NEFS etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
NEFS etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Her işin ve her sözün, nefis muradı üzerinedir

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Ey biçare: Senin de gönlünün yüzü dönmüştür. Zira, her işin ve her sözün, nefis muradı üzerinedir. Nefsinin muradı için: (Allahın kuluyum.) dersin. Nefsinin muradı için: (Velilere müridim ve muhibbim) dersin. Nefsinin muradı için, ya cennet ümit eder veya cehennemden korkarsın. Îhlâs ile olan amelde hiçbir karşılık ve menfaat beklenmez. Aşağıda, riyâ ile ihlâstan bahsedildiği zaman riyanın ve ihlâsın ne olduğunu anlar ve öğrenirsin.


Ey aziz: Eğer, senin muradın da nefis için değil ve hak için ise, sen de hak yolunda nefsine hoş gelen şeylerden geçmelisin. Resûl aleyhisselâma gerçek ümmet olmak dilersen, onun sünnetlerine hakkı ile uymalısın. Bidatleri terk etmelisin. Gerçi, bid'at-i hasenedir dersin ama şunu hiç düşünmezsin ki, bidatlerin başlaması azgınlıktır. 


Karnın doyuncaya kadar yemek yemek bid'at değil mi? Bağırsaklarını doldurur, rahat nefes bile alamazsın. Firavun gibi giyinir, Ebû-Cehil gibi yer ve içer, Şeddâd gibi yüksek evlerde oturursun. Sert ve kibirli konuşursun. Ey acaba, senin sünnet üzere neyin vardır? insaf et, lâf sırasına gelince Bayezid-i Sâni kesilirsin ama sende fakirlerin renginden bir renk görünmez. Fakirlerin rengi, miskinliktir ve alçak gönüllülüktür, eksikliktir. 


Suret bağlarından geçmek, can ve dili terbiye etmek, bütün nefs isteklerini terk etmek ve bu âlemde dost hevası üzerinde yürümektir. Oysa, bunların hiçbirisi de sende yoktur. Demek ki, senin ettiğin bir kuru dâvadan ibarettir. Dâvadan ne çıkar? Manasız dâva bâtıldır.

Nefs kimseye danışmak istemez

 Nefs kimseye danışmak istemez. Ben bilirim der. İşlerinizde istişare ederseniz, kırılır nefsiniz.Yolda bir mümine rastlarsanız, önce siz selam verin. Ve müsafeha için, önce siz uzatın elinizi.Gücendiğiniz kimseden, önce siz özür dileyin. Bir ihtilafta, karşı tarafa; Sen haklısın! deyin. Bütün bunlar, nefsi kıran şeylerdir.

(Abdullah bin Alevi hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

NEFS VE AKIL

(Tefsîr-i Azîzî)de, Fâtiha sûresini açıklarken, (Sırât-ı müstekîm)i uzun bildirmekdedir. Çok kısaltılmışı şöyledir: Allahü teâlâ, insanların ve hayvanların, yaşayabilmeleri ve üremeleri için, onlarda iki kuvvet yaratdı. Biri, muhtâc oldukları, lezzet aldıkları şeyleri istemek, onlara kavuşmak kuvvetidir. Bu kuvvete, (Şehvet) denir. İkincisi, yaşamalarına zarârlı olan, canlarını yakan şeylerden kaçmak, bunlara karşı savunmak kuvvetidir. Bu kuvvete, (Gadab) denir. Allahü teâlâ, insanların ve hayvanların yaşamaları, üremeleri için muhtâc oldukları şeyleri her tarafda, bol bol yaratmış, bunlara kolayca kavuşmalarını ve bulduklarını kolayca kullanabilmelerini ihsân etmişdir.

Allahü teâlâ, insanlarda şehvet ve gadab kuvvetlerini yaratmış, insanların muhtâc oldukları şeylere kavuşmaları için ve bulduklarını kullanabilmeleri için ve korkduklarına karşı savunabilmeleri için, bu iki kuvveti ihsân etmişdir. En lüzûmlu olan havayı her yerde yaratmış, ciğerlerine kadar kolayca girmesini ihsân etmiş, ikinci derecede lüzûmlu olan suyu, her yerde bulmalarını ve kolayca içmelerini de ihsân etmişdir. İhtiyâc maddelerini elde etmeleri ve elde etdiklerini kullanabilecekleri hâle çevirmeleri için, insanları çalışmağa mecbûr kılmışdır. İnsanlar çalışmazlarsa, muhtâc oldukları, gıdâ, elbise, mesken, silâh, ilâc gibi şeylere kavuşamazlar. Yaşamaları, üremeleri çok güç olur. Bir insan, muhtâc olduğu bu çeşidli maddeleri yalnız başına yapamayacağı için, birlikde yaşamağa, iş bölümü yapmağa mecbûr olmuşlardır. Allahü teâlâ, insanlara merhamet ederek, seve seve çalışabilmeleri, çalışmakdan usanmamaları için, insanlarda üçüncü bir kuvvet dahâ yaratdı. Bu kuvvet, (Nefs-i emmâre) kuvvetidir. Bu kuvvet, şehvetlere kavuşmak ve gadab edilenlerle döğüşmek için insanı zorlar. Fekat insanın nefsi, bu işinde bir sınır tanımaz. Yapdığı işler, hep aşırı, hep zarârlı olur. Meselâ hayvan susayınca, temiz suyu kolayca bulur, içer. Doyunca, artık içmez. İnsanın nefsi, doydukdan sonra da içirir. Sığır aç olunca, çayırda otlar. Doyunca, yatar, uyur. İnsan aç olunca, çayırda otlayamaz. Bulduğu otlar arasında seçim yapması, seçdiğini soyup, temizleyip, pişirmesi lâzımdır. Nefs, bu yorucu, usandırıcı işleri seve seve yapdırır. Fekat, hoşuna gideni, doydukdan sonra da yidirir. Allahü teâlânın merhameti sonsuz olduğundan, nefsin insanı felâkete sürüklemesine mâni’ olmak istedi. Hem nefsin arzûlarına uymağı sınırlıyan, hem de nefsi temizleyip emmârelikden ya’nî aşırı, taşkın olmakdan kurtaran emrler ve yasaklar gönderdi. Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ile gönderdiği bu emr ve yasakların toplamına, (İlâhî din)ler veyâ (İslâmiyyet) denir. Bir insan, işlerini yaparken, islâm dînine uyarsa, nefsi, emmârelikden kurtulup, (mutmainne) olur. Bu zemân, şehveti ve gadabı fâideli olarak çalışdırır. Kitâbımızın üçüncü kısmının ellinci maddesinde yazılı olan, (Mektûbât)ın ikinci cildinin ellinci mektûbunda, nefsin temizlenmesi bildirilmekdedir. Nefs-i emmâre, şehveti ve gadabı aşırı çalışdırdığı için, buna uymak insana tatlı gelir. İslâmiyyete uymak ise, bu arzûları frenlediği, tahdîd etdiği için, insana acı, zor gelmekdedir. Bunun için insan, islâmiyyete uymak istemez. Nefse uymak ister. Se’âdete kavuşmak istemez. Felâkete sürüklenmek ister. Allahü teâlânın merhameti sonsuz olduğundan, insanlarda, se’âdeti felâketden, doğruyu iğriden ve fâideliyi zarârlıdan ayırabilen bir kuvvet de yaratdı. Bu çok kıymetli kuvvet, (Akl)dır. Şaşmıyan, yanılmıyan akla (Akl-ı selîm) denir. Akl-ı selîm sâhibi olan kimse nefsine uymaz. İslâm dînine uyar. Aklı dinlemiyen kimse ise, nefsine uyar. İslâm dînine uymak istemez. İslâm dînine uyana, (Müslimân) denir. Müslimân olmak için evvelâ (Îmân) etmek lâzımdır.


“Tam ilmihal” 

🌹Hüseyin Hılmi Işık ’rahmetullahi aleyh’🌹

Kalb ve Nefs

 İnsanda bir kalb vardır, bir de nefs. Kalb mümindir, nefs kâfirdir. Yular da nefsin elindedir. Her ne ki insanı Allahu teâlânın emrinden uzaklaştırsa, o şeytandır. 

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Biz, *Allah*’ın kuluyuz. Bâzıları ise, *Nefs*’lerinin kulu. Çünkü nefslerine *Tatlı* geleni kabûl ediyorlar, nefslerine *Güç* geleni kabûl etmiyorlar. 


Biz, *Nefs*’e tâbi değiliz. Nefsimize ister *Tatlı* gelsin, ister *Acı* gelsin. Çünkü nefs, bizim *Düşman*’ımız. Düşmana tatlı gelen *Şey* hiç kabûl edilir mi? 


Bizim en büyük düşmanımız, *Nefs*'imiz. Mahlûkların içinde en *Ahmak* olan kimdir? İnsanların *Nefs*’i. Nefs, ahmakdır. Çünkü dâima kendi *Zarar*’ını ister, onun için *Ahmak*’dır. 


Bu istekleri de *Bitmez*. Bir şeye kavuşmak ister. O *İstediği*’ne kavuşdurursun, daha *Fazla*’sını ister. Daha fazlasını verirsin, ondan da *Fazla*’sını ister. 


Kur’ân-ı kerîmde; *Hulikal insâne helû’a!* buyuruyor Allahü teâlâ. *Helû’a* denilen bir hayvan varmış, hiç *Doymaz*’mış, doymak nedir *Bilmez*’miş. 


Allahü teâlâ; *Sizin helû’a dediğiniz hayvan nasılsa, nefsiniz de öyledir!* buyuruyor. Ver ver, yine *Doymaz*. 


En *Son* ulûhiyyete, yâni *İlâhlık* dâvâ etmeye kadar gider, Allah korusun. Onun için şimdiki insanlar hep nefslerinin *Kulu*, nefsinin *Kölesi* kardeşim. 


Yâni *Nefs*’leri ne isterse, *Onu* yapıyorlar, nefslerine *Tapınıyor*’lar. Allahü teâlâ hepimize *Selâmet* versin. 


Hepimizi, *Nefs*’imizin şerrinden, *Düşman*’ların şerrinden ve bir de *Şeytan*’ın şerrinden muhâfaza buyursun. Nefsin yardımcısı *Şeytan*’dır. 


Şeytan, nefsin *Asker*’idir. Rabbimize ne kadar *Şükr*’etsek, azdır kardeşim. Onun için Rabbimize sonsuz *Şükür*’ler olsun.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ, bizi *Seçdi*. Biz seçildik kardeşim. Biz seçemeyiz, O bizi *Seçdi* ve bu *Îmân*’ı bize nasîb etdi. Bize düşen, sâdece bunu *Korumak*’dır. Çünkü düşmanı çok. 


Ayrıca, *Elli lira*’nın düşmanıyla, bir *Pırlanta*’nın düşmanı bir olur mu? Bu düşman, çok *Kuvvetli*. Onun için *İmâm-ı Rabbânî* hazretleri buyuruyorlar ki: 


Sen, o *Îmân* cevherini tek başına koruyamazsın. O *Pırlanta*’yı korumanın bir *Yol*’u var. O da, onu koruyabilen *Kimse*’lerle berâber olmaktır. *Onlar*’la berâber olursan, *Sen* de korunursun. 

● ● ● 

İnsanlığa *Hizmet*, cemiyete *Hizmet*, islâmiyeti *Anlatmak*’la mümkündür kardeşim. İslâmiyeti anlatmak da *İlim*’le mümkündür. *İlim*’siz islâmiyet olmaz. 


Bu zamanda cihâd, *Yazı* ile olur, *Kalem*’le olur. O kalemi iyi yerde kullanan, *Mücâhid* olur, kötü yerde kullanan da *Mülhid* olur kardeşim, Allah korusun. 


Ne *Ni’met* yâ Rabbî, ne *Seâdet*. Allahü teâlâ gözümüzü açdı. O *Büyük*’leri gösterdi, tanıtdı, sevdirdi. Rabbimize sonsuz *Hamd* olsun ki o *Büyük*'leri hem *Gördük*, hem *Tanıdık* hem de *Sevdik*. 


Yalnız *Görmek* kâfi değil, asıl büyük seâdet, *Tanımak* ve *Sevmek*’dir. Bu da Rabbimizin *İhsân*’ı kardeşim. O *Tanıt*’masaydı, biz tanıyamazdık. O *Sevdir*’meseydi, biz sevemezdik. 


*Müjde*’ler olsun bu büyük *Ni’met*’e kavuşanlara. 1400 seneden beri, *Hak* ile *Bâtıl* çatışması var. Bu çatışma, *Âdem* aleyhisselâmdan beri var, *Kıyâmet*’e kadar da devâm eder. 


*Bid’at*’ler var, sahte *Şeyh*’ler, sahte *Mürşid*’ler var. Bunlar *Âhiret* adamı değil, *Dünyâ* adamı kardeşim. Gençlerin *Îmân*’larını çalıyorlar. 


Daha evvel de *Vardı*, her zaman *Var*. Onların tuzağına düşmemek kadar büyük *Seâdet* yok kardeşim, *Altıyüz* senede kurulan *İslâm* ahlâkı, *Altmış* senede bitdi. 


Niye? Çünkü nefs *Kâfir*, onun için *Küfr* çabuk yayılır. *Ahlâk*’sızlık, *Îmân*’sızlık çabuk yayılıyor. Çünkü insanın içindeki *Nefs*, fırsatını bulunca hemen döner. Onu zapdetmek çok *Zor*’dur.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendimiz aleyhisselâm vefât edince, ortalık karışdı. Ensâr ve muhâcirîn; *İki tarafdan da birer halîfe seçilsin!* dediler. 


Hazret-i Ömer kılıcı çekip; *Ebû Bekr halîfedir, bî’at etmiyeni keserim!* dedi. Bu konu âcil olduğu için hemen *Seçim* işi yapıldı. 


Eğer gecikdirilseydi, iki *Halîfe* olacak ve Eshâb-ı kirâm *İki*’ye bölünecekdi. 


Halîfe seçimi sırasında, *Hazret-i Alî* radıyallahü anh *Defin* işi ile meşgûl oluyordu. Onun için önceden *Kendi*’sini çağırmadılar. 


Ama işi bitince, O da gelip hazret-i Ebû Bekre *Bî’at* etdi. Hazret-i Alî’nin *Üzüntü*’sü, halîfe olmak için değil, önceden çağırılmadığı içindi. 


Ama çağırılmayışının da *Sebeb*’i vardı. Çünkü o vakit, *Ehl-i beyt*’in yanındaydı. Onları *Tesellî* ediyordu. 

● ● ● 

Biz hepimiz çok *Şanslı*'yız kardeşim. Çok *Bahtiyâr*’ız. Niçin? Çünkü *Sâhip*’siz değiliz. Bir sâhibimiz var. 


*Yâsin-i şerîf*’de geçiyor bu. Meâlen; *Onunla, biz onları tutduk!* buyuruyor. 


Yâni Allahü teâlâ, *Has* kullarının, *Sevgili* kullarının boynuna, mânevî bir *Tasma* atar. Yâni ona *Sâhip* çıkar. Kendine bağlar. 


Bu *Bağ* varken, o kimse *Râhat*’dır, *Mutlu*’dur, *Huzûr*’ludur. Bu, onun için bir *Seâdet*’dir. Çünkü içi *Râhat*’dır. 


Ama *Nefs*, devâmlı sûretle o *Tasma*’yı çıkarmasını ister. *Bir an evvel at şunu!* der. Devâmlı bunu söyler. Niçin? 


Çünkü o *Bağ* varken yanaşamıyor ona. *Vesvese* veremiyor. *Zarar* yapamıyor, *Yol*’dan çıkaramıyor. Çünkü o, *Rabbi*’ne bağlı. O bağı çıkarırsa, hemen gidip *Musallat* olacak.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Beylerbeyi*’nde vapur iskeleye yanaşırmış. İnsanlar birbirlerine; Buyurun *Beyefendi!* Siz buyurun *Beyefendi!* diye birbirlerine yol verirken, vapurun kalkma sâati gelirmiş. *Beyefendi* diye diye, oranın adı *Beylerbeyi* kalmış. 


Yukarıda büyük bir *Zahîreci* varmış o devirde. Karşısında da küçük bir *Arpa* dükkânı varmış. Zahîreciye gelenler, hayvanlarına *Arpa*’yı da aynı yerden alıp çıkarlarmış. 


O zahîreci bakmış ki, karşıdaki *Arpacı*’dan alış-veriş eden yok. Kendininki ise *Yarı* olmuş. Kendi kendine; *O da çoluk çocuğuna ekmek götürecek!* diye düşünüp, kendi *Arpa* çuvalını kaldırırmış. 


Gelen müşteriler *Arpa* da isteyince; *Arpamız kalmadı, onu da karşı dükkândan alın!* dermiş. İşte din kardeşliği budur kardeşim. *Osmânlı*’da bile böyle olunca, ya *Eshâb-ı kirâm* nasıldı? 

● ● ● 

Mekke’den Medîne’ye Hicret edilince, Medîneli müslümânlar, evlerinin arsalarının *Yarı*’sını onlara verdiler. Mekkeliler, evi, arsayı alınca; *Bunun kirâsı ne kadar?* diye sordular. 


Onlar da; *Ne kirâsı, bu ev eşyâsıyla berâber sizin!* dediler. Asıl mühim olan da, kendine lâzım olmıyanı değil, *Lâzım* olanı verebilmekdir. 

● ● ● 

Efendim *Nefs* olmasaydı, *Ben* burada yokdum. Bizim dünyâya gelmemizin sebebi, nefsimizin varlığıdır. O hâlde, *Nefs*'i çok dikkatli kullanmak lâzım. 


Yemek içmek, inşaat yapmak, konuşmak, yaşamak, evlenmek, bunların hepsi *Nefs* ile oluyor. Nefs *Yok*’sa, hiç biri *Yok*’dur. 


Ama Cenâb-ı Hakkın bütün yaratdıkları içerisinde de Allahü teâlâya mutlak düşman olan da, *Nefs*’dir. Başka *Düşman* da var. Ama bu nefs, *Yüzde yüz* düşmandır. 


Yâni Cenâb-ı Hak, bütün bu *Varlık*’ları yaratmış, bir tâne de kendisine *Düşman* yaratmış, onu da *İçimiz*’e koymuş. İmtihanın büyüklüğü de burada. 


Fakat haber de vermiş; *Nefsiniz benim düşmanımdır, ona uymayın!* demiş. Dolayısıyla, nefsiyle *Dost* olan, Allaha *Düşman* olur. Çünkü nefsin nihâi hedefi, insanı *Kâfir* yapmakdır.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakîm Efendi hazretleri; *Bizim ibâdetimiz, yüz karasıdır*, buyururdu. Yâni bizim yapdığımız ibâdet, ilkokul çocuğunun eğri büğrü yazdığı *Yazı* ya benzer. 


İbâdetlerimiz böyle iken, Rabbimizden ne yüzle *Cenneti* isteriz? Biz, bu hâlimizle *Duâ* etmeye bile utanmamız lâzım. Ne yapdık ki; *Kabûl et* diye duâ edeceğiz. 


İki kere yattık kalkdık, nedir ki bu? Allahü teâlâ *Lutf* ederse, kabûl edecek. Allahü teâlâ ile alışverişde değiliz ki. *Ben ibâdet yapdım, sen de bana Cennetini ver!* denmez. 


Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde meâlen; *Âdi nefseke fe innehâ intesabet li mu’âdâtî*, buyuruyor. Ne demek bu? 


*Âdi nefseke*; Nefsini düşman bil. Nefsin, senin düşmanındır. *Fe innehâ*; Çünkü o nefs, *İntesabet!* karşımda dikilmişdir. Sizin nefsiniz, benim karşımda dikilmişdir. 


*Li mu’âdâtî!* bana düşman olarak karşımda dikilmişdir, diyor Allahü teâlâ. Nasıl ki, *Düşman* gelir, elinde *Tabanca* ile insanın karşısına dikilir, onun gibi işte. 


Sizin nefsiniz bana düşmandır. Siz de ona düşman olun. Allahü teâlâ böyle buyuruyor. *Siz de benim düşmanımı düşman bilin!* buyuruyor. 


Niçin Allahın düşmanını düşman bileceğiz? Çünkü bu, muhabbetin *Alâmeti* dir. Bu varsa, *Sevgi* vardır. Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde meâlen; 


*Beni seviyorsanız, nefsinizi düşman bilin. Çünkü o, benim düşmanımdır!* buyuruyor. Beni seven, benim düşmanımı düşman bilir. 


Benim düşmanımı *Severse*, o hâlde beni *Sevmiyor* demekdir. Çünkü Allahü teâlâ; *Beni seven, benim düşmanımı sevmez!* diyor. 


Bu, muhabbetin alâmetidir. Bir kimse, bir kimseyi *Severse*, onun sevdiklerini de *Sever*. Onun düşmanlarını da *Düşman* bilir. 


Bir kimse; *Ben seni seviyorum!* der, ama onun düşmanlarıyla ahbâblık ederse, onu *Sevmiyor* demekdir. Yâni yalan söylüyor demekdir, ona inanılmaz. 


Onun; *Ben seni seviyorum!* demesine inanmayız. Çünkü o, bizim düşmanlarımızla ahbâblık yapıyor. Elhamdülillah, ni’metler içindeyiz kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir kimse, Peygamber Efendimizin *Yolunda* gitmiyorsa, Onu sevdiğini iddiâ edebilir mi? Olmaz öyle şey. Çünkü seven, *Sevdiği* nin yolunda gider. 


Velhâsıl kardeşim, sevmek *Lâf* la olmaz. Seven, *Sevdiği* ne uyar, her şeyiyle *Ona* benzemeye çalışır. *Onun gibi* olmak ister. 


Onun *Sevgisi* ni kazanmaya bakar. *Yolunda olmak*, böyle olur. Onu sevdiğin gibi, onun sevdiklerini de sevecek, sevmediklerini de sevmiyecek sin. 


Şeytân *Üç* türlüdür. Üç türlü şeytân var. Biri, insanı, Allahü teâlânın *Sevgisi* nden uzaklaşdırmak için *Hîle* lerle, *Yalan* larla onu aldatır. 


Bu, bizim şeytân dediğimiz *İblîs* dir. Âdem aleyhisselâmı aldatdı, bizi de aldatır. Bizim *Fâideli Bilgiler* kitâbımızda anlatılıyor, şeytân insanı nasıl aldatır? diye. 


Fakat insan, bunun yalanlarını, iftirâlarını duyunca; Bu, beni Allahü teâlâdan uzaklaştırıyor. *Bu, şeytandır!* der. Peki, şeytan olduğunu *Nasıl* anlar? 


Çünkü şeytan *Göz* le görülmez ki. *Evliyâ* lar görür, biz göremeyiz. Ama biz şeytanı, kalbimize verdiği *Vesvese* den anlarız. Şeytan bize vesvese verir. 


Bu vesveseye, yâni kalbe gelen düşünceye *Hatara* denir. Ondan anlar, *Bu, şeytândan geliyor!* deriz ve onu yapmayız. Onun dediğini yapmayız. 


O, bize; *Şöyle yap, böyle yap!* der, ama biz yapmayız. Bakdı ki aldatamıyor, kandıramıyor; *Bunda iş yok!* der, başkasına gider. 


Şeytanın ikincisi nedir? *Nefsimiz*. Yâni kendi nefsimiz. Bu, ötekinden daha tehlikeli. Birinci kısım *Şeytan* bunun kadar tehlikeli değil. Neden? 


Çünkü birinci şeytan, *Eûzü* dedin mi kaçar gider. Ama bu *Nefs*, Eûzü okusan da gitmez. Dediğini yapdırıncaya kadar uğraşır. *İnatçı* dır, ısrâr eder. 


İşte bu şeytan daha *Tehlikeli*. Demek ki, daha büyük olan şeytân hangisidir? İnsanın *Nefsi* dir. Öyleyse, *İblîs* şeytânından şikâyet etmiyelim. 


Kendi *Nefsimiz* den şikâyet edelim kardeşim. Asıl şeytan bu. Çünkü *Hâin* dir. Onun her arzusu, insana *Zarar* verir. Mahlûkat içinde en *Ahmak* olan nedir? Nefsimiz.


İnsanın kendi *Nefsi* dir. Çünkü her arzûsu kendi *Aleyhine* dir. Hep kendi aleyhine çalışan bir mahlûkdur. Onun için, ondan daha *Ahmak* bir şey düşünülemez.

NEFS


NEFS
Hakem-i Atâiyye sahibi (Ataullah-i İskenderî) buyurdu ki
“Nefsin cibilliyetinde, su-i edep vardır. Kul edebe devamlı memur olduğundan, nefsin dâima, seciyesi icâbı olarak, sâhibini muhâlefet meydanına sevk etmek arzusuna karşı, kul onu kötülükleri istemekten men eder. Bunun için, nefsin dizginlerini gevşeten kimse, onun fesâdına ortak olur”