Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:


Askerî okulda, lisede okurken, ben namâzımı kılardım. Başka kılan yokdu. Ben hademelerin odasına gider kılardım. İlmihâl’de de yazdım ya; Bir kadir gecesi uyuyamadım, yatağımdan fırlayıp kalkdım ve duâ etdim.


O gece rüyâda, Allahü teâlâ bana Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri’ni gösterdi. Bir câminin kubbesinin etrâfında Nûr şeklinde idi. Daha sonra, bir gün dersden çıkınca, Bâyezid câmiine namaz kılmağa girdim.


Bir de bakdım, câminin Bâyezid meydanına bakan kapısının yanındaki demir parmaklıklı bölmede, bir Hoca Efendi va’z ediyor. Çok kalabalık bir cemâat de, Onu dinliyordu. 


Câminin ortasına kadar cemâat dolu idi. Oraya doğru yürüdüm. Parmaklıkların arkasında, nûr yüzlü, sevimli bir Hoca Efendi, bir kitâbdan birşeyler anlatıyordu. 


Hoca Efendinin karşısından gidersem Edebsiz’lik olur diye düşündüm ve Hoca Efendinin karşısından yürüyüp gitmeye utandım. Evimden de öyle terbiye almışdım. 


Onun için arkadan dolaşıp, demir parmaklıkların yanına geldim. Hoca Efendi, demir parmaklıklara arkası dönük vaziyette oturuyordu. 


Parmaklıkdan atlayıp, tam Onun arkasında oturdum. Kucağını, arkadan seyrediyordum. Hiç duymadığım, bilmediğim, çok merak etdiğim Konu’ları anlatıyordu. Biraz sonra ezân okundu. 


Hoca Efendi; Dersimiz burada kalsın, deyip, kitâbı kapatdı. Bakdım, pırıl pırıl, çok güzel bir kitâbdı. Hiç arkasına dönmeden o kitâbı alıp, arkaya, yâni bana uzatdı ve; Bu kitap, küçük efendiye benim hediyem olsun, dedi. 


Çok şaşırdım, hayret ettim. Çünkü hiç arkasına bakmamışdı, beni görmemişdi. Arkasında küçük efendi olduğunu nerden bildi? Sonra hep berâber namâza kalkıldı. 


Ben, biraz sonra derse gidecekdim. Onun için namâza kalamadım ve ayrıldım. Fakat kendi kendime; Bu zât kimdir, nerde bulunur? dedim. Merak etdim, araşdırdım, cemaate sordum. 


Bana cevâben; Cum’a günleri Eyüp Sultân câmiinde va’z eder, dediler. Sevindim ve Cum’a gününü sabırsızlıkla bekledim. Cum’a namâzına Eyüp sultâna gitdim. Maksadım, o Hoca Efendi’yi görmekdi. 


Onu görebilmek için câminin en ortasına oturdum. Fakat Onu göremedim. 


Biraz daha bekledim, gene göremedim. Sabırsızlanıyordum. Yanımdaki oturan kişiye; Abdülhakîm Efendi nerdedir? dedim. 


O da bana; O, yan tarafdaki bölmede va’z eder. Orada olur. Buraya gelmez, dedi. Bekliyemedim, hemen ayakkabılarımı alıp, yan bölmeye geçdim. 


Orada da aradım, göz gezdirdim, bulamadım. Yine yanımdakine dönüp; Abdülhakîm Efendi nerdedir? diye sordum. 


Dedi ki: O zât, yukarıda mezarlıkların arasında bir câminin imâmıdır. Orada Cum’a namâzını kıldırdıkdan sonra, va’z etmek için buraya gelir, dedi. 


Namâzı bitirince etrâfa bakdım, gene göremedim. Çıkıp, dışarda bekliyeyim, diye düşündüm. Namâzın duâsını beklemeye sabredemeyip, hemen dışarı çıkdım. Bakdım ki gelmiş. 


Bir kitâbcı tezgâhının yanında, ayakda, kitapları tedkîk ediyordu. Hemen yanına gitdim, karlı bir havaydı. Çok kar yağmışdı. Kitapçının yanında, oturmak için bir Bank vardı. 


Kitapcı, kaba bir şekilde; Hoca! Niye ayakda duruyorsun, otursana şuraya! dedi. O da, Peki, deyip, tam oturmak üzereydi ki, ben fırladım hemen. 


Bir dakîka efendim, oturmayın! dedim. Ve hemen üzerimdeki parkayı çıkardım. Bankdaki karları elimle temizledim. Parkayı katlayıp, bankın üzerine koydum ve Şimdi oturun efendim, dedim. 


Ama Abdülhakim Efendi, parkanın üzerine oturmayıp; Al onu oradan! dedi. Benim parkamın üzerine oturmadı diye üzüldüm. Parkayı alınca, bankın üzerine oturdular ve; Onu üzerime ört, buyurdular. 


Oooh! Çok sevindim. Hemen parkamı Abdülhakim Efendi hazretlerinin üzerine örttüm. Câmi dağılınca, Efendi hazretleriyle berâber câmiye girdik.


Yan tarafındaki küçük bölmeye geçdik. Ben, en önde, Abdülhakim Efendi hazretlerinin tam önünde oturdum. Burun buruna oturduk. Dikkatle Efendi’nin anlatdıklarını dinliyordum. 


Hiç bilmediğim bilgileri, rahle üzerindeki bir Kitap’dan anlatıyordu. Hiç işitmemiş olduğum, çok merâk etdiğim bilgileri zevkle dinlerken, sanki Defîne bulmuş bir Fakîr gibiydim.


Yâhut Serin Su’ya kavuşmuş, ciğeri yanık kimse gibi idim. Gözlerimi Seyyid Abdülhakîm Efendi’den hiç ayırmıyor, Onun sevimli, nûrlu yüzünü seyretmeye doyamıyordum.


Söylediği, her biri Pırlanta gibi kıymetli bilgileri dinlemeye dalmış, kendimden geçmiş, dünyâ işlerini, mektebimi, her şeyi unutmuşdum. Kalbimde, tatlı tatlı bir şeyler dolaşıyordu.


Sanki yıkanarak temizleniyordu. Dahâ ilk sohbeti, ilk sözleri, beni mestetmişdi. Efendi hazretleri, İmâm-ı Rabbânî hazretleri dediğinde, ben içimden; İmâm-ı Rabbânî kim acabâ? diye düşündüm.


Hiç bu ismi işitmemişdim. Kendi kendime; Rabbânî dediğine göre, Allahü teâlâ ile ilgili mi acabâ? dedim. Hemen not defterimi çıkardım, araşdırmak için bu İsmi yazdım. Efendi hazretleri anlatmaya devâm ediyordu. 


Biraz sonra da; Mevlânâ Hâlid hazretleri o kadar yüksek bir zât idi ki, peygamberlik devâm etse idi, hiçbir şey eklemeden, o hâliyle peygamber olurdu, buyurdu. 


Bunu işitince yine şaşırdım. Bu defâ içimden; Bu zât kim acabâ? dedim. Bu ismi de hiç duymamışdım. Mevlânâ dediğine göre bu da Allahü teâlâ ile ilgili olabilir, dedim. 


İkisini de çok merak ediyordum. Kendi kendime; Buradaki türbede yatan zâta, Hâlid bin Zeyd diyorlar. Herhâlde bu türbedeki zâtdan bahs ediyor, diye düşündüm. 


Hemen Mevlânâ Hâlid ismini de not defterime yazdım. Bu iki ismi araşdırıp kim olduklarını öğrenecekdim. İşte böyle kardeşim.


Efendi hazretlerinin sohbetlerinde devâmlı bulunmakla, her şeyi Efendi hazretlerinden öğrendim. En mühimi de, Kim sevilir, kim sevilmez? Bunu öğrendim Ondan. 


Bir sâat geçmiş, ama bana bir an gibi gelmişdi. Ders bitdiğinde, rüyâdan uyanır gibi kendime geldim. Ders esnâsında herşeyi unutmuşdum. Dışarı çıkmak için kapıya geldim. 


Askerî postallarımın iplerini bağlamaya uğraşıyodum ki, arkamdan birinin bana bir şey dediğini işittim. Çok tatlı bir ses tonu ile; 


Küçük efendi, ben seni sevdim. Evimiz yukarıda, mezarlığın arasındadır. Ara sıra bizim eve gel, sohbet ederiz, diyordu. 


Bir de dönüp bakdım ki, böyle söyliyen, biraz önce va’zını zevkle dinlediğim Hoca efendi bu. Beni, evine dâvet ediyordu. Çok sevindim. Bu, benim için çok büyük Ni’met idi. 


Tabii o zaman büyüklüğünü bilmiyordum. İşte böyle, Allahü teâlâ istiyen herkese verir. İstemiyenlerden de seçdiğine verir. İşte ben, istedim de kavuşdum elhamdülillah. 


Dışarıda yağmur yağıyor. Bizim İlmihâl’de, Bir üniversiteliye Cevap bahsinde yazdık bunu. Gökden rahmet, yağmurla iner. Yağmura da bereket, Şimşek’deki elektrikden gelir. 


Fakat şimşekden de bereket geliyor. Dışarıya maddî rahmet yağıyor, içeriye ise görünmiyen mânevî rahmet yağıyor. 


Mânevî rahmet yağdığını nereden biliyoruz? Silsile-i aliyye’nin son satırı neydi? Sâlihlerin ismi söylenince yağar rahmet-i ilâhî. Biz de sâlihlerin isminden bahs etdik. 


İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden, Abdülhakîm Efendi hazretlerinden, Ebül Hasan-i Harkânî hazretlerinden, Bâyezid-i Bistâmî hazretlerinden bahs etdik.


Yine Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinden "kaddesallahü teâlâ sirrehül azîz" bahsetdik. Bu büyüklerin ismini andık. Onun için şimdi buraya da Mânevî Rahmet yağdı kardeşim. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri beni daha ilk görüşte; 


Küçük efendi, ben seni sevdim. Evimiz mezarlığın içinde, yukarıdadır. Arada bir gel de, seninle sohbet ederiz, buyurup, beni evine dâvet etdi. 


Ben de dâvet etmesinden cesâret alıp, evine gitdim. Dâvet etmeseydi gidemezdim kardeşim, çekinirdim. O zaman Cum’a günleri tâtil idi. Bir sonraki Cum’a gününü sabırsızlıkla bekledim. 


Cum’a günü olunca, heyecanla evine gitdim. Bahçe kapısından girince, tam karşıdaki kabirlerin üstünde bir Köşk vardı, orada sohbet etdiğini öğrendim ve o köşke girdim.


Bahçe kapısından girince, tam karşıdaki kabirlerin üstünde bir Köşk vardı. İdris köşkü diyorlardı oraya, III. Selîm Hân yapdırmış. Kapıdan girince hemen karşıdaydı. 


Abdülhakîm Efendi hazretleri, o köşkde sohbet ediyordu. İçeriye girdim. Efendi hazretleri köşeye, sedirin üstüne oturmuşdu, önünde de bir Rahle vardı. 


Kayınpederim Ziyâ Bey de hemen önünde diz çöküp oturmuşdu. Ve rahledeki kitapdan okuyor, Abdülhakim Efendi hazretleri de, Ziyâ beyin okuduklarını açıklıyor ve anlatıyordu. 


O zaman Ziyâ beyi tanımıyordum tabii. Oturacak yer yokdu, salon mahşer gibi kalabalıkdı, her yer dolu idi. Zâten Edeb’imden içeriye giremedim, utandım. 


Kapının dış tarafına, Sofa’ya oturup dinlemeye başladım. Daha bir dakîka geçmeden, Efendi hazretleri başını kaldırıp beni gördü ve Küçük efendi, sen buraya gel! diye beni yanına çağırdı. 


Hemen kalkıp gitdim. Ayaklarının dibinde bir kişilik boş yer vardı. Beni oraya oturtdu Mübârek. Edeb’imden yüzüne bakamadım. Ancak arada sırada kaçamak bakardım. 


Velhâsıl biz bütün kazandıklarımızı, Edeb’imiz sâyesinde kazandık kardeşim. O gün Efendi’nin sohbetine gitmeğe başladım ve artık hiç bırakmadım. Efendi hazretlerini tanıdığımda, Onsekiz yaşında bir gençdim. 


Elhamdülillah, daha ilk görüşde teveccüh etdi bana. Teveccüh demek, Sevmek demekdir. Yâni ilk görüşde sevdi beni.


İnde zikris sâlihîn tenzîl-ür rahme. Ne demek bu? Yâni Evliyânın ismi anıldığı yere rahmet yağar. Bütün arkadaşlar müsâit oldukları zamanlarda toplanıp, Kitap okusunlar. 


Kitap okumak şartdır. Öğreneceğiz kardeşim. İslâmiyetin en büyük düşmanı Cehâlet’dir. Peygamber Efendimiz ne buyuruyor? Beşikden mezara kadar ilm öğreniniz! buyuruyor. 


İlm öğrenmek Farz’dır. İlimden maksat da, İslâmiyet'dir. Farzları öğrenmek farz, vâcibleri öğrenmek vâcib, sünnetleri öğrenmek sünnet, harâmları öğrenmek de farzdır. 


Öğreneceğiz ki, sakınacağız kardeşim. Farzı ve sünneti de öğreneceğiz ki, amel edeceğiz. Taleb-ül ilmi farîzatün alâ külli müslimin ve müslimetin. 


Ne demek bu? Yâni, erkek olsun, kadın olsun, bütün müslümânların ilm öğrenmesi, yâni İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmesi Farz’dır, diyor Peygamber Efendimiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder