İDRİS ALEYHİSSELÂM

Âdem aleyhisselamdan ve Şît aleyhisselamdan sonra insanlar maddeten ve mânen bozuldular. İdrîs aleyhisselam, içinde yaşamış olduğu, Kâbil’in evlâdından bir topluluğa peygamber olarak gönderildi. Her türlü isyân, kötülük ve günâhın işlendiği bu topluluğa Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi ve Allahü teâlâya kulluk etmeleri gerektiğini sabırla anlattı. Allahü teâlâ ona otuz sayfa (forma) kitap gönderdi. Cebrâil aleyhisselam dört defâ gelerek Allahü teâlânın emir ve yasaklarını tebliğ etti.


İdrîs aleyhisselam, kavmine kendisinden sonra gelecek peygamberleri, Muhammed aleyhisselamın vasıflarını bildirdi. Kendisinden sonra gelecek olan Nûh Tûfânını ve Âhir zaman peygamberi Muhammed aleyhisselamı bütün tafsilâtıyla anlattı. Peygamber olduğunu ispat eden birçok mucizeler gösterdi. Fakat kendisine kavminden pek az kimse itâat etti, pek çoğu ise karşı geldi. Bunun üzerine İdrîs aleyhisselam yaşamış olduğu Bâbil diyârından Mısır’a hicret etti. Kendisine îmân edenlerle birlikte burada yerleşti. Allahü teâlâ ona yetmiş iki lisanla konuşmayı nasib etti. Her kavmi kendi lisanıyla hak dîne dâvet etti. Harp âletleri yapıp, kâfirlerle cihâd etti.


İnsanlara şehir kurmak sanatını ve idârecilik ilmini öğretti. Yüz şehir kurdu. Bunların en küçüğü Diyarbakır yakınında bulunan Rehâ şehridir. Her millet de öğrendikleri bu kâidelere göre kendi bölgelerinde pekçok şehirler kurdu.


İnsanlara muhtelif ilimleri de öğretti. Pekçok kimseye hikmet ve riyâziye (matematik) dersleri verdi. Fen ilimleri, tıp ve yıldızlarla alâkalı ince ve derin meselelerden bahsetti. Allahü teâlâ ona göklerin terkiplerini, neden meydana geldiklerini, yıldızlarla alâkalı derin bilgileri, senelerin sayısını ve hesâb ilmini öğretti. İdrîs aleyhisselam kavmine kalem ile yazı yazmasını, iğne ile dikiş dikmesini öğretti. Öğrettiği ilimler, Allahü teâlânın bildirmesi ile oldu. Yoksa insanoğlunun aklı ve zekâsı, sâdece araştırma yoluyla bu bilgilere ulaşamazdı. Eski Yunanlılar ve daha sonra gelen filozoflar, fizik, kimyâ ve tıb bilgilerini İdrîs aleyhisselamın kitâbından aldılar.


İdrîs aleyhisselam, uzun seneler insanları hak dîne dâvet etti. Yeryüzünün meskûn yerlerini dört bölgeye ayırıp herbirine bir vekil tâyin etti. Bir müddet sonra Aşûre gününde göğe (semâya) kaldırıldı.


Dünyâda yaşadığı ömrünün sonuna doğru ölüm meleği Azrâil aleyhisselam, İdrîs aleyhisselamı ziyârete geldi. İdrîs aleyhisselam, Azrâil’e: “Bir anlık benim rûhumu al.” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Azrâil aleyhisselama; “Onun rûhunu al!” diye vahyetti. Azrâil aleyhisselam rûhunu aldı. Allahü teâlâ, İdrîs aleyhisselamın rûhunu tekrar iâde etti.


İdrîs aleyhisselam, Azrâil aleyhisselama; “Beni semâlara götür. Cennet’i ve Cehennem’i göreyim.” dedi. Allahü teâlâ, Azrâil’e onu semâya götürmesini, Cehennem’i ve Cennet’i göstermesini vahyetti. İdrîs aleyhisselama Cehennem gösterildi. Cennet’e götürüldü. Cennet’e girince, çıkmak istemedi. Kendisine; “Niçin çıkmıyorsun?” diye sorulunca; “Allahü teâlâ, «Her nefis ölümü tadacaktır.» buyurdu. Ben ise ölümü tattım. Yine Allahü teâlâ, «Herkes Cehennem’e uğrayacaktır.» buyurdu. Ben oraya uğradım. Allahü teâlâ, «Onlar oradan (Cennet’ten) çıkmayacaklardır.» buyurdu. İşte ben bunun için Cennet’ten çıkmak istemem.” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Azrâil’e vahyedip, İdrîs aleyhisselamın Cennet’te kalmasını bildirdi. İdrîs aleyhisselam böylece Cennet’te kaldı.


Bu husus Kur’ân-ı kerîm’de Meryem sûresi 57. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Biz onu yüksek bir mekâna kaldırdık.” buyrulmak sûretiyle bildirilmiştir. Tefsir âlimleri âyet-i kerîmede bildirilen “yüce mekân”dan murâdın, peygamberlik ve Allahü teâlâya yakınlık mertebesi veya Cennet veya altıncı, yâhut dördüncü kat semâ olduğunu bildirmişlerdir.


Nitekim Buhârî ve Müslim’de bildirilen hadîs-i şerîfte, Peygamberimiz aleyhisselam Mîrâca çıktığı zaman, hazret-i İdrîs’i dördüncü kat semâda gördüğünü bildirmiştir.


İdrîs aleyhisselam diri olarak göğe çıkarılınca, onu çok sevenler, ayrılık acısına dayanamadılar. Hatırlamak için resmini yaptılar. Daha sonra gelenler bu resmi tanrı sandılar, çeşitli heykeller yapıp tapıldı. Böylece putperestlik meydana çıktı.

Cebrâil aleyhisselâmı altı yüz kanadı ile kendi şeklinde gördü

 Resûlullah efendimiz aleyhisselâm, mîrâc yâni göklere çıkarıldığı ve bilinmeyen âlemleri gezdiği ve gördüğü gece, Mekke-i mükerremeden Sidret-ül-müntehâya kadar, Cebrâil aleyhisselâm ile birlikte gitti. Sidrede, Cebrâil aleyhisselâmı altı yüz kanadı ile kendi şeklinde gördü. Cebrâil aleyhisselâm Sidre'de kaldı. 

(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri “kuddise sirruh” )

Kalpten kalbe yol vardır

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Minel kalbi ilel kalbi sebîlâ.)* Yâni kalpden kalbe *(Yol)* vardır. Asıl iş, o *(Yolu)* ele geçirmekdir. O yolu ele geçirdin mi, sen de *(Sevdiğin)* le berâbersin demekdir. 


*(El mer'ü mea men ehabbe)*. Hadîs-i şerîf bu. Sohbet demek, illâ bir *(Şey)* ler dinlemek, bir *(Şey)* ler öğrenmek demek değildir kardeşim. 


*(Sohbet)*, berâber olmak demekdir. İsterse hiç konuşulmasın. 


Nitekim, *(Şâh-ı Nakşibend)* hazretlerine uzak yoldan bir tüccar gelmiş. İçeri girmiş. Bakmış ki, mübârek *(Zât)* hiç konuşmuyor, *(Sükût)* ediyor. 


Herkes başını önüne eğmiş, sessizce oturuyorlar. İçinden; *(Bu kadar uzak yoldan geldim, bir şeyler anlatsa da, istifâde etsem)* diye düşünmüş. 


O anda, Şâh-ı Nakşibend hazretleri başını kaldırmış ve o tüccara; *(Bizim sükûtumuzdan istifâde edemiyen, konuşmamızdan hiç istifâde edemez)* buyurmuş. 


Meğer Şâh-ı Nakşibend hazretleri, o *(Sükût)* ânında, mübârek *(Kalb)* inden ordakilere *(Feyz)* akıtıyormuş.


Müslümânın sîmâsında *(Feyz)* vardır. Bu *(Sîmâ)* ya bakan, bu feyzden *(İstifâde)* eder. Hiç konuşmasa da, kalbinden yayılan feyz, çevresine çok *(Fâideli)* olur. 


Hele *(Çocuk)* ların kalbi, henüz pisliğe bulaşmadığı için çok *(Temiz)* dir. Hepimiz, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin *(Himâye)* sindeyiz, elhamdülillah. 


Onların *(Feyzi)* hepimizin kalbine akıyor inşallah. *(Muhabbeti)* çok olana, *(Feyz)* çok gelir. Onlardan feyz ala ala *(Dünyâ)* yı unutur. 


Bu dünyâyı *(Unutdu)* mu, o zaman Allahü teâlânın *(Feyz)* leri ve *(Muhabbet)* leri kalbe yerleşir. 


*(Kalb)* ine feyz gelen kimse, hiç kimsenin görmediği şeyleri *(Görür)* , hiç kimsenin işitmediği şeyleri *(İşitir)*, hiç kimsenin bilmediği ma’rifetleri *(Söyler)*.

Kadın şeytanın tuzağıdır

 *Buyurdular ki: "Kadın, şeytanın tuzağıdır. Peygamber efendimiz buyurdu ki, "Kadın avrettir. Açık olarak çıkarsa, şeytan gözlerini çok açarak ona bakar." [Halebî-i Kebîr] Herkesin yanında bir, kadının yanında iki şeytan bulunur." [Fetava-i Hayriyye]

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar, 1cild, sf: 824]

Peygamber efendimiz bile her hakikati herkese söylememiştir

 *Buyurdular ki: "Bazı hakikatleri, cahillere söylemek, fitneye sebep olur. Nitekim Peygamber Efendimiz bile her hakikati herkese söylememiştir."

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar, 1cild sf: 824]

Dost-ı hakiki Allahü teâlâdır

 *Bir gün arabada gelirken buyurdular ki: "Bu dünya firak dünyasıdır. Ayrılık dünyasıdır. Sevgililerden ayrılma dünyasıdır. O halde dünyada, ölüm anında, kabirde ve ahirette hiç ayrılmayan dost-ı hakiki olan Allahü teâlâya gönül bağlamalıdır. Dost-ı hakiki odur."

(Hüseyn Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar, 1cild sf: 824]

Saîd veya şaki olmanın alâmeti

 *Buyurdular ki: "Dünyada iyilik yapan, şeriate uyan Müslümanın, ezelde saîd olduğu anlaşılır. Şeriate uymamak, ezelde şaki olmak alâmetidir."

(Hüseyn Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar, 1cild, sf: 824]

Sevilmeyen istenilmez

MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 


DÜNYANIN ZARARLARI 

Dikkatinizi çekerim: Bu Hadis-i şerifte dünyayı talep eden kişiler için çok korku vardır. Fakat, ne yazık ki dünyayı toplayanların birçoğu ellerinde sanki kurtuluş senedleri varmış gibi davranırlar. Sen de onlar gibi:  

— Ben dünyayı talep ederim, mal toplarım ama, ona muhabbetim yoktur, asla sevmem dersen, ben de sana derim ki;  

— Ey biçare! Hem dünyayı sevmem dersin hem de gece-gündüz demez, onun derdine düşer, peşi sıra koşturursun.  


Neden başka bir şeye talip olmuyorsun? Neden başka bir şeyin peşi sıra koşturmuyorsun? Bundan da anlaşılıyor ki, sen dünyayı seversin. Zira, sevilmeyen istenilmez. İstenmeyen şey de ele geçince keselere doldurulup ağızları mühürlenerek sandıklara istif edilmez, bir fakir gelip isteyince: (Şimdi yok, hazır değil.) gibi sözlerle yalan söylenmez. Ey biçare: Diyelim ki, bugün cimrilik edip sadakanı ve zekâtını fakirlerden esirgedin. Peki, yarın Hakkın huzuruna ne yüzle varacaksın? Sonra da: (Ben dünyayı sevmem!) diye hüccet göstermeye kalkarsın. Şunu iyi bil ki, Hak teâlâ kullarının gönüllerine nazar eder, suretlerine nazar etmez. 


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Hepimiz *(Hizmet)* ediyoruz. Bu, ne büyük *(Ni’met)* dir kardeşim. Eshâb-ı kirâmın *(Vazîfe)* si bu. Eshâb-ı kirâm niçin çok *(Yüksek)* dir?


Niçin çok *(Şeref)* lidir? Çünkü hepsi *(İslâm)* yolunda çalışdılar. İslâmı *(Yaymak)* için uğraşdılar. Canlarını *(Fedâ)* etdiler. 


Tâ *(Mekke)* den, *(Medîne)* den kalkdılar, İstanbula kadar geldiler. Meselâ, *(Eyüp Sultân)* hazretleri. Canlarını *(Fedâ)* etdiler. 


Niçin? Allahın dînini *(Yaymak)* için. Elhamdülillah, biz de Allahü teâlânın *(Dîni)* ni yaymak için uğraşıyoruz kardeşim. 


Allah da bize *(Yardım)* ediyor. Şimdi evde bir kaç *(Mektup)* okudum, amân ne yalvarıyorlar, ne çok *(Duâ)* ediyorlar. Niçin? *(Kitap)* gönderdiğimiz için 


Fakat, biz *(Hizmet)* ediyoruz diye *(Mağrûr)* olmıyalım, gururlanmıyalım. Rabbimiz bize *(Nasîb)* ediyor, *(Yardım)* ediyor. Allah yardım etmezse yapamayız ki. 


Bütün *(Dünyâ)* bizim kitapları *(Yaymak)* da yarışıyorlar. İşte bütün bunları *(Allah)* yapıyor kardeşim. Bir gün Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri ile oturuyorduk. 


Bir şey anlatmıyorlardı. İçimden; “Bâri ben konuşayım” dedim. Üniversitede talebeydim o vakit, *(Efendim, Cemel vak’asındaki hâdiseler çok üzücü)* dedim. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri birden ciddîleşdi. Ve bana dönüp; *(Sen de mi müctehid oldun? Daha neler söyliyeceksin?)* buyurdu.


Ve ardından; *(Bizler hâzır olsak, hesâba katılmayız, gâib olsak aranmayız)* diyerek, kendini de dâhil etdi. 


Merhametinden beni kovmadı efendim. *(Git, bir daha gelme!)* deseydi ben ne yapardım?

İnsanın evvela kendine adalet etmesi lazımdır

 “İnsanın evvela kendine, hareketlerine, azasına adalet etmesi lazımdır. İkinci olarak, çoluk çocuğuna, komşularına, arkadaşlarına adalet yapması lazımdır. Adliyecilerin ve hükümet adamlarının da, millete adalet yapması lazımdır. Demek ki, bir insanda adalet huyunun bulunabilmesi için, önce kendi hareketlerinde, azasında adalet bulunmalıdır. Her kuvvetini, her azasını, ne için yaratıldı ise, o yolda kullanmalıdır. Allahü teâlânın adetini değiştirip, onları aklın ve islâmiyetin beğenmediği yerlerde kullanmamalıdır. Çoluk çocuğu varsa, onlara karşı da, akla ve dine uygun hareket etmeli, dinin gösterdiği güzel ahlaktan sapmamalıdır. Güzel ahlâk ile huylanmalıdır. Hakim, vali, kumandan ve herhangi bir amir ise, yine ibadetleri yaptırmalı ve yapmalıdır. Böyle olan kimse, bu dünyada, Allahü teâlânın halifesi olmuştur. Kıyamette de adiller için vaad edilen nimetlere kavuşur. Böyle bir hayırlı kimsenin hayır ve bereketi, onun bulunduğu talihli zamana, mübarek yere ve orada bulunmakla bahtiyar olan insanlara, hayvanlara, hatta nebatlara ve rızıklara sirayet eder, yayılır. Fakat, Allah korusun, bir yerdeki hükümet adamları, şefkatli, iyi huylu, adaletli olmazsa, insan haklarına saldırırlar, zulüm, yağma, işkence yaparlarsa, bunlar adalet erbabı değil, iblislerin ahbabı, şeytanların yoldaşlarıdırlar.


Emri altında olanlara merhamet etmeyenler, kıyamet günü Allahü teâlânın merhametinden uzak kalacaklardır. (Men, lâ yerham, lâ yurham!) buyurulmuştur ki, acımayana acınmaz demektir. Böyle zalimlerin topluluğuna hükümet değil, eşkıya denir. Bunlar, birkaç senelik, muvakkat dünya zevkleri için, milyonlara eziyet ederler. Fakat, zulümlerinin cezasını çekmedikçe, bu dünyadan gitmezler. O kadar refah ve lezzetler içinde oldukları halde, elbette şiddetli sıkıntılar, büyük dertler yakalarını bırakmaz. O saltanat hiçbirinin elinde kalmaz. Çok olur ki, saltanatları düşmanlarının eline geçer. Bu hali görür. Ciğerleri yanar. Meryem suresinin seksenbirinci ayetinde meâlen, (Mâlik, hakim olduğunu söylediği şeylerin hepsini elinden alırız. Yalnız başına huzurumuza gelir) buyuruldu. Burada buyurulduğu gibi, Allahü teâlânın mahkemesine, yüzü kara, sürünerek getirilir. Yaptığı kötülükleri inkar edemez. Hepsinin cezasını çok acı olarak çeker. Yaptığı zulümlerin, işkencelerin karanlığı, etrafını kaplar. Önünü göremez. Azap meleklerinin pençesinde, kendi yaptıklarının katkat kötüsünü çekmek için, Cehennem azabına atılır. Allahü teâlânın dinini beğenmediği, ona çöl kanunu dediği için, orada rahmete kavuşamaz.”


[İslâm Ahlâkı]

Kime evliya denir?

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Cennetin en yüksek derecesi, *(Şehîd)* lere mi verilir? Hayır, islâmiyeti *(Yayan)* lara verilir. Zâten şehîdler de islâmiyeti *(Yaymak)* için şehîd oluyorlar. 


İslâmiyeti yayanlara *(Cennet)* de en yüksek derece var. Peygamber aleyhisselâma sormuşlar; *(İnsanların en kıymetlisi kimdir?)* diye. 


İki kelime ile cevap vermiş Peygamber aleyhisselâm. Buyurmuş ki: *(Men teallemel ilme ve allemehû.)* Ne demek bu?


Yâni, ilim *(Öğrenen)* ve öğrendiğini başkalarına *(Öğreten)* dir, buyurmuş. Yalnız öğrenmekle olmuyor. Öğrendiğini de *(Öğretecek)*. Asıl lâzım olan bu. 


Elhamdülillah, biz öğretiyoruz. Birine bir *(Kitap)* vermek demek, *(Öğretmek)* demekdir işte. Peygamber Efendimizin *(Müjde)* si bu. 


Öğrenecek, öğretecek ve yayacak. Nasıl yayacak bu zamanda? *(Kitap)* vermekle. Ne *(Mutlu)* ilim öğrenene ve Allahın kullarına *(Yayana)*. 


Allahü teâlânın kullarına, hem de bütün dünyâya *(İslâmiyeti)* öğretmek için, Allahü teâlâ bizi *(Vâsıta)* kılmış. Hepimizi yâni. 


Kimimiz *(Paket)* yaparız, kimimiz *(Yazar)* ız, kimimiz postâneye *(Götürürüz)*, kimimiz de *(Taşırız)*. İslâmiyetin koruyucusu, *(Osmânlı)* lar ve *(Nakşî)* lerdir. 


İslâm düşmanları bunu bildikleri için, en çok bu *(İki)* sine saldırıyorlar. İslâmiyeti *(Yok)* etmeye uğraşıyorlar. İslâmiyet, Allahü teâlânın *(Emir)* leri ve *(Yasak)* larıdır. 


*(Evliyâ)* deyince, aklınıza ne geliyor? Bir anda çeşidli yerlere *(Gitme)* si, su üzerinde *(Yürüme)* si gibi şeyler mi? 


Hayır, bu gibi şeyler, *(Şeytân)* ın işleridir. Şeytân da yapıyor böyle şeyleri. *(Evliyâ)* demek; Allahın *(Dostu)*, Allahın sevdiği *(Kulu)* demekdir. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri buyurdu ki: Bu zamanda *(Îmânı)* olan, *(Harâm)* dan sakınan, ibâdetlerini ihlâsla *(Yapan)*, evliyâdır. Yâni Allahü teâlânın sevdiği kuldur

Miraç gecesi sırlarından bir sır

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Bunun delili şudur:  Miraç gecesi, Hak teâlâ hasretleri ile Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem arasında doksan bin kelime konuşuldu. Hak teâlâ, Resulüne nice sırları vahyetti ki, onları hiçbir peygamberine bildirmemiştir. ESRÂR-I-VAHÎY adlı bir risale vardır. O risalede beyan olunmuştur ki, Resul aleyhisselâma buyurduğu sırlardan birisi de şu idi. 


Yâ Muhammed! Bir kimse, yer ve gök ehli namazı kadar namaz kılsa, yer ve gök ehli orucu kadar oruç tutsa, melekler gibi yemek yemez olsa, sırtına ârifler gibi elbiseler giyse; ben onun bu ibadetlerine bakmam. Eğer, onun gönlünde zerre kadar dünya sevgisi, etrafına karşı övünmesi varmı veya halka ibadetini gösteriyor mu, buna bakarım. Bunlardan biri varsa kendime komşu etmem, bu kişiler muhabbetimin lezzetini alamazlar, onların gönüllerini karanlıkla doldururum, o kadar ki, beni unuturlar, uzak kalırlar. 

(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

İslâmiyet iki kelimeyle özetlenebilir

 Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:


(İslâmiyet), iki kelimeyle özetlenebilir. Bu iki kelime, (Evet) ve (Hayır) dır. Ama bunun için de (İlim) lâzım, yâni bilmek lâzım. Nerede [evet] di-yecek, nerede [hayır] diyecek? 


Bunu iyi bilmek lâzım. Bunu da, herkes bilemez ki. Bunu, ancak (Allah dostları) yâni (Evliyâ zâtlar) bilir. (Evet) denecek yerde [hayır] derse, yanar efendim. 


Meselâ Hazret-i Ömer radıyallahü anh, Peygamber Efendimize (Evet) yerine [Hayır] deseydi, (Ebû Cehil) den daha (Tehlike) li olurdu. 


Yâhut da Ebû Cehil, (Hayır) diyeceğine, [Evet] deseydi, Hazret-i Ömer’den daha (Üstün) olurdu. Bu iş (Nasip) meselesidir kardeşim. 


(Eshâb-ı kirâm) efendilerimiz, Resûlullah Efen-dimizden (Mûcize) beklemediler. Hiç böyle şeyler düşünmediler ve konuşmadılar. Çünkü buna (İhtiyaç) ları yokdu. 


Onlar, Peygamber aleyhisselâmın mübârek (Sohbet) inde bulunmakla (Şeref) lendiler. Hiçbir şey, sohbet gibi (Kıymetli) olamaz. 


O (Sohbet) de bulunmakdan daha büyük (Kerâmet) yokdur. Bunu, Mektûbât bildiriyor. 

Evliyânın (Sohbet) inden istifâde etmenin de şartları var. 


Nedir onlar? Önce, o zâta karşı (Edeb) li olacak. Şâh-ı Nakşibend hazretleri buyuruyor ki: (Hiçbir bî-edeb vâsıl-ı ilallah olamamışdır.) 


Sonra o büyüklerden (Kerâmet) beklemiyecek. Biz kazandıklarımızı, (Abdülhakim Arvasi Efendi) hazretlerine olan (Edeb) imiz sâyesinde kazandık. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri çok (Sevimli) idi. Ama çok da (Heybet) liydi. Heybetinden yüzüne bakamazdık. Bu (Büyük) lerin her [zerre] si, her [hücre] si Allahü teâlâyı (Zikr) eder. 


Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde buyuruyor ki: (Hak gelirse, bâtıl gider). Hakkın gelmesi için de gay-ret lâzım, yorulmak lâzım, üzülmek lâzım, ağlamak lâzım. 


Osmânlılar, (Viyana) ya kadar gitmeselerdi, dövüşmeselerdi, oralara (Hak) gitmezdi. Dolayısıyla oradaki insanlar (İslâmiyet) le şereflenemezdi.

Sular aşağı akar

 *"Sular aşağı akar. Mütevazı olana Cenâb-ı Hak her şey verir."

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar, 1cild, sf:439]

Bu dinin ihyası âlimler vasıtasıyla olmuştur

 *"Bu dinin ihyası âlimler vasıtasıyla olmuştur. Felâketi de kötü din adamları sebebiyledir."

(Hüseyin Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar, 1cild, sf: 439]

Muvaffakiyet nedir?

*"Muvaffakiyet, ahirette faydası olan iştir. Bunun içinde iki şey lâzımdır, biri ihlâs, diğeri nefse muhalefettir."

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar, 1cild, sf: 439]

Müslüman ölüm acısını biiznillah duymayacak

 *"Müslüman vefat ederken, Cenâb-ı Peygamberimiz'i hakiki güzelliği ile görecek, aklı başından gidecek, ölüm acısını biiznillah duymayacak."

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar, 1cild sf:439]

Eshâb-ı kirâmın bu kadar üstün olmasının sebebi nedir?

 *"Eshâb-ı kirâmın bu kadar Üstün olmasına rağmen, Allahü teâlâ onları Kur'an-ı kerimde sadece bir hususiyetiyle medhediyor. "Onlar birbirlerini çok severlerdi" buyuruyor. Eğer bir toplulukta insanlar birbirlerini seviyorlarsa orada fitne olmaz."

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1cild,sf:438]

Dine hizmet ederken bir vakit namaz kazaya kalsa

 *"Dine hizmet ederken bir vakit namaz kazaya kalsa, yaptığı hizmetin hiç kıymeti yoktur."

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf:438]

Dine olan bir hizmette çile yoksa istidrac alâmetidir

 *"Dine olan bir hizmette eğer çile yoksa ve herkes de kabul ediyorsa, istidrac alâmetidir, tehlikelidir."

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf:438]

Dine hizmet için dahi kalp kırılmaz

 *"Dine hizmet çok sevaptır; ama bir kimsenin kalbini kırsalar, bütün sevaplar uçar gider."

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf:438]

Hiçbir âlim kendi evladının tahsilini üzerine almamıştır

 *"Hiçbir âlim, kendi evladının tahsilini kendi üzerine almamış; başkaları vasıtasıyla yetiştirmiştir. Çünkü yakınlık, çocuğun yetişmesine en büyük manidir."

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf:438]

Dünyada en çok düşmanı olan Allahü teâlâdır

 *"Dünyada en çok düşmanı olan Allahü teâlâdır; ondan sonra Kur'an-ı azîmüşşandır."

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf:438]

İki türlü öfke vardır

 *" İki türlü öfke vardır. Biri şeytanî, biri rahmanîdir. Şeytanî olan, kendi nefsi için; rahmanî olan ise karşısındakinin iyiliği için kızmaktır."

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf:438]

İyiliklerin dereceleri

 *"İyiliklerin de dereceleri vardır. En kıymetlisi din kardeşini ateşte yanmaktan kurtarmaktır."

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild, sf:438]


Din ilimdir

 *"Din, ilimdir. Dinini bilmeyen küfre kadar gider."

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf:438]

Cenâb-ı Hakk'ın en büyük merhameti

 *"Cenâb-ı Hakk'ın en büyük merhameti, ahirette başımıza gelecekleri önceden haber vermesidir."

(Hüseyn Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf:438]

Büyüklerin sözlerini söyleyen kalmadı

 *"Büyüklerin sözlerini söyleyen kalmadı. Dinleyen kalmadı. Hele inanan hiç kalmadı."

(Hüseyn Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf:439]

Bizim başkalarını irşad edecek ne ilmimiz ne de amelimiz var

 *" Bizim başkalarını irşad edecek ne ilmimiz, ne amelimiz var. Onun için kendimizi bir tarafa bırakır, işi büyüklere havale ederiz. Aynı onların sözlerinin yazılı olduğu kitapları veririz."

(Hüseyn Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf:439]

Kimse kendi kendini alim ilan edemez

 *"Bir mümin ne kadar kitap okursa okusun, ne kadar amel ederse etsin, bir İslâm âliminin tasdiki olmadıktan sonra ona âlim denmez. Yani bir kimse kendisine âlim ilan edemez. Mutlaka bir âlimin ona icazet vermesi, yani ilmini tasdik etmesi lâzımdır."

(Hüseyn Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf:439]

Helal lokma ve haram lokma

 *"Helal lokma yiyen, ibadete; haram lokma yiyen, günaha koşar."

(Hüseyn Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf:439]

Tanımadığımız birinin cenaze namazını kılarsak

 *"Tanımadığınız birinin cenaze namazını kılarsanız. Hoca sorduğu zaman, iyi biliriz demezsiniz. Allah rahmet eylesin, dersiniz. Mesela namaz kılmıyorsa, buna iyi denmez. Kötü de diyemezsiniz, çünkü cenaze kötülenmez. İyi diyorlar veya Allah rahmet eylesin, dersiniz."

(Hüseyn Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf:439]

İnsanlarda kusur aramak

 *"İnsanlarda kusur arayanın dostu olmaz. Kusuru kendinde arayanın herkes dostudur."

(Hüseyn Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf:439]

Allah'ın düşmanına muhabbet

 *"Allah'ın düşmanına muhabbet, Allah'a düşmanlığa sebep olur."

(Hüseyn Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf:439]

Evliya olmanın ilk şartı

 *"Evliya olmanın ilk şartı düzgün itikatlı olmaktır. Ehl-i sünnet itikadında olmayan hiçbir fırkadan evliya gelmemiştir."

(Hüseyn Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf: 439]

Ölürken Allah demek istiyorsan şimdiden Allah de

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ölürken, para demek istiyorsan, şimdiden *(Para)* de! Ama ölürken Allah demek istiyorsan, şimdiden *(Allah)* de. Allah, *(Mü’min)* leri seviyor ve *(Sevdiği)* ni de bildiriyor. 


O severken biz *(Nasıl)* sevmeyiz. O hâlde birbirimizi seveceğiz kardeşim. Bu *(Ni’met)* in devâmı, birbirimizi çok *(Sevme)* ye bağlı. Yoksa Allahın *(Gücü)* ne gider. 


Diyeceksiniz ki; (Ama efendim, o bana şöyle şöyle söyledi). Söylesin, o senin *(Din)* kardeşin. Sen onu, *(Allah)* için sev, *(Nefs)* in için değil. 


O, *(Mü’min)* çünkü. Yâni Rabbimin *(Evliyâ)* sı. Cenâb-ı Hak, onu seçmiş, sevmiş, ona *(Îmân)* nasîb etmiş. Böyle kimse *(Sevilmez)* mi? 


Hastalıkda *(Şifâ)* vardır. Ama hakîkî hastalık, *(Kalp)* hastalığıdır, beden hastalığı değil. Beden hastalığı o kadar *(Mühim)* değil. 


Asıl mühim olan, *(Kalp)* hastalığıdır, *(Gönül)* hastalığıdır. Çünkü kalbin hastalığı tedâvî olmazsa, karşılığı Cehennemdir, yâni *(Ateş)* dir. 


Yârın âhirette *(Ateş)* le temizlenecek. Kalbin tedâvîsi eğer dünyâda yapılmazsa, *(Âhirete)* kalırsa, onun telâfîsi ve tedâvîsi *(Ateş)* dir. 


Cehennem *(Ateşi)* dir. Onun için bedene gelen her hastalık, kalbe *(Şifâ)* verir. 

● ● ●

Birgün Fâtih câmiinden geliyordum. Eski bir arkadaşıma rastladım. Bana dedi ki: *(Hilmi, ben bir şey duydum, doğru mu acabâ?)* Ne duydun? dedim. O da dedi ki:


Ben kelime-i tevhîd söylüyorum. Fakat biri bana dedi ki: *(Bu zikrin, seni Allahın sevgisine kuvuşdurması için, bir büyükden izin alman lâzım.)* 


Böyle bir şey var mı? dedi. Ben de ona dedim ki: Doğru söylemiş. Bütün kitaplar diyor ki, insan *(Kelime-i tevhîdi)* söylerse, çok *(Sevap)* alır. 


Ama *(İzin)* li söylerse, hem çok *(Sevap)* alır, hem de Allahın *(Sevgi)* sine kavuşur. Böyle dedim.


Ayrıca, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin *(Zikr)* le ilgili bir *(Mektûbu)* var ya, işte o mektûbu okursanız, Abdülhakim Efendi hazretleri, size *(İzin)* vermiş olur, dedim.

Dünya muhabbetinin zararları

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Şimdi, hal böyle olunca, bu dünya endişesinden geçmek gerek. Riyaset, yani ululuk lezzetini nefs-i emmâre dimağından çıkarmak gerek, ölümü, ölüm acılarını, azapları ve cezaları daima düşünerek bütün nefs arzularından uzak durmak ve dost hevası üzere âlemde yürümek gerektir. Tâ ki, bu halk ölünce o dirilebilsin. Yoksa, dünya kaygı ve telâşına düşmek yavuz (zor, çetin) musibettir. 


Dünya kaygılarından bir kaygı ile bir gece yatana, Hak teâlâ yetmiş kaygı ve acı verir, birisini bile gidermekten âciz kalır. Ertesi gece, yetmiş kaygı ile yatar ve böyle böyle gönlüne dünya muhabbeti dolar, dünya muhabbeti doldukça, zikrullahı unutur, zikrullahı unutunca Hak teâlâ da o. kişiden inayetini keser, imân tadını onun gönlünden siler, giderir, yerine zulmet doldurur. Bu hale düşen, isterse her gün oruç tutsun ve geceleri sabaha kadar namaz kılsın, ister şehit olsun, isterse gazi olsun, hatta Mekke-i mükerreme ye giderek mücavir kalsın ve veli olsun; madem ki dünya muhabbeti gönlünde galiptir, ona hakkın inayeti yoktur, peygamberin şefaati yoktur, velilerin himmeti yoktur.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Dört şey imânsız ölmeye sebeb olur

 Âlimlerden bâzısı buyurdu ki: Dört şey vardır ki,Îmânsız ölmeye sebeb olur: Namazı terk etmek, şarab içmek, Allahü teâlânın emirlerine itâat etmemek ve müslümanlara eziyet etmek, sıkıntı vermek. 

(Senâullah-ı Pânî Pûtî “rahmetullahi aleyh” hazretleri )

Hüsn-i zan etmek

 Bir kimse gözümün önünde bir hatâ işledikten sonra kaybolup gitse, onun tövbe ettiğine inanır, hakkında sû'-i zanda bulunmam. 

(Ahmed bin Yahyâ el-Celâ “rahmetullahi aleyh” hazretleri )

BİR KÜP DOLUSU ÖLÜM ACISI

MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

İsa aleyhisselâm, bir gün bir yere gidiyordu. Bir ırmak kenarına vardı, bir müddet dinlendi, abdest aldı, birkaç rekât namaz kıldı ve o ırmağın suyundan birkaç avuç su içti ve çok hoş ve tatlı bir su olduğunu anladı. Dört tarafına bakındı ve gördü ki, su ile dolu bir küp gömülmüş bulunduğunu gördü. O küpteki sudan da içti ve gayet acı olduğunu fark ederek bu işe şaştı. Zira, bu küpe su o ırmaktan geliyordu. Şu hâlde, ırmağın suyu neden gayet tatlı ve küpün suyu ise gayet acı idi? Hayretler içinde kaldı ve bir karara varamadı. İşte, tam bu sırada Cebrail aleyhisselâm geldi ve dedi ki: “Yâ Nebiyallah! Hak teâlâ sana selâm etti ve küpe sorsun, küp suyunun neden acı olduğunu ona haber verecektir,” buyurdu. Bunun üzerine İsa aleyhisselâm, meseleyi küpe sordu ve küp Allâhu teâlânın desturu ile dile gelerek cevap verdi: 


“Yâ Nebiyallah! dedi. Ben, bir ulu padişah idim. Dünyada 300 yıl ömür sürdüm. Peşim sıra üç yüz bin asker gelirdi. 300 ulu şehrim vardı. O, 300 şehirde 300 ulu sarayım vardı. Bu 300 sarayıma ara sıra gider ve zevk ederdim. Bu zevk ve safa da iken, bir gün ansızın bana hastalık geldi ve sonunda Azrail aleyhisselâmın mızrağını yedim, can acısı çektim. Bütün o saltanat, devlet, hükümet, yeme içme, zevk ve temaşa hepsi hepsi bir ânda elimden çıkıverdi. Bunlardan hiçbirinden bana bir fayda ve çare olmadı. Bütün görüp geçirdiklerim bana bir gün bile gelmedi. Beni, bir yere gömdüler ve üzerime büyük bir türbe yaptılar.


300 yıl o türbede yattım ve çok ağlayıp feryat ettim ve lâkin hiç kimseden medet bulamadım. 300 yıl sonra bir zelzele oldu ve türbem yıkıldı ve 300 yıl kadar bütün o şehir bir harabe halinde kaldı. Sonra, o şehri tekrar imar ettiler. Benim, türbemin bulunduğu yere bir kiremitçi geldi, kiremit pişirerek satmaya başladı. Bir gün, o yerlerin padişahı da geldi ve o şehre büyük bir saray yaptırdı. O saray için kiremit ısmarlandı ve benim türbem olan yerden ve benim etim, kemiğim karışmış bulunan topraktan kazdılar, balçık yaptılar, kiremit döktüler ve o padişah sarayını bu kiremitlerle örttüler. Yıllarca, kiremit olup padişah sarayının damında durdum. 


Aradan yine zaman geçti, o padişaha da zeval erişti, öldü. Sarayı da yıkıldı ve kiremitleri kırıldı. Ondan sonra, o şehre bir küpçü geldi ve sarayın bulunduğu yeri kendisine imalâthane olarak seçti, benim etimden ve kemiğimden olma kiremitleri de dövdü, balçığa karıştırdı ve bir küp yaparak sattı. Bir zaman da evlerde ve yerlerde küp olarak durdum. Nihayet büyük bir sel geldi, beni bulunduğum yerden söktü çıkardı, buraya getirdi bıraktı. Yıllardan beri burada duruyorum.  


İsa aleyhisselâm, küpe sordu:  

— Hikâyeni anladım, ama benim asıl merak ettiğim şudur ki, şu ırmağın suyu gayet tatlı olduğu ve senin içine de o sudan dolduğu halde, senin suyun neden acıdır?  

Küp, bu soruyu da şöyle cevaplandırdı:  

— Yâ Nebiyallah! Ne zaman ki, Azrail aleyhisselâm mızrağını bana vurunca, ölüm acım benim bütün gövdeme yayıldı, etime ve kemiğime bu acı sindi. O acı hâlâ benden gitmemiştir. Benîm içimdeki suyu acılaştıran da işte o acıdır, dedi.

(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Nefsine uyan üzüntü ve gamdan kurtulmaz

 Kim nefsine uyarsa, üzüntü, gam ve keder bırakmaz onun yakasını. Çünkü insanoğluna huzur verecek ne varsa, hepsi dinimizde vardır. İslam’ın dışında neşe ve sevinç aramak beyhudedir.Kim İslam’a tam uyarsa, sonsuz rahata kavuşur.

(Behaeddin-i Buhari hazretleri “kuddise sirruh” )

Akıllı insan kimdir?

 Akıllı insan kimdir? Ben bu suali tam yediyüz âlime sordum. Hepsi de ittifak halinde; Akıllı adam, dünyadan soğumuş ve ahiret hazırlığı içindedir. Dünya işleriyle uğraşsa da bunların sevgisini kalbine sokmaz dediler.Velhasıl akıllı Müslüman, yüzünü dünyadan, ahirete çevirmiştir.

(Ebu Ali Cürcani hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Bizim sünnetimize tam uyan yalnız odur

 Bir gece rüyamda kendimi Resulullahın “aleyhisselam” sohbetinde buldum.

Şeyh Ahmed’in [İmam-ı Rabbani hazretleri “kuddise sirruh”] her ameli doğrudur. Bizim sünnetimize tam uyan yalnız odur, buyurdu.(Bediüddin-i Seharenpuri hazretleri “rahmetullahi aleyh” )

Annesini razı etmeyen Cenâb-ı Hakkı razı edemez

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Eshâb-ı kirâm)* efendilerimiz, birbirlerini niçin çok *(Sever)* lerdi? Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, Kad Semi’a sûresinin son *(Âyet)* inde, bunun cevâbını veriyor. 


Ne buyuruyor Cenâb-ı Hak? *(Birbirinizi sevin!)* buyuruyor 


Bir mü’min, bir mü’mini *(İncitir)* se, Kâbe-i şerîfi yıkmış gibi *(Günah)* kazanır, hem de *(Yetmiş)* defâ. Amân amân! *(Kalp)* kırmakdan çok sakınalım kardeşim. 


Bir arkadaşınız, *(Duâ)* istedi benden. Ben ona duâ etsem, Allah *(Kabûl)* etmez ki efendim. Allahü teâlânın kabûl etmiyeceği *(Duâ)* yı ben niçin yapayım? 


*(Niçin)* kabûl etmez peki? Çünkü annesini üzüyormuş. Hanım anneniz söyledi. *(O arkadaş, annesini üzüyor, annesi ondan râzı değil)* dedi. 


*(Anne)* sini râzı etmiyen, *(Cenâb-ı Hakkı)* râzı edemez efendim. Allahü teâlânın *(Rızâ)* sını kazanmak isteyen, önce *(Anne)* ve *(Baba)* sının rızâsını alsın. 


Ona *(Duâ)* edersek, bizim duâmız da *(Hava)* da kalır. Ama *(Enver’e)* duâ ediyorum, ona duâ ederim, Allah da *(Kabûl)* eder. 


Niçin? Çünkü annesi ondan çok *(Râzı)*, biz de *(Râzı)* yız. Anne babasını râzı edenden, Allahü teâlâ da *(Râzı)* olur kardeşim. 


Anne babanın, evlâdı üzerinde *(Hakkı)* çok büyük kardeşim. Onun için onları üzmek *(Felâket)* dir. 


Bu gün *(Îmân’ı)* korumanın tek *(Yol’u)* var. O da, din kardeşine muhabbet beslemekdir. Onu *(Sevmek)* dir, onunla *(İyi)* geçinmekdir. 


Bizim *(İlmihâl’i)*, roman okur gibi okumayın kardeşim. Okuduğunuz yeri *(Bir)* daha okuyun, sonra *(Bir)* daha okuyun. 


Oradan, bir *(Hülâsa)* çıkarın, ondan bir *(Şey)* kapın. O paragrafda anlatılandan *(Murâd)* nedir? Onu iyice öğrendikden sonra *(Öbür)* paragrafa geçin.

Bizim Ferid şeker hazinesidir

 ***Feridüddin Genc-i Şeker hazretleri “rahmetullahi aleyh” ,uzun yaz günlerinde her gün oruç tutar, çoğu zaman yiyecek bulunmazdı evinde.Açlığı artınca, ağzına küçük taşlar doldurur, o taşlar, hikmeti ilahiyle bir anda çok lezzetli tatlı şeker olurlardı.Hocası bunu görmüş ve;- Bizim Ferid, şeker hazinesidir, buyurmuştu. 

En güzel şifa Kur’ân-ı kerîmdir

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Çok *(Hizmet)* ediyorsunuz kardeşim. Fakat biz, bu hizmetlerin *(Devâm)* ını istiyoruz. Peki, bu hizmetlerin devâmı nasıl olur? 


Bir *(Şart)* la olur. Birbirinizi kırmıyacaksınız ve üzmiyeceksiniz. Eğer birbirinizin *(Kıymet)* ini bilmezseniz, Allah alır bu *(Ni’met)* ini. 


Elhamdülillah, ben Rabbimizi, hep *(Cemâl)* sıfatıyla anıyorum, hâtırlıyorum. Rabbimizin *(Rahmet)* ini umuyorum. Affedeceğini *(Ümîd)* ediyorum. 


Hiç *(Celâl)* sıfatı aklıma gelmiyor efendim. Hep *(Afv)* edici, hep *(Merhamet)* edici olarak düşünüyorum. Kendisi de zâten; *(Kullarım beni, zannetdiği gibi bulur)* buyuruyor. 


Ben de hep affedeceğini zannediyorum, *(Rahmet)* ini umuyorum, öyle *(Ümîd)* ediyorum. İnşallah öyle olacak kardeşim. 

● ● ●

*(Bismillâhillezî lâ yedurru me’asmihî şey’ün fil ardı ve lâ fissemâi ve hüvessemî’ül alîm.)* 

Sabahları okuyoruz bu *(Duâ)* yı. 


Her *(Sabah)* üç kere okuyan, akşama kadar her türlü *(Belâ)* dan *(Emîn)* olur kardeşim. İnanarak okumak lâzım. 


*(Bismillâhillezî)* bu, öyle bir *(Besmele)* dir ki: *(Lâ yedurru)* zarar vermez. 


*(Me’asmihî şey’ün fil ardı ve lâ fissemâ)* yerde ve gökde, hiçbir şey ona zarar vermez. 


Hazret-i Alî radıyallahü anh buyuruyor ki: *(En güzel şifâ, Kur’ân-ı kerîmdir.)* Yâni Allahü teâlâdan sonra en yüksek makâm, Kur’ân-ı kerîmdir. 


*(Namaz)*, çok kıymetli bir ibâdetdir. Niçin kıymetlidir? İçinde *(Kur’ân-ı kerîm)* okunduğu için. 


Abdülhakim arvasi Efendi hazretleri buyuruyor ki: *(Kur’ân-ı kerîmin her bir harfinde, yüz bin derde, yüz bin şifâ vardır.)* Kim buyuruyor? Abdülhakim Efendi hazretleri buyuruyor.

Şeyh-i San'a'nın hristiyan kızına âşık olmasını duydun mu?

Ma'den-ül Cevâhir kitâbını yazan, Kayyûm-ı Zamân'ın halîfesi Muhammed Şevk'den anlatır: Kayyûm-ı Zamân Kâbil'e teşrif etmişti. Bu fakîre de, kendilerine imâmlık yapmamı buyurdu. Bir gün öğle namazı için huzûrlarına geldim. Yolda bir genç gözüme aldı. Ona hayran oldum. Kalbim bir defa benim tasarrufumdan çıktı. Kendimden geçtim. Biraz sonra kendime geldim. O genç gitmişti. Kalktım, Kayyûm-ı Zamân'ın huzûruna gittim. Odalarında yatıp uzanmakta olduğunu gördüm. Hizmetçisine, kim geldi? diye sorunca; Fakîr Şevk geldim, dedim. Buyurdu ki, Şeyh-i San'a'nın hikâyesini, hristiyan kızına âşık olmasını duydun mu? Böyle buyurdu ve şu beyitleri okudu: 

Şeyh-i San'a vaktinin piri idi,

Ne söylersem de, ondan yüksek idi. 


Harem-i Şerîfde elli yıl kalmış,

Dört yüz müridiyle, çok olgun idi. 


Hristiyan kızı, peçeyi açdı,

Şeyhin yüreğine bir ateş saçdı. 


Anladım ki, benim başımdan geçeni anlamıştı. Kalkıp namaz kıldı. Namazdan sonra, kalbim tasarrufdan çıkınca, kalktım, o güzeli görmeye gittim. İkindi vaktinde tekrar namaz için geldim. Öne geçip namaz kıldırmak istedim. Buyurdu ki, siz bugün imâm olmayınız. Başkasını imâm eyledi. Öyle utandım ki, daha fazlası mümkün değil idi. O günden beri tevbe ve istiğfar ile meşgûl oldum. Her gün o sevgi azaldı. Hattâ nihâyet yüksek üstâdımın bereketiyle, o sevgiden tamamen kurtuldum. 

Bir gün ikindi vaktinde üstâdımın ya'nî Muhammed Sıbgatullah'ın (kuddise sirruh) huzûrunda idim. Gözleri bana alınca, tebessüm edip: "Fâtiha sûresini okuyunuz" buyurdu. Emirlerine uyarak Fâtiha sûresini okudum. "Bundan sonra imâm siz olunuz" buyurdu. Ayaklarına kapandım. Büyük bir sürûr hâlimi kapladı. 

Bundan üstâdımın, üç hârikasını müşâhede eyledim: 

Birincisi, mubârek kalb gözü ile benim gizli hâlimi anladı. İkincisi, tasarrufu ile beni o belâdan kurtardı. Üçüncüsü, bu fakîrin hâlini örtüp, kimseye bildirmedi. Buyurdu ki, Arab olmayanların dad ile zîyı birbirine yakın okumaları gibi okuyorsun, buldum. Şimdi okuyunca, güzel okuduğunuzu, aralarını ayırdığınızı gördüm.

Kaynak: [Urvet-ül Vüskâ Muhammed Ma'sûm (kuddise sirruh) sf: 214-215] 

Tercüme: Süleyman Kuku [A. Fârûk Meyân]

Hakîm-i Tirmizî

Âlim ve evliyânın büyüklerinden. İsmi Muhammed bin Ali bin Hasan bin Bişr, künyesi Ebû Abdullah’tır. Hakîm lakabıyla tanındı. Tirmiz’de doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 932 (H.320) senesi Nişâbûr’da şehîd edildi.


Hakîm-i Tirmizî küçük yaşta tahsil hayâtına başladı. Babasından teşvik ve destek gördü. Doğduğu şehir olan Tirmiz’de Kuteybe bin Saîd, Sâlih bin Abdullah Tirmizî, Sâlih bin Muhammed es-Sa’dî, Hasan bin Ömer bin Şakîk, Yahyâ bin Mûsâ, Utbe bin Abdullah Mervezî, İbâd bin Yâkûb Ravagânî, Muhammed bin AliŞakîk, Süfyân binVekî’, Yâkûb bin Şeybe, Yâkûb bin Devrekî ve başkalarından hadîs-i şerîf öğrendi.


İlim öğrenme arzusu ile yandığı gençlik günlerinde bir gün, iki arkadaşıyla anlaşıp başka yerlere gitmek, oralarda ilmini arttırmak ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmak istedi. Bu karar ve anlaşmayı annesine açıkladı. Annesi buna çok üzüldü ve; “Yavrucuğum! Ben zayıf, kimsesiz ve hastayım. Benim hizmetlerimi sen yapıyorsun. Beni yalnız, çâresiz kime bırakıyorsun?” dedi. Bu sözler üzerine genç Muhammed bin AliTirmizî’nin gönlüne dert düştü ve arkadaşlarıyla yaptığı anlaşmayı bozup seferden vazgeçti. İki arkadaşı ise onu yalnız bırakıp, ilim tahsîli için yola çıktılar. Buna ziyâdesiyle üzülen Muhammed bin Ali, ne annesinden ayrılabildi, ne de gönlünden ilim aşkını silip atabildi. Yalnız kaldığı zamanlarda, tenhâ yerlerde uzun uzun ağlardı. Yine bir gün mezarlıkta oturmuş ağlıyor, hem de; “Ben burada câhil ve ilimden mahrûm kaldım, arkadaşlarım âlim gelecekler.” diye düşünüyordu. Gözlerinden yaşlar boşandığı bir sırada âniden nûrânî yüzlü, tatlı sözlü bir ihtiyar çıkageldi ve; “Yavrum niye ağlıyorsun?” diye sorunca, başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine; “Kısa zamanda o iki arkadaşını ilimde geçmen için, her gün sana ders vermemi arzu eder misin?” diye sordu. “Evet arzu ederim.” cevâbını verdi.Bunun üzerine bu tatlı sözlü, nur yüzlü mübârek ihtiyar, Muhammed bin Ali’ye her gün ders verdi. Üç yıl devamlı ders okudu. Üç yıl sonra, bu mübârek zâtın Hızır aleyhisselâm olduğunu anladı. Sonradan kendisi; “Bu büyük devlet, annemin rızâsı ve duâsı bereketiyle ihsân olundu.” buyurmuştur. Her Pazar gecesi Hızır aleyhisselâm ona gelir, mânevî hallerini birbirlerine anlatırlardı.


Hakîm-i Tirmizî yirmi yedi yaşındayken hac ibâdeti için Mekke-i mükerremeye gitti. Bu yolculuğunu kendisi şöyle anlatır: “Bir zaman gönlümdeKâbe-i muazzamayı ziyâret arzusu uyandı. Aşkla yola çıktım. Irak ve Basra’ya uğradım. Mekke’de hac zamânına kadar kaldım. Kâbe’de Mültezem denilen yerde sabahlara kadar duâ ile meşgûl oldum. Sonra duâlarımın kabûl edildiğini anladım. Kalbime, lüzumsuz şeylerden sıyrılma arzusu doğdu. Rabbime, beni ıslah etmesini, dünyâlık şeylerden uzaklaştırmasını ve bir de Kur’ân-ı kerîmi ezberlemeyi nasîb etmesini istedim.” Bunun üzerine Hakîm-i Tirmizî, daha Mekke’de iken Kur’ân-ı kerîmi ezberlemeye başladı ve Tirmiz’e dönüşünde de kısa bir süre içinde ezberini tamamladı.


Hakîm-i Tirmizî ilmî çalışmaları yanında mânevî ilimlerde de üstün bir dereceye kavuştu. Ebû Türâb Nahşebî, İbn-i Celâ gibi velîlerle sohbet edip onlardan istifâde etti. Feyz ve bereketlerine kavuştu. Kendisinden de çok kimseler istifâde ettiler. Ebü’l-Hasan Ali el-Kâdî, Ebü’l-Hüseyin Muhammed Yahyâ bin Mensûr, Ebû Ali Nişâbûrî ve başkaları kendisinden ilim öğrenip hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundular.


Hakîm-i Tirmizî’nin pekçok kerâmeti görüldü.


Hakîm-i Tirmizî hazretleri çok sayıda kitap yazdı. Bâzıları yazdığı kitapları beğenmediler. Bunun üzerine o yazdığı kitapları Ceyhun Nehrine attı. Büyük balıklar kitapları alıp muhâfaza ettiler. İki sene kadar sonra kitapları istedi. Balıklar kitapları suyun yüzüne çıkardılar. Kitaplara bakıldığında hiç suya düşmemiş gibi, hattâ bir noktası dahi bozulmamış görüldü. Kitaplarını beğenmeyenler gelip kendisinden özür dilediler ve tövbe ettiler.


Zamânında zâhid olduğunu söyleyen birisi Hakîm-i Tirmizî’nin büyüklüğüne inanmaz ve îtirâz ederdi. Hakîm-i Tirmizî’nin evinden başka bir şeyi yoktu. Dünyâda sâhib olduğu tek şey bu küçük ev olup onun da kapısı yoktu ve girişinde bir perde asılıydı. Bir ara evinden ayrılıp bir yere gitmişti. Dönüşünde kaldığı yere bir köpeğin girip yavruladığını gördü. Belki yavrularını alıp buradan çıkar diye birçok kere kulübesine gitti geldi. O gece, onun büyüklüğünü inkâr eden kişi rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Resûlullah efendimiz ona; “Ey kişi! Evine giren bir köpeği çıkarmak için, kendiliğinden çıkar diye köpekten ricâda bulunarak, seksen defâ gelip giden bir zâtla kendini eşit mi tutuyorsun? Eğer ebedî saâdete kavuşmak istiyorsan, git onun hizmetine kavuş.” buyurdu. Bunun üzerine, bu kişi Hakîm-i Tirmizî’nin huzûruna geldi özür dileyerek affına sığındı ve ölünceye kadar hizmetinden ayrılmadı.


Hakîm-i Tirmizî hazretleri Hızır aleyhisselâmla görüşürdü. Lâkin uzun bir zaman Hızır aleyhisselâmı görememişti. Bir gün, temiz yeni elbiseler giymiş, sarığını sarmış câmiye giderken bir mesele yüzünden kendisine kızan bir kadının evinin önünden geçiyordu. Kadın, çocuğunun kirli elbiselerini yıkamış, leğen de pis su ile dolmuştu. Hakîm-i Tirmizî’yi evinin önünden geçerken görünce, leğendeki suyu olduğu gibi üzerine attı. Her tarafı necâset ve idrarlı su ile ıslandı. Bunun üzerine Hakîm-i Tirmizî hazretleri hiçbir şey söylemediği gibi, başını kaldırıp bakmadı bile. Biraz sonra Hızır aleyhisselâm geldi ve; “Sen bu hakâret ve kötülüğe katlanıp, sabredip hiçbir şey söylemediğin için bizi gördün.” buyurdu.


Sünnet-i seniyyeye tam uyan, ilmiyle âmil, ümmet-i Muhammed’in büyüklerinden bir zât olan Hakîm-i Tirmizî, herkesin dili ile öğülmüş, medhedilmiştir. İnce mânâları açıklama ve îzâh husûsunda bir üstâd, hadîs ilminde ise sika (sağlam, güvenilir) bir âlimdi. Sözleri kâmil, hilmi (yumuşaklığı) pek ziyâde, şefkati çok ve ahlâkı pek güzeldi. Peygamber efendimizin mübârek ahlâkı onda görülürdü. Meşhûr Keşf-ül-Mahcûb kitabının sâhibi Hucvurî; “Hakîm-i Tirmizî çok büyük, mübârek bir zâttır. Benim yanımda öyle bir kıymeti vardır ki, kalbim tamâmen ona bağlanmıştır. Benim üstâdım onun için “Muhammed bin Ali, tek olan iri bir incidir. Cihanda eşi az bulunur.” buyurdu.” demiştir. Çok kıymetli ve mânâlı sözlerinden dolayı, Hakîm-i evliyâ (velîlerin hikmetli söz söyleyenlerinden) ismi verilmiştir.


Hikmetli sözleri çoktur. Birgün kendisine; “Îsâr nedir?” diye sordular. Cevâbında; “Başkalarının lezzetini ve rahatlığını, kendi lezzet ve rahatlığına tercih etmektir.” buyurdu.


“Şükür nedir?” diye sordular. Cevâbında; “Şükür; gönlünün, nimet veren Allahü teâlâya tam bağlı olmasıdır.” buyurdu.


Huşû sâhibi olanların kimler olduğu sorulduğu zaman: “Huşû sâhibi olanlar; arzu ateşi sönen, kalbindeki arzu ve maksaddan tad alma dumanı sükûnet bulan, kalbi İslâmiyete hürmet ve tâzim nurları saçan, böylece nefsin arzuları ve şehvetleri ölen, fakat kalbi ve rûhu dirilen; bunun için de âzâları ve bedeni, huşû’ ve sükûnet içinde bulunanlardır.” cevâbını verdi.


Kendisine, “Îmânın gitmesine en çok sebeb olan günah nedir?” diye sordular. Buyurdu ki: “Üç günah vardır: Birincisi; îmân nîmetine kavuştuğuna şükretmemek. İkincisi; îmânın gitmesinden korkmamak. Üçüncüsü; müminleri incitmek ve onlara eziyet etmek. Biliniz ki, Peygamber efendimiz; “Haksız yere bir müslümanı incitmek, Kâbeyi yetmiş defa yıkmaktan daha büyük günahtır.” buyurdular.


Allahü teâlânın sevgili kullarından soruldukta; “Evliyâyı küçük görmek, Allahü teâlâyı tanımanın azlığından ileri gelir. Her makâmın kendisine has bir ehli vardır. Kim bir makâma çıkmak arzu ettiği halde, o makâmın ehline yâni o makamdakilere hürmet etmezse, o makamdan hâsıl olacak bereketten mahrum olur. Ayrıca ulaştığı makam, yavaş yavaş o kimseyi helâke sürükler.” Çünkü yolda yürürken düşen bir kimsenin düşmesi ile, bir binânın beşinci katından düşmek arasında çok fark vardır. Kalbin kıymetini ve vaktin ehemmiyetini şu sözleriyle beyân etti ve: “Kalbin ve vaktin, sana bir sermayedir. Fakat sen kalbini kötü zanlarla (Allahü teâlânın sevgisinden başka şeylerle) doldurdun. Vaktini de mâlâyânî, boş ve faydasız şeylerle geçirdin. İflâs etmiş, sermâyesini kaybetmiş olan bir kimse, nasıl kâr edebilir?” buyurdu.


“Kalblerin kemâli, Allahü teâlâdan korkmaktaki kemâl ile, nefslerin itminâna kavuşması (azgınlık ve taşkınlıktan kurtulması) da, takvânın (haramlardan uzaklaşmanın) kemâli iledir.”


“Dünyâ; hükümdarlar için gelin, zâhidler için aynadır. Hükümdarlar onunla güzelleşir, zâhidler ise âfetlerine bakarak ondan uzaklaşıp terk ederler.”


“Allahü teâlânın kullarına ve dînine hizmet edecek olanların, tevâzu ve teslimiyet sâhibi olması şarttır.”


“Nefsin, sende mevcud olduğu hâlde, sen Allahü teâlâyı tanımak istiyorsun. Halbuki senin nefsin, daha kendisini dahi tanımış değildir, Rabbini nasıl tanıyacak?”


“İslâmiyetin, müslümanlığın aslı şu iki şeydir: Allahü teâlânın yapmış olduğu iyilik ve ihsânı görmek (ona göre şükretmek), diğeri ise hicrân, yâni âhirette çok fecî ve acıklı bir hâle düşmek korkusu.”


“Allahü teâlâ kullarının rızkına kefil olmuştur. Kullarına da tevekkül etmeyi emretmiştir. O hâlde insanlar, Allahü teâlânın kefil olduğu şeyle uğraşmayıp, teklif ettiği şeylere, yâni O’nun dînine hizmete koşmalıdırlar.”


“Kimin arzusu din, yâni âhiret olursa; bu hayırlı düşüncesi hürmetine, dünyevî işleri de âhiret işi hâline gelir. Bir kimsenin düşüncesi de dünyâ olursa; niyetinin bozukluğu sebebiyle, âhiret işleri de dünyâ işi hâline gelir.”


Kendisine nefsin kötülüğünden sorulduğunda o; “Şeytanın insana, gâfil olduğu bir zamanda yaptığı zarar, yüz aç kurdun, bir koyun sürüsüne yaptığı zarardan daha fazladır. İnsanın nefsinin kendisine yaptığı zarar da, yüz şeytanın yaptığı zarardan fazladır.” buyurdu.


“Allahü teâlânın zikri ve O’na ibâdetle öyle meşgûl olmalı ki, O’ndan herhangi bir şey istemeye fırsat kalmamalıdır.”


“Her kim, haram bir kuruşu alacaklısına iâde ederse, nübüvvetten bir nûra kavuşur.” buyurdu.


Hakîm-i Tirmizî; tefsîr, hadîs, fıkıh, kelâm ve tasavvuf ilimlerinde kıymetli pekçok eser telif etmiştir. Bu hususta kendisi şöyle anlatır: “Yazdığım kitapları, bana isnâd edilsin, bunun kitapları denilsin diye telif etmedim. Fakat haller beni kaplayıp, kendimden geçtiğim zamanlar, telif ile teselli bulurdum.” Böylece yazdığı eserleri, Allahü teâlânın yardımı ile telif ettiğini beyân buyurdu.


Pekçok risâleleri mevcut olmakla berâber, yazdığı meşhûr kitapları; Kitâb-ül-Furûk, Hatm-ül-Vilâye ve İ’lel-üş-Şer’iyye, Nevâdir-ül-Üsûl fî Ehâdîs-ür-Resûl, Gars-ül-Muvahhidîn, Erriyâdatü ve Edeb-ün-Nefs, Gavr-ül-Umûr, El-Menâhî, Şerh-üs-Salât, El-Mesâil-ül-Meknûne, El-Ekyâs ve’l-Mu’terrîn, Beyân-ül-Fark Beyn-es-Sadr, El-Akl ve’l-Hevâ’dır. Bunların dördü hâriç, diğerleri basılmıştır.


O HÂLDE ATMADIN


Ebû Bekr Verrâk anlatır: Hakîm-i Tirmizî bana cüzler ve bir risâle vererek: “Al bunları Ceyhun Nehrine at.” buyurdu. Bunları aldım, fakat atmaya gönlüm râzı olmadı, götürüp evime gizleyerek yanına geldim. “Attın mı?” diye sordu ve: “Ne gördün?” dedi. “Hiçbir şey görmedim.” dedim. “O halde onu atmadın, tekrar git ve onu suya at.” dedi. Hemen geri döndüm. Fakat hem atmanın acısı, hem de göreceğim şeylerin heyecanı beni şaşırtmıştı. Evden cüzleri ve risâleyi aldım, suya attım. Derhal su ikiye ayrıldı. Kapağı açık bir sandık meydana çıktı. Attığım cüzler ve risâle içine düştü ve sandığın kapağı kapandı, su da eski hâlini aldı. Hakîm-i Tirmizî’nin yanına geldim ve gördüğüm şeylerin hepsini anlattım.” “Tamam şimdi atmışsın.” buyurdu. “Efendim bağışlayınız. Allahü teâlânın hakkı için bu işin sırrını bana anlatınız.” dedim. Cevâbında; “Büyüklerin ilmine (tasavvufa) dair bir risâle telif etmiştim. Onun ince mânâlarını keşf ve idrakten akıl âcizdi. Bunu, kardeşim Hızır aleyhisselâm benden istedi. O sandığı onun emri ile bir balık oraya getirdi. Allahü teâlâ da suya, bu sandığı ona ulaştırması için emir verdi.” buyurdu.


1) Tekziret-ül-Evliyâ; s.248

2) Nefehât-ül-Üns; s.169

3) Risâle-i Kuşeyrî; s.127

4) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.101

5) Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.233

6) Tabakât-üş-Şâfiiyye; c.2, s.245

7) Tabakât-üs-Sûfiyye; s.217

8) Büdüvvûşân

9) Sıfat-üs-Safve; c.4, s.146

10) Tabakât-ı Ensârî; s.253

11) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.100

12) Brockelman; Gal.1, s.163, 199

13) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.4, s.124

Bu hizmetlerin zerresini kendimizden bilsek helâk oluruz

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu *(Hizmet)* lerin zerresini kendimizden bilsek, *(Helâk)* oluruz kardeşim. Bütün bu hizmetleri, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine *(Borçlu)* yuz. 


Hattâ, *(Îmân)* ımızı bile Ona *(Borçlu)* yuz kardeşim. 


Allahü teâlâ, insanların dışına değil, içine *(Bakar)*, yâni *(Niyet)* ine bakar. Bu işi *(Kim)* için yapıyor? *(Allah)* için mi, yoksa dünyâlık bir *(Menfaat)* için mi? 


Eğer *(Allah)* için yapıyorsa, yâni Rabbinin *(Rızâ)* sını kazanmak için, *(Âhiret)* menfaati için yapıyorsa, onun *(Mükâfât)* ını Allahü teâlâ kat kat verir. 


Yok, insanlar *(Beğensin)* diye yapıyorsa, *(On para)* etmez. Âhiretde eline bir şey geçmez. 

● ● ●

Herkesle *(İyi)* geçinin kardeşim, hiç kimseyi kendinize *(Düşman)* etmeyin. Bu, çok önemli. Kimse ile *(Münâkaşa)* etmeyin. 


Münâkaşa *(Yasak)*, faydası yok çünkü. *(Dost)* ile münâkaşa, dostluğu azaltır. *(Düşman)* ile olursa, düşmanlığı artdırır.


Öyleyse ne faydası var? Hiç. Bir *(İhtilâf)* varsa, *(Sen haklısın!)* deyin geçin. Bir şey kaybetmezsiniz, bilâkis kazanırsınız kardeşim. 

Birbirinizi çok *(Sevin)*. Birbirinizi *(Üzmeyin)*, kırmayın. Mü’min üzülürse, *(Arş-ı âlâ)* titrer kardeşim, o kadar tehlikeli. 


*(Mü’min)*, Allahın *(Dostu)* dur, onu incitirsen, *(Allah)* incinir. Çok fenâ. 


*(Seâdet-i Ebediyye)* kitâbını çok okuyun. Bu kitâbı okuyan, *(Âlim)* olur, içindekileri yaparsa *(Evliyâ)* olur. 


Ne güzel işte. Dînini *(Bilmiyen)* ve ona göre *(Yaşamıyan)*, dünyâ işlerinde muvaffak olamaz kardeşim. 


Muvaffak olmuş görünür, ama sonu *(Hüsrân)* dır. Ya *(Hanım)* ından, ya *(Kız)* ından, râhat edemez, *(Huzûr)* bulamaz.

Hak teâlânın bütün zahmet ve mihnetleri, hep zenginlerin üzerindedir

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Şimdi, nefsini emmârelikten kurtarmak ve mutma’innelikte karar tutmak için daima ölümünü, öldükten sonra topraklar altında kalarak çürüyeceğini, unutulup kalacağını, sonra mahşer yerine götürüleceğini ve yukarıda anlatılan cehennem azaplarına duçar olacağını düşün ve bunları hiç hatırından çıkarma! Evet, o azaplara âsiler uğrayacaktır. Bir böylesi var, bir de cennet ehlinin anlattığımız zevk ve sefası var. 


Bunları göz önüne getir, beğen beğendiğini al. Cehennem ehline olacak azaplardan korkarsan, nefsin o yaramaz huylarından, alışkanlıklarından, sırnaşıklıklarından kurtar. Cennet ehline olacak saadetleri elde etmek istersen, onlara özen ve Allahu teâlânın lütfuna müştak ol, var tövbe edip, gönlünü bu murdar dünyanın kaygılarından temizle, nefsini bu murdardan iğrendir ve fakirliği tercih et ki, bütün saadetlerin başı fakirliktir. Görmez misin ki, Hak teâlânın bütün zahmet ve mihnetleri, hep zenginlerin üzerindedir. O halde, zenginliğe heves etme, ondan kaç. Çünkü, mihnetlerin başı ekseriya zenginliktedir...


Nitekim, Resul-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: “Miraç gecesi, cennete nazar ettim. Ekser halkın fakirlerden olduğunu gördüm. Cehenneme nazar eyledim, ekser halkını zenginlerden gördüm,” buyurmuşlardır. Şu hâlde, zenginlik isteme! Dünyada az şeyle kanaat et, Hâk teâlâya tevekkül et, Hak teâlâ tevekkül ehlini sever ve gönül ehline hiç ummadığı yerden rızık verir. Sen de bu dünyanın eksikliğine sabret ki, bütün Nebiler ve veliler sabretmişlerdir. Sen, dünyada hemen Allahu teâlânın buyurduğu şeyleri yaparsan bütün zorluklar sana kolaylaşır ve iki cihanda şu şöyle olsun demezsin.  


Ey aziz: Bu dünyayı toplayıp, satıp, sakınıp, yığıp ne tasavvur edersin? Bu dünyada ne kadar yaşarsan ne kadar çok nimetler elde edersen, ne derece ululuk, izzet, hürmet ve hoşluk sürersen sür, önünde sonunda Azrail aleyhisselâmın mızrağı sana da dokunacaktır. Onun için, bütün bunları gözünden çıkar.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Dünya sevgisi bütün günahların başıdır

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Biz, çok *(Şanslı)* yız kardeşim, çok *(Bahtiyâr)* ız. Herşeyin doğrusunu Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinden öğrendik. Bu öğrendiklerimizi de *(Kitap)* lara yazıp, bütün *(Dünyâ)* ya gönderiyoruz elhamdülillah. 


*(Âhir)* zamandayız kardeşim. Bu zamanda, sabahleyin evinden *(Mü’min)* olarak çıkan bir kimse, akşama *(Kâfir)* olarak evine dönüyor mâzallah. 


Akşam, *(Mü’min)* olarak yatacak, sabahleyin *(Kâfir)* olarak kalkacak yatağından. Ne *(Fenâ)* şey. Bunu, hadîs-i şerîf bildiriyor kardeşim. 


Onun için bu zamanda en zor şey, *(Îmân)* ını muhâfaza etmekdir, îmânını *(Korumak)* dır. Niçin *(Zor)* dur bu? Çünkü îmânın *(Düşmanı)* çok. 


Bakın, *(İbâdet)* in düşmanı demiyorum. İbâdeti kolay bir şekilde yaparsın. Ama *(Îmân)* gitdikden sonra herşey *(Biter)*, Allah korusun. 


*(Îmân)* ın düşmanı çok, en başta kendi *(Nefs)* imiz, o da içimizde. *(Hubbüd dünyâ re’sü külli hatîetin)*. Ne demek bu? 


*(Hubbüd dünyâ)*, dünyâ sevgisi. *(Re’sü)*, başıdır. *(Külli hatîetin)*, bütün günahların. *(Kül)* kelimesi, tek başına kullanılırsa, her *(Cins)* mânâsına gelir. 


Burada tek başına kullanılmışdır. Bunun mânâsı, her cins *(Günâh)* dan demek. Yâni *(Zinâ)* dan, Adam *(Öldürmek)* den, velhâsıl her cins *(Günâh)* dan daha büyük *(Suç)* dur. 


Nedir o? *(Dünyâ sevgisi)*. Hadîs-i şerîfde Efendimiz aleyhisselâm;  *(Ed dünyâ cîfetün tâlibühâ kilâbün)* buyuruyor. 


Ne demek bu? Yâni dünyâ, *(Çöplük)* dür, bildiğimiz çöplük. Tâlipleri ise *(Köpek)* lerdir. Eşeler dururlar. 


Sonra bir hadîs-i şerîfde de Peygamber aleyhisselâm; *(Dünyâ mel’ûndur, dünyâda Allah için olmıyan her şey de mel’ûndur)*, buyuruyor. Bu da hadîs-i şerîf efendim.

Molla Gürânî

Osmanlı âlimlerinden ve büyük velî. Dördüncü Osmanlı şeyhulislâmı. İsmi, Ahmed bin İsmâil bin Osman Gürânî, lakabı Şerefüddîn, Şihâbüddîn ve Molla Gürânî’dir. Daha çok Molla Gürânî lakabıyla tanınıp, meşhûr oldu. 1410 (H.813) senesinde, Sûriye’nin Gürân kasabasına bağlı bir köyde doğdu. Doğduğu yere nisbetle “Gürânî” denilmiştir.


Molla Gürânî, küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Sarf, nahiv, beyân, meânî gibi âlet ve kırâat ilmini öğrendi. Sonra ilim öğrenmek için Bağdât, Diyarbakır, Hıns ve Hayfa şehirlerine gitti. On yedi yaşında iken de Şam’a gidip, bir müddet oradaki âlimlerden ders alıp, ilim tahsîl etti. Şam’dan Kâhire’ye gitti.Kâhire’de zamânın âlimlerinden ders alarak; kırâat, tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini öğrendi ve bu ilimlerde icâzet aldı. O devrin en meşhûr âlimi İbn-i Hacer Askalânî’den hadîs ve fıkıh ilmine dâir eserler okudu. Bu hocasından okuduğu eserler arasında, Sahîh-i Buhârî ve fıkıh ilminde meşhûr eserler vardı.Hadîs ilminde İbn-i Hacer Askalânî’den icâzet aldı. Molla Gürânî bu şekilde çalışarak tahsîlini tamamladıktan sonra; tefsîr, kırâat, hadîs ve fıkıh ilimlerinde değerli bir âlim olarak yetişti.Yavaş yavaş tanınmaya ve Kâhire’deki medreselerde ders vermeye başladı. Memlûk Devleti hükümdarları ile devletin ileri gelenlerinin kurdukları ilim meclislerine katılıp, münâzaralara girdi. İlmi ve fesâhati, güzel konuşmasıyla kısa zamanda tanındı. Hattâ Kâhire’de herkese açık bir ders verdi. Dersini dinleyen âlimler, onun ilimdeki üstünlüğünü takdîr ettiler. Hocası İbn-i Hacer Askalânî ona icâzet verdikten sonra, Sahîh-i Buhârî’yi gâyet güzel bir mahâretle okuttuğunu bizzat görüp, şâhid oldu. Bundan sonra hayâtının bir bölümünü Kâhire ve Şam taraflarında geçirip İstanbul’a geldi. İstanbul’a gelişi, hayâtında değişikliğe yol açtı. Önce Şâfiî mezhebindeydi. Sonradan Hanefî mezhebine geçti.


Molla Gürânî’nin İstanbul’a gelişi şöyle vukû bulmuştur: O devrin meşhûr Osmanlı âlimlerindenMolla Yegân hacca gittiğinde, Kâhire’ye uğradı. Orada Molla Gürânî’yi tanıyıp, onun dîne bağlılığını ve ilimdeki yüksek derecesini görünce, İstanbul’a getirmek istedi. Lütuf ve iltifât göstererek istanbul’a gelmesini söyledi. O da bu teklifi kabûl edip, Molla Yegân ile birlikte İstanbul’a geldi. Meşhûr âlim MollaYegân, hacdan dönüp İstanbul’a gelince, Sultan İkinci Murâd Hanın otağına gidip, bir sohbet yaptı. Sohbet sırasında Pâdişâh; “Gezip gördüğün yerlerden bize ne armağan getirdin?” diye sordu. Bunun üzerine Molla Yegân; “Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilminde iyi yetişmiş bir âlim getirdim” dedi. “Şimdi nerededir?” deyince; “Bâb-üs-seâdede beklemektedir” dedi. Bunun üzerine Pâdişâh, onu içeri getirmelerini söyledi. Molla Gürânî içeri girip, selâm verdi, el öptü. Sohbet sırasında Molla Gürânî’nin konuşması ve hâli, pâdişâhın hoşuna gitti. Onu önce, dedesi Murâd-ı Hüdâvendigâr Gâzî’nin eski kaplıcadaki medresesine sonra da Yıldırım Medresesine müderris tâyin etti. Böylece bir müddet bu vazifede bulundu.Bundan sonra da Sultan İkinci Murâd Hân, Molla Gürânî’yi oğlu Şehzâde Mehmed’in yâni Fâtih’in yetiştirilmesi ile görevlendirdi.


Şehzâde Mehmed (Fâtih), bu sırada Manisa’da emîrdi. Babası İkinci Murâd Hân, oğlunun (Fâtih’in) yetişmesi ve eğitilmesi için pekçok âlimi ona hoca olarak göndermişti. Fakat Şehzâde Mehmed, zekî ve celalli olduğundan, giden hocalar onu bir türlü derse yanaştıramamıştı. Bu sebeple pâdişâh İkinci Murâd Hân, oğlunu yetiştirecek heybetli bir muallim arıyordu. Molla Gürânî’nin heybetli ve vakûr bir âlim olduğunu görerek, sert tutumunu duyup, bu iş için onu tâyin etti. Onun iyi bir eğitimden geçmesini istediğini söyleyip, gerekirse dövebileceğini de işâret etti. Bunun üzerine Molla Gürânî, Manisa’ya gönderildi. Molla Gürânî, Şehzâde Mehmed’in (Fâtih’in) yetişmesi için ona ders vermeye başladı. Gördüğü gevşeklik karşısında, vakûr ve sert tutumuyla, Şehzâde Mehmed’in hırçınlığını yatıştırdı. Hattâ ders sırasında; “Darabtühû te’dîben” Terbiye etmek, eğitmek için onu dövdüm mânâsındaki Arabca cümleyi dil bakımından incelettirdi, tahlîl ve tercüme ettirdi. Bu tutum karşısında Şehzâde Mehmed derslere devâm edip, kısa zamandaKur’ân-ı kerîmi hatmetti ve ilim öğrendi. Pâdişâh İkinci Murâd Hân, oğlu Şehzâde Mehmed’in Kur’ân-ı kerîmi hatmettiğini öğrenince, çok sevinip, hocasıMollaGürânî’ye fazla mikdârda mal ve parayı hediye gönderdi.


Fâtih Sultan Mehmed Hanın yetişmesinde, Molla Gürânî’nin büyük emeği geçti. Bu bakımdan Fâtih, şehzâdeliğinden beri hocasını çok sever, saygı ve hürmette kusûr etmezdi.


Babası İkinciMurâd’dan sonra tahta geçen Fâtih Sultan Mehmed Han, Molla Gürânî’yi vezîr yapmak istedi. Molla Gürânî bu teklifi kabûl etmeyip; “Huzûrunuzda, size devlet işlerinde çok hizmet edenler vardır. Onların ciddî çalışmaları, sonunda vezîrliğe, sadr-ı a’zamlığa kavuşmak ideallerine bağlıdır. Vezîriniz onlardan başkası olursa, kalbleri kırılır ve sultânımıza zarar gelir” dedi. Sultan bu sözü beğendi ve onu kadısker yapmak istediğini bildirince, bunu kabûl etti. Kâdılığa başlayınca, ayrıca müderrislik görevini de yürüttü. Daha sonra Bursa evkâf idâresi vazifesi ve kâdılık vazifesi ile Bursa’ya gönderildi. Bursa’da bir müddet bu vazifeleri yaptı. Sonra bâzı sebeplerle Anadolu’dan ayrılıp, Mısır’a gitti.


Molla Gürânî Mısır’a vardığında, Mısır Sultânı Kayıtbay’dan tam bir kabûl ve çok ikrâm, hürmet gördü. Bir müddet sonra FâtihSultanMehmed Hân, Mısır Sultânı Kayıtbay’a, Molla Gürânî’yi göndermesini ricâ etti. Kayıtbay, Fâtih Sultan Mehmed Hanın bu ricâsını Molla Gürânî’ye bildirerek; “Gitme, ben sana onunkinden daha çok ikrâm ve ihtirâm ederim” dedi. Molla Gürânî; “Evet inanıyorum, sizden çok fazla ikrâm gördüm. Ancak, benimle onun arasında baba ile oğul arasındaki gibi büyük bir sevgi vardır. Aramızdaki bu hâdise ise, bir başka şeydir. Bu sebepten o, tabiî olarak kendisine meyledeceğimi bilir. Eğer ona gitmezsem, sizin tarafınızdan gönderilmediğimi zanneder ve aranıza bir düşmanlık girebilir.” cevâbını verdi. Sultan Kayıtbay bu cevâbı beğendi ve kendisine çok para ve yolda lâzım olabilecek eşyâları verip, büyük hediyelerle Fâtih Sultan Mehmed Hana gönderdi.


Molla Gürânî İstanbul’a gelince, Sultan ona çok hürmet gösterip, ikinci defâ Bursa kâdılığına tâyin etti. Sonra yeniden Kadıaskerliğe getirildi. Bu arada müderrislik ve eser yazmakla da meşgûl iken, 1480 (H.885) senesinde Şeyhülislâmlık makâmına getirildi. Fâtih Sultan Mehmed Hân ona; maaş, hizmetçi ve diğer yardımları yanında, çok hediyeler vererek, ikrâm ve hürmet gösterdi. Sekiz sene Şeyhülislâmlık yaptı ve hakka, adâlete uymakta, titizlik göstererek, gayet güzel bir şekilde vazifesini yerine getirdi.


Fâtih Sultan Mehmed Hana çok nasîhat eder, işlerinde yardımcı olurdu. Ona karşı duyduğu samîmi sevgi ve alâka sebebiyle, yeri geldikçe tenkid etmekten, uyarmaktan çekinmezdi. Hattâ giydiği ve yediği şeylere dikkat etmesini, dâimâ dînin emirlerine uygun olmasını isterdi. Nasîhatlerini sert sözlerle söylemekten çekinmezdi.


Molla Gürânî; heybetli, vakûr, sarsılmaz bir ilim haysiyetine ve ahlâkına sâhipti. Uzun boylu, gür sakallı, doğru ve açık sözlüydü. Vezîrleri adlarıyla çağırır, Sultanın huzûruna girince, yüksek sesle selâm verip, müsâfeha yapardı.Dâvet edilmedikçe ve bayram günlerinden başka zamanlarda saraya gitmezdi. Bir defâsında bir Arafe günü, Sultan, Molla Gürânî’ye bir haberci göndererek; “Yarın bayramı kutlamak üzere teşrif etsin, geç kalmasın.” diye haber yollamıştı. Molla Gürânî, gelen haberciye; “Yağışlı günlerdir, her yer çamur. Gelirsek, kılık kıyâfet değiştirmek îcâb eder. Yarın bizi bağışlasınlar. Biz uzaktan duâ ederiz. Bayramı uzaktan kutlayalım.” dedi. Haberci dönüp bu sözleri pâdişâha iletince, Pâdişâh; “Biz onların gelmesi ile bayram yaparız. Her şeye rağmen gelmelerini bekliyoruz.” dedi.Üzerlerinin çamur olmaması için de, sarayın selâmlığına kadar at ile girmesine izin verildi. Bunun üzerine dâveti kabûl etti. Molla Gürânî, devrin âlimlerine mütevâzî davranır ve onlara karşı kıskançlık göstermezdi. Hattâ resmî vazifelerde kendinden daha üst makamlara çıkan âlimleri takdîr ederdi. Müderrislikden resmen ayrıldıktan sonra da ilim öğretmeye devâm etti. Pekçok âlim yetiştirdi. Osmanlı âlimleri arasında ahlâkının üstünlüğü, ilmî hususlarda tâvizsiz olan ve ilme çok önem veren bir âlim bilinip öyle tanındı. Günlerini hep ders vermekle, kitap yazmakla ve ibâdetle geçirirdi. Bir defâsında talebelerinden biri, bir gece onun konağında kalmıştı. Hocası Molla Gürânî, yatsı namazından sonra Kur’ân-ı kerîm okumaya başladı. Başından başlayıp devamlı okurken talebesi bir müddet sonra uyuyakaldı. Sabaha doğru uyanınca hocası Molla Gürânî’nin Kur’ân-ı kerîm okumaya devâm ettiğini gördü. Sabahleyin o talebe bu durumu hizmetçilere anlatınca, hizmetçileri; “O, her gece böyle Kur’ân-ı kerîm okur ve bunu hiçbir sebeple terk etmez.” demiştir. MollaGürânî, ayrıca çok hayır ve hasenât yapmıştır. Dört câmi, bir Dâr-ül-hadîs medresesi, bir hamam ve binâlar yaptırmıştır.


Molla Gürânî, vefât ettiği 1488 (H.893) senesinin bahar mevsiminde bir bahçe satın aldı. Kışa kadar o bahçede kaldı. Vezîrler haftada bir bu bahçede ziyâretine gelirlerdi. Kış geldiğinde iyice hâlsizleşti. İstanbul’daki konağına göçtü. O günlerde bir sabah namazını kıldıktan sonra, kendisine bir yatak hazırlanmasını istedi. Yatak hazırlandı. Kuşluk namazını kıldıktan sonrakıbleye dönerek, sağ yanı üzerine yattı. O gün, kendisinden Kur’ân-ı kerîmi, kırâat ilmini öğrenen hâfızların yanında toplanmasını istedi. Bu arzusu üzerine, talebelerine haber gönderildi.Onlar da yanına toplandılar. Talebelerine; “Üstünüzde olan hakkımı ödeme zamânı bu gündür. İkindi vaktine kadar benim üzerime Kur’ân-ı kerîm okumaya devâm ediniz, ikindiden fazla uzamaz.” dedi. Hâfız talebeleri, Kur’ân-ı kerîm okumaya başladılar. Vezîrler durumu öğrenince, yanına geldiler. Vezîrler arasındaki Dâvûd Paşa, Molla Gürânî hazretlerini çok sevdiği için, hâlini görünce dayanamayıp, ağlamaya başladı. MollaGürânî onun ağladığını görüp; “Niye ağlar durursun ey Dâvûd!” dedi. Dâvûd Paşa; “Sizi böyle zayıf görünce kendimi tutamadım.” dedi. Bunun üzerine; “Ey Dâvûd, kendi hâline ağla! Ben dünyâda rahat ve huzûr içinde yaşadım. Allahü teâlâdan ümîdim odur ki, ömrümün sonunda da, son nefeste de selâmet üzere olurum.” dedi.Sonra vezîrlere dönüp; “Benden Bâyezîd’e (İkinci Bâyezîd Hana) selâm söyleyin ve deyin ki, Adâlet üzere olsun, kulları himâye, beldeleri muhâfaza etsin. Namazımı bizzat kendisi kıldırsın ve borçlarımı, defnimden önce ödesin” dedi. Sonra; “Size vasiyetim olsun! Beni kabrin yanına koyunca, ayağımı tutun ve beni kabrin başına çekin, sonra kabre koyun.” dedi. Öğle namazını îmâ ile kıldı. Sonra; “İkindi ezânı ne zaman okunacak?” dedi. İkindi vakti gelince, müezzinin ezân okumasını bekledi. Müezzin, Allahüekber diye ezân okumaya başlayınca, Molla Gürânî hazretleri; “Lâilâhe illallah” diyerek vefât etti.


Sultan İkinci Bâyezîd Hân, namazında bulundu ve borçlarını ödedi. Cenâze namazı çok kalabalık olup, İstanbul ahâlisi onun vefâtından dolayı gözyaşı döktü. Cenâzesi kabrin başına getirilince, vasiyetine rağmen kimse ayağından tutup çekmeye cesâret edemedi. Cenâzesini bir hasır ile kabrin yanına çektiler ve kabre indirip defnettiler. Kabri,Aksaray-Topkapı arasındaki eski tramvay yolunun sol tarafında bulunan kendi yaptırdığı câminin önündedir.


Arabca kaynaklarda “Diyâr-ı Rûm’un, Anadolu’nun âlimi” olarak zikredilen Molla Gürânî, kıymetli eserler yazmış olup, eserleri şunlardır: 1) Gâyet-ül-Emânî fî Tefsîr-i Seb’il-Mesânî, 2) El-Kevser-ül-Cârî alâ Riyâd-il-Buhârî; Hadîs-i şerîf kitaplarının en kıymetlisi olanSahîh-i Buhârî’ye yazdığı şerhdir. 3) Şâtıbiyye Kasîdesi’nin Ca’berî şerhine güzel bir hâşiye yazmıştır. 4) Keşf-ül-Esrâr an Kırâat-il-Eimmet-il-Ahyâr, 5) Şerh-i Cem’ul-Cevâmi’: Usûl-i fıkha dâirdir. 6) Arûz ilmiyle ilgili bir kasîde.


1) Mu’cem-ül-Müellifîn; c1. ,s.166


2) El-A’lâm; c.1, s.97


3) Tam İlmihâl Seâdet-iEbediyye; (49. Baskı) s.1112


4) Ed-Dav-ül-Lâmi; c.1, s.241


5) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.102


6) Tabakât-üs-Seniyye fî Terâcim-il-Hanefiyye; c.1, s.280


7) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.135


8) Keşf-üz-Zünûn; c.1, s.553, 646, 899; c.2, s.1190, 1486


9) Tâc-üt-Tevârih (Ulemâ kısmı)


10) Osmanlı Müellifleri; c.2, s.1


11) İzâh-ul-Meknûn; c.2, s.92


12) Brockelmann; Sup-2, s.319


13) Devhat-ül-Meşâyıh; s.10


14) Rehber Ansiklopedisi; c.12, s.184


15) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.12, s.298

Eyyûb-i Sahtiyânî

Yedinci ve sekizinci asırlarda yaşamış velîlerden ve Tâbiînin büyüklerinden. Hadîs ve fıkıh âlimlerinden olup, ismi Eyyûb bin Ebî Temîme el-Keysân’dır. Künyesi Ebû Bekir’dir. Basralı olduğu için Basrî, Basra’da deri satıcılığıyla meşgûl olduğu için Sahtiyânî nisbeleriyle meşhûr olmuştur. Bâzı kaynaklarda Eyyûb-i Sahtiyânî yerine Ebû Eyyûb Sahtiyânî diye de yazılmıştır. Tâbiînin en gençlerinden olup, 685 (H.66 veya 67) senesinde Basra’da doğdu. 748 (H.131) senesinde tâûn hastalığından Basra’da vefât etti. Kabri oradadır.


Hadîs ve fıkıh ilimlerinde mütehassıs olan Eyyûb-i Sahtiyânî hazretleri, Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik’i radıyallahü anh görüp onun sohbetinde bulundu. Ondan hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundu. Amr bin Seleme, Humeyd bin Hilal, Ebû Kilâbe, Kâsım bin Muhammed, Abdurrahmân bin Kâsım, Nâfî ibni Âsım gibi zâtlardan da hadîs-i şerîf rivâyet etti. Kendisinden de çok sayıda âlim hadîs-i şerîf rivâyet etti. Bunlardan bâzıları: İmâm-ı A’meş, Katâde bin Diâme, Süfyân-ı Sevrî, Süfyân bin Uyeyne, Mâlik bin Enes, İbn-i İshâk, Saîd bin Ebî Anübe, meşhur iki Hammâd ve İbn-i Aliyye gibi zâtlardır.


Ebû Eyyûb-i Sahtiyânî hadîs ilminde hâfız idi. Yâni yüz bin hadîs-i şerîfi senetleriyle birlikte ezbere bilirdi. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden sekiz yüz kadarı meşhûr altı hadîs kitabı olan Kütüb-i Sitte’de yer almıştır.


O, ilimdeki üstünlüğü, tasavvuftaki yüksek derecesi ve daha nice vasıflarıyla insanların saâdete kavuşmasına hizmet etmiştir. Hadîs-i şerîflerle medhedilen Tâbiîn arasında o da Ehl-i sünnet îtikâdını ve din bilgilerini Eshâb-ı kirâmdan nakletmiştir. Bu bilgileri zamanlarındaki insanlara ve sonraki nesillere ulaştırıp, nice gönüllerin îmân nûruyla aydınlanmasına sebeb oldu.


İmâm-ı Mâlik onun hakkında; “O, ilmiyle amel eden, Allahü teâlâdan korkan âlimlerdendir.” Şu’be bin Haccâc; “O, âlimlerin efendisidir.” İbn-i Uyeyne; “Onun gibisini görmedim.” Hammâd bin Zeyd; “Gördüğüm kimselerden en fazîletlisi ve Peygamber efendimizin sünnetine son derece tâbi olanı odur.” Hasan-ı Basrî; “O, Basralı gençlerin efendisidir.” Hişâm bin Urve; “Basra’da onun bir benzerini daha görmedim.” sözleriyle onun büyüklüğünü dile getirmişlerdir.


Eyyûb-i Sahtiyânî hazretleri ilimdeki yüksekliği yanında Peygamber efendimizin sünnetine çok bağlıydı.İmâm-ı Mâlik hazretleri şöyle buyurdu:


“Biz Eyyûb-i Sahtiyânî’nin yanına gidip Resûlullah’ın aleyhisselâm hadîs-i şerîflerini okuyunca öyle ağlardı ve içli gözyaşları dökerdi ki, ağlamasına dayanamayıp kendisine acırdık. Şu’be bin Haccâc, Süfyân-ı Sevrî ve Hammâd bin Zeyd, onun fıkıh ilminde yüksek derecede olduğunu bildirerek; “O, fakihlerin üstünü ve bizim fıkıh âlimimizdir.” demişlerdir.


Eyyûb-i Sahtiyânî hazretleri haram ve şüphelilerden şiddetle sakınır, çok ibâdet ve niyâzda bulunurdu. Geceleri uyumayıp hep ibâdet ve ilimle meşgûl olurdu. Fakat bunu gizleyip kimseye bildirmezdi. Sabah olunca hiç uyumadığı halde üzerinde uykusuzluk hâli görülmezdi. Komşularının kıskanıp hased etmemesi ve günaha girmemeleri için yeni elbise giymezdi.


İnsanlara karşı güler yüzlü olan Eyyûb Sahtiyânî hazretleri sohbetlerinde insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatır, onların dünyâ ve âhirette mutluluğa kavuşmaları için gayret ederdi. Bir sohbetinde buyurdu ki:


“Kişi ancak şu iki hasletle üstün olur: Biri insanlardan bir şey beklememek, diğeri insanlardan gelen sıkıntılara katlanmaktır.”


Tevekkül ile alâkalı olarak da; “Tevekkül bedeni kulluğa, kalbi Allahü teâlâya çevirmek ve yetecek kadar rızka râzı olmaktır.” buyurdu.


“Hakîkaten ben, büyük ve ulu olan Rabbinden yana gaflete düşen âsîlere acıyorum.” buyuran Eyyûb-i Sahtiyânî hazretleri, insanların dînî konularda zaafa düşmelerine acıyarak çokça nasîhatta bulunurdu. Müslümanların başına bir belâ ve musîbet gelince tasasından hasta olur, kendisi hasta olduğu halde onları ziyârete giderdi. Bu belâ kalktığı zaman aynı vakitte onun hastalığı da geçerdi.


Gösteriş ve kibirden çok uzak olan Eyyûb-i Sahtiyânî hazretleri, bir gün buyurdu ki: “Ey kardeşim! İnsanların ilme âit söylediği sözlerden bir kısmını ezberleyerek başkalarına karşı üstünlük taslama. Bu riyâkârlıktır, gösteriştir. O bilgiler aslında senin değildir. Onları ortaya koyan sen değilsin.”


“Ömürlerini gaflet içinde geçiren, kulluk vazîfesini yapmayıp, ibâdetten mahrum kalan âsî insanların hallerine çok acırım.”


“Üstünlük taslamak için yükselmek isteyenleri Allahü teâlâ alçaltır. Tevâzu gösterenleri ise yükseltir.”


“Bâzı kimseler yükselmek istediler. Fakat Allahü teâlâ onları alçalttı. Bâzı kimseler de aşağıda bulunmak istediler, fakat Allahü teâlâ onları yükseltti. Bir gün Süfyân-ı Sevrî rahmetullahi aleyh Remle’ye gelmişti. İbrâhim bin Edhem rahmetullahi aleyh ona haber göndererek gelip kendileriyle konuşmasını istedi. İbrâhim bin Edhem’e; “Sen Süfyân gibi bir zâta gelmesini ve konuşmasını nasıl emredersin?” dediler. O da onlara; “Onun ne kadar tevâzu sâhibi olduğunu size göstermek istedim.” buyurdu ve sonra Süfyân geldi ve onlara hadîs-i şerîfler nakletti.”


Selâm bin Ebî Hamza anlatır: Ebû Eyyûb’un sohbetinde idik, şöyle buyurdu: “Zühd üç kısımdır. Allahü teâlâya en sevimli geleni, en üstünü ve Allah indinde sevap bakımından en büyüğü, her şeyden yüz çevirip, Allahü teâlâya ibâdet etmek, alış-verişte haramdan sakınmaktır.” sonra bize dönüp; “Ey âlimler! Allahü teâlâya en sevimli gelen zühd; dünyâya düşkün olmamak, helâl ve mübah olan şeylerde de haddi aşmamaktır.”


Birisi ona; “Bana nasîhatte bulun.” dedi. O da; “Diline sâhib ol, az konuşmaya dikkat et.” buyurdu.


“Namazı kasden terkeden dinden ayrılır.”


“Sâlihlerin anıldığı yerde bulunanlar, onların himâyesinde olurlar.”


“Sâdık kimse, kalbindeki iyiliği, hâliyle ve hareketleriyle de gösteren kimsedir. Böyle olmazsa kişi içinin doğruluğu ile kalır.”


“Bana Ehl-i sünnet îtikâdında olan bir müminin ölüm haberi gelince, sanki bedenimden bir uzvum kopmuş gibi olur.”


“Bir iş icâbı dışarı çıktığın zaman, insanların az olduğu yerden yürümen de senin için uzlettir.”


Kendisinden hadîs-i şerîf rivâyet edilmesini isteyenlere şu hadîs-i şerîfleri nakletti:


“Şâyet Allah’tan başkasını dost edinseydim, Ebû Bekr’i dost edinirdim.”


“Şüphesiz ki Allahü teâlâ bu dîni fâcir kimseler ile de kuvvetlendirir (onları dînine hizmet ettirir).”


Abdullah bin Kays’ın radıyallahü anh rivâyet ettiği hadîs-i şerîf de şudur:


“Biz Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem ile bir gezintide idik. “Yâ Abdullah bin Kays! Sana Cennet hazînelerinden bir hazîneyi bildireyim mi? Lâ havle velâ kuvvete illâ billah, de!” buyurdu.


Yüksek bir velî olan Eyyûb Sahtiyânî hazretlerinin birçok kerâmetleri görülmüştür.


Ebû Rebî, Ebû Ya’mer’den şöyle nakleder: Ebû Eyyûb-i Sahtiyânî, bir Mekke yolculuğu sırasında iken içinde bulunduğu kâfilenin yanlarındaki su bitmişti. Kâfile sıcak çöller üzerinde susuzluktan çâresiz kaldı. Bu sıkıntılarını Ebû Eyyûb Sahtiyânî’ye edeple arzederek yardım istediler. Kâfiledekilerin büyük bir sıkıntı içinde kaldıklarını görerek onlara; “Size su bulacağım, fakat bunu kimseye anlatmayacaksınız.” dedi. Kimseye anlatmayacaklarına dâir söz vermeleri üzerine, yere bir dâire çizip duâ etmeye başladı. Oradan buz gibi berrak bir su fışkırdı. Kâfiledekiler kana kana içip, hayvanlarını da suladılar. Sonra elini suyun çıktığı yere sürdü. Su kesilip orası eskisi gibi kupkuru bir yer oldu.


Şû’be bin Haccâc; “Ebû Eyyûb ile bir yerde buluşmak üzere karar verdiğimizde, her gidişimizde onun benden önce geldiğini görürdüm.” demiştir.


İmâm-ı A’zâm buyurdu ki: “Ben Medîne’de iken, sâlihlerden Eyyûb-ı Sahtiyânî hazretleri gelip, Mescid-i şerîfe girdi. Yüzünü Kabr-i Nebevî’ye döndü. Ziyâret edip ayakta ağladı. Sonra geri çekildi.”


Meşhûr hadîs âlimlerinden Ebû Kilâbe vefât ederken, bütün kitaplarının ona verilmesini vasiyet etti.


Ömrünü Resûlullah efendimizin sünnetini öğrenmek ve öğretmekle geçiren Eyyûb-i Sahtiyânî hazretleri vebâ salgınında tutulduğu tâûn hastalığından kurtulamayarak 748 (H.131) senesinde Basra’da vefât etti. Orada defnedildi.


HEDEFE VARAMAZLAR


Kırk defâ hac yaptığı bildirilen Eyyûb-i Sahtiyânî hazretleri gençliğinde Abdülvâhid bin Zeyd ile birlikte Şam yolunda yürüyordu. Karşılarına sırtında odun yüklü bir kimse çıktı. Ona; “Rabbin kimdir?” diye sordular. O kimse onların bu sözlerine üzülüp; “Bize de böyle sorulur mu?” deyip ellerini semâya doğru açtı ve; “Yâ Rabbî! Şu odunları altına çevir.” diye duâ etti. Sırtındaki odunlar altın oluverdi. Sonra tekrar ellerini kaldıran o kimse; “Yâ Rabbî! Bu altınları odun eyle.” diye duâ etti ve altınlar odun oldu. Eyyûb-i Sahtiyânî ve Abdülvâhid bin Zeyd’e dönerek; “Gördünüz değil mi? Âriflerin hikmetli işleri bitmez. Fakat kimseye de belli etmek istemezler. Beni böyle yapmaya mecbûr ettiniz.” dedi.


Onlar bu mübârek zâta böyle bir suâl sorduklarına pişman oldular ve mahcubiyetle ona dönerek; “Efendim, acabâ yanınızda yiyecek bir şeyler var mıdır?” dediler. Onlara yanında taşıdığı bir kavanozu gösterdi. Kavanozun içinde bal vardı. Rengi kardan ak, kokusu miskten güzeldi. O balı Eyyûb-i Sahtiyânî ve Abdülvâhid bin Zeyd’e vererek; “Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. O’na yemin ederek söylüyorum, bu balı arı yapmamıştır.” dedi. Onlar balı yemeye başladılar. Öyle tatlıydı ki, hayatlarında böyle bal yememişlerdi. Onların hayret ettiklerini gören o zât; “Allahü teâlâyı bilen bir kimse için şaşılacak bir durum yoktur. O’na kulluk eden, O’nun işine hayret etmez. Bunun gibi hârikulâde şeyleri görmek için de Allahü teâlâya ibâdet edilmez. Böyle yapanlar câhildirler. Çünkü bu gibi şeylerle oyalananlar, hedefe varamazlar.” buyurdu.


Ogünden sonra bir daha göremedikleri bu zâtın kim olduğunu anlayamadılar. Bu hâdiseden sonra da karşılaştıkları her kimseye güzel muâmelede bulundular.


1) Câmiu Kerâmâti’l-Evliyâ; c.1, s.364


2) Hilyetü’l-Evliyâ; c.3, s.3


3) Tehzîbü’l-Esmâ vel-Lüga; c.1, s.397


4) Tezkiretü’l-Huffâz; c.1, s.364


5) Tabakât-ı İbn-i Sa’d; c.7, s.246


6) Tehzîbü’t-Tehzîb; c.1, s.397


7) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye (49. Baskı); s.1069


8) El-Menhelü’l-Azbü’l-Mevrûd; c.1, s.257


9) Şezerâtü’z-Zeheb; c.1, s.181


10) El-A’lâm; c.2, s.38


11) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.162, c.4, s.119, c.6, s.91

Evliyâ olmanın alâmeti Allahü teâlânın Emir ve yasaklarına uymakdır

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu *(Nefs)*, insanın içindedir ve bu hizmetlere *(Mâni)* olmak ister kardeşim. *(Li külli şey’in mâni’ûn, lil ilmü mevâni’ûn)*. Ne demek bu? 

 

Yâni her şeyin bir *(Mâni)* si vardır, ama *(İlm)* in mânileri *(Çok)* dur. İlimden maksat, islâmiyeti öğrenmekdir veyâ öğretmekdir. Yâni *(Emr-i mâruf)* dur. 


İşte *(Kitap)* dağıtmak, en iyi *(Emr-i mâruf)* yapma şeklidir. Bunu da *(Sizler)* yapıyorsunuz. Bu da bizi çok sevindiriyor kardeşim. 


Bir mü’minin, bütün *(Duâ)* larının kabûl olması, onun *(Evliyâ)* olduğunu göstermez. Peki, evliyâ olmanın alâmeti nedir? Evliyâ olmanın *(Alâmeti)*, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına *(Uymak)* dır. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine gelmişler; (Efendim, ümmet-i Muhammede duâ edin!) demişler. Ne buyurmuş Efendi? *(Bana ümmet-i Muhammedi gösterin, duâ edeyim!)* buyurmuş Mübârek. 


*(Kalp)*, yâni *(Gönül)*, bu kâinâtda Allahü teâlâya en *(Yakın)* olan şeydir. Kimin kalbi? Her insanın. Herkesin kalbi, Allahü teâlâya en *(Yakın)* dır. 


Ona, Mektûbâtda *(Cârullah)* deniyor. Yâni Allahın komşusu. Mektûbâtda geçiyor bu. Öyleyse *(Mü’min)* olsun, *(Kâfir)* olsun, hiç kimsenin kalbini kırmıyacağız kardeşim. 


Bu büyükler, kendilerini, hocalarının yanında, *(Arslan)* ın ağzındaki *(Yem)* gibi, hattâ karnındaki yem olarak görürler, öyle çok korkarlar. 


Niçin korkarlar? *(Üzerim)* diye, *(İncitirim)* diye. Çünkü hocalarının *(Büyük)* lüğünü biliyorlar, onu iyi *(Tanıyor)* lar. Kur’ân-ı kerîmde geçiyor zâten. 


*(İçinizde, Allahü teâlâdan en çok korkanlar, Onu en çok tanıyanlardır)* buyuruluyor. Kimdir bunlar? Büyük âlimler ve yüksek evliyâlardır.

BİR BABANIN KIZINA NASİHATİ

 "Kızım! Belki babanın ömrü, seni korumaya kifayet etmeyecektir. Annen, belki seni her yerde, her zaman takip edemeyecektir. Bu takdirde, sen sâhipsiz, tehlikeler karşısında âciz bir mahluk olarak, ahlâksızların elinde bir oyuncak mı olacaksın?

Kızım, öyle bir zamanda yaşayacaksın ki, herkesten sana zarar gelebilir. Bu zarar, senin iffet, şeref ve haysiyetinedir. Paraya olan zarar telafi edilebilir. Mânevî zarar, yerine konamaz. Cemiyet içinde öyle ahlâksızlar vardır ki, bunların içinde genç kadın ve kız için şerefi ile yaşamak cidden güç olur. Bunun güçlüğü, yalnız başkalarından değil, bizzat kendi varlığından gelmektedir. Eğer sen de, kadınlık duygusunun tesiri altında kalır ve kendine hakîm olamazsan, iffetsizliğin ve ahlâksızlığın çukuruna düşersin. Evlenmeden evvel, birçok kızların yaptığı gibi, flört yapmaya asla heves etme! Bu tecrübe mutlak tehlikelidir. İffeti zedeleyecek her yerden uzaklaşmalıdır. Meselâ kız ve erkek toplulukları, onlarla beraber gezintiler, danslar, plaja gitmek, erkekle beraber sinemaya gitmek, içki içmek, ahlâksız ve zayıf insanlarla arkadaşlık etmek vesâire gibi genç kız veya kadını baştan çıkarma yollarının her çeşidinden uzak durmak, tehlikeden uzaklaşmak demektir. 

Gençliğin hakkı veya eğlence ismi altındaki bu gibi davranışlar, genç kızı veya kadını elde etmek için birer tuzaktır. Bunun tuzak olduğuna inanmayan bir genç kız, tuzağın içine düşdükten sonra, aklı başına gelir. Fakat iş işten geçmiştir. Yukarıda saydığımız eğlence veya tuzağın zâhiri güzelliğine ve câzibesine kapılan kızlar, erkeklerin elinde birer oyuncak hâline gelir. En kendine güvenen bir kız bile, onların karşısında sonuna kadar dayanamaz. 

Hâlbuki, o tuzak dediğimiz eğlence yerlerine gitmemek daha kolaydır. Giderse, kurtulmak kolay değildir. Bunu nasihat olsun diye değil tecrübelere güvenerek söylüyorum..."

Emekli Tümgeneral Hayri Aytepe 

[Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye (713)]

Rızıklar ve huzur niçin azaldı

“İnsanlar, İslamiyet’i terk ettikleri için, yani Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymadıkları için ve islâm dininin gösterdiği rahat ve huzur yolundan ayrıldıkları için, dünyada bereket kalmadı. Rızıklar azaldı. Tâhâ sûresinde yüzyirmidördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Beni unutursanız rızıklarınızı kısarım) buyuruldu. Bunun için, iman rızkı, sıhhat rızkı, gıda rızkı, insanlık ve merhamet rızkı ve daha nice rızıklar azaldı. (Hâşâ, zulmetmez kuluna hüdâsı, herkesin çekdiği kendi cezası) sözü Nahl sûresinin otuzüçüncü ayetinden alınmıştır. Bugünkü küfür karanlıkları ve Allahü teâlâyı, Peygamberi (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem), İslamiyet’i unutmanın bereketsizlikleri ve sıkıntıları içinde, insan gece gündüz, kadınlı erkekli çalışıp, bir âilenin nafakasını, rahat yaşamasını temin edemez hale gelmiştir. Allahü teâlâya inanmadıkça, Onun bildirdiği islâm dinine uymadıkça, Onun Peygamberinin güzel ahlâkı ile bezenilmedikçe, beş vakit namazı vaktinde kılmadıkça, dalâlet, felâket akıntısını durdurmak imkânsızdır.”


[İslâm Ahlâkı]

Ney sesi

 Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem ney sesi işittiğinde kulaklarını parmakları ile kapadı ve oradan hızla uzaklaştı.

(Abdullah bin Ömer radiyallahü anh hazretleri)

Bu hayat hayaldir

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ, çok sevdiği, müstesnâ *(Velî)* kullarının kalbini açar. O da, açılan kalpden *(Kabir)* de olanları görür, *(Mahşer)* de olanları görür. 


*(Sırat)*  köprüsünü görür, Cenneti görür, Cehennemde *(Yanan)* ları görür. Ama söylemeye *(İzin)* yokdur efendim. İstisnâ olarak bâzıları söylerler. 


Bu dînin aslı; Bu *(İyi)*, bu da *(Kötü)* diyebilmekdir. Yâni *(Hak)* olanı *(Bâtıl)* dan ayırmakdır. Ama sırf bilmek insanı kurtarmaz. İcraat lâzım. Çünkü *(İyi)* yi bilen, onu yapacak. 


*(Kötü)* yü bilen de, o *(Kötülük)* den sakınacak ki, fâidesini görsün. Mektûbâtda İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: *(İlim, edinmek içindir)*.


Yâni, *(İlâç)*, içmek içindir. *(Su)*, içip de kanmak içindir. Her şeyin sebebine yapışacağız. *(Şifâ)* istiyorsak, *(İlâcı)* nı içeceğiz kardeşim. Büyüklerden *(Feyz)* alan, kurtulur. 


Eshâb-ı kirâm, bir gün Peygamber aleyhisselâmın *(Huzûr)* una geldiler ve (Yâ Resûlallah, bir insanın feyz alıp almadığı nasıl belli olur?) diye sordular. 


Efendimiz aleyhisselâm; Feyz alanın kalbi nûrlanır)buyurdu. Bu defâ; (Peki yâ Resûlallah, kalbin nûrlandığını nerden bileceğiz?) dediler. 


Efendimiz aleyhisselâm; *(Eğer kalp nûrlanırsa, âhirete muhabbeti artar, dünyâya karşı da soğukluğu çoğalır)* buyurdu.


Velhâsıl bu dünyâdaki herşey *(Hayâl)* dir kardeşim. Bütün hayâller birleşirse, gene hayâl olur. Nitekim bu Büyükler; *(Dünyâ hayâl ise, içindekilerin hepsi de hayâl demekdir)* buyuruyorlar. 


*(Hayât)*, ne demekdir? Hayât demek, *(Hayâl)* demekdir, hayâl. İşte bu günümüz de geçti, yâni *(Hayâl)* oldu. Hayâller bir araya gelince ne olur? Hayâl olur. 


Velhâsıl, bütün *(Dünyâ)*, bütün bu âlem *(Hayâl)* den ibâret, her geçen gün de böyle *(Hayâl)* oluyor kardeşim.