*Buyurdular ki: "Bazı hakikatleri, cahillere söylemek, fitneye sebep olur. Nitekim Peygamber Efendimiz bile her hakikati herkese söylememiştir."
(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)
[Hatıralar, 1cild sf: 824]
*Buyurdular ki: "Bazı hakikatleri, cahillere söylemek, fitneye sebep olur. Nitekim Peygamber Efendimiz bile her hakikati herkese söylememiştir."
(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)
[Hatıralar, 1cild sf: 824]
Fitnenin şerîat dilindeki ma'nâsı, ma'siyetin [günahların] neticesi olan musîbetlerdir. Bu da iki kısımdır:
Birisi, zâlimin kendisine mahsustur. Ya'nî katl [adam öldürmek]. Zina, şarab içmek v.s gibi menhiyât-ı ilâhiyyeden birinin işlenmesinin akabinde, o şahsa nâzil olan musîbettir. Musîbetin en ehveni budur.
İkincisi ise tesiri umûmî olan musîbetlerdir. Böyle fitnesi çok olan musîbetlerin zuhûruna dâir işbu âyet-i celîle nâzil olmuştur: "Öyle bir fitneden sakının ki, o içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz. (Umuma sirâyet eder ve hepsini perişan eder, eseri kıyâmete kadar bâkidir)."
Bu fitnelerden birincisi, bulunduğunuz yerde, Allahu teâlânın yasaklarından biri hep yapıldığı halde, men'ine kâdir iken men' etmez, kâdir değilseniz, kalben olsun bir buğz ve düşmanlık beslemezsiniz.
İkincisi, emr-i ma'rufda müdâhene etmek, önemsememek ve gevşek davranmaktır. Bu da dinde câiz olmayan bir şeyi, canınızın istediği bir şekle sokarak câiz kılmanızdır.
Müdâhenenin mudâradan farkı budur ki, müdâhene câiz olmadığı halde, mudâra bazen haram, bazen mekrûh, bazen ise farz, vacîb ve sünnet olur.
Fitnelerin en büyüğü, en şiddetlisi din kelimesinin iftırakıdır, ya'nî Lâ ilâhe illallah kelîmesinin ma'nâsından uzaklaşmadır. Tevhîd kelîmesi,îman sözü Müslümanlar arasında, artık bir heyulâdır.
Bunun bir misâl ile izâhında: toprağın su ile yoğrulan, hamur hâline getirilen ve kalıplara dökülerek, gerek güneşin ziyâsı ve gerek ateşin tesiriyle kerpiç kesilen ve içinde evvelce yapışmasına yegâne sebeb iken bilâhare güneşin veya ateşin harareti ile giden su olduğu halde ve onun yardımıyla o taş, toprak parçacıkları birbirine yapışmış olarak birlikte bir kitle teşkîl ediyorsa, Tevhîd kelîmesi olan Lâ ilâhe illallah da, bütün mezheb, ırk farkı gözetmeden bütün müslümanların bir tek kitle hâlinde bulunmasına sebebiyet veriyor.
Taşın kırılması, ufalanması, kendini teşkil eden parçacıkların zorla ayrılmasıyla nasıl varlığı kalamıyorsa, kelîme-i tevhîdin kırılması, ya'nî söylenmemesi, levâzım ve levahıkıyla [gerekleri ve icâbları] amel edilmemesi de müslümanların kitlesinin birbirinden ayrılmasına sebebiyet verir ki, bunun cezası âhırete bağlı kılınmış olsa dahî, dünyâdaki eseri, yalnız sâhibine âid olmayıp, umûmidir. Yalnız zuhuru zamanında denilebilir ki, irâde-i ilâhiyye, hangi zamana taalluk etmiş ise, o zamanda zuhûr eder. Zelzele, suların taşması, yangın, kıtlık v.s. gibi.
Fitnelerin bir kısmı da, bid'atlerin zuhuruna sebeb olmaktır. O bid'atlar ki, Zaman-ı Seâdette ve Sahabe zamanında dinde mevcûd değildi.
Bid'atlar iki kısımdır: Birincisi âdetle alâkalıdır. Zuhurunda beis yoktur. Memnû' [yasak] olanlar dinle alâkalı olan bid'atlardır. Meselâ bunlardan biri, terâvih namazı müstesnâ olmak üzere hiçbir sünnet namazı cemâatle kılınmazken, cemâat ile kılmaktır. İşlenmesinde beis [sakınca] olmayan bid'atlar ise, çatal, kaşık ile yemek yemek ve çorap giymek gibi şeylerdir. İklim itibâriyle hıfz-üs sihha nokta-i nazarından çorap kullanmak muvafık [uygun] olamıyacağı cihetle, Server-i Âlem (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) çorap giymemiştir. Çünkü nokta-i nazar-ı Peygamberî hıfz-üs sihha idi.
Bid'atların zuhuru bir fitnedir ki, zararı bütün mahlûkatadır. Bunlardan biri de cihâdda, gazâda tekâsül [gevşeklik] ve tenbelliktir. Burada bir nükte vardır ki, münâfıklığın alâmetlerinden biri de, şehîd olmağı istememektir. Şehâdet, İslâm dîninin takviyesi yolunda can vermektir. Her mümin kişi bunu kalben ve zevkan istemek ile memurdur. Bunun için enbiyâ-ı izamdan bir çokları ve Sahabe-i kirâmın ekserisi ve evlâd-ı Resûlün (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) cümlesi şehîd olmağı arzu etmiş ve bu itikadla can vererek âhırete gitmişlerdir.
Bu âyet-i kerîmenin devamında: "Biliniz ki, Allah'ın azâbı pek şiddetlidir" buyuruluyor. Bir kişinin sebebiyet verdiği bir fitne ile bütün mahlukatın zarar görmesi karşısında, kalblere gelmesi muhtemel olan bir vehme, şübheye karşı Cenâb-ı Hak, azab-ı ilâhîsinin pek şiddetli olduğunu bildiriyor. Çünkü rıza-ı ilâhisine mugayır [aykırı] olan bir şeyin zuhûrunda, onun sebeb olacağı zarar ve felâkete karşı ne sûretle cezalandırmak lâzım ise, o sûretle inzâl edecek ancak onun kendi zât-ı ulûhiyyetidir.
Allahu teâlânın âdetinin iktizasındandır ki, gelen cezâ umûmî gelir. Yalnız sebeb olanlara, mukaddemesi [girişi], dünyada olmak üzere cezâ, sebeb olmayanlara, ma'fû ve mazûr görülecek olanlara, ya'nî bu fitnenin zuhûr ve sirâyetine mâni' olamıyarak kalbleriyle buğz ve adâvet [düşmanlık] gösterenlere şehâdet nasîb etmek üzere mükâfattır.
(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)