Bugün Napoli’den geldim. Eski hatıraları tekrar yaşamak için okuduğum okula gitmiştim. Odama girdim. Harap olmuş bir okul. Baktık, eskilerden kimse kalmamış. İnsanlar değişmiş. Birkaç kişi bizi tanıdılar. Hayâl oldu hepsi. Tabii bundan otuz üç sene evveldi, Napoli’ye ihtisas için gitmiştim. Orada günler geçmiyor. Sanki saatler gün gibi, günler ay gibi geçiyordu, ne yaparsın? *Garibin yapacak bir şeyi de yok ki, oturur ağlardım. Yâ Rabbî, bu vakit nasıl geçecek diye. Hocamız, annem, nişanlım, arkadaşlarım hep İstanbul’da idi. Türkiye gözümde tütüyordu.* Türkçe konuşan bir kimse yoktu. On beş günde bir rıhtıma gidiyordum, ya Karadeniz vapuru, ya da Akdeniz vapuru geliyordu.
*Rıhtımda, Karadeniz ve Akdeniz vapurlarının üzerinde bayrağımı görüyor, Karadenizlilerle biraz konuşuyordum.* Ama her on beş günde bir dubanın üstünde duruyor, etrafı seyrediyordum. Nihayet bir gün çımacının biri, “Sen deli misin arkadaş? Ne zaman gelsem burada buluyorum seni” dedi. Dedim doğru, biraz delilik var, bakalım sonu ne olacak. Durumumu anlattım kendisine, “Sana acıdım şimdi, ver şu annenin adresini” dedi. Annemin adresini verdim. Tabii on beş günde bir Karadeniz vapuru geliyor, on beş günde de Akdeniz vapuru. *Bu çımacı arkadaş Karadeniz vapurundaydı. Her ay anneme mektup gider, kavurma ile birlikte cevabı gelirdi. Çımacı, annem ile aramızda bir posta görevini görmeye başladı.
*NAPOLİ’DE TÜRK KONSOLOSLUĞU*
* Bir gün konsolosa gittim, ben burada Türkçe konuşamadan öleceğim galiba, çok sıkılıyorum dedim. Burada bir Türk yok mu? Bana bir adam söyle, bir adres ver, biriyle konuşayım. Ben Türkçe konuşmak istiyorum dedim. “Biri var ama sen onunla görüşemezsin” dedi. Kim var dedim, “Abdülhamîd’in karısı var” dedi. Abdülhamîd? Kim bu Abdülhamîd dedim. “İşte var ya bir tane, padişahtı, öldü gitti” dedi. Yani deli oldum bu sözlere. Adamdaki edepsizliğe bakınız. “Abdülhamîd ve karısı” diye terbiyesizce hitap ediyor, ulu bir sultana ve hanımefendisine.
** Belki de Napoli’ye gitmemin, orada bulunmamın en büyük hikmetlerinden, sebeplerinden biri de buydu.* Dedim, ver bana adresini. “Versem de bir işe yaramaz, çünkü görüşmüyor kimseyle” dedi. “Sen ver bana.” Adresi aldık ama şimdi ben de korktum, ya kabul etmezse diye.*
*Oturdum bir mektup yazdım. Eğer kabul etmezse, bu mektubu kapının aralığından içeriye atarım diye hazırlık yaptım. Ama mektupta içimi döktüm adamakıllı. Neyse, bir akşam vakti okuldan çıktım, doğru adrese, buldum evi. Kapıyı çaldım, ismini sonradan öğrendiğim Celâl isminde yaşlı bir adam çıktı, “Kim o?” dedi, Türküm dedim. Kapıyı yarım açtı ve kapıya çengeli koydu. “Ne var?” dedi. Ben mektubu kapıdan içeri attım. “Ne o?” dedi. Dedim, beni almıyorsunuz içeriye de, ben mektup yazdım, mektup içeride. “Niye geldin?” dedi. Dedim, “Kadın Efendi’yle görüşmek istiyorum.” “Sen fena bir adama benzemiyorsun, bir dakika dur bakalım” dedi. *Neyse efendim, seksen seksenbeş yaşlarında ihtiyar bir nine, böyle iki büklüm geldi, göremiyor da karanlıkta. “Kim o?” dedi. Dedim anneciğim, Allah aşkına aç şu kapıyı, ben senin düşmanın değilim, ben dostum, seni seviyorum, İstanbul’dan geldim dedim.*
* Kapıyı açan adamla bir bakıştılar şöyle göz göze, bu sefer kadın efendi, *“Bu fena adama benzemiyor, kapıyı açalım”* dedi. Yoksa açmıyorlardı. Kapıyı açtılar, içeriye girdik. Efendim, gece yarısına kadar konuştuk. İnanamadı kadıncağız. Yani benim varlığıma inanamadı. *İsmi Behice Hanım Sultân idi. Dedi ki, “Bak evladım, benim iki tane evladım oldu, ben ikisini de göremeden ayrıldık birbirimizden, ne hâldeler bilemiyorum. Yani ben evlat sevgisine muhtaç bir insanım. Gel, sen benim evladım ol” dedi. Aldı benim başımı göğsüne, başımı okşadı, “Evladım her akşam gel sen”* dedi. Tamam dedim anneciğim peki. Sonra gitmeye başladık, dertleşiyoruz, konuşuyoruz, anlatıyoruz, o anlatıyor ama bir dolu hatıralar, bilemezsiniz. Çok büyük gerçekleri duydum ondan. İşte, canlı bir şahit olarak anlattı.*
*CANLI TARİHTİ…*
* Behice Hanım Sultân, *“Padişahımızın, yastığının altında tuğlası vardı. Ne zaman uyansa, evvelâ tuğlayla teyemmüm yapar, ondan sonra abdest almaya giderdi. Niye? Abdestsiz yere basmamak için. Musluğa gidecek kadar mesafeyi dahi abdestsiz yürümemek için teyemmüm yapardı. Ben onun kadar hafızası kuvvetli bir kimse bilmem. Her gün düzenli olarak Kur’ân-ı kerîmden Yâsîn-i şerîf gibi okuyacağı sûreleri veya tesbihatları ezbere okurdu. Fakat ben, onun devleti nasıl idare ettiğini bilemem. Yalnız sarayda, o kadar hanım sultanı nasıl idare ederdi, ona hiç aklım ermiyor. Bizi yarışmaya sokardı. Benim askerime, en fazla kim don gömlek dikerse, bir sarı lira der, akşama kadar lüzumsuz laf etmememiz için, dedikodu yapmamamız için bize iş verirdi. Akşam da altınları alırdık ama iflahımız kesilirdi” dedi.*
* İtalya’da kaldığım müddetçe hep gittim. İhtisasım bitti. Ben Türkiye’ye geldim ama çok duasını aldım, *“Yâ Rabbî, bu oğlumdan beni ayırma”* derdi. Fakat benimle Türkiye’ye gelmesi mümkün değildi, çünkü kanunlar, Osmanlı hanedanını ülkeye sokmaya müsaade etmiyordu. Efendim bir gün hastaneye düşmüş, hasta idi zaten. Hastanenin koridorlarını inletiyor, *“Enver, Enver, Enver!”* diye. Doktorlar demişler ki, “Bu ne diyor?” Celâl Bey gitmiş Kadın efendi’nin yanına, “Kadın efendi, burası İtalya, Napoli. Enver İstanbul’da, niye çağırıyorsun?” demiş. O, *“Enver beni duyar, sen karışma. Enver, Enver, Enver”* demiş. Ve kanun çıktı, bunlar affa uğradılar. Hemen getirttik. Duası şöyleydi, *“Yâ Rabbî, beni bu çocuğumdan ayırma, onun kayın pederi, benim cenaze namazımı kıldırsın.” Ve öyle de oldu. Zaten bir ay yaşadı. Cenaze namazını elhamdülillah mübârek Hocamız kıldırdı. Yahya Efendi Dergâhı’na defnettik.*
ALLAH'Ü TEALA DERECELERİNİ ÂLİ EYLESİN VE BİZLERİ DE YÜKSEK ŞEFAATLERİNE NAİL EYLESİN EFENDİM... AMİİİN...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder