Süleyman Kuku efendi sohbet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Süleyman Kuku efendi sohbet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

İmam ı Azam Ebu Hanife


İmam ı Azam Ebu Hanife...
İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin ismi Nu’man, babasının ismi Sâbit’tir. Ebû Hanîfe Ehl-i Sünnetin reisidir. Din-i İslâm’ın en büyük direğidir. Babaları İran şahlarından birine ulaşır. Dedesi Müslüman olmuştu. Hicrî seksen yılında Kûfe’de dünyaya geldi. Yüz elli yılında Bağdad’da şehîd edildi.
Tâbiîn’in ve esas Tebe-i Tabi’inin büyüklerindendir. Fıkhı hazreti Hammad’dan aldı.
Tasavvufda İmam Ca’fer-i Sâdık hazretlerinin sohbet ve meclisinde kemâle geldi.
Ebû Hanîfe hazretleri fıkhın, ya’nî ahkâm ilminin kurucusudur. Emevîlerin Irak vâlisi Yezid bin Ömer tarafından Kûfe Kadısı yapıldı ise de, kabûl etmedi. Zindana atıp dövdüler.
Abbâsî halifesi Ebû Ca’fer Mansûr da kâdı yapmak istedi. Yine kabûl buyurmadı.
Derin ilmi, keskin zekâsı, aklı, zühdü, takvâsı, hilmi, salahı ve cömerdliği yüzlerce kitabda övgü ile yazıldı. Talebesi pek çok olup, büyük müctehidler, ilmi ile âmil âlimler yetişdirdi. Kendisine Alp Arslan’ın oğlu Selçuklu Sultanı Melikşah’ın vezirlerinden Ebû Saîd Muhammed bin Mansûr (494) tarafından kabri üzerine mükemmel bir türbe yaptırılmıştır.
Bugün yeryüzünde bulunan Ehl-i İslam’ın yarıdan çoğu ve Ehl-i Sünnet’in yüzde sekseni Hanefî mezhebindendir.
İmamların evveli, evlâsı, efdali ve en üstünü, Müslümanların büyük imamı, Tâbiîn’in yükseği, ümmetin ışığı, imamların müctehidlerin gözlerinin sürmesi ve medâr-ı iftiharıdır. Menakıbı hakkında söylenen sözler, yazılan yazılar anlatmakla bitmez. Onu ilmi ile, güzel ahlâkı ile, ibâdet ve amelleri ile, din gayreti ile, ictihaddaki derin istinbatı ile anlatmak imkânsızdır. Beyt:
"Ebû Hanîfe doğdu, karanlıkları boğdu."
Ebû Hanîfe (radıyallahu teâlâ anh) zamanının ve sonraki zamanların imamı, rehberi, dört büyük halîfe gibi hatırlatan ve sevdiren Peygamberi! Sözü Hakkın hitabı. Hitabı ise andırır Kitabı. Hakla hakikati, Kitabla Sünneti, Eshabla icma’ı esas alan mezhebinde ahkâm-ı İslâmiyye kitab haline gelmiş, sanki İslâm dini onun mezhebi ile derlenmiş, toparlanmış, en güzel hâlini almıştır. O talebeye hoca, müteallime muallim, müride mürşid, müçtehide imam idi. Ya’nî O, O idi ve bir daha eşi gelmedi.
Her büyük devlette bu nevi hareketlere rastlanır. Bunlar tesadüf değildir. Sağlam ana sağlam evlâd doğurur. Nitekim benzeri örnekleri siyâset, ilim ve san’atta Osmanlı Âli devletinde de vardır. Ya’nî zaman denilen ana, en iyisini doğurmak için kendini zorlar, hilkatindeki en iyileri ortaya koymak için çalışır. Bu bakımdan:

“Dehre -zamana- sövmeyin, onda ulûhiyyet kokusu vardır” buyuruldu.

Zaman ve mekân müsâid idi. Ya’nî Ebû Hanîfe hazretlerinin gelmesi için her şey hâzır idi. Asr-ı Seâdet ve Eshabın devri kalblere yerleşmiş, iki ayaklı canlı insan olmuş, Resûl-i ekremden (sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem) gelen İslâm yerine oturmuş, ondan başka hiçbir zaviyeden hayata bakmak kalmamış, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn asırları ile pekleştirilmiş, İslâm devlet, İslâmiyyet din ve idâre olmuş, bütün halk Müslüman ve Hakka, adâlete riâyet eder hâle gelmiş ve işte bu mevcûd ortamın bir sistem, ilâhî kanun hâlini alacak zaman ve mekân hazır olmuş idi. Bu ise İslâm devletinin en büyük ihtiyacı olup, tebliğ-i ahkâm ve kalbleri cezb ile birlikte yürüyen amelî devletin tesisi idi. Elhamdülillah.

Bunun için bütün bunları bir araya getirecek îman, ilim, ihlâs ve medeniyyeti iyi bilen bir ulu kişiye ihtiyaç vardı. Ve nihayet zamanı geldi. Zaman denilen ana bütün maharetini ortaya koyup, bütün zamanlarda hayırla yâd edilecek Ebû Hanife hazretlerini doğurdu. Cihan ikinci defa nura gark oldu. O gün güneş yine doğudan doğdu, ama daha parlak idi. O gece dolunayın üzerinde hiç leke yoktu. Denizdeki balıktan meyve ağaçlarına, hatta gecenin karanlıklarına kadar her şey bir başka neş’e ve sevinç içindeydi.
Babalar, analar, kendilerinden daha iyisini doğurmağa hasrettirler. İşte buradan bakarak deriz ki, zaman ve mekân ana ve babası, Ebû Hanîfe hazretlerini doğurunca rahatladı ve vazifesini yapmış olmanın şuur ve huzuruna kavuştu. Bu tür rahatlıklara Eş’arî’de, Gazali’de, Gavs-ı azamda, Şâh-ı Nakşibend’de ve İmamı Rabbânî hazretleri gibi büyüklerin dünyayı teşrîf etmelerinde de rastlanır ve onları doğuran zaman bunların arkasından nice yıllar dinlenir.
Zira zamanın ve mekânın, sâhibi ile alâkası vardır ve bu alâka sebebiyle, müstakil olarak düşünülmezler. Allahu teâlâ ile o kadar çok birlikte kullanılırlar ki, kullar yanlış yapmasınlar diye, Allahu teâlâ zamandan ve mekândan berîdir deyip, ulûhiyyetten ayrı tutarlar, nübüvvet kandilinden iktibas edilmiş bu cins mâlumattan size kısa bir nûmune olarak bunları anlattım.
Kıt’a:
Beklerse daha bin yıl, zaman denilen ana,
Böyle bir er doğurur, ışık saçar cihana.
O ne müdhiş gelişti, geçti ayı güneşi,
Bin küsur yıllar geçti, gelmedi başka eşi.