Dirilen ölü!

🌹Gavs-ül-a’zam Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri rahmetullahi aleyh birgün bir mahalleden geçerken bir müslümanla bir hıristiyanın münâkaşa ettiklerini gördü. 

Sebebini sordu. 

Müslüman: 

“Bu hıristiyan, bizim peygamberimiz, sizin peygamberinizden üstündür diyor, ben ise, bizim peygamberimizin üstün olduğunu söylüyorum” dedi. 


Gavs-ül-a’zam, hıristiyana:

“Îsâ aleyhisselâmın Muhammed aleyhisselâmdan üstün olduğunu hangi delîlle isbât ediyorsun?” buyurdu. 


Hıristiyan, bizim peygamberimiz ölüyü diriltti dedi. 

Gavs-ül-a’zam rahmetullahi aleyh:

“Ben peygamber değilim. Sâdece Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma uyan bir müslümanım. Eğer ölüyü diriltirsem, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma inanır mısın?” buyurdu. 


Hıristiyan, inanırım dedi. Gavs-ül-a’zam: 

“Bana, harâb olmuş, eski bir kabir göster ve Peygamberimizin aleyhisselâm üstünlüğünü gör!” buyurdu.


Eski bir kabir gösterdi. Gavs-ül-a’zam, hıristiyana: 

“Sizin peygamberiniz ölüyü diriltmek istediği zaman, hangi sözleri söylerdi?” buyurdu. 


Hıristiyan, “kum bi iznillah = Allahın izni ile kalk, diril” söylerdi, dedi.


Bunun üzerine Gavs-ül-a’zam, ona: 

“Bu gösterdiğin kabirde yatan kişi, dünyâda şarkıcı idi. İstersen onu şarkı söyler hâlde dirilteyim, nasıl istersen öyle yapayım!” buyurdu. 

Peki, öyle olsun dedi. 


Gavs-ül-a’zam kabre döndü ve: 

“Allahın izni ile kalk!” buyurdu. 

Kabir açıldı ve ölü, şarkı söyler hâlde kalktı. 


Hıristiyan, bu kerâmeti görünce, Peygamberimizin üstünlüğünü kabûl edip müslüman oldu.


📚 Evliyalar ansiklopedisi

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Cenâb-ı Hak bizleri, sevdiği ve beğendiği kullarının yanından ayırmasın kardeşim. Hadîs-i şerîf var, iki kelimecik; *El mer’ü meâ men ehabbe*. 


Yâni Peygamber Efendimiz; *Bir kimse dünyâda kimi severse, âhiretde onun yanında olacak!* buyuruyor. Ne güzel, hadîs-i şerîf bu. *Müjde* bu efendim, müjde.


*Hubbu fillah* ve *Buğdu fillah* çok mühim kardeşim. Eğer bu ikisi yoksa, *Îmân* bile kabûl olmuyor. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma ne buyurdu?


Yerdeki ve gökteki mahlûklarımın ibâdetlerini yap-san, sevdiklerimi sevmedikçe ve düşmanlarıma düşman olmadıkça, hiçbirini kabûl etmem. 


İşte *Hubbu fillah* ve *Buğzu fillah* bu kadar mühim kardeşim 


Her gün, *Bismillâhillezî lâ yedurru ma’asmihî şey’ün fil erdı ve lâ fissemâi ve hüves semî’ül alîm* duâsını okumalı. 


Neden? Çünkü bunu okuyan kimseye *Sihir* te’sîr etmez. İmâm-ı Rabbânî hazretleri; *Yola çıkarken, Bismillâhillezî duâsını okuyun!* buyuruyor.


Yola çıkarken bunu okuyacağız. Şurada birkaç günlük *Ömür* kalmış. Fırsatı kaçırmamak lâzım. Dünyâ muhabbetini *Kalp* den çıkarmak lâzım. 


Dünyâ sevgisi kalpden çıkdımıydı, yerine Allah sevgisi gelir, yerleşir. Hem *Dünyâ* yı sev, hem de, *Ben Allahı seviyorum* de, olmaz öyle şey. 


Kalpden dünyâ muhabbeti çıkmadan Allah sevgisi girmez. Önce *Dünyâ sevgisi* çıkacak. Kalp boşalacak. İşte o zaman *Allah Sevgisi* gelip kalbe girer. 


Nasıl ki, bir şişenin içinde *Hava* varsa, *Su* girmez. *S* varsa, *Hava* girmez, onun gibi. Yâni (Su) ile (Hava), bir şişede aynı zamanda bulunamaz, imkân yok. 


İşte insanın kalbi de öyle. *Dünyâ Sevgisi* ile *Allah Sevgisi* aynı anda, bir arada olmaz. 


Bir daha bu cemiyeti bulamazsınız kardeşim. Ben yukarı çıkıyorum. *Enver âbi* size birkaç şey söylesin, Onu dinleyin. 


Rabbimize çok şükür kardeşim. Bizi burada, huzûr-i ilâhî de topladı. Ne büyük ni’metdir huzûr-i ilâhîye kavuşmak. İşte *Namaz* demek, *Huzûr-i ilâhî* demekdir.

ENVER ÖREN VE ABDÜLHAMİD HAN

Bugün Napoli’den geldim. Eski hatıraları tekrar yaşamak için okuduğum okula gitmiştim. Odama girdim. Harap olmuş bir okul. Baktık, eskilerden kimse kalmamış. İnsanlar değişmiş. Birkaç kişi bizi tanıdılar. Hayâl oldu hepsi. Tabii bundan otuz üç sene evveldi, Napoli’ye ihtisas için gitmiştim. Orada günler geçmiyor. Sanki saatler gün gibi, günler ay gibi geçiyordu, ne yaparsın? *Garibin yapacak bir şeyi de yok ki, oturur ağlardım. Yâ Rabbî, bu vakit nasıl geçecek diye. Hocamız, annem, nişanlım, arkadaşlarım hep İstanbul’da idi. Türkiye gözümde tütüyordu.* Türkçe konuşan bir kimse yoktu. On beş günde bir rıhtıma gidiyordum, ya Karadeniz vapuru, ya da Akdeniz vapuru geliyordu.

*Rıhtımda, Karadeniz ve Akdeniz vapurlarının üzerinde bayrağımı görüyor, Karadenizlilerle biraz konuşuyordum.* Ama her on beş günde bir dubanın üstünde duruyor, etrafı seyrediyordum. Nihayet bir gün çımacının biri, “Sen deli misin arkadaş? Ne zaman gelsem burada buluyorum seni” dedi. Dedim doğru, biraz delilik var, bakalım sonu ne olacak. Durumumu anlattım kendisine, “Sana acıdım şimdi, ver şu annenin adresini” dedi. Annemin adresini verdim. Tabii on beş günde bir Karadeniz vapuru geliyor, on beş günde de Akdeniz vapuru. *Bu çımacı arkadaş Karadeniz vapurundaydı. Her ay anneme mektup gider, kavurma ile birlikte cevabı gelirdi. Çımacı, annem ile aramızda bir posta görevini görmeye başladı.

*NAPOLİ’DE TÜRK KONSOLOSLUĞU*

* Bir gün konsolosa gittim, ben burada Türkçe konuşamadan öleceğim galiba, çok sıkılıyorum dedim. Burada bir Türk yok mu? Bana bir adam söyle, bir adres ver, biriyle konuşayım. Ben Türkçe konuşmak istiyorum dedim. “Biri var ama sen onunla görüşemezsin” dedi. Kim var dedim, “Abdülhamîd’in karısı var” dedi. Abdülhamîd? Kim bu Abdülhamîd dedim. “İşte var ya bir tane, padişahtı, öldü gitti” dedi. Yani deli oldum bu sözlere. Adamdaki edepsizliğe bakınız. “Abdülhamîd ve karısı” diye terbiyesizce hitap ediyor, ulu bir sultana ve hanımefendisine. 

** Belki de Napoli’ye gitmemin, orada bulunmamın en büyük hikmetlerinden, sebeplerinden biri de buydu.* Dedim, ver bana adresini. “Versem de bir işe yaramaz, çünkü görüşmüyor kimseyle” dedi. “Sen ver bana.” Adresi aldık ama şimdi ben de korktum, ya kabul etmezse diye.*

*Oturdum bir mektup yazdım. Eğer kabul etmezse, bu mektubu kapının aralığından içeriye atarım diye hazırlık yaptım. Ama mektupta içimi döktüm adamakıllı. Neyse, bir akşam vakti okuldan çıktım, doğru adrese, buldum evi. Kapıyı çaldım, ismini sonradan öğrendiğim Celâl isminde yaşlı bir adam çıktı, “Kim o?” dedi, Türküm dedim. Kapıyı yarım açtı ve kapıya çengeli koydu. “Ne var?” dedi. Ben mektubu kapıdan içeri attım. “Ne o?” dedi. Dedim, beni almıyorsunuz içeriye de, ben mektup yazdım, mektup içeride. “Niye geldin?” dedi. Dedim, “Kadın Efendi’yle görüşmek istiyorum.” “Sen fena bir adama benzemiyorsun, bir dakika dur bakalım” dedi. *Neyse efendim, seksen seksenbeş yaşlarında ihtiyar bir nine, böyle iki büklüm geldi, göremiyor da karanlıkta. “Kim o?” dedi. Dedim anneciğim, Allah aşkına aç şu kapıyı, ben senin düşmanın değilim, ben dostum, seni seviyorum, İstanbul’dan geldim dedim.*

* Kapıyı açan adamla bir bakıştılar şöyle göz göze, bu sefer kadın efendi, *“Bu fena adama benzemiyor, kapıyı açalım”* dedi. Yoksa açmıyorlardı. Kapıyı açtılar, içeriye girdik. Efendim, gece yarısına kadar konuştuk. İnanamadı kadıncağız. Yani benim varlığıma inanamadı. *İsmi Behice Hanım Sultân idi. Dedi ki, “Bak evladım, benim iki tane evladım oldu, ben ikisini de göremeden ayrıldık birbirimizden, ne hâldeler bilemiyorum. Yani ben evlat sevgisine muhtaç bir insanım. Gel, sen benim evladım ol” dedi. Aldı benim başımı göğsüne, başımı okşadı, “Evladım her akşam gel sen”* dedi. Tamam dedim anneciğim peki. Sonra gitmeye başladık, dertleşiyoruz, konuşuyoruz, anlatıyoruz, o anlatıyor ama bir dolu hatıralar, bilemezsiniz. Çok büyük gerçekleri duydum ondan. İşte, canlı bir şahit olarak anlattı.*

*CANLI TARİHTİ…*

* Behice Hanım Sultân, *“Padişahımızın, yastığının altında tuğlası vardı. Ne zaman uyansa, evvelâ tuğlayla teyemmüm yapar, ondan sonra abdest almaya giderdi. Niye? Abdestsiz yere basmamak için. Musluğa gidecek kadar mesafeyi dahi abdestsiz yürümemek için teyemmüm yapardı. Ben onun kadar hafızası kuvvetli bir kimse bilmem. Her gün düzenli olarak Kur’ân-ı kerîmden Yâsîn-i şerîf gibi okuyacağı sûreleri veya tesbihatları ezbere okurdu. Fakat ben, onun devleti nasıl idare ettiğini bilemem. Yalnız sarayda, o kadar hanım sultanı nasıl idare ederdi, ona hiç aklım ermiyor. Bizi yarışmaya sokardı. Benim askerime, en fazla kim don gömlek dikerse, bir sarı lira der, akşama kadar lüzumsuz laf etmememiz için, dedikodu yapmamamız için bize iş verirdi. Akşam da altınları alırdık ama iflahımız kesilirdi” dedi.*

* İtalya’da kaldığım müddetçe hep gittim. İhtisasım bitti. Ben Türkiye’ye geldim ama çok duasını aldım, *“Yâ Rabbî, bu oğlumdan beni ayırma”* derdi. Fakat benimle Türkiye’ye gelmesi mümkün değildi, çünkü kanunlar, Osmanlı hanedanını ülkeye sokmaya müsaade etmiyordu. Efendim bir gün hastaneye düşmüş, hasta idi zaten. Hastanenin koridorlarını inletiyor, *“Enver, Enver, Enver!”* diye. Doktorlar demişler ki, “Bu ne diyor?” Celâl Bey gitmiş Kadın efendi’nin yanına, “Kadın efendi, burası İtalya, Napoli. Enver İstanbul’da, niye çağırıyorsun?” demiş. O, *“Enver beni duyar, sen karışma. Enver, Enver, Enver”* demiş. Ve kanun çıktı, bunlar affa uğradılar. Hemen getirttik. Duası şöyleydi, *“Yâ Rabbî, beni bu çocuğumdan ayırma, onun kayın pederi, benim cenaze namazımı kıldırsın.” Ve öyle de oldu. Zaten bir ay yaşadı. Cenaze namazını elhamdülillah mübârek Hocamız kıldırdı. Yahya Efendi Dergâhı’na defnettik.*

ALLAH'Ü TEALA DERECELERİNİ ÂLİ EYLESİN VE BİZLERİ DE YÜKSEK ŞEFAATLERİNE NAİL EYLESİN EFENDİM... AMİİİN...

Bugün gücün yerinde iken tevbe eyle!

Bir terzi, büyüklerden birine sordu:

- Ölüm yaklaşınca tevbenin kabul edileceğini bildiren hadis-i şerifin açıklaması nasıldır?

- Evet tevbe kabul edilir; ama senin mesleğin nedir?

- Terziyim, elbise dikerim.

- Terzilikte en kolay iş nedir?

- Kumaşı makasla kesmektir.

- Kaç yıldır terzisin?

- Otuz yıldır.

- Canın gargaraya gelince kumaş kesebilir misin?

- Hayır kesemem.

- Otuz yıl kolaylıkla yaptığın işi, o zaman yapamazsan, ömründe hiç yapmadığın tevbeyi, can gargarada iken nasıl yapabilirsin? Bugün gücün yerinde iken tevbe eyle! O zaman yapman çok güç olur. Şimdi tevbe edersen, o zaman da tevbe etmek nasip olur.

Terzi tevbe edip, salihlerden oldu. (R.Nasıhin)


İman ve vesvese

İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: 

Her insana musallat olan en az bir şeytan vardır. Şeytanın vereceği vesveselerden korunmaya çalışmalı! Bir hadis-i şerif meali şöyledir:

(Kanın damarlarda dolaştığı gibi, şeytan da, insanın vücudunda dolaşır. Açlıkla [az yemekle, oruç tutmakla] onun yollarını daraltın!) [Buhari]


Şeytanın insanın kalbine vesvese verme yollarından biri de, Allahü teâlânın zatı hakkında düşündürmek, şüpheye düşürmektir. İnsanların en ahmağı, zekâsına en çok güvenendir. İnsanların en akıllısı da, suçu kendinde arayan ve bilmediklerini âlimlere soran kimsedir. İki hadis-i şerif meali:

(Şeytan, "seni kim yarattı" diye vesvese verir. O kişi "Allah yarattı" derse, "Onu kim yarattı" diye vesvese verir. Böyle vesvese gelince, "Ben Allah ve Resulüne iman ettim" desin!) [Buhari]


(Allah’ın yarattığı şeyleri tefekkür edin, ama zatını tefekkür etmeyin.) [Ebu-ş-şeyh]


Vesvese, dua ve zikir ile azalıp yok olur. Bunun için, bilhassa günaha meyledildiği zaman, hemen Allahü teâlâyı anmalı, istigfar, salevat ve dua okuyarak şeytanı uzaklaştırmaya çalışmalı! 


Bilhassa 40 yaşını geçince, tevbeyi hiç ihmal etmemeli. Hadis-i şerifte, (Şeytan, 40 yaşını geçtiği halde, tevbe etmeyen için, "Bu artık kolay iflah olmaz" der) buyuruldu. (İ. Gazali)


Tevbe edip şeytanı çaresiz hâle getirmeye çalışmalı. Bir hadis-i şerif meali: 

(İnsan, yolculukta devesini zayıflatabildiği gibi, mümin de şeytanını zayıflatabilir.) [İ.Ahmed]


Kötü şeyler düşünerek, kötü yerlere giderek, şeytana yardımcı olmamalı! Çünkü hadis-i şerifte, (Uçurum etrafında dolaşan oraya düşebilir) buyuruldu. (Buhari)


Haram işlemeye niyet edip, Allah’tan korktuğu için vazgeçen günaha girmez. Bir hadis-i şerif meali: 

(Kalbe gelen kötü şey söylenmedikçe ve buna uygun hareket edilmedikçe affolur.) [Beyheki]


Kibir, hased gibi şeyler böyle değildir. Çünkü bunlar zaten kalb ile olur. 


İbadetleri yapıp imanıma bir zarar gelir diye korkanın ve günahlarım çoktur, ibadetlerim beni kurtarmaz diye düşünenin imanı kuvvetli demektir. (Bezzaziyye)


İbadetleri yapıp, ilmihal bilgilerini öğrenmeye çalışan kimseye, Allah’ı, ahireti inkâr gibi düşünceler gelmesi, onun imansız olduğunu değil, imanlı olduğunu gösterir. Meyveli ağaç taşlandığı, hırsız mücevher olan eve girmeye çalıştığı gibi, şeytan da imanlı olanlara saldırır. Hadis-i şerifte, böyle vesveselerin imandan olduğu bildirildi, (Vesvese imanın tâ kendisidir) buyuruldu. (Ramuz)


İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: 

Kötü vesveselerin gelmesine sebep imanın kâmil olmasıdır. Çünkü hadis-i şerifte (Böyle vesveseler, imanın olgun olmasındandır) buyuruldu. (1/182)


Böyle vesveseler birçok kimsede olabilir. İmanım gitti diye şüpheye düşmemeli, böyle düşüncelere önem vermemeli. Vesvese, dua ve zikir ile de azalıp yok olur. Bunun için, vesvese gelince, hemen Allahü teâlâyı anmalı, istigfar, salevat ve dua okuyarak şeytanı uzaklaştırmaya çalışmalı! Şeytanın vesvesesinden kurtulmak için, her gün şu duayı da okumalıdır:

(Yâ Allah-ür-rakîb-ül-hafîz-ür-rahîm. Yâ Allah-ül-hayy-ül-halîm-ül’azîm-ür-raûf-ül-kerîm. Yâ Allah-ül-hayy-ül-kayyüm-ül-kâimü alâ külli nefsin bimâ kesebet, hul beynî ve beyne adüvvî!)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Birbirimizi seveceğiz. Birbirimizin kalbini *Kırmak* dan titreyeceğiz. Zâten mü’minin kalbini kırmak, mü’mini incitmek *Harâm* dır. 


Hele, böyle mübârek kardeşlerimizi *İncitmek*, onları *Üzmek*, hele hele darılmak ve münâkaşa etmek, çok tehlikeli kardeşim. Allah muhâfaza etsin. 


Bâzen işitiyorum; falanca kardeşimizle filanca kardeşimiz birbirleriyle münâkaşa etmiş, kalpleri kırılmış. *Eyvaah!* diyorum, *Ye’se* düşüyorum, ümitsizliğe kapılıyorum. 


Çok üzülüyorum, *El hazer! El hazer! El hazer!* Sakınalım, birbirimizi incitmekden pek sakınalım! Evet, Peygamberlerden başka, hepimizin *Kusûru* var.


Hepimizin *Günâhı* var. Bir toplulukda günâhı *Az* olan da var, *Çok* olan da var. Bana sorarsanız, günâhı en çok olan hangimiz biliyor musunuz? *Benim, Beeen!* 

● ● ● 

*Seyyid* lerden biri, bir köye gitmiş. Bir zâtın evini arıyormuş. Kime sorayım derken, karşıdan biri gelmiş, ona sormuş: *Falancanın evi nerdedir?* demiş. 


Meğerse o sorduğu kişi de *Yahûdî* imiş. Yahûdî, eliyle işâret etmiş. *İşte şu karşıdaki ev!* demiş, eliyle göstermiş. Böylece seyyidin işi hâllolmuş.


Hem de hiç yorulmadan. *Cenâb-ı Hak* dan meleklere bir *Nidâ* geliyor, buyuruyor ki: 


Ey meleklerim! Bunun sağ koluna *Azap* yapmayın. Çünkü bu kolu, benim sevgili Peygamberimin evlâdlarından birine *Hizmet* etdi, ona bilmediği *Evi* gösterdi. 


Bir *Seyyide* o kadarcık hizmet etdiği için, kıyâmete kadar yahûdînin sağ koluna *Azap* yok. Seyyidler öyle *Kıymetli* dir. Onlara ufacık bir hizmet, kabir azâbından kurtarır insanı. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri Ankara’ya, bize mektup yazardı. Bir mektûbunda; *Pek sevgili Hilmi! Bir gün gelecek, islâm bilgileri Hilmi’den sorulacak!* diyor. 


Ben bunları okuyunca, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri öylesine yazıyor zannederdim. Meğer *Hakîkat* miş Efendi’nin bu yazıları. Onun yanından hiç ayrılmazdım efendim.

Şaban ayının fazileti

Sevgili Peygamberimiz "aleyhissalatü vesselam" buyurdular ki;

*Şaban-ı şerîf, benim kendime mahsus bir aydır. Hak teâlâ hazretleri Arş-ı âlânın meleklerine azamet-i şâniyle buyurur ki: "Ey benim meleklerim, gördünüz mü? Benim kullarım, sevgilimin ayına tâzim ve hürmet ediyorlar. İzzetim, celâlim hakkı için ben de kullarımı af ve mağfiretime nail eyledim."*

*Her kim, Şaban-ı şerîfte üç gün oruç tutarsa, Hak teâlâ, Cennet-i âlâda ona bir yer hazırlar.* [Ey Oğul İlmihâli]

İslam ahlakı kitabı

İmam-ı Azam Ebu Hanife “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretlerinin rüyası

*İmam-ı Azam _“rahmetullahi teâlâ aleyh”_ hazretlerinden rivayetle;* _“Yüce Rabbimi rüyamda doksan dokuz kere gördüm. —Kendi kendime “Eger Rabbimi yüzüncü defa görürsem, kıyamet gününde mahluklar ne ile azabından kurtulacak?”_ diye kendisine soracağım dedim, arkasından; 

Hak Sübhanehü ve teâlâyı gördüm ve “Ey Rabbim! Senin koruman güçlüdür, övgün yücedir ve isimlerin mukaddestir. Kıyamet gününde kulların senin azabından ne ile kurtulur?” dedim; Hak Sübhanehu ve teâlâ şu cevabı verdi:

_*“Her kim sabah, akşam namazından sonra “Sübhanel ebediyyil ebed…”_* duasını okursa azabımdan kurtulur”, buyuruldu.*

Yûsuf aleyhisselâmın duâsı

 Hz. Yûsuf aleyhisselâmı ,kardeşleri kuyuya attıkları zaman, kuyunun dibinde taş vardı. Mübârek dizi taşa geldi. O kadar canı yandı ki, kardeşlerinin cefâsından ve babasının ayrılığından daha zor oldu. 

Bütün gece onun ağrısından inledi. Seher vakti olunca Allah'ü Teâlâ acısını durdurdu. Cebrâil aleyhisselâm gelip,

 "Ey Yûsuf! Rabbin sana selâm gönderiyor ve bu derin kuyunun dibinde, bu elem ve acı ile nasılsın diye soruyor" dedi.

 Bundan sonra Cebrâil aleyhisselâm "Ey Yûsuf! Duâ et, ne arzu ediyorsan dile Rabbin sana verecek" dedi.

. "Ey Cebrâil, benim için sen duâ et" dedi. Cebrâil aleyhisselam onun için duâ etti o da âmin dedi. Sonra "Ey Cebrâil, ben duâ edeyim sen âmin söyle" dedi. Ellerini kaldırıp duâ etti ve Cebrâil aleyhisselâm âmin dedi. 

"Ya Rabbi! Bu seher vaktinde bana şifa gönderdiğin gibi dünyanın sonuna kadar, bütün hastalara seher vaktinde şifa gönder" dedi. Allah'ü Teâlâ duâsını kabul buyurdu. Bunun için bir hasta ne kadar hasta olsa da seher vaktinde rahatlar. Bu, Yûsuf aleyhisselâmın duâsı bereketiyledir.

Helâk olan kavim!

🔹Bir gün İsa aleyhisselam, havarileriyle birlikte giderken bir köye geldiler. Bir de baktılar ki, köyün ortasında bütün köylüler ölmüş. Hiç canlı yok.


İsa aleyhisselam, (Bu bir gazab-ı ilâhidir. Eğer hastalık olsa, bunlar tek tek ölürlerdi. Madem toptan öldüler, buraya bir musibet gelmiş) dedi.


Sordular ki, (Yâ Nebiyallah, sen ölüleri Allah'ın izniyle dirilten bir nebisin, çağır birini de sor bakalım, ne yapmışlar?


İsa aleyhisselam, birine seslenince, adam kalktı, geldi. İsa aleyhisselam, (Bu ne hâldir, ne oldu size?) diye sordu.


Dedi ki, (Yâ Nebiyallah, bu köy çok takva ehli, çok dindar, çok iyi ahlâk sahibi bir köydü. Sonra bizim kalbimiz dünyaya yöneldi. Namazı terk ettik, akla ne gelirse, hepsini bıraktık, yalnız parayı düşündük ve ektik biçtik, benimki çok, benimki güzel diye yarıştık.


Ne Allah kelâmı var, ne Peygamber! Ahireti unuttuk, Allah'ı unuttuk, Peygamberi de unuttuk. Bir gün, hepimiz eğlenmek için, oynaşmak için buraya toplandık. Bir musibet geldi, hepimiz öldük.)


İsa aleyhisselam, yerine git dedikten sonra, yanındakilere buyurdu ki:

(Ahiret nimetini bırakıp da dünyaya tapanların, dünyadaki sonu budur. Ahirette de, en acı azapları çekeceklerdir.

Dünyâda Allahü teâlâyı ve emirlerini unutanların uğrayacağı musibetlerden Allahü teâlâ hepimizi muhâfaza eylesin.)

Bu tarîkte [yolda] aklın eremediği yerler çoktur

KÂŞİFE-19: Mevlâna Abdülgafûr Lârî, Nefehât'ın hâşiyesinde buyurdular: Mevlânâ Sadeddin'in rüyası şöyle idi. Pîri Mevlânâ Nizâmeddin'i öyle bir şekilde görmüştü ki, zâhir-i şerîat ona tahammül eylemezdi. O sebebden Mevlânâ Nizâmeddin kendisine "Korkma!" diye teselli verdi ve kemâl-i takvâ ve teşerru' ile mevsûf olan kimseye rüyânı anlat buyurdular ki, öyle müteşerri' kimseler şâhid olmakla Mevlânâ Sadeddin'e itminan-ı kalb [gönül huzuru] hâsıl olup, bu yolda aklın erişemediği yerlerin çok olduğunu bilip, tamamen teslîm olmasına sebeb olsun!

Gerçekten bu tarîkte [yolda] aklın eremediği yerler çoktur. Sâdık olan tâlibe lâzımdır ki, pîr [mürşid] huzuruna eriştikten sonra, istidlâlı [aklî, mantıkî delillerle hareket etmeği] terk edip, mürşide kendini teslîm eyleye. Nitekim Zâd-ül Müsâfirîn sâhibi, bunun doğruluğu hakkında buyurmuştur.

Nazım: 

Aşkın ilk adımını herkes bilir,

Bir buluttur ki, hep küfür yağdırır,

O yüzden ki senin gözün ahveldir,

Senin ma'budun, ilk önce pîrindir.


Şeyh Ferîdeddin Attâr hazretleri Mantık-ut Tayr adlı kitâbında sülûk yapanların hâlini, benzetme yoluyla, kuşların dilinden anlattığı yerde: Bütün kuşlar sâlik olan Hüdhûd'ün sözüne uyup Sîmurg'a [Anka'ya] gitmek niyetiyle yol başına geldikleri gibi, yolun tehlûkeli ve korkulu olduğunu görüp, sülûkten [ilerlemekten] pişman olduklarını beyân ederken der ki:

Nazm,

Bütün kuşlar, yol korkulu dediler,

Kol, kanat kanlı hep ah eylediler,

Yola baktılar, hiç sonu görünmez,

Derde baktılar derman görünmez.

Bu hâli kuşlar görünce, yoldan dönmek istediler. Hüdhûd dilinden azarlar mâhiyette onlara şöyle der:


Reisleri hüdhûd o zaman dedi:

Âşık olan canını düşünmedi.


Bu makalenin sonuna kadar, Şeyh Ferîdeddin Attâr hazretleri çok sözler söyleyip Şeyh-i San'an menkıbesini misâl olarak bu makalenin zeylinde [ekinde] getirmiştir. Dikkatle mütalaa edilip, iyi anlaşılsın ki, o azîz burada ne güzel şeylere işâret etmiştir.

Ve yine gerçekten bu yol, fâsıklar yolu değil, âşıklar ve canbazlar [canı ile oynayanlar] yoludur. Korkak tüccâr sâhiblik etmez. Aşksız bu menzil [mesâfe] alınmaz. Derdi olmayanlara bu şifâhanede derman bulunmaz. Bitti.

Şeyh Zeyneddin huzuruna erişince, o rüyaları arz eyledim. Dediler ki, "bana biât eyleyip, benim irâdetime gir". "İrâdetinde bulunduğum azîz henüz hayattadır. Siz emînsiniz. Eğer tasavvuf yolunda, bir kimsenin pîri sağ iken, bir başka azîzin irâdetine girmek câiz ise, ben de öyle edeyim" dedim. İstihâre eyle buyurdular, istihâreme itimâdım yoktur, siz istihâre eyleyin, dedim. Sen istihâre eyle biz de eyleriz dediler. Akşam olunca, istihâre eyledim. Rüyada gördüm ki, Hâcegân tarikatının geçmiş azîzleri Herî ziyâretgâhındalar. Ama aynı zamanda gördüm ki, Şeyh Zeyneddin hazretleri de oradadır ve o yerin ağaçlarını kesip, duvarlarını yıkıyor. Öyle kızgın bir hâlleri var ki, kelime ve ifâdeye sığmaz. Bildim ki, başka tarîka girmekten men'e işârettir. Bu rüyâyı gördükten sonra hâtırım o sıkıntı ve telâştan kurtuldu. Ayağımı uzatıp huzur ile uyudum. Sabahleyin şeyhin meclisine geldim. Ben rüyâmı anlatmadan söze başlayıp buyurdular ki: "Bütün yollar birdir. Bir yere çıkarlar. Yine eski yolunda meşgul ol. Bir vâkı'an veyâ bir müşkülün olursa, bize bildir. Elimizden geldiği kadar yardım ederiz" buyurdular.

Mevlânâ Câmî hazretleri Nefehat-ül Üns'te bundan fazla bildirmeyip şeyh hazretlerinin istihâresine işâret etmiştir. Lâkin bazı büyüklerden işitilmiştir ki, şeyh hazretleri de, bizde istihâre edelim, sözüne binaen, istihâre eylemişler ve rüyâlarında gayet yüksek ve büyük bir ağaç görmüşler ki, sayısız dalları var. Hazreti şeyh o ağaçtan bir büyük dal koparmak istemiş de, ne kadar uğraştıysa koparamamış. Sabahleyin Mevlânâ hazretleri ile buluştuklarında, buyurmuşlar ki: Yol birdir. Siz yine kendi yolunuzla meşgul olun.

Mevlânâ Muhammed Rûcî buyurdu: Pîrimiz Mevlânâ Sadeddin Kaşgârî hazretleri buyurdular: Mevlânâ Nizâmeddin hazretlerinden, Hicâz yolculuğu için izin istediğim zaman, bana: "Sahrada kafileyi [kervanı] gördüm. Sen onlarla beraber değildin" buyurdular. Sustum. Birkaç gün sonra yine izin istedim. İzin verdiler ve buyurdular ki: Var git. Lâkin bizden bir vasiyyet [nasîhat] kabûl eyle: Zinhâr, o vasiyet edip men' eylediğim işi işleme! Zirâ biz işledik, pişmân olduk ve bu pişmanlığın mahcûbiyetini kıyâmete kadar çeksem gerektir. O vasiyet budur ki; ne zaman Allahu teâlânın kahrının eseri sende zâhir olur, o kahir kuvvetini faaliyete getirip kullanma. Ya'nî Hâce Usameddin ve bazı münkir ve ehil olmayanlar için benim yaptığımı sen yapma! Bu hikâyeleri Mevlânâ Nizâmeddin'in bâtın kuvveti bahsinde anlatmıştık.

Mevlânâ Sadeddin buyurdular: Ben onlardan bu vasiyeti kabûl eyledim. Birkaç zamandan sonra bende acâib bir hâl ortaya çıktı. Şöyle ki, gözüm kime alsa, düşer bayılır, yanıma gelse helâk olurdu ve ben bu hâlin başladığı zaman evin bir bucağına gizlendim. On dört gün ne gece, ne gündüz dışarı çıkmadım. Uzaktan görünüp benimle bir araya gelmek ve sohbet etmek isteyen olsa, elimle işâret edip mâni' olurdum. Yanıma gelmesine müsâde etmezdim. O hâl ve keyfiyet benden kalkıncaya kadar böyle devam ettim.

(Reşahât,185-186-187-188)

Müellif: Alî Bin Hüseyn

Mütercim: Süleyman Kuku 

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Sevgi*, itâati gerekdirir. İtâat ne kadar çoksa, sevgi de o kadar çokdur. İtâatdan maksat, söz dinlemekdir. *Söz* dinlemesi ne kadarsa, *Sevgi* si de o kadardır. 


Bu, çok mühim kardeşim. Söz dinlemesi günden güne *Azalır* sa, bir gün gelir, *Biter* Allah korusun. Velhâsıl itâat, *Peki* demekdir, yâni sevdiğinin yolunda olmakdır. 


Meselâ *Ehibbâ* dan biri var, Efendi hazretlerini çok sevdiğini söylüyor, ama Efendi’yi dinlemiyor. Öyle *Sevgi* olmaz efendim. Seven, *Sevdiği* ni dinler, hattâ emrinden çıkmaz. 


Küçük bir çocuk, akrebin *Zehirli* olduğunu bilmez ve eliyle onu yakalamak ister. O da onu sokar, öldürür. Onun *Akrep* olduğunu ve *Kötü* olduğunu, çocuğun bilmesi lâzım. 


İşte biz de, bu çocuklar gibi kötü insanları bileceğiz. Onların *Kötü* olduklarını, İslâma *Düşman* olduklarını bileceğiz. Böylece kendimizi onlardan koruyacağız kardeşim. 


*Nefs* doymaz. Kur’ân-ı kerîmde ne buyuruluyor? *Hulikal insânü helû’a!* Yâni, helû’a denilen bir hayvan varmış. Hiç doymazmış bu. Devâmlı yermiş. *Hiç* doymak yok. 


İşte, insanların nefsi de böyledir! diyor Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı kerîmde. *Hulikal insânü helû’a*. İnsanın nefsi, *Helû’a* olarak yaratılmışdır. En büyük düşmanımız, kendi *Nefsimiz* dir. 


Allahü teâlânın sevgisinden ve rızâsından bizi uzaklaşdırana, *Düşman* denir. Asıl düşman budur. Evet, *Canı* nı alan da düşmandır, ama *Dîni* ni ve *Îmânı* nı alan, daha büyük düşmandır. 


Allahü teâlânın *Sevgi* sinden insanı mahrum bırakan şeye ne denir? *Şeytân* denir. Şeytân, arabca bir kelime. Sülâsîsi, yâni üç harflisi *Şatane* dir. Şatane ne demek? uzaklaşdırıcı demek. 


İşte şeytan, uzaklaşdırıcıdır. İnsanı *Allah* dan uzaklaşdırdığı için ona *Şeytân* denmiş. Şeytân nedir? İnsanı, Allahü teâlânın *Sevgi* sinden uzaklaşdıran. 


Peki, Allahü teâlâya *Yakın* olmak, Allahü teâlâdan *Uzak* olmak ne demek? Çok geçer bu kitaplarda. Allahü teâlâ *Cism* değil ki, yâni bir *Yerde* değil ki. 


Öyleyse O’na *Yakın* olmak, O’ndan *Uzak* olmak ne demek? Bunun mânâsı, O’nun *Sevgi* sine yakın olmak, O’nun *Sevgi* sinden uzak olmak demekdir. Yâni *Sevgi* dir yakın veyâ uzak olan. 


Yoksa Allahü teâlâ *Cism* değil ki hâşâ! İşte insanın Allahü teâlânın *Sevgi* sine kavuşmasına mâni olan şeye *Şeytân* denir. Şeytân da üç türlüdür. Üç türlü şeytân vardır.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Evliyâ-i kirâmın kalbinden *Feyz* gelir. Yâni onun kalbindeki *Nûr*, karşısında kim varsa, ona akar. Yâni onun kalbinden, bunun kalbine *Nûr* akar. 


İşte bu nûra, *Feyz* denir. O büyüklerin kalbine bu *Feyz* gelmiş. Peki nereden gelmiş? *Resûlullah* Efendimizin mübârek *Kalbi* nden gelmiş. 


Resûlullahın kalbindeki o *Feyz* ler, o *Nûr* lar ve *Mârifet* ler, bizim kalbimize de gelir inşallah. Bizim kalbimize de o feyz akarsa, muhakkak kalbimiz temizlenir. 


Bizim de kalbimizden *Dünyâ* muhabbeti çıkar. Kalbin temizlenmesi demek, *Dünyâ* sevgisinin o kalpden çıkması demekdir. 


Kâfirler, fâsıklar harâmlara dalmış. Müslümân *Harâm* işlemez kardeşim, ama kalbinde dünyâ muhabbeti olabilir. 


Kalbi temizlenince, dünyâ muhabbetinden de sıyrılır. *Harâm* lardan nasıl kurtulduysa, diğer bütün *Günâh* lardan da böyle kurtulur. Bir kimseye bu *Feyz* gelince, kalbi tertemiz olur. 

Bu Dünyâ yı, televizyon seyreder gibi görür. Yâni Hayâl gibi görür. Kalbinde Dünyâ ya yer kalmaz. 


Kalbine dünyâ yerleşmez. Ne büyük Ni’met karde-şim. Ne mutlu büyüklerin Feyzi ne kavuşanlara. İmâm-ı Şâfiî ne buyuruyor? 


A’reftü şerre lâ Lişşerri, ne demek bu? Yâni kötü şeyleri öğrendim, onları yapmamak için. Kendimi onlardan korumak için. 


Lüzûmsuz konuşanı, Gıybet edeni aranızda tutmayın kardeşim. Evvelâ Nasîhat edin, dinlemezse ayrılın ondan, görüşmeyin, onunla Arkadaşlık etmeyin. 


Allahü teâlâ, Sâlih müslümânlara üç husûsiyet vermişdir. Birincisi, onlar Cömert dirler. Allahın kullarına İnfak ederler, İhsân ederler, onları sevindirirler. 


İkincisi, onların kalbinde hiçbir mü’mine karşı, Kin ve Nefret yokdur. Yâni bütün müslümânları Sever ve muhabbet beslerler. 


Üçüncüsü de, onlar Emr-i mâruf yaparlar. Yâni insanlara İslâmiyeti öğretirler, Allahın dînini her tarafa yayarlar. En mühimi de budur efendim.

Geçim darlığından şikayetçi olmak

 Sevgili Peygamberimiz "aleyhissalatü vesselam" buyurdular ki;

*Kim geçim darlığından şikâyet ederek sabahlarsa, sanki Rabbini şikâyet etmiş olur.* (Hâlbuki sıkıntılar ve dilekler, yalnızca Allahü teâlâya arz olunur. Şikâyetler O’na yapılır. Bu da duâdan sayılır. Fakat, insanlara yapılan şikâyet, Allahü teâlânın taksiminden râzı olmadığına alâmettir.) *Kim dünyâ işleri için üzüntülü olarak sabahlarsa, Allahü teâlâya kızarak sabahlamış olur.* (Ya’nî dünyâ işlerine üzülen kimse, Allahü teâlâya kızar. Çünkü böyle kimse, Allahü teâlânın kazasından râzı değildir. O’ndan gelen belâ ve musibete sabredici değildir. Hâlbuki dünyâda olan herşey, Allahü teâlânın kazası ve kaderi iledir.) *Kim bir zengine zenginliğinden dolayı tevâzu gösterirse, dîninin üçtebiri gider.* (Dinde insanlara malı için değil de, ilmi ve salâhı için hürmet etmek mu’teberdir. Mala kıymet veren, ilmi ve salâhı küçültmüş olur.

*İbn-i Hacer-i Askalani Hazretleri*

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*İlme* güvenilmez kardeşim. Nasıl güvenilsin ki, *Hâfıza* dan silinebilir. İnsan, *Evini* bile bulamaz. Biz böyle kimseleri gördük. İmâm-ı Gazâlî ve bu büyükler diyor ki: *Akla da güvenilmez*. 


*Akıl*, bir mürşid-i kâmil bulana kadar yardımcı olabilir. Ondan sonra akıl, düşünce, arzû olmaz. Peki ne olur? O *Mürşid-i kâmile* teslîmiyet olur. Edeb, *Söz Dinlemek* dir. 


Abdülhâlık-ı Goncdüvânî hazretleri, bir gün talebeleriyle evde oturuyormuş. Bir ara pencere dibinde bir *Hışırtı* olmuş. Biraz sonra sormuş talebelerinden çok *Sevdiği* biri. 


Herkes soramaz ki, utanır. İşte Abdülhâlık-ı Goncdüvânî hazretlerinin sevdiği bir talebesi de soruyor; *Efendim, az önce pencerenin dibinde bir hışırtılar duyduk, ne oldu?* diyor.


Abdülhâlık-ı Goncdüvânî hazretleri cevap veriyor. Diyor ki: Cezâyir-i hâlidât’ın yâni *Kanarya* adalarının *Kutb’u*, yâni o yörenin evliyâlarının *Reîsi*, deniz kenarında talebeleriyle oturuyorlarmış.


Derken bir *Yağmur* başlamış, hem de bardakdan boşanırcasına. Fakat toprağa yağmıyor da, sâdece *Denize* yağıyor. O anda, o *Kutb’*un aklından bir şey geçmiş. İçinden demiş ki:


*Yâ Rabbî*, senin kulların, hem insanlar, hem de hayvanlar, *Afrika* çöllerinde susuzlukdan *Yanıyor* lar, *Kavruluyor* lar. Bu yağmuru bu denize yağdıracağına, o *Çöle* yağdırsaydın ya.


Böyle diyor, kalbinden böyle geçiyor. Allahü teâlânın işine *Îtiraz* oluyor bu tabii. *Büyükler* in işine karışılır mı? *Allah* ın işine hiç karışılmaz. O anda *Derece* sini kaybediyor. 


*Kutb* luk derecesinden aşağı düşüyor. Ama evliyâlığı hepden *Gitmiyor*. Allahü teâlâ yine *Seviyor* onu. Fakat derecesini az da olsa kaybedince; *Eyvâh, ben ne yapdım?* diyor. 


*Hatâ* etdiğini anlıyor. Oradan, *Buhâra* daki Abdülhâlık-ı Goncdüvânî hazretlerine ilticâ ediyor. *İspanya* nerdeee, *Buhâra* nerde? Derecesini kaybetseydi, ilticâ edemezdi. 


Buhâra’ya nasıl gidicek? *Rûhu* gidiyor. Demek ki *Derece* si gene var. Abdülhâlık-ı Goncdüvânî hazretleri, talebesi ile oturmuş sohbet ediyorlarmış.


O anda o *Kutb* pencereye geliyor. Ve yalvarmaya başlıyor; *Yâ şeyh*, ben bir *Hatâ* etdim, derecemi kaybetdim. *Amân* bana *Şefâat* et de, Allah beni affetsin! diyor. 


Abdülhâlık-ı Goncdüvânî, büyük *Evliyâ*. Hemen *Yalvarıyor* Allahü teâlâya. Allahü teâlâ da onu affediyor. Yine eski *Derece* sine kavuşuyor.

BAZI PEYGAMBERLERİN MESLEKLERİ

Âdem aleyhisselâm: İlk ziraat mühendisi ve çiftçiydi.


İdris aleyhisselâm: İğneyi ilk keşfeden, ona delik açan, iplik geçiren olduğundan, terzilerin, örücülerin piri sayılır.


Nuh aleyhisselâm: Marangozların, gemicilerin piriydi. Tufan’ı ile meşhurdur.


Hûd aleyhisselâm: Tüccar idi. Bütün tüccarların piri sayılır.


Salih aleyhisselâm: Sürülerle develer yetiştirirdi. Sütlerini hem içer, hem de satardı. Devesi meşhurdur.


İbrâhim aleyhisselâm: Kabeyi yeniden inşa edişiyle, Süleyman aleyhisselâm’a ve Mimar Sinan’a önderlik etmiştir. Çok zengindi.


Lût aleyhisselâm: Tarihçi idi. Seyyahların piridir.


İsmâil aleyhisselâm: Avcılık ile geçimini sağlardı. Avcıların piriydi. Kurban edilmek istendi. İbrâhim aleyhisselâmın oğludur.


İshak aleyhisselâm: Çobandı. İbrâhim aleyhisselâmın oğludur.


Yâ’kub aleyhisselâm: Çobandı. Oğlu Yûsuf’dan ayrı kaldı.


Yûsuf aleyhisselâm: Köle olarak satıldı. Sabretti, sultan oldu. Saati ilk keşfetti. Bolluk zamanında mahsulleri depolayıp, kıtlık zamanında dağıttı.


Eyyûb aleyhisselâm: Ziraatcıydı. Sabrı ile meşhurdur.


Şu’ayb aleyhisselâm: Ziraatcıydı. Hatipti. Kendisine Hatibu’l-Enbiya denilmiştir.


Mûsâ aleyhisselâm: Çobanlık yapmıştır. Allahü teâlâ ile Tûr dağında konuştu.


Hârun aleyhisselâm: Vezirdi. Mûsâ aleyhisselâmın abisiydi.


Dâvud aleyhisselâm: Demiri işleyen, zırh yapan ve düzenli ordular kuran, Calut’un ordularını mağlup eden bir kumandandır.


Süleymân aleyhisselâm: Hükümdardı. Her hayvanın dilini bilirdi. Bakırı ilk işleyen odur. Dâvud aleyhisselâmın oğludur.


Yunus aleyhisselâm: Balık avlardı. Balıkçıların piriydi. Balık karnında 40 gün kaldı.


İlyas aleyhisselâm: Dokumacı ve iplikçilerin piriydi.


Elyesa’ aleyhisselâm: Mûsâ’nın dinini İsrâiloğullarına yaydı.


Zülkifl aleyhisselâm: Ekmek pişirirdi, fırıncıların piriydi.


Zekeriyyâ aleyhisselâm: Marangozdu. İbâdete son derece düşkün bir âbiddi.


Yahya aleyhisselâm: Temiz kalbli, son derece iffetliydi. Zekeriyyâ aleyhisselâmın oğlu idi.


İsâ aleyhisselâm: Avcıydı. Av âleti ile geçimini temin ederdi. Avcıların piriydi. Aynı zamanda doktorların piridir.


Muhammed aleyhisselâm: Peygamberlerin sonuncusu ve her bakımdan en üstünüdür.


Türkiye Takvimi

Cenaze, nasıl yıkanır?

Teneşir etrafında, önce buhur otu yakılıp üç veya beş defa dolaştırılır.

Cenaze, örtülü olarak, tütsülenmiş teneşir üzerine, sırt üstü veya kolay olan şekilde yatırılır. Göbek ile diz arası örtülü olarak yıkanır. Çünkü, kadının kadınlar için avret yeri, erkeğin erkekler için olan avret yeri gibidir. Teneşire, kıbleye karşı yatırmak sünnettir.


Teneşir, göbeğe kadar yüksek ve az eğik olmalı. Su, pek sıcak olmamalı, tuzlu olmalı. Serin ve tuzlu su, çürümeyi geciktirir. Ölü, çocuk da olsa, önce abdest aldırılır. Fakat, ağzına, burnuna su verilmeyip, bez ile temizlenir. Ağzına su kaçarsa, çabuk çürümesine sebep olur. Önce yüzü yıkanır. Sonra, kolları yıkanıp, başı, kulakları ve ensesi mesh edilir ve ayakları yıkanır. Kâfurlu su ile, bu yoksa, yalnız su dökerek, başı ve sakalı, sabun ile yıkanır. Sonra sol yanına çevrilip, sağ yanına su dökülür.


Su, teneşir tahtasına değen yerlerine kadar akıtılmalı, sonra, sağ yanına yatırılıp, sol tarafına, omuzdan ayağa kadar su dökülür. Sonra oturtulup, karnı hafifçe bastırılır. Bir şey çıkarsa, yıkanır, yani su döküp giderilir. Sonra sol yanına yatırıp, sağ yanı tekrar yıkanır, yani omuzdan ayağa kadar su dökülür. Böylece sünnete uygun, yani üç kere yıkanmış olur. İki yanı yıkanırken de, üç defa su dökülür.


Hasta, cünüp olarak vefat etmiş olsa da, bir defa yıkanır. Yıkandıktan sonra, abdesti bozan şeyler çıkarsa, tekrar yıkanmaz ve abdest aldırılmaz. Yalnız çıkan şeyler, su dökerek giderilir. Ölüyü yıkarken, niyet etmek sünnettir. Niyetsiz, temiz olur ise de, farz sakıt olmaz.


Yıkama yerine, yıkayıcılardan başkası girmez. Velisi girebilir. Yıkayanlar, emin kimse olmalı. Cenazede gördüğü iyi şeyleri söylemeli, kötü şeyleri söylememeli. Ölünün ayıbını açığa çıkarmamalıdır.


Zaruret yoksa, kokmaması için, morga koymak yerine, çabuk gömmeli, yolcu gelecek diye bekletmemeli. Canlıya eziyet veren şey, ölüye de verir. Bunun için, çok soğuk ve çok sıcak su ile yıkanmaz. Zemzem ile yıkamak, caiz değildir. Saçları dökülürse, kefeni içine konur. Çünkü, insanın her parçası muhteremdir, gömülür. Diri insandan düşen ve kesilen tırnakları, saçları ve dişleri de, gömmek sünnettir.


Yıkandıktan sonra, teneşir üzerinde, bez ile kurulanır. Saçları ve sakalı arasına kâfuri konur. Secde ettiği organlarına [alnına, burnuna, dizlerine, el, ayak parmaklarına], kâfuri serpilmiş pamuk konur.


Ölünün saçlarını taramak, saç, sakal, bıyık ve tırnaklarını kesmek, Hanefi mezhebinde caiz değildir. Ağız, burun ve kulak deliğine, gözlere pamuk koymak caizdir.


Su bulunmadığı zaman, teyemmüm yaptırılıp, namazı kılınır. Sonra su bulunursa, yıkanır. Fakat, namazı tekrar kılınmaz. Ölü yıkayacak kimsenin, önce gusletmesi müstehaptır. Cünübün ve özürlü kadının yıkaması, mekruhtur. Cenaze yıkanmış su, müstamel su olur. Necis olur. Bunun için, yıkayanların üstüne sıçramaması, peştamal sarınmaları gerekir. [Başka bir kavle göre ise, cenazenin üstünde necaset yoksa, necis olmaz.] Cenaze, yıkandıktan sonra temiz olur.

İnsan dünyada kimi seviyorsa ahirette de onunla beraber olacaktır

Bir hadîs-i şerîfde, (İnsan, dünyâda kimi seviyorsa, âhıretde onun yanında olacakdır) buyuruldu. Onun yolunda bulunmazsa, sevgisi sahîh olmaz. İnsan, dînine ve emânetine güvendiği sâlih kimselerle arkadaşlık etmelidir...


Yüksek rûhlar, sevdikleri rûhları yukarı çekerler. Alçak rûhlar da, aşağı çeker. İnsan, öldükden sonra, rûhunun nereye gideceğini, dünyâda sevdiklerinin hâlinden anlamalıdır. İnsan, başkasını tabî'at îcâbı veyâ akl îcâbı veyâ kendisine yapdığı iyilikler îcâbı veyâ Allahü teâlânın rızâsı için sever.


Dünyâda birbirini seven kimselerin rûhları birbirlerini cezb etdiği gibi, kıyâmetde de birbirlerini cezb ederler. Enes bin Mâlik "radıyallahü anh" diyor ki, müslimânları yukardaki hadîs-i şerîf sevindirdiği kadar, hiçbir şey sevindirmemişdir.


Kâfirleri seven onlarla birlikde Cehenneme gidecekdir. Sevgilisine tâbi' olmamak, insanın elinde değildir. Sevmenin en kuvvetli alâmeti, sevgilinin sevdiklerini sevmek, sevmediklerini sevmemekdir.


İslâm Ahlâkı

AHÎRET ŞEHİTLERİ YIKANIR VE KEFENLENİRLER

Boğularak, yanarak, garîb, kimsesiz olarak, dıvâr ve enkâz altında kalarak ölenler ve ishâlden, tâ’ûndan [sârî hastalıklardan], 

lohusalıkda, 

sar’a hastalığında, 

Cum’a gecesinde ve gününde, 

din bilgilerini öğrenmekde, öğretmekde ve yaymakda iken ölenler 

ve âşık olup, aşkını, iffetini, nâmûsunu saklarken ölenler, 

zulm ile habs olunup ölenler, 

Allah rızâsı için müezzinlik yaparken, 

islâmiyyete uygun ticâret yaparken, 

çoluk çocuğuna din bilgisi öğretirken ve ibâdet yapmaları için çalışırken vefât edenler, 

hergün yirmibeş kerre (Allahümme bârik lî filmevt ve fî-mâ ba’d-el-mevt) okuyanlar, 

Duhâ ya’nî kuşluk nemâzı kılanlar, 

her ay üç gün oruc tutanlar, 

yolculukda da vitr nemâzını terk etmiyenler, 

ölüm hastalığında, kırk kerre (Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü min-ez-zâlimîn) okuyanlar, 

her gece Yasîn okuyanlar, 

abdestli olarak yatanlar, 

devâmlı olarak mudârâ edenler [ya’nî dîni korumak için dünyâlık verenler], 

gıdâ maddeleri getirip ucuza satanlar, 

soğukda gusl abdesti alınca hastalanıp ölenler, 

her sabâh veyâ akşam devâmlı olarak üç kerre (E’ûzü billâhissemî’il’alîmi mineş-şeytânirracîm) ile (Haşr) sûresinin sonunu [Hüvallahüllezî..yi] okuyanlar (Âhıret şehîdi) olurlar. 


[Tâm şehîd yıkanmaz. Kefene sarılmaz. Kefen mikdârından fazla olan elbisesi soyulup, çamaşırı ile defn olunur. Cenâze nemâzı, Hanefîde kılınır. Şâfi’î mezhebinde kılınmaz. Âhıretde de şehîd sevâbına kavuşurlar. 

ÂHİRET ŞEHÎDLERİ İSE YIKANIR VE KEFENLENİRLER]

[Bu yazının temamı Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye kitabının 998. Sahifesindedir.]

Nefsimi müdâfaa edecek değilim

Zamânın hükümdârı bir gün Zünnûn-i Mısrî hazretlerini, hakkındaki ithamların aslını öğrenmek için huzûruna çağırttı.


Hükümdârın yanına götürülürken yolda bir ihtiyarla karşılaştı. İhtiyar, Zünnûn-i Mısrî hazretlerine bakarak; "Şimdi seni hükümdârın yanına çıkartacaklar. Sakın ondan korkma, onu üstün görme, asıl korkulacak Allahü teâlâdır. Kendini haklı göstermeye çalışma. Yapılan ithamlar dışında isen, sana haksızlık yapılmışsa Allahü teâlâya sığın, seni kurtarır." dedi.


Hükümdârın karşısına çıkarılınca, hükümdar; "Senin için zındıktır, doğru yoldan ayrıldı, kâfirdir, diyorlar. Bu ithamlara karşı ne dersin?" diye sordu.


Zünnûn-i Mısrî hazretleri; "Ne söyleyeyim. Hayır, değilim desem, bana bu isnâdı yapmış olan müslümanları itham etmiş, onların yalancı olduklarını söylemiş olurum. Evet, öyledir desem, yalan söylemiş olurum. Bu bakımdan siz reyinize mürâcaat ediniz ve hükmünüzü buna göre veriniz. Ben nefsimden yana olup, onu müdâfaa edecek değilim." dedi.


Bunun üzerine, hükümdâr biraz düşünüp; "Bu kimse yapılan iftirâlardan uzaktır." diyerek onu serbest bıraktı.

DÜNYÂ NEDİR?

Hasan-ı Basrî' hazretlerinin Ömer bin Abdülazîz'e yazdığı bir mektûb şöyledir:


“Şüphesiz ki dünyâ, geçip gidilecek bir konaktır. Ebedî kalacak yer değildir. Dünyâda zenginlik ona dalmamaktır. Üzerinde yaşayanlar her an birer birer ölmektedir. Onu üstün tutan zillete, toplayan fakîrliğe düşer. Dünyâ zehir gibidir. Onu bilmeyen yer, o da onu helak eder (öldürür). Dünyâda, yaralı olup da yarasını tedâvi ile uğraşan kimse gibi ol. Yaralı kimse yarasının azmasından korkarak perhiz yapar, daha şiddetli acıya düşmemek için çekdiği acıya sabreder. Tuzakları süsler altında gizlenmiş olan şu gaflet dünyâsından sakın. Ona dalma! Bitmeyen arzularla gönüller çeken sözlerle süslenmiş, nicelerini aldatıp, kendine meftun etmiştir. Süslenmiş gelin gibidir. Gözler ona bakmakta, kalbler ona hayran, nefisler ona âşık, o ise âşıklarını helak ediyor. Yaşayanlar ölenlerden, sonrakiler öncekilerden ibret almıyor. Ârif olanlar bile bu husûsta dalgındır. Ona düşkün olan, ondan dünyalık elde eder. Fakat aşırı giden aldanır, âhırete gideceğini, dönüşünü unutur. Kalbi dünyâya dalar ve ayağı kayar. Sonra da büyük bir pişmanlığa ve derin bir hasrete düşer.”

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ, kullarına ve bütün dünyaya, *Dîni* ni öğretmek için, bizi *Vâsıta*kılmış. Hepimizi yâni. 


Kimimiz *Paket* yaparız, kimimiz *Yazarız*, kimimiz *Satarız*, kimimiz postâneye götürürüz. Hepimiz *Hizmet* ediyoruz. 


Bu, ne büyük *Ni’met* dir efendim. Eshâb-ı kirâmın *Vazîfe* si bu. Eshâb-ı kirâm niçin çok *Yüksek* dir, niçin çok *Şerefli* dir? Çünkü hepsi de, islâmiyet yolunda çalışdılar. 


*İslâmı* yaymak için uğraşdılar. Canlarını *Fedâ* et-diler. Taa Mekke’den, Medîne’den kalkdılar. İstanbul’a geldiler. 


Meselâ *Hazret-i Hâlid*, yâni *Eyüp Sultân* hazretleri. Hepsi de, dîn-i islâm uğrunda canlarını *Fedâ* etdiler. Niçin? Allahın dînini *Yaymak* için. 


Biz de öyle çalışıyoruz Elhamdülillâh. Allahü teâlânın dînini *Yaymak* için uğraşıyoruz kardeşim. Allah da bize *Yardım* ediyor. 

● ● ● 

Birgün Süleymâniye câmiine namâza gitdim, hocalar toplanmışlar, *Müzik* çalışıyorlardı. Çıkarken, yaşlı bir kadıncağız geldi. *Mevlîd* okutacakmış. 


Kapıda bir çocuk vardı, ona hocayı sordu. O da; *Biraz bekle, ders yapıyorlar*, dedi. 


Ben dedim ki; *Anneciğim*, bunlar Beyoğlu ndan öğretmen getirmişler, *Müzik* çalışıyorlar, bunlara *Mevlîd* okutulmaz. Sizin mahallenizde tanıdık *Hâfız* yok mu? 


Kadıncağız *Var* dedi, çok memnun oldu. Allah râzı olsun deyip gitdi. 

● ● ● 

Hadîs-i şerîf var kardeşim. *Cömerd* in ikrâmını alın, yiyin, *Şifâ* olur. *Hasîs in verdiğini almayın, yemeyin, *Zehir* olur. *Cömert* lik, güzel bir *Huy*. 


Mekkî Efendi de anlatırdı. Derdi ki: *Cömertlik*, Cennetde olan bir *Ağaç* dır. Bu ağacın kökü *Cennet* de, dalları ise dünyâdadır. 


Bu dallar, *Cömert leri kendilerine yapıştırır ve *Cennete* çekerler. Onlar istese de, istemese de, o dallara *Yapışır* lar. *Cimrilik* de bir *Ağaç* dır.


Onun da kökü *Cehennem* de, dalları dünyâdadır. Bu dallar da, *Cimri* leri kendine yapıştırır ve *Cehenneme* çeker, yine mıknatıs gibi. *Mekkî âbi* böyle anlatırdı efendim.

Mâlik bin Dînâr'a ders veren çocuk!

Mâlik bin Dînâr hazretleri, evliyânın büyüklerindendir. Künyesi Ebû Yahyâ, lakabı Zeynüddîn’dir. Benî Süleym kabîlesindendir. Basra’da doğdu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. 748 (H.131) târihinde Basra’da vefât etti... HASAN-I BASRİ’YE TALEBE OLDU...

Mâlik bin Dînâr, gençliğinde mal mülk sâhibi bir zengin yiğitti. Hasan-ı Basrî hazretlerine talebe olunca, bütün mallarını ve parasını, fakir talebelere harcadı. Kalbinden Allahü teâlânın aşkından başka her şeyin sevgisini çıkardı. 

Bir gün kendisine; “Dünyâda en güzel kazanç nedir?” dediler. Cevap olarak; “Şu üç şey dünyâda en güzel kazançtır. 1) Allahü teâlânın sevgili kullarının sohbetinde bulunmak ve din kardeşleri ile sohbet etmek, 2) Geceleri teheccüd namazı kılmak ve doya doya Kur’ân-ı kerîm okumak, 3) Allahü teâlâyı hiç unutmayıp, O’nu zikretmek, anmak” buyurdu.

Yine bir gün; “Kimin gözü ve gönlü, şu fânî hayattan ebedî hayat için iyi bir ders almamış ise, onun kalbi perdeli ve ameli azdır” buyurdu...

Mâlik bin Dînâr hazretleri bir hâtırasını şöyle anlatır: 

“Bir gün toprakla oynayıp bâzan gülen bâzan ağlayan bir çocuğa rastladım. Önce çocuğa selâm vermek istedim. Fakat kibirden selâm vermedim. Hemen nefsime; ‘Ey nefis! Peygamber efendimiz büyüklere de küçüklere de selâm verirdi’ diyerek çocuğa selâm verdim. Çocuk; 

-Ve aleyküm selâm, ey Mâlik bin Dînâr! diye cevap verdi. Hayret içinde kalarak çocuğa; 

-Sen beni hiç görmediğin halde nasıl tanıdın? diye sordum. Çocuk; 

-Ruhlar âleminde benim rûhumla senin rûhun karşılaştı. Orada bizi Allahü teâlâ karşılaştırdı, dedi. Çocuğa; 

-Akıl ile nefs arasında ne fark var? diye sorunca, çocuk; 

-Nefsin seni selâmdan men etti. Aklın ise seni selâm vermeye teşvik etti, diye cevap verdi. 

-Sen neden toprakla oynuyorsun? diye sordum. Çocuk; 

-Topraktan yaratıldık, yine toprağa karışacağız, dedi. Ben yine; 

-Seni bâzan ağlarken, bâzan gülerken görüyorum. Sebebi nedir? diye sordum; 

-Rabbimin azâb edeceğini hatırladığım zaman ağlıyorum. Rahmetini hatırladığım zamansa tebessüm ediyorum, dedi. 

-Ey oğul! Senin hangi günâhın var ki ağlıyorsun? diye sorunca, çocuk; 

-Ey Mâlik! Böyle söyleme. Zîrâ ben, anam ateş yakarken, küçük odun olmadan, büyüklerin tutuşmadığını gördüm, diye cevap verdi... 

Bunları söyledikten sonra “Allah” diye feryad edip ruhunu oracıkta teslim etti.”

Son nefes korkusu

 Din büyüklerimizin en çok korktuğu şey, son nefes olmuştur.

Meselâ; Ahmed ibni Hanbel hazretleri, tam sekerât hâlindeyen, birden 3 defa "Olmaz! Olmaz! Olmaz!" diye bağırıp, tekrar yatağa düşer. Oğlu yanına yaklaşıp sorar:

- Babacığım,"Olmaz!" diye bağırmanızın sebebi neydi?

- Melûn şeytan, "Müslümanlığı bırak, Hıristiyan ol, Cennete gideceksin!" dedi. Ben de; "Olmaz!" dedim. O defolup gitti der ve Kelime-i şehâdet getirip vefât eder...

Cüneyd-i Bağdadi hazretleri de, ölümüne yakın ağlamaya başlar. Talebeleri, neden ağladığını sorunca da buyurdu ki;

- Sonumdan korkuyorum. İnsanın ameli, ince bir iplikle tavana asılmış gibidir. Her zaman öyle gider ve gelir. Amelim yok demiyorum, ama sabit değil, nerede duracağı bilinmez. Allah korusun, sol tarafta durursa ne olur benim hâlim? Onu düşünüp ağlıyorum. Sonunda Kelime-i şehâdet getirip vefât etti...

İşte her mümin de, bu büyük zatlar gibi son nefesinde îmânsız gitmekten korkup çok duâ etmeli, Allahü teâlânın rahmetinden de ümidini kesmemelidir.

Nefsini hak ile meşgul et

 İmam Şafii Hazretleri  buyuruyorki: 


Sufiler ile arkadaşlık ettim. Onlardan sadece iki cümle istifadem oldu. 


* ''Vakit kılıç gibidir, sen onu kesmezsen o seni keser.''


* ''Nefsini hak ile meşgul et yoksa o seni batıl ile meşgul eder.''

Şükretmek nasıl olur?

Şükür, her nimetin Allah’tan geldiğini bilip yerinde sarf etmek ve dille de hamd etmektir. Şükür, kendini o nimete layık görmemektir. Şükür, nimeti değil, nimeti vereni görmektir. Nimet sahibinin emirlerine uyup yasakladıklarından sakınmaktır. Bu da, kalb, dil ve diğer azalarla olur. Kalble iyiliğe niyet eder. Dille hamd eder, şükrünü açıklar. Uzuvlarla şükürse, Allahü teâlânın verdiği nimetleri, onun sevdiği ve istediği yerlerde kullanmaktır.


Allahü teâlâya layıkıyla şükretmek mümkün değilse de, şunlar yapılırsa, şükredilmiş kabul edilir:


1- Bütün nimetlerin Allahü teâlâdan geldiğini bilmek. Allahü teâlâ, Musa aleyhisselama buyurdu ki:

(Bir kimse, kendine verdiğim nimeti benden bilip kendinden bilmezse, nimetlerin şükrünü eda etmiş olur. Bir kimse de, rızkını kendi çalışmasıyla bilip, benden bilmezse, nimetin şükrünü eda etmemiş olur.) [İ. Gazali]


2- Nimetleri Allahü teâlânın istediği şekilde kullanmak. Mesela gözün şükrü, ibretle bakmak, harama bakmamak ve Müslümanların, arkadaşların kusurunu görmemektir. Kulağın şükrü, iyi şeyler dinlemek, kötü şeyleri, söylenilen ayıpları dinlememektir.


3- Kendimiz dinin emir ve yasaklarına uyarken, diğer insanların da bu nimetten istifade etmesini, hidayete ermelerini sağlamak için çalışmak.


4- Allahü teâlâ bir kula çeşitli nimetler verince, kulun buna layık olmadığını düşünüp utanması şükür olur. Şükürdeki kusurunu bilmesi de şükür olur. Şükredemiyoruz diye özür beyan etmesi de şükürdür. (Allahü teâlâ, kusurlarımı örtüyor) demesi de şükürdür. Şükür vazifesini yerine getirmenin Allahü teâlânın bir lütfu olduğunu düşünmek de şükürdür.


5- Allahü teâlânın verdiği her şeye razı olmak.


6- Nimetlerden istifade edildiği müddetçe, Allahü teâlâya isyan etmemek.


7- Yapılan iyiliği anıp ihsan edeni övmek, yani dille de Elhamdülillah demek.


8- Bir hadis-i şerif meali şöyledir:

(“Allahümme mâ esbaha bi min ni’metin ev bi-ehadin min halkıke, fe minke vahdeke, lâ şerike leke, fe lekel hamdü ve lekeşşükr” duasını, gündüz okuyan o günün, akşam okuyan o gecenin şükrünü ifa etmiş olur.) [M. Rabbani 3/17] (Akşam okurken, esbaha yerine emsâ denir.)


9- Vasıtalara da şükretmek. Allahü teâlâ nimetlerini, rızkımızı birileri vasıtasıyla gönderiyor. Onlara teşekkür etmekle de, Allahü teâlâya şükretmiş oluruz. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(İnsanlara teşekkür etmeyen Allahü teâlâya şükretmemiş olur.) [İ. Ahmed]

Vefâ

Son derece vefâkâr idiler. En başta İslâm âlimleri ve Osmanlılara “Osmanlılar olmasaydı, biz şimdi Müslüman ve Ehl-i sünnet olamazdık” derlerdi. Hocası Seyyid Abdülhakîm Efendinin talebeleri ve aile efrâdına hürmet ve ihsanlarda bulunmayı bir vefâ vecibesi addederlerdi. Bursa’da gezerken rastladıkları, aldığı emre rağmen, sahurda suları kesmeyen ve kendilerine bir bardak çay ikram eden su deposu bekçisini, maaş kuyruğunda sırasını kendilerine veren yüzbaşıyı vefatlarına kadar unutmadılar ve ruhlarına okudular. Hısım akrabayı arayıp sorar; talebelerini gönderip bir arzuları varsa, yerine getirmeye çalışırlardı.

İşbu hikmetli ve faziletli yazı, büyük islam âlimi merhum ve mağfur Hüseyin Hilmi Işık Efendinin mümtaz ve kıymetli talebelerinden nakildir Efendim..

Öfkelenme

Usul'ül-Kâfî kitabında nakledilir:


Bir adam, çölden Medine'ye geldi ve Resul-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimizin huzuruna çıktı. O'ndan bir nasihatte bulunmasını istedi. 


Resul-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz ona "Öfkelenme" buyurdu ve bundan fazla bir şey söylemedi. 


Adam kabilesine döndü. Kendisinin yokluğunda, kendi kabilesinin gençleri, diğer kabilenin hayvanlarını çalmışlar, bu sebeple iki kabile birbiriyle kavgaya hazırlanmışlar. Bunu işitince hemen silahını kuşandı ve kavgaya hazırlandı. 


Bu sırada Resul-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimizin "öfkelenme" sözünü hatırladı. "Şimdi o söze ittiba etmenin tam zamanı" diye kendi kendine düşündü. Düşman kabilenin reisini çağırdı.


Dedi ki, "Bu kavga ne içindir? Cahil gençlerimizin verdiği ziyana bakılırsa, ben kendi malımdan zararı ödemeye hazırım. Küçük bir şey için birbirimizin kanını dökmenin bir faydası yoktur."


Diğer kabile, adamın akıllıca sözlerini işittikten sonra, gayret ve mertlikleri tahrik oldu ve "Biz senden az değiliz, madem ki durum böyledir, biz de kendi iddiamızdan vazgeçeriz." dediler. 


Böylece Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) bir sözüne uymakla birçok kişinin hayatı kurtuldu.

Bayramzâde Zekeriyyâ Efendi

Ankaralı Zekeriyyâ Efendi (Bayramzâde) Osmanlı Devletinin yirmi birinci şeyhülislâmıdır. Ankaralı Bayram Efendi’nin oğludur. 920 (m. 1514) senesinde Ankara’da doğdu. İlk tahsilini memleketinde ağabeyi Ya’kûb Efendi’nin yanında tamamladı. Sonra İstanbul’a gelerek, Arabzâde ile Abdülbâkî ve Ma’lûl Emîr Efendi’den ders aldı... 

NAHCİVAN SEFERİNE KATILDI

Emîr Efendi, Bayramzâde’yi çok severdi. Beraberinde onu Mısır’a götürdü. Orada, büyük âlim Ali bin Gânim el-Makdîsî’nin derslerine devam ettiler...

İstanbul’a dönüşünden sonra, Bursa’daki Hamza Bey Medresesi’ne müderris olarak ta’yin edilen Zekeriyyâ Efendi, 961 (m. 1554) senesinde Cihân Pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân Hân’ın mâiyetinde Nahcivân Seferine katıldı. Harb sonrasında ise Bursa’da Kaplıca Medresesi’ne ta’yin edildi.

İlimdeki yüksekliğini kabûl ettiren Bayramzâde’yi zamanının âlimleri çok medhettiler. Önce Edirne’de Üç Şerefeli Câmi Medresesi’ne oradan da İstanbul’a, Sahn-ı semân Medresesi’ne müderris olarak tayin oldu. Daha sonra da Sultan Selim Câmii Medresesi’ne getirildi. Bir sene sonra da Haleb kadılığına ta’yin edildi. Daha sonra da sırasıyla, Bursa ve İstanbul kadılıklarında bulundu. Bu esnada, üçüncü defâ İstanbul’un nüfus ve emlâk sayımını yaptırdı. 989 (m. 1581) senesinde Anadolu kadıaskerliğine terfî ettirildi. Bu vazîfesinde az kalıp, 991 (m. 1583)’de emekliye ayrıldı. Altı sene sonra bir hac dönüşü tekrar me’mûriyet hizmetine alınıp, Rumeli kadıaskerliğine ta’yin edildi. Bu vazîfesine devam ederken, Bostanzâde Mehmed Efendi’nin yerine şeyhülislâm oldu... 


RÜYÂSI GERÇEK OLDU...

Bir yıl, iki ay, iki gün şeyhülislâmlık makamında kalan Zekeriyyâ Efendi 1001 (m. 1593) senesi Şevval ayının onsekizinci günü, Sultan Üçüncü Murâd'ın hil’at giydirdiği bir sırada vefât etti. Vefâtından bir gece evvel, Resûlullah’ı rü’yâsında görüp, kendisine; “Ey Zekeriyyâ, yârın sen Sultan ile buluşur ve bir elbise giyersin. Sonra da bizim yanımızda olursun!” buyurdu. Uyandığında hayretler içinde kaldı. Rü’yâsı aynen gerçekleşti. Vefat ederken yanındakilere bu rüyasını anlattı ve ruhunu teslim etti. Sultan Selim Câmii civârında yaptırdığı “Dâr-ül-hadîs”in haziresine defnedildi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben, yeri gelince diyorum ki: Bizim *Kitap* larımız çok *Kıymet* lidir, her kitapdan daha kıymetlidir. Peki neden? Çünkü bizim kitaplarımızın içinde, bana âit, tek bir satır *Yazı* yok.


Onun için kıymetlidir. Bizim kitaplarımızın hepsi, *Büyük* lerin yazılarıdır. *Ehl-i sünnet* âlimlerinin yazılarıdır. *Pırlanta* dır onlar. Onları okuyup da anlıyana ne *Mutlu* kardeşim. 


Ona müjdeler olsun, müjdeler olsun! Bir kimse; *Eûzü billâhi mineş şeytânir racîm* veyâhud da; *Allahümme innî eûzü bike min hemezâtiş şeyâtîn* derse, şeytân kaçar gider. 


İnsanı aldatamaz, *Günâh* işletemez. Bunu her gün, sabah akşam okuyun kardeşim. Bunun mânâsı; Yâ Rabbî, beni *Şeytân* ların şerrinden *Muhâfaza* eyle! demekdir. 


En *Kötü* şeytân kimdir? *İnsan* şeytânı. Yâni kötü insanlar, kötü arkadaşlar, zararlı yayınlar. Beni, onların *Şerrin* den muhâfaza et yâ Rabbî! diye bu duâları okuyacağız kardeşim.


Cenâb-ı Hakkın *Ni’met* leri, bizi peşimizden *Tâkib* eder. Ama biz onları görmeyiz, bilmeyiz. Cenâb-ı Hak onlara emretmişdir; 


*Sen falancanın rızkısın!* diye. O rızık, bizi tâkib eder. Kimse kimsenin *Rızkı* nı yemez. Hiç kimse, *Kendi* rızkını bitirmedikçe ölmez. 


*El mer’ü mea men ehabbe*. hadîs-i şerîf bu. Yâni, insan dünyâda *Kimi* severse, âhiretde Onun yanında olacak. Ne büyük *Müjde*. Biz büyüklerimizi seviyoruz kardeşim.


Helâl *Lokma*, helâl *Rızık*, hem kalbe, hem de bedene şifâ verir kardeşim. Diyelim ki, iki komşu var, biri *Fakîr*, diğeri *Zengin*. 


Fakîr olan komşu, zengin olan komşusuna, *Hasta* olduğu için, âdetdir Anadolu’da, *Çorba* yapıp götürüyor. Zengin de, bu çorbayı *Tevâzû* ile alıyor ve *Besmele* ile içiyor. 


Ne oluyor? *Şifâ* buluyor efendim. Neden? Hadîs-i şerîf var çünkü: *Tehâdû tehabbû*. Nedir bunun mânâsı? Peygamberimiz aleyhisselâm buyuruyor ki: 


*Hediye* leşin ki, birbirinize olan *Sevgi* niz artsın. En muhtaç olduğumuz şey, *Sevgi* dir. Sevgi o kadar mühimdir ki, bu kâinâtın yaratılmasına, *Sevgi* sebep olmuşdur. 


Allahü teâlâ, hazret-i Peygambere *Habîbim* dedi. Efendi hazretlerinin *40 Hadîs* kitâbı var. O hadîs-i şerîflerden birinin îzâhı şöyle:


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, bu hadîs-i şerîf hakkında buyuruyor ki: Bütün peygamberler *Allahü teâlâ* ya âşıktır. Allahü teâlâ da *Peygamberimize* âşıkdır.