değildir.


4– Sükût: Teşbîhe götüren haberlerin ma’nâs›ndan avâm›n süâl sormamas›, o mevzu’a dalmamas›, ondan süâl etmenin bid’at olduğunu bilmesidir. O mevzu’a dalmas›nda dîni için tehlüke vard›r. Fark›nda olmadan küfre düşebilir.


5– İmsâk: Teşbîh uyand›ran lafzlarda tasarruf etmemek [hükm vermemek], başka bir dile çevirmemek, onda ziyâde ve noksanl›k yapmamak, cem’ ve tefrîk [birleşdirme ve ay›rma] yapmamakd›r. Belki söylenen lafz›, îrâd›, irâb›, tasrîfi ve sîgas› nas›l bildirilmişse, o şeklde söylemelidir.


6– Keff: Avâm›n, müteşâbih sözlerin ma’nâlar›n› irdelemekden gönlünü ve zihnini men’ etmek ve tefekkür etmemekdir.


7– Teslîm: Ma’rifet ehline teslîm olmakd›r. Kendisine âcizliği dolay›s›yla gizli olan müteşâbihlerin, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem”, Peygamberlere “aleyhimüsselâm”, s›ddîklara ve velîlere gizli kalmad›ğ›-na i’tikâd etmekdir.


Selef-i sâlihîn, yukar›daki yedi maddeyi avâm›n herbiri üzerine vazîfe olarak vâcib k›l›nmas›n› i’tikâd etmişlerdir. Selefin bu yedi vazîfenin herhangi birine muhâlefeti düşünülemez. Şimdi bu vazîfeleri teker teker aç›klayal›m:


B‹R‹NC‹ VAZÎFE: TAKDÎS


(Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâm›n çamurunu eliyle yoğurdu) ve (Mü’minin kalbi Rahmân›n iki parmağ› aras›ndad›r) hadîs-i şerîflerinde geçen el (yed) ve parmak (usbu’) kelimeleri teşbîhe götüren, müteşâbih lafzlard›r. El kelimesi duyulduğunda iki ma’nâ akla gelir. Bunlardan biri et, kemik, sinir ve damarlardan müteşekkil uzva konulmuş ismdir. Et,kemik, sinir ve damarlar husûsî s›fatlar› olan husûsî cismlerdir. Cism, uzunluğu, genişliği ve derinliği olan [boşlukda yer kaplayan maddenin şekl alm›ş hâli olan] şeylerdir. Bulunduğu mekânda başka birinin bulunmas›na mâni’ olur. Kendisi yerinden ayr›lmad›kca oraya başkas› giremez.


Ba’zan bu el lafz›, aslâ cism ile alâkalı olmayan bir ma’nâya da gelebilir. Meselâ, “Ülke Emîrin elindedir” denildiğinde, emîrin eli kesik olsa bile ülkenin emîrin hükmü ve idâresi alt›nda olduğu anlaş›l›r. Avâm olsun, havâs olsun hadîs-i şerîfde bildirilen elin et, kan ve kemikden müteşekkil olan uzv olmad›ğ›n› düşünmelidir. Çünki, Allahü teâlâ hakk›nda böyle düşünmek muhaldir, mümkin değildir. Zîrâ Allahü teâlâ, cism olan şeylerle vasfland›r›lmakdan münezzehdir. Allahü teâlây› uzvlardan meydâna gelmiş bir cism olarak düşünen, puta tapm›ş olur. Çünki her cism mahlûkdur. Mahlûka ibâdet etmek küfrdür. Puta tapmak küfrdür. Çünki put, mahlûkdur ve cismdir. Cisme tapan da halef ve selef imâmlar›n›n icmâ’› ile kâfir olur. Bu kendisine tap›lan cism, ister sert ve kat› dağlar gibi kesîf olsun, ister hava ve su gibi latîf olsun, ister yeryüzü gibi karanl›k, ister güneş, ay ve y›ld›zlar gibi parlak olsun, ister hava gibi renksiz ve şeffaf olsun, ister Arş, Kürsî ve gök kadar büyük olsun, ister zerre ve toz gibi küçük olsun, ister taş gibi cans›z olsun, ister insan gibi canl› olsun, her hâl-ü kârda putdur. Cismin güzelliği, cemâli, azameti, küçüklüğü, kat›l›ğ›, kal›c› olmas› onu put olmakdan ç›karmaz.


Allahü teâlâ cism değildir, eli ve parmağ› cism değildir diyen kimse, Onu uzviyyetden, et ve sinirden nefy etmiş olur. Böylece hâdis olman›n îcâb etdirdiği şeylerden Rabbini tenzîh etmiş olur. Ondan sonra, Allahü teâlân›n eline ve parmağ›na dâir Kur’ân-› kerîm veyâ hadîs-i şerîfde geçen kelimenin, cism olmayan veyâ cismlere has olan s›fatlardan başka, Allahü teâlân›n şân›na lây›k bir ma’nâs› olduğuna inanmak lâz›md›r.


Bu ma’nây› anl›yam›yan, hakîkatini kavr›yam›yan için mükellefiyet yokdur.


Çünki bu ma’nâlar› bilmekle aslâ mükellef tutulmam›şd›r. Bunlar›n hakîkî ma’nâs›n› veyâ te’vîlini bilmesi üzerine vâcib değildir. Vâcib olan, ileride geleceği gibi, müteşâbih kelimeler üzerinde derin düşüncelere dalmamakd›r.


İkinci misâl: Hadîs-i şerîflerde bildirilen sûret lafz›d›r. (Allahü teâlâ Âdemi kendi sûretinde yaratd›) ve (Ben Rabbimi en güzel sûretde gördüm) hadîs-i şerîflerindeki sûret lafz›, müşterek ismdir. Ba’zan et ve kemikden meydâna gelmiş, herbiri husûsî yap›da olan göz, burun, ağ›z, yanak gibi cismlerin özel bir şeklde düzenlenmesinden hâs›l olan hey’ete verilen ismdir. Ba’zan de sûret lafz› kullan›l›nca, cism olmayan, cismde hey’et ve cismlerde tertîb olm›yan şey murâd olunur. Meselâ, “Mes’elenin sûretini bildi” ve benzeri sözlerdeki sûret lafzlar› böyledir. Her mü’min bilmelidir ki, sûret lafz›, Allahü teâlâ için yukar›daki birinci ma’nâdaki gibi et ve kemikden meydâna gelmiş burun, ağ›z ve yanakdan müteşekkil düşünülemez. Çünki bunlar›n hepsi cismdir ve cismlerdeki hey’etdir.


Cismlerin ve hey’etlerin yarat›c›s›, bunlara benzemekden ve s›fatlar›ndan münezzehdir. Bunu yakînen böyle bilen mü’mindir.


Eğer hât›r›na, bu kelimeden kasd edilen ma’nâ bu değilse, acabâ istenen ma’nâ nedir, diye gelirse, bu durumda bilmelidir ki, bu mevzû’da araşd›rma yapmak emr olunmam›ş, bu mevzû’a dalmamak emr olunmuşdur. Çünki bu mevzû’, tâkatinin üstündedir. Fekat o kimseye lâz›m olan, sûret lafz› ile, cism ve cisme has s›fat olmayan ve Allahü teâlân›n azamet ve celâline lây›k olan bir ma’nân›n murâd buyurulduğunu i’tikâd etmesidir.


Üçüncü misâl: Bir kimsenin kulağ›na nüzûl (inme) kelimesi çal›n›nca, bunun müşterek ism olduğunu bilmelidir. (Allahü teâlâ her gece dünyâ semâs›na iner) hadîs-i şerîfindeki inme (nüzûl), müteşâbih bir kelimedir. ‹nsan›n hât›r›na cismin inmesi gelebilir. Ba’zan nüzûl cismler için kullan›l›r. O zemân nüzûl kelimesinin üç cisme ihtiyâc› vard›r. Birincisi, sâkinine mekân olan yüksek cismdir. ‹kincisi, yine sâkinine mekân olan alçak cismdir. Üçüncüsü, aşağ›dan yukar›ya ve yukar›dan aşağ›ya intikâl eden cismdir. Aşağ›dan yukar›ya ç›kmağa su’ûd, urûc veyâ raky denir.


Yüksekden alçağa inmeğe de nüzûl ve hübût denir. Ba’zan da nüzûl lafz› cismden başka ma’nâda kullan›l›r. O zemân cismin hareketi ve intikâlini düşünmeğe ihtiyâc kalmaz. Nitekim Allahü teâlâ, Zümer sûresi, alt›nc› âyetinde meâlen, (Sizin için [büyük baş] hayvanlardan sekiz çift indirdi) buyurmuşdur. Deve, s›ğ›r gibi hayvanlar›n gökden intikâl ederek nüzûl etmeleri görülmemişdir. Bunlar›n rahmlerde yarat›ld›ğ› bilinmekdedir. O hâlde bu inzâlde şübhesiz başka bir ma’nâ vard›r.


İmâm-› Şâfi’î “rad›yallahü anh” da, “M›sra gitdiğimde, M›sr halk› sözümü anlamad›lar. Ben de indim, sonra dahâ indim, sonra dahâ da indim” buyurmuşdur. ‹mâm-› Şâfi’î bu inme ile, vücûdünün aşağ›ya indiğini kasd etmemişlerdir. [Halk›n seviyesine indiklerini söylemişlerdir.]


O hâlde her mü’min, Allahü teâlâ hakk›nda nüzûl, birinci ma’nâda olduğu gibi, bir şahs›n cesedi ile yukar›dan aşağ›ya intikâli olmad›ğ›n› kesin bilmelidir. Çünki şahs ve cesed cismdir. Allahü teâlâ ise cism değildir.


Eğer bu ma’nâ kasd edilmiyor ise, hangi ma’nâ kasd ediliyor, diye hât›r›na bir düşünce gelirse, ona deriz ki: Semâdan devenin indirilmesini anlamakda âciz olan sen, Allahü teâlân›n dünyâ semâs›na nüzûlünü anlamakda dahâ da âcizsin. Bu konu seni ilgilendirmez. İbâdetin ile veyâ mesleğinle meşgûl ol. Dilini tut. Her ne kadar hakîkatini ve nas›l olduğunu bilmesen de arab lügatinde nüzûl kelimesinin, Allahü teâlân›n azamet ve celâline yak›ş›r bir ma’nâs›n›n câiz olduğunu bilmelisin.


Dördüncü misâl: Kur’ân-› kerîmdeki fevk [üst] lafz›d›r. En’am sûresi, onsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (O kullar›n›n fevk›nde yegâne tasarruf sâhibidir) ve Nahl sûresi, ellinci âyet-i kerîmesinde meâlen (Fevklerinde olan Rablerinden korkarlar) buyurulmuşdur. Bu âyet-i kerîmelerde geçen fevk kelimesini avâmdan birisi duyduğu zemân, fevk kelimesinin iki ma’nâda kullan›lan müşterek bir ism olduğunu bilmelidir.


Birinci ma’nâs›, yukar›da olan bir cismin aşağ›da olan bir cisme nisbeti gibidir. Ya’nî yukar›da olan aşağıdakinin baş›n›n üzerinde olmas›d›r.


İkinci ma’nâda fevk, rütbe için kullan›l›r. Bu ma’nâda, “ilm ilmden üstündür” denildiği gibi, “Halîfe sultân›n fevk›ndedir” ve “Sultân vezîrin fevk›ndedir” denir. Birinci ma’nâ, bir cismin diğer bir cisme nisbetini gerekdirir. İkinci ma’nâda ise, cisme ihtiyâc yokdur.


O hâlde mü’min, kesin olarak bilmelidir ki, birinci ma’nâ, istenen ma’nâ değildir. Allahü teâlâ hakk›nda muhâldir. Çünki birinci ma’nâ, cismin veyâ cismlerin s›fatlar›n›n îcâb etdirdiklerindendir.


O hâlde fevk kelimesinin birinci ma’nâs›n›n Allahü teâlâ hakk›nda nefy edileceğini bilen kimsenin, bu kelimenin niçin ve ne ma’nâda kullan›ld›ğ›n› bilmese de, üzerine herhangi bir mes’ûliyyet yüklenmez ve bu mevzû’a dal›p araşd›rmas›na lüzûm yokdur. Zikr etdiğimiz müteşâbih lafzlar›n üzerine zikr etmediklerimiz k›yâs edilebilir.

Eser: İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm

Müellif: İmâm-ı Gazâlî

Terceme: Hüseyn Hilmi Işık

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder