MİNAHLARIN YAZILMAYA BAŞLANMASI

Bu fakir (Hâlid-i Şirvânî), Gavs’ın (kuddise sırruhu) mukaddes sözlerini kaleme almakta geç kaldığımdan ötürü gerçekten büyük üzüntü duyuyordum. Bu üzüntümün üçüncü gününde Gavs hazretleri, sohbet meclislerinde şu beyiti okudular:


“Bu mesnevi (yazılmakta) bir müddet gecikti.

Ancak kanın süte dönüşmesi için bir müddet beklemek gerekliydi.”

Bunda tevazu benim için zillet olurdu

 Birgün Seyyid Sıbğatullah (kuddise sirruhu) seyr u sülukünü henüz tamamlamayan Şeyh Halid'e sorar: "Molla Halid senin ilmin ne kadardır?” O da: “Efendim! Elhamdulillah. Seyyid Şerif Cürcani ve Teftezani kadar ilmi bilgiye sahibim.”diye cevap verir.Molla Halid dışarı çıkınca sohbette bulunanlar onu yadırgamaya başlarlar. “Sen Ğavsın yanında nasıl böyle cevap verirsin? Bu ne cesaret?” dediklerinde O da: “Soruyu soran benim mürşidim Seyyid Sıbğatullah (kuddise sirruhu) olunca ben gerçek neyse onu söylemek zorundayım, gerçeği gizleyemem. Bunda tevazu benim için zillet olurdu. Ama eğer bu soruyu siz sorsaydınız ben de size ilmimin Şerhul Muğni okuyan bir talebe seviyesinde olduğumu söyleyecektim." diye cevap verir.

Her Keşfedilen Zararlıdır

Birgün evlerinde odada oturuyorduk. Abdülhakîm Efendi Hazretleri sohbet ediyordu. Bir ara, “Her keşfedilen zararlıdır. Bir tane istisnâ yoktur” buyurdu. Bunun üzerine Efendi Hazretleri’ne gece gündüz hizmet eden Şâkir abi, “Efendim, elektrik de mi zararlı?” diye sordu. Efendi Hazretleri “Evet” buyrunca, “Efendim, iyi ama eskiden mum vardı, elektrik yoktu. Siz bahçedeki şadırvanda abdest almaya çıkarken mum yakıyorduk, fenere koyuyorduk. Gidiyordunuz, abdest alıyordunuz. Tekrar geliyordunuz. Mumu söndürüyorduk. Neler çekiyorduk! Şimdi daha yatak odasında şöyle çeviriyorsunuz, bahçe de, şadırvan da aydınlık oluyor” dedi. Bahçeye de o elektriği ben almıştım. Bahçedeki şadırvanın duvarına lamba koydum. Kordona bağladım. Efendi Hazretleri evden çıkarken düğmeyi bir çeviriyordu, ortalık aydınlanıyordu. İşte Şâkir Abi bunu misal göstererek elektriğin zararlı olup olmadığını sordu.


Abdülhakîm Efendi Hazretleri buyurdu ki: “Bir şey hakkında hüküm vermek için ekseriyete bakılır. Faydalı tarafı çok olana faydalı denir. Zararlı tarafı çok olana zararlı denir. Çünki dünyada Allahü teâlâ her maddeye tecelli ediyor. Her maddede Allahü teâlânın sıfatları zuhur ediyor. Mesela bütün kâinatı varlıkta tutan, Allahü teâlânın kayyum sıfatıdır. Allahü teâlâ bu kâinatı bıraksa, yani kudretini çekse, herşey o anda yok olur.

Her maddenin, her varlığın, hem faydalı tarafı vardır, hem de zararlı tarafı vardır. Herşeyin iyi tarafı var; çünki Allahü teâlânın rahmet sıfatı var. Herşeyde Allahü teâlânın rahîm sıfatı tecelli ediyor. Ama Allahü teâlânın kahhar sıfatı da var, gadab sıfatı da var. Öyleyse herşeyde kahredici sıfat var. Yani herşeyin zararlı tarafları da var. Meselâ yılan zararlı ama faydalı tarafı da var. Ondan zehire karşı ilaç yapılıyor.


Meselâ Allahü teâlâ insanın nefs-i emmâresini yaratmış. Nefs-i emmârenin faydalı tarafları da var, zararlı tarafları da var. Nefs, Allahü teâlânın düşmanıdır; ama faydalı tarafı var. Meselâ bizim yememiz, içmemiz hep nefs sayesindedir. Herkes para kazanmak için çalışıyor. Yemek, içmek istiyor. Bunun için para kazanıyor. Para kazanmak için de meselâ hayvan besliyor. Köylü harman ve saire yapıyor. Biz de onun sayesinde ekmek yiyoruz. Köylü çalışmasa, ekmeği nereden bulacağız? Köylü hayvanlarına bakmasa, eti nereden bulacağız? Demek oluyor ki, başkalarının nefsi, para kazanmak için çalışıyor. Biz de onların çalışmasıyla istifâde ediyoruz. Sonra nefs olmasa kimse evlenmez. Kimse evlenmezse, kimse dünyaya gelmez. O hâlde insanların yaşaması için nefs-i emmâre lâzım olduğu gibi; insanların yeryüzünde durması da nefs sayesindedir.

Anne ve babamızın nefsleri sayesinde biz şimdi hayattayız. Nefsin bunlardan daha faydalı tarafı var. Onu Peygamber efendimiz bildiriyor: Nefs ile cihâd. Bir muharebede Sahâbe-i kiramdan çokları şehid olmuş, yaralanmış. Peygamber efendimiz Eshâbına, “Cihâd-ı asgardan, cihâd-ı ekbere geldik” buyurmuş. Eshâb buna şaşırınca, “Büyük cihâd, nefsimizle cihâddır” buyuruyor. Nefsle cihâd sayesinde insanlar meleklerden üstün oluyor. Çünki meleklerde nefs yoktur.


Nefsin bir de zararlı tarafı vardır. İnsanı kötü tarafa çekmeye çalışır; haram işlemeye sevkeder. Hiç doymaz. Haram işlerseniz, daha fazlasını ister. Onu da yaparsanız, ondan fazlasını ister. Çünki Kur’an-ı kerimde, “İnsanların nefsi doymaz olarak yaratıldı” buyuruluyor.

Nefs, ulûhiyyete kadar ister. Herkes bana tâbi olsun, hep benim dediğim olsun, der. Yani Allahü teâlâya şerik olmak ister. Onun için hadis-i kudsîde ‘Nefsine düşman ol; zira nefs benim karşıma düşman olarak dikilmiştir’ diyor. Bütün günahlar, hatta küfr, nefstendir.


İşte elektriğin de hem faydalı tarafı vardır, hem de zararlı tarafı vardır. Evet, ben abdest almaya çıkarken ışığı kullanıyorum. Bu, elektriğin faydalı tarafıdır. Ama elektriğin zararlı tarafı daha çoktur. Bir kere insan elektrik teline bir dokunsa, bir anda ölür. Bütün harb vasıtaları, bombalar, füzeler hep elektrikle çalışıyor. Elektrik olmasa, bu korkunç, öldürücü vâsıtaların hiç biri olmazdı. Sonra en büyük zararı, gece âlemlerindeki günahlar hep elektrik ışığının altında oluyor. Her akşam binlerce insan günah işliyor veya imanını kaybediyor. Elektrik olmasa, bu gece azgınlıkları olmaz. Binâenaleyh elektriğin zararı faydasından çoktur” buyurdu.

Bunu ancak Efendi Hazretleri gibi bir zât söyleyebilir.


Yine Abdülhakîm Efendi Hazretleri’nden dinledim: Seyyid Fehîm Hazretleri’nin evinin pencereleri, hasır ile kaplı imiş. Seyyid Fehîm Hazretleri hacca gidince oğulları, başta Emin Efendi olmak üzere, babamızı sevindirelim diye pencerelerdeki hasırları çıkarmışlar, cam takmışlar. Evin içi aydınlık olmuş. Seyyid Fehîm Hazretleri hac dönüşü evin şeklinin değiştiğini görünce, “Bu evde eski nurları göremiyorum. Burada eski ruhâniyet kalmamış. Firavunun sarayına benzemiş” deyip eve girmemişler. Oğulları eski hâle getirdikten sonra eve teşrif buyurmuşlar. “Oh, eski nurları yine görüyorum. Eski ruhâniyetler yine var” buyurmuşlar. 


Seyyid Fehîm Hazretleri, çıra, yağ kandili yakarlarmış. Efendi Hazretleri lamba kullanırdı. Biz de elektrik kullanıyoruz. Seyyid Fehîm Hazretleri çıra kullanıyor diye biz de mi çıra kullanacağız? Efendi Hazretleri lamba kullanıyor diye biz de mi lamba kullanacağız? Onların hâline o uygun idi ve ondan tad alıyorlardı. Biz de elektrik kullanıyoruz. Ama günah işlemekte değil; hayırda kullanıyoruz. Çünki düşmanın silahıyla silahlanmak dinimizin emridir. Efendi Hazretleri’nin buyurduğu umumî kâideye de aykırı değildir.


Hüseyin Hilmi Işık (rahmetullahi aleyh)

Kâ’be­nin sû­re­ti­ ve ha­kî­ka­ti­

 Ha­kî­kat er­bâ­bın­dan ol­mı­yan ne­mâz kı­la­na Kâ’be­nin sû­re­ti­ne te­vec­cüh et­me­si ge­rek­dir. Onun sû­re­ti­ne te­vec­cüh ve te­leb­büs ey­le­mek ona ga­nî­met­dir.

Kâ’be­nin sû­re­ti­ne taş ve top­rak­dır, de­miş­ler­dir. Bu böy­le de­ğil­dir. Zî­râ, eğer taş ve top­rak ve ça­tı ve dı­var­la­rı or­ta­da ol­ma­sa da­hî Kâ’be, Kâ’be­dir. Mah­lû­ka­ta sec­de­gâh ol­ma­sı ile­dir. Bel­ki Kâ’be­nin sû­re­ti, bir ma’nâ­dır ki akl­lar onu an­la­mak­da âciz­dir­ler. Akl­lar onun sû­re­ti­ni an­la­mak­da âciz ol­duk­la­rı­na gö­re, onun öte­sin­de olan Kâ’be­nin ha­kî­ka­ti­ne na­sıl ka­vu­şur­lar. Kâ’be­ye te­vec­cüh bu­dur ki, Kâ’be­ye doğ­ru ne­mâz edâ ede­ler. Ve bu te­vec­cü­hü an­la­mak ve Kâ’be­yi te­hay­yül ma’lûm de­ğil­dir. He­mân bu te­vec­cüh ci­he­tiy­le da­hî, Kâ’be­nin be­re­kâ­tın­dan feyz­le­nir­ler ve ha­kî­ka­tin­den na­sîb­le­nir­ler. Zu­hûr eden hâl­ler asîl olup, ne­mâ­zın gay­ri­sin­de­ki hâl­ler üze­ri­ne me­ziy­ye­ti var­dır.

(Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretlerinin Nemâz Risâlesi'nden iktibas edilmiştir.)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Şöyle bir göreyim diye sizi çağırdım kardeşim. İnsan *Hasta* olunca, her şeyden *Ümit* siz ve *Âciz* oluyor, sâdece *Ölümü* düşünüyor. 


Rabbime sonsuz *Şükür* ler olsun ki, *Hasta* iken de *Secde etmek* lezzetini bize ihsân eyledi. Hasta iken de ibâdet etmenin *Lezzeti* ni, hiçbir şeyde bulamıyorum. 


İnsan bir şeyi yapmak ister. Ama Allahü teâlâ o şeyi yaratmaz. O da üzülür ve *Hay kör olası şeytân! Ben bunu istiyordum, istediğim olmadı!* der. 


Hâlbuki Allahü teâlâ, onu *Sevdiği* için ve o şey ona *Zararlı* olduğu için dilemedi ve yaratmadı. O işin olması, bu kimseye *Hoş* geliyor, ama aslında o şey ona *Zararlı* idi. 


*Kur’ân-ı kerîm* de Cenâb-ı Hak meâlen buyuruyor ki: 


Siz, çok şeyleri *Hayırlı* zannedersiniz, onun üzerine koşarsınız. Hâlbuki o size *Zararlı* dır. Rabbiniz size *Merhamet* eder ve sizi, istediğiniz o zararlı şeye kavuşdurmaz. 


Çok şeylerden de ürkersiniz, *Zararlı* dır dersiniz ve onlardan kaçarsınız. Hâlbuki onlar, sizin için *İyi* dir ve *Fâideli* dir. Allahü teâlâ onları size nasîb eder. 


Siz ise; *Vâh vâh! bu felâket başıma nerden geldi?* dersiniz. 


Hâlbuki bilmezsiniz ki, o sizin için *Hayrlı* dır. Allahü teâlâ sizi *Seviyor* ve size o *Hayrlı* işi nasîb ediyor, siz ise üzülüyorsunuz. 


Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; *Bu Kur’ân-ı kerîmi sana ben gönderdim. Kıyâmete kadar da ben bunu muhâfaza ederim!* buyuruyor. Neden muhâfaza ederim? Değişdirilmekden. 


Hiç kimse, bunun bir *Harfi* ni bile değişdiremez. Bunu da hadîs-i şerîf bildiriyor. Cenâb-ı Hak bir *Kavim* yaratır, bir *Cemaat* yaratır. Bu cemâat, kıyâmete kadar islâmiyeti doğru olarak, bütün dünyâya yayar. 


İşte bize, dünyâdan çok *Mektup* lar geliyor kardeşim. Afrika’dan, Asya’dan, dünyânın her yerinden mektuplar geliyor. Hepsi de bu âyet-i kerîmeyi söylüyorlar. 


Allahü teâlâ, kıyâmete kadar bu dîni muhâfaza edecek bir kavim yaratır, bir cemâat yaratır, diyorlar ve ardından da; *İşte o cemâat, sizsiniz!* diyorlar kardeşim.

KAZÂ VE KADER

Bu risâleyi, Ebüssü’ûd efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazmışdır. Adının Mehmed olmayıp Ahmed olduğu, (Esmâ-ül-müellifîn) kitâbında açıklanmakdadır. (Kâmûs-ül-a’lâm) kitâbında da, Ahmed Ebüssü’ûd yazılıdır:

Din bilgisi kuvvetli olan bir kimse, nefsine uyup, gece gündüz günâh işlese, tanıdıkları, kendisine, (Emr-i ma’rûf) ve nasîhat etdiklerinde, bunlara karşı: (Benim içki içeceğimi, Allahü teâlâ ezelde takdîr edip, (Levh-i mahfûz)da yazmışdır. Onun için, ister istemez, bu günâhları, bana yapdırmakdadır) dese, ya’nî, insan kazâ ve kadere mağlûb bir hâldedir. Kaderi yerine getirmeğe mecbûr ve günâh işlemekde ma’zûrdur dese ve bu sözünü akl ve nakl ile isbâta kalkışarak dese ki: Allahü teâlâ, hiçbirşeyi yaratmadan önce, yapacağı şeyleri biliyordu. Bunlar, elbette meydâna gelecekdir. Yaratmıyacağı şeyleri de, biliyordu. Bunlar da, elbette meydâna gelmiyecekdir. İnsanlar bunları, hiç değişdiremez. Allahü teâlânın ezelî kelâmı olan Kur’ân-ı kerîmde haber verdiği şeyler de, ister istemez meydâna gelecekdir. Âlimlerimizin büyüklerinden, Fahreddîn-i Râzî “rahmetullahi teâlâ aleyh” de böyle söylüyor. Yasîn sûresindeki, (Onların îmân etmiyeceklerini ezelde söyledik) meâlindeki ve Müddessir sûresindeki, (Onu yalnız yaratdım, sonra çok mal, her işine hâzır yardımcı çocuklar ve yüksek rütbe ve mevkı’ verdim. Fekat o, bunları az görüp dahâ istedi ise de, artdırmadım. Çünki, benim Kur’ânıma ve Peygamberime inanmadı, inâd etdi. Sonra, onu Cehennemde (Sa’ûd) adındaki ateşden tepelere koyacağım), (Ebû Lehebin elleri kurusun! Sonra kurudu) meâlindeki âyet-i kerîmede Allahü teâlâ, bir kimsenin îmân etmiyeceğini haber veriyor. Bunlar îmân ederse, kelâm-ı ilâhînin yanlış olmasına sebeb olur. Bu ise, olamaz. O hâlde, bunlar îmân edemez. Bunun gibi, kâfirlerin îmân etmiyeceklerini biliyordu. Bunlar îmân ederse, İlm-i ilâhînin yanlış olması îcâb eder. Kâfirler îmâna gelemez. Demek ki, insanlarda ihtiyâr, irâde-i cüz’iyye kalmıyor.

Günâh işliyen o âlim, Fahreddîn-i Râzînin bu sözlerini bitirdikden sonra dese ki: İnsan, bir işi yapmağı, yapmamakdan iyi görür ve yapar. Bu görüşü, tercîhi, insandan değildir. O hâlde insan, işi yapmağa mecbûrdur. Nitekim, Fahreddîn-i Râzî, Bekara sûresinin baş tarafındaki, (Allahü teâlâ, onların kalblerini mühürlemişdir!) meâlindeki âyet-i kerîmeden de, cebr lâzım gelir. Çünki, Allahü teâlâ, kalbde küfr arzûsunu yaratınca, insan kâfir olmağa mecbûr olur, dedi. Demek ki, insanın her hareketi, yaprakların sallanması, ayın, güneşin hareketi gibidir. Nitekim, onlar da, canlı imiş gibi hareket ediyor. İnsan da, ihtiyârı ile hareket ediyormuş gibi görünüp, mecbûrî hareket etmekdedir. Nitekim, Mûsâ “aleyhisselâm”, Âdem “aleyhisselâm”a dedi ki, (Allahü teâlâ seni, kendi kudreti ile yaratdı. Rûhundan sana verdi. Melekleri sana karşı secde etdirdi. Seni Cennete koydu. Sonra, insanlar senin yüzünden Cennetden çıkdı). Âdem “aleyhisselâm” cevâb verip, (Allahü teâlâ, seni Peygamber yapdı. Sana levhalar hâlinde Tevrât gönderip, herşeyi bildirdi. Tevrât bu levhalara ne zemân yazıldı) deyince: (Seni yaratmadan önce) dedi. Bunun üzerine, Âdem “aleyhisselâm” sorup, (Benim Cennetde hatâ edip çıkarılacağım Tevrâtda yazılı mı?) deyince, (Evet) dedi. Âdem “aleyhisselâm” da, (O hâlde ben, Allahü teâlânın, kitâbında yazdığını yapdım) diyerek, hak kazandığını bildiren hadîs-i şerîf de, sözümün doğru olduğunu gösteriyor dese, bu kimseyi günâh işlemesine bırakmak câiz olur mu? Yoksa bunu, i’tikâdından vaz geçirip, tevbe etmesi emr olunur mu?

Cevâb: Bunu o hâlde bırakmamalıdır. Sözlerinden anlaşıldığı gibi, (İnsan günâh işlemeğe mecbûr ve kötülüklerinde ma’zûrdur. İbâdetlere sevâb, günâhlara azâb olmaz) diye inanıyorsa, zındıkdır. Hemen öldürülmesi lâzımdır. Eğer ibâdetlere sevâb, günâhlara azâb vardır amma, insan bunları yapmağa mecbûrdur. Herkes kazâ kader elinde esîrdir diye, günâhlarına üzülüyorsa, bu bozuk i’tikâdını düzeltmesi emr olunur. Sözlerinin yanlış olduğu bildirilir ve doğrusu anlatılır.

Cevâb şöyle verilir: Yapılacak günâhları, Allahü teâlâ, ezelde biliyordu. Fekat, insanın iyiliği, kötülüğü, Cennetlik, Cehennemlik olacağı, son nefesde belli olur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bir kimse, bütün ömrünce Cehennem ateşine götürecek günâhlar yapar. Bu kimse, ömrünün son günlerinde, Cennete götürecek iyilikler yaparak, Cennete gider). Bu günâh işliyen âlim, bu hâl üzere yaşayıp ömrü bu hâlde temâmlanacağını Allahü teâlânın bildiğini nereden anladı ki kendini, son nefese kadar, günâh işlemeğe mecbûr sanıp, iyi olmakdan ümmîdsiz bulunuyor. Birçok inâdcı, azgın kâfirlerin, son günlerinde, îmâna geldiği çok görülmüşdür. Kendinin de, böyle düzeleceğine niçin ihtimâl vermiyor. Niçin iyiliğe dönmüyor? Ölünciye kadar günâh işliyeceği, kendisine bildirildi mi? Belli bir kâfirin ebedî kâfir kalıp kalmıyacağını Allahü teâlâ bilir. Bunun muhakkak kâfir kalacağını, Allahü teâlânın bildiğini kimse söyleyemez. Kur’ân-ı kerîmde haber verilen kâfirlerin, küfre mecbûr olmaları ve bunların îmâna çağrılmaları, ellerinden gelmiyen bir işi istemek demek olacağı da, yanlış sözdür. Çünki ilm, ma’lûma tâbi’dir. Allahü teâlâ, olacak şeyleri, olacağı için biliyor. Kur’ân-ı kerîmde haber verilen şeyler de, olacakları için bildiriliyor. Bir ressâmın, at resmi yapması, at o şeklde olduğu içindir. Yoksa, atın o şeklde olması, ressâm öyle yapdığı için değildir. Allahü teâlânın, ba’zı kimselerin îmâna gelmiyeceklerini bilmesi ve Kur’ân-ı kerîmde haber vermesi, onlar, kendi arzûları ile küfr üzere kalmağı niyyet edip, îmân etmek istemedikleri içindir. Yoksa, bunların kâfir olması, Allahü teâlânın bunları kâfir bildiği ve haber verdiği için değildir. Eğer Allahü teâlâ bildiği için, kâfir olmağa mecbûr kalınsaydı, Allahü teâlânın kendi yaratmasında da irâde, ihtiyâr sâhibi olmayıp, mecbûr olması lâzım gelirdi. Çünki, kendi yaratacaklarını da, ezelde biliyordu. O hâlde bunlar, kendi irâde ve ihtiyârları ile kâfir oluyor. Allahü teâlâ, ezelde bildiği için, haber verdiği için, kâfir olmağa mecbûr değildirler. Îmâna çağrılmaları da, olmıyacak şeyi istemek değildir. Kur’ân-ı kerîme topluca îmân etmek yetişir. Her yerine ayrı ayrı îmân etmek istenmiyor ki, Kur’ân-ı kerîmde yazılı kâfirlerin, kendi îmânsızlıklarına da, îmân etmeleri lâzım gelsin.

İrâde ile yapılan işleri yapmak arzûsunu, Allahü teâlânın yaratması da, cebr olmaz. O arzûyu Allahü teâlâ yaratır ise de, insan kesb etmekdedir. Allahü teâlânın irâdesi, birşeyi yalnız yaratmağa veyâ yalnız yaratmamağa mahsûs olmayıp, her ikisine de şâmil olduğu gibi, insanın irâdesi de böyledir. İşi yapmağı da, yapmamağı da irâde edebiliriz. Ya’nî, yapmağı istediğimiz ânda, yapmamağı da istiyebiliriz. Bir işi yaparken, hiç kimse, bu işi yapmamak elimde değildi demez. Âdem ve Mûsâ aleyhimesselâmın konuşmaları cebr göstermez. Mûsâ “aleyhisselâm”, bu kadar ihsân sâhibinin emrine karşı, irâdeni kullanırken, neden dikkat etmedin demiş. Âdem “aleyhisselâm” da, işin yapılmasını irâde ve ihtiyâr edeceğimi, Allahü teâlânın ezelde bildiğini Tevrâtda okuduğun hâlde ve bu işden meydâna gelecek nice fâideleri bildiğin hâlde, beni ayblamak sana yakışmaz demişdir. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir. [Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî, ne güzel söylemişdir: (Kazâ ve kader, bir cebr-i mütehakkim değildir. Bir ilm-i mütekaddimdir.)]


O can ki, dostunu bilmez, niçin talebde değil,

eğer bilirse onu, ya niçin tarebde değil?


Perde olursa nefs-i emmâre, ona her dem,

niçin, mücâhede-i düşmen-i la’înde değil?


Aceb değil mi ki dil, tenbel ola dilberden,

niçin mütâlebe-i dilber-i acebde değil?


Ne hâil oldu, gönül bedrine hüsûf erdi,

niçin şemsin ziyâsını, bu meh, talebde değil?

Yâdigâr mektûblar 17.mektûb

 30 Saferü'l-Hayr 1374 [27.10.1954]

Selâmün aleyküm Aziz kardeşim Sâim Bey

21 Saferü'l-Hayr târihli kıymetli mektûbunuzu aldım. Sıhhat ve âfiyet haberlerinize memnûn oldum. Cenâb-ı Hak size her türlü  din ve dünyâ seâdetini ve selâmetlerini ihsân buyursun. Yeni evimiz hakkındaki duâlarınıza çok teşekkür ederim. Cenâb-ı Hak sizi de dünyâda iyi mekânlara ve Cennet'de Firdevs köşklerinde iskân buyursun.

Kardeşim, zekât vermekde çok güzel hareket etmişsiniz. Zekâtı hesab edip, kaç lira tutarsa, fakirin aynı fiyata satabileceği kadar altın alırsınız. Tabiî alırken bir kaç lira fazla vermeniz icâb eder. Bu altınları fakirlere taksim edersiniz ve taksim ederken, ona kolaylık olmak için satın almağı teklif edersiniz. Satmazsa kendisi bilir. Birkaç ay sonra size verirse, aynı kıymete satın alıp, daha ucuz satın almazsınız. Altın kıymetden düşerse, hiç ucuz satın almazsınız. Fakat tabiî sarrafa düşük satacaksınız ve siz birkaç lira ziyan edeceksiniz. Bu fark sarrafa gitmez. Ya'nî sizin bu zararınızı sarraf kazanmaz. O günkü piyasaya göre sarraf yine az bir fark ile satacakdır. Eğer birkaç aylık piyasada altın daha kıymetli ise fakirden tabiî yüksek fiata alıp, fakiri kazandırırsınız. Ya'nî herhalde fakirin aleyhine hareket etmeyiniz. Eğer birkaç ay sonra fakir size mürâceat etmez de kendisi satarsa sizi alâkadar etmez. Ne yaparsa yapsın. Zekâtları Ramezân-ı şerifde vermek efdaldir. Zirâ Ramezân-ı şerifde yapılan her bir ibâdete 70 misli fazla sevâb vardır.

At ve motosiklet san'at eşyâsıdır ve zâtî eşyâdır. Bunlardan zekât verilmez. Zekât yalnız altın, gümüş ve ticâret eşyâsından verilir. Mürted arkadaşlardan muhtelif zemânlarda gelen tebrîkleri saklayıp, bunlara yalnız Şeker bayramında ve Kurban bayramında  tebrik gönderirsiniz ve kısaca Şeker bayramınızı ve Kurban bayramınızı tebrik ederim dersiniz. Dost ve düşman ile iyi geçinmek lâzımdır. Yalnız dostlara gidersiniz. Düşmanlara hiç gitmezsiniz. Yolda, dâirede,vazîfede rastladıkça selâmlaşıp gülersiniz. Fazla konuşmazsınız.

Bâkî duâlar ederim ve hayrlı duâlarınızı beklerim kardeşim. Beybabam Ziyâ Bey'de selâm ve duâlar ediyorlar. 

Kardeşiniz Hüseyn Hilmi Işık 

Not: Bayram namazına gitmeden evvel tatlı yemek sünnet olduğu için, fıtra bayramı'na Osmanlılar şeker bayramı demiştir. Hilmi Efendi, bu sünneti hatırlattığı için bu ismi kullanmakta mahzur görmezdi; hatta tasvib ederdi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Cümleten *Hoş* geldiniz kardeşim. *Siz* şöyle buyurun, *Alî bey* de aranıza iyi yakışır. Bu *Kapı* nın içinde olun da, nereye oturursanız oturun. Kapının *İçinde* olmak büyük *Seâdet* dir. 


*Şeref-ül mekân, bil mekîn!* Ne demek bu? Yâni bir binânın kıymeti, içindekilerden belli olur. İçindekiler *Kıymetli* ise, o yer de *Kıymetli* dir. 


İçindekiler kıymetli *Değil* se, o yerin de kıymeti *Olmaz*. Peki, kıymetli olmak ne demek? Kıymetli olmak için, evvelâ *Kalbi* temiz olacak, *İbâdet* lerini yapacak, *Harâm* lardan sakınacak. 


Bu da, Allahdan korkmakla olur. Yâni Allahdan korkan, *Kıymetli* dir. Allahdan korkmak da, *İlim* le olur. İnsanlar içinde, Allahdan en çok korkan, *Âlim* lerdir. Âyet-i kerîme bu. 

● ● ● 

Öyleyse biz de öğreneceğiz. *Çocuk* iken ve *Genç* iken öğrenilenler, *Taş’a* yazılan yazı gibidir kardeşim, silinmez. Mezar taşlarındaki yazılar bile, *Asır* lar geçdiği hâlde silinmiyor, kaybolmuyor. 


Ama *Yaşlı* lar öyle değil. Onların öğrendikleri, *Buz’a* yazılan yazı gibidir. Buz eriyince, *Yazı* nın kaybolduğu gibi, yaşlının öğrendiği de çabuk unutulur. 

● ● ● 

Bir hizmet ne kadar *Zor* ise, Allah indinde o kadar *Makbûl* dür kardeşim. Ben, hayâtım boyunca çok zorluklar, sıkıntılar çekdim. Bilhassa *Erzincan* da. 


Ama *Seâdet-i Ebediyye* nin üçüncü kısmını yazmak, orada nasîb oldu. Bu arada yatağımı aldılar, yorganımı aldılar, odamın camını kırdılar. Kış kıyâmet. Bütün bu *Zorluk* ları bilerek çekdim. 


Çünkü biliyordum ki, bir hizmet ne kadar *Zorluk* larla yapılırsa, o hizmet o kadar *Fâideli* ve o kadar *Kıymetli* olur. 


*Kabr-ül mü’mini ravdatün min riyâdil Cenneh*. Ne demek bu? Mü’minin kabri, Cennet bahçesidir. Hadîs-i şerîfdir bu. Mü’minin kabri, karanlık değildir. *Nûrlu* dur, *Aydınlık* dır. Çünkü *Cennet bahçesi* dir.


İnsan *Cennet Bahçesi* ni ziyârete gitmez mi? Onun için mü’minlerin kabrini ziyâret etmek lâzım. *Cennet bahçesi* ni ziyâret etmek için, *Mü’min* in kabrine gitmeli. 


Hele ki *Büyük Zât* ların kabri. Onları ziyâret eden, hem çok *Sevap* kazandığı gibi, ayrıca o büyüklerin *Feyz* lerinden de çok istifâde eder. 


Kardeşim, siz hem *Ehl-i sünnet* müslümânsınız, hem de Allahü teâlânın dînini doğru olarak yayıyorsunuz, O’nun dînine *Hizmet* ediyorsunuz. Bu iş, peygamberlik *Vazîfe* sidir, kıymetinizi bilin.

Küfrden kurtulmak için

ÇOK MÜHİM TENBİH

Erkek olsun, kadın olsun, her müslimânın, her sözünde, her işinde, Allahü teâlânın emrlerine, ya’nî farzlara ve yasak etdiklerine [harâmlara] uyması lâzımdır. Bir farzın yapılmasına, bir harâmdan sakınmağa ehemmiyyet vermiyenin îmânı gider, kâfir [Allahın düşmanı] olur. Kâfir olarak ölen kimse, kabrde azâb çeker. Âhıretde Cehenneme gider. Cehennemde sonsuz yanar. Afv edilmesine, Cehennemden çıkmasına imkân ve ihtimâl yokdur. Kâfir olmak çok kolaydır. Her sözde, her işde kâfir olmak ihtimâli çokdur. Küfrden kurtulmak da çok kolaydır. Küfrün sebebi bilinmese dahî, hergün bir kerre, (Yâ Rabbî! Bilerek veyâ bilmiyerek küfre sebeb olan bir söz söyledim veyâ bir iş yapdım ise, nâdim oldum, pişmân oldum. Beni afv et) diyerek tevbe etse, Allahü teâlâya yalvarsa, muhakkak afv olur. Cehenneme gitmekden kurtulur. Cehennemde sonsuz yanmamak için, hergün muhakkak tevbe etmelidir. Bu tevbeden dahâ mühim bir vazîfe yokdur. Tekrâr bildirelim ki, kul hakkı bulunan günâhlara tevbe ederken, bu hakları ödemek ve terk edilmiş nemâzlar için tevbe ederken, bunları kazâ etmek lâzımdır. (Se’âdet-i Ebediyye) 276 dan 287 ortasına kadar okuyunuz!

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim *Hanım*, bâzen çalışma odasına gelirmiş, bana birşey söylemek için. Ama geldiğinden benim haberim yok. Bakarmış ki, yerlerde bir sürü *Kitap* var, açık veziyette. 


Yirmi otuz *Tâne* kitap, bir ona bakıyorum, bir ötekine. Zavallı kapıda bekler, bekler, sonra *Geri* gidermiş. Bana sonradan anlatıyor bunları. 


Peki, o kitaplarda ne arıyorum ben? Efendi’den öğrendiğim bilgilerin *Senedi* ni arıyorum, *Vesîka* sını arıyorum. Niçin? Bizim kitaplara, özellikle de *Tam İlmihâle* yazmak için. 


Evet, bu bilgilerin kesin *Doğru* olduğunu biliyorum. Ama *Vesîka* lı yazmak zorundayım. Diyemem ki, Efendi hazretlerinden ben böyle işitdim, diye. 

● ● ● 

Bir yerde *Hizmet* varsa, orada *Fedakârlık* vardır, yâni olması lâzım kardeşim. Eğer fedâkârlık yoksa, onun *Sevgi* sine de, *Hizmet* ine de inanmayın. 


*Şâh-ı Nakşibend* hazretlerini, bir ramezân-ı şerîfde, yedi ayrı yerden *İftâra* dâvet etmişler. Mübârek, hiçbirini kırmamış, yedi *Yerde* de bulunup sevindirmiş onları. 


Velhâsıl mübârek zât, aynı *Gün* ve aynı *Vakit* de, yedi ayrı *Yerde*, yedi ayrı *Sofra* da hazır bulunmuş Mübârek. Kerâmet bu işte.


Bunun gibi, *Molla Câmî* hazretleri de şöyle anlatıyor: Bu sene Hac’dan gelenlerden biri, bana gelip; *Hacer-ül-esvedi ziyâret ederken ben sıramı size verdim*, diyor. 


Öteki de; *Yâ Şeyh! Şeytân taşlarken sizinle yan yana idik, sizden sonra ben taş atdım!* diyor. 


Biri de; *Yâ Şeyhim! Hacdan gelirken falan yerde sizinle yan yana oturduk!* diyor. Velhâsıl kaç kişi böyle şeyler söylüyorlar. 


Hâlbuki Molla Câmî hazretleri; *Ben o sene hacca gitmedim. Bana böyle söyliyenlerin hiç birini tanımıyorum!* diyor. İşte bu, rûh hâlidir. 

● ● ● 

Gençlik de ibâdet etmeyi büyük *Ni’met* bilmelidir, bu fırsatı elden kaçırmamalıdır kardeşim. 


Gençliği *Zikr* ile, yâni Allahü teâlânın bize verdiği bunca *Ni’met* lerini düşünmekle, Allahü teâlâya yalvarmakla ve *Kabir* ve *Kıyâmet* azaplarını düşünmekle geçirmelidir. 


Bunu yapabilmek ne büyük *Ni’met* dir. Ramezân-ı şerîfin *Aşr-ı âhiri* ne demek? Son on günü demek. Yâni, Ramezânın yirmisiyle otuzu arası. Bu günler, *Fırsat* zamânıdır. 


Bir müslümân ellerini açıp da; *Yâ Rabbî!* dedi mi, Allahü teâlâ; *Lebbeyk kulum! İste vereyim!* dermiş. Böyle buyururmuş. Bu, bizim için ne büyük *Müjde* efendim.

Yâdigâr mektûblar 16.mektûb

 Aziz kardeşim Sâim Bey 

Bugün Pazar olup, şu mektûbumu yazıyorum. Kıymetli mektûbunuzu aldım. Sıhhat ve selâmet haberlerine memnûn oldum. Bilhassa,karşılaşdığımız mes'elelerde şer'-i şerîfin hükmünü merâk edip, alâka göstermenize çok mesrûr oldum. Bu hâl, sizin imânınızın kuvvetine ve kalbinizin îmân ile dolu olduğuna şübhesiz bir şâhiddir. Sizden uzun zemândır mektûb alamamışdım. Merâk ediyordum. Mektûbunuzu okuyunca merâkdan kurtuldum. Biz evimizi tebdil ettik. Yeni adresimiz (Beylerbeyi, Abdullah Ağa caddesi, Şemsi bey sokak, numara 10)dur. Şimdi iskeleye daha yakın ve denize nâzır bir evdeyiz.

Kardeşim, din-i İslâmda yemesi câiz olan hayvanları kesmek için, yaşı mevzubahs değildir. Kaç senelik ve kaç günlük olsa dahi,zebh-i şer'i üzere [şerî'ata uygun olarak] kesilen hayvanın eti yenir. Ya'nį küçük iken kesmek günâh değildir. Hatta kesilen bir koyunun karnından çıkan yavru diri ise, bunu da kesip yimek câizdir. Tavuk ve horoz, ötmeden evvel kesmek câizdir. Ötmeden kesmemek şerî'atimizde yok ise de, bir âdet halinde söylenmektedir. Âdet ise şerî'at demek değildir. Her aylık piliç kesilir ve yenir. Yalnız en mühim şey kesen insan müslimân olmalı veya ehl-i kitâb olmalıdır. Dinsiz ve mürtedlerin kesdiği yenilmez. Din-i İslâmı beğenmeyenler, din ile,dine âid her bir şey ile alay eden veya ufak bir mes'elesini beğenmeyen kimse mürted olup, bunların kesdiği yenilmez. Ya'nî harâmdır. Sonra müslimân ve ehl-i kitâb olan da, Bismillâhirrahmânirrahîm veya Bismillâhi Allahü ekber demek lâzımdır. Keserken bunu söylemezse murdar olur ve yenilmez. Buna çok dikkat etmek muhakkak lâzımdır. Sonra şer'î şekilde kesmek lâzımdır. Ya'nî boğaz damarlarından üçünü kesmek lâzımdır. Kafasına vurarak, ensesine vurarak, karnını yararak veya başka türlü öldürülen hayvan murdar olur, yimek harâm olur.

Sonra, kadınların [sokakta, yabancı erkeklere] kürk giymesi harâmdır. Ya'nî kadınlar ancak ev içinde süslenebilirler. Sokakta açık gezmek ve süslü gezmek, aynı sûretle hep harâmdır. Kürk, bukle, süsdür ve harâmdır. Bunun için hayvanı küçük iken kesmek ve bu sûretle büyüyüp fazla et husûlüne mani olmak câiz değildir. Erkek kürkü de süs için câiz değildir. İstanbul'da süs için giyen erkekler var, bunlar hâramdır. Soğuktan korunmak için, erkek, kürk ve gocuk ve kalpak yapmak câiz olup, bunun için kesmek günâh değildir. Fakat bunun için süs lâzım değildir. Ya'nî sokakda dışı süslü elbise ile gezmek kadına da, kibr kasdı ile erkeğe de hep harâmdır.

Kardeşim, beybabam da size çok selâm ediyor. Hasretle gözlerinizden öperim ve din ve dünyâ selâmetinize duâ ve selâmlar ederim. Duâ buyurmanızı istirhâm ederim, efendim.

Hüseyn Hilmi Işık