Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*

İşin esâsı, sevgi ve muhabbetdir kardeşim. Peygamber Efendimiz; *Kişi kimi severse, âhiretde onunla berâber haşr olunur*, buyuruyor. Ne demek sevmek? 

Yâni onun yolunda olmak, onun sevdiklerini sevmek demekdir. Rabbimize şükürler olsun, elhamdülillah biz, Efendi hazretlerinin yolundayız ve tam Onun hayâtını yaşamaya çalışıyoruz.

Buna çok ehemmiyyet veriyoruz, dikkat ediyoruz kardeşim. İnşallah âhiretde de Onun yanında oluruz. *El mer’u mea men ehabbe*. Hadîs-i şerîfdir bu ve bize büyük müjdedir. 

Herkes, dünyâda kimi seviyorsa, âhiretde onun yanında olacak. Ne güzel! İnşallah biz de âhiretde o büyüklerin yanında olacağız kardeşim. Bırakmazlar inşallah. 

*Kerîm*, yâni kerem ve ihsân sâhibi, kereminden vaz geçmez. *Men dakka bâb-el kerîmi infetehâ*. Efendi’den işitdik biz bunu. Ne demek? 

Yâni kerîmin kapısını çalarsanız, muhakkak açılır. İhsân kapısıdır o. O büyükler, istiyene verirler. 

Askerî liseyi bitirmişdim, talebeleri sınıflara ayırıyorlardı. Harbiyeye gidecekdik. Ben de sınıfın birincisiydim. Bana; *Sen ne olmak istiyorsun?* dediler. 

Ben, *Tıbbiyeye gideceğim*, dedim. *Hay hay, zâten senin gitmen lâzım* dediler. Tıbbiyeye ayırdılar. 

1,5 sene *Tıbbiye*’de okudum. Birinci sınıfa *F.K.B.* diyorlar. Yâni Fizik-Kimyâ-Biyoloji. Birinci sınıfda bunları okuduk. 

Tıbbiye birinci sınıfda iken, onların içinde ben sınıfın birincisi oldum. İkinci sınıfda da sınıfın birincisiydim. Sene ortası oldu. 

Ben *Tıbbiye*’de okurkan, bir sömestre, yâni altı ay kadar anatomide yalnız *Kemikleri* okuduk. Profesör, *Moşe* isminde bir *Fransız* idi. 

İkinci sömestrede *Kadavra* dersi vardı. Birgün laboratuvarı merak etdim, gidip bakdım. Masalar var, her masanın üstünde erkek, kadın, çırılçıplak *Ölüler* var. 


Kimsesizleri toplayıp getiriyorlar. Talebeler, onların üzerinde öğrenecekler. Ellerine de birer *Bıçak* veriyorlar, ölüleri kesip insan vücûdunda neler var, onu öğrenecekler. 


Her hafta Efendi hazretlerine giderdim. Efendi’nin sözlerine bayılırdım. *Bir şeyler söylese de dinlesem*, derdim. Efendi’yi dinlemek çok hoşuma giderdi. 


Sene ortasında sömestre tâtili oldu. O hafta Efendi hazretlerine gitdiğimde, bahçede oturuyordu. Ben de gittim yanına oturdum. İkimiz, *baş başa* yalnız olarak oturduk. 


Bana, ne okuduğumu sordu. Hâlbuki 1,5 senedir *Tıbbiyede* okuyorum. Daha önce hiç sormadı da mübârek, o gün sordu. *Sen mektebinde ne okuyorsun?* dedi. Ben cevâben dedim ki:


*Kadavra* okuyoruz efendim. Ölüleri keseceğiz, içinde ne var, ne yok, sinirlerini, kemiklerini öğreneceğiz. Altı sene sonra *Tıbbiyeyi* bitireceğim, inşallah *doktor* olacağım, şimdi ikinci sınıfdayım, dedim. 


Efendi hazretleri; *Öyle miii, ben sana bir şey söylesem, beni dinler misin?* dedi. Elbette efendim, dedim. *Sen doktor olma, eczâcı ol!* buyurdu. Baş üstüne efendim, dedim. 


Ancak annem ve ablalarım, benim eczâcıya geçmeme şiddetle karşı çıkdılar. Annem, üzüntüden düşüp *bayıldı*. Ne yapacağımı şaşırdım. 


Kendi kendime; *Yârın erkenden çıkıp, sabah namâzına câmiye gideyim, câmiye ilk gelene, bu işi danışayım*, diye düşündüm. 


Ve erkenden *Süleymâniye* câmiine gitdim. Biraz sonra *iri* yapılı, *heybetli* bir bey câmiye geldi. İlk gelen o kimseye sordum:

Dedim ki: Efendim, ben *Tıbbiye*’de okuyorum. Mektebin de birincisiyim. Hocam bana; *Kaydını, Tıbbiye’den Eczâcılığa nakletdir, eczâcı ol*, diyor. 


Annem ise; *Hayır, sen doktor olacaksın!* diyor. Ben şaşırdım, şimdi ne yapayım? dedim. O zât; *Senin hocan kim?* dedi. Ben de; Abdülhakîm Efendi hazretleridir dedim. 


O zât; *Evlâdım, sen hakîkî bir büyük bulmuşsun. Böyle mübârek hocanın bir sözüne, bin ana fedâ olsun. Hocan ne diyorsa onu yap, hocanın sözünden çıkma!* dedi. 


Meğer o zât, Ehibbâ’dan *Cevad bey*’miş. Onun için Cevad bey, benim ilk mürşîdim oldu. 


Cevad bey, Efendi hazretlerinin talebelerinden, emekli bir *Paşa* idi. Herkes ondan çekinirdi. Çok heybetli biri idi. Ertesi gün hemen istîdâ yâni dilekce verdim. 


Ankara’dan cevap geldi. Diyordu ki: *Sınıfın birincisidir, çalışkandır, bunu eczâcıya geçirmeyiz, doktor olsun istiyoruz!* 


Yâni reddetdiler beni. Efendi’ye gitdim. *Efendim, böyle böyle, izin vermiyorlar*, dedim. Mübârek; *Tekrar istîdâ ver!* buyurdu. 


Ben tekrar dilekçe verdim, nihâyet kabûl edildi, Eczâcıya geçdim. Birkaç ay içinde üçüncü sınıfa gene birincilikle geçdim.

Efendi hazretleri, zaman zaman; *Ben sizin aranızda misâfirim, artık beni bulamazsınız*, buyururdu. Bu söz hoşuma gitmezdi. 


İçimden; *Niye böyle söylüyor ki?* derdim, şimdi anladım. Tabii ya, doğru söylermiş Mübârek. Hakîkaten öyle efendim. Hepimiz dünyâda misâfiriz.


Efendi hazretleri son günlerinde, Ankara’da, *Fârûk Işık* beyin evinde kalırdı. *Nevzât*’ı tanırsınız değil mi? Fârûk beyin oğludur. Rüçhânın da âbisi.


Bir gün, ben Ankarada, oturuyordum evde, Yalnızdım. Kapı çalındı. Yukarıdan, pencereden bakdım ki *Nevzât* gelmiş. *Hilmi âbi, Efendi babam seni çağırıyor*, dedi. 


Allah Allah, *Efendi hazretleri İstanbulda, burası Ankara*, dedim. Ben iki hafta evvel İstanbulda idim. Kendileriyle oturdum. Ellerini öpdüm, sohbet etdim, dedim. 


Nevzât; *Vallahi bugün bize geldi*, dedi. Kapıdan girince; *Hilmi nerede?* diye beni sormuş Mübârek.


Nevzât; *Efendi babam seni çağırıyor*, dedi. Allah Allah, hemen giyindim, gitdim. Ben içeriye girer girmez, Efendi hazretleri bana; *Hilmi bak! Ben ne hâle geldim?* buyurdu. 


Bakdım ki, Efendi hazretleri iki hafta içinde çok değişmiş, zaîflemiş. İstanbul’dayken topluydu. Şimdi, bir *Deri*, bir *Kemik* kalmış. 


*Her gün gel, beni boş bırakma!* buyurdular. Vefât edene kadar, 15 gün Efendi’ye hizmet etdim. Gece-gündüz, devâmlı. Aynı odada berâber bulunduk. 


Fârûk beyin evi, *Hacı Bayram* câmiinin alt tarafında, ahşap, iki katlı, büyük bir *Ev* idi. Mevsim *Kış* idi. Salonda soba yanıyor, sobanın yanında da *Yer yatağı* yapmışlar. 


Efendi hazretleri, sobanın yanında, o yatakda yatıyor. Sobanın karşı tarafında sandalyeler dizili, *Beş-on* tâne. Misâfirler gelirse, orada otursun, diye. 


Ziyâretçiler geldiğinde, herkes karşıya, sandalyelere otururdu. Beni ise, kendi yanına, kendi yatağına oturturdu Mübârek. Hâlbuki misâfir gelmesi *Yasak* idi efendim. 


*Polis* yasak etmiş. Evin yanında bir de *Polis kulübesi* koymuşlar, gelenleri tesbît etsinler diye. *Polis* vardı kapının dışında. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder