Şeyh Muhyiddin_i Arabî ve emsali gibi büyüklerin bazı kelamları hilaf-ı şer’ görünürse de doğrudur

 Şeyh Muhyiddin_i Arabî ve emsali gibi büyüklerin bazı kelamları hilaf-ı şer’ görünürse de doğrudur. Böyle kelamlara onların muradına göre inanmalıdır.

Bizim fehmettiğimiz manalarla inanmamalıyız. O sözler sekir halinde söylenmiştir. Bunların ma’na-yı murâdîleri halet-i sekre aittir. Kelamı mal ve fahırla beyan etmek istemişler ve (hamde ?) gelince kendileri de  o kelamlarıyla muradlarının anlatılmamış olduğunu görerek tevbe etmişlerdir. Bizler için bu büyüklerin Füsus, Fütuhat gibi kitaplarını okumak caiz değildir

Menhiyyat-ı şer’iyye semm-i katil dir. Allahü teala insanları yarattığı vakit insanlara menfaat ve mazarratları için evamir ve nevâhî vaz’ etmiştir.

Seyyid Abdülhakim Arvasi (Kuddise sirruh)

Keşkül risalesinden bir bölüm...

Müslümanlar mağlup olmazlar

 Evet; yer yüzünde on iki bin müslüman olsa müslümanlar mağlup olmazlar. Fakat bu müslümanların bir imam idaresinde bulunması lazımdır. Müteferrik olmamalı.

Seyyid Abdülhakim Arvasi (Kuddise sirruh)

Keşkül risalesinden bir bölüm...

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Birgün *Fransız* büyük elçisi, yardımcıları ile birlikde *Piyerloti* de kahve içiyor. Oradan aşağı inerlerken Efendi hazretlerinin *Câmisi* ni ve *Evini* görüyor. Diyor ki: *Burası nedir?* 


Diyorlar ki: Efendim, burda bir İslâm âlimi oturuyor. Büyükelçi; *Allah Allah, gitsek kabûl eder mi?* diye soruyor. Soralım diyorlar. Ve gidip soruyorlar. 


*Efendi* hazretleri kabûl ediyor ve onları, gâyet *Şık* bir kıyâfetle karşılıyorlar, berâber *Çay* içiyorlar. Hâl hâtır sordukdan sonra *Efendi* hazretleri buyurmuşlar ki: 


*Siz Alman’lara mağlup oldunuz. Onlar Pârise girdi. Bu mağlûbiyetinizin sebebini biliyor musunuz?* 


Büyükelçi, *Bilmiyorum* demiş. Efendi hazretleri, *Peki öyleyse ben söyliyeyim!* buyurmuş ve şöyle anlatmış:


Siz *Krallığı* bırakdınız, *Demokrasi* ye geçdiniz. Hâlbuki kral, *Baba* gibidir, ülkesine *Sâhip* dir ve milletine bir *Baba* şefkatiyle bakar. 


Ama dört senede bir *Seçimle* gelen kişiler, daha yarısındayken, *Kendi* hesaplarını yapmaya başlar. Memleket meselesi, *İkinci* dereceye kalır. Kaybetmenizin sebebi işte budur, buyurmuş. 


Adam hayret içinde ayağa kalkmış ve *Vallahi doğru!* demiş. *Siz bunları nerden biliyorsunuz?* demiş. İşte böyle kardeşim. Bu büyükler, herşeyi, herkesden daha iyi bilirler. 

********

Efendi hazretleri, *Ben zâyi oldum!* buyurdu. Bu *Cümle* yi kullandılar kardeşim. Bizzât işittim. Ben zâyi oldum, buyurdu. *Efendi* hazretlerinin bu sözü, *Gayretullaha* dokundu. 


Yâni Allahü teâlâ; *Ey kulum, ben seni hiç zâyi eder miyim!* buyurdu. Ve işte bütün bu *Âbiler*, bütün bu *Hizmetler* ondan sonra meydana geldi. 


Bütün dünyaya, milyonlarca *Kitâbın* dağılması, hep Efendi hazretlerinin; *Ben zâyi oldum!* hicrânı ile neş’et etdi kardeşim. 


Velhâsıl bütün bu *Hizmet* ler, bu *Gayret* ler, hep Efendi’nin *Bereketi*, Onun *Himmeti* ile meydana geldi kardeşim. Allahü teâlâ, Onu *Zâyi* etmedi.

Bid’atler karanlık bir girdâb gibi bütün dünyâyı sardı

İmam-ı Rabbâni Hazretleri "kuddise sırruh" buyurdular ki;

“Din âlimlerinin kitâblarından şerî’atin sağlam hükmlerini araşdırınız, çıkarınız. Hangileri miftâbihdir, hangileri sünnetdir, hangileri ile amel edilmişdir ve hangileri bid’at ve merdûddurlar, öğreniniz! Çünki, Peygamber efendimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” zemânından çok uzak kaldık. Çok şeyler bozuldu. Bid’at ve günâhların zulmeti her tarafı kapladı. Bu zulmetde sünnet-i seniyyenin nûrundan başka kurtuluş yolu yokdur.” Yine buyurdular: “Keşf gözü ile görüyorum ki, bid’atler, karanlık bir girdâb gibi bütün dünyâyı sardı. Sünnetin nûru, bu karanlıkda, her tarafda, ateş böcekleri gibi görünüyor.”

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*

Allahü teâlâ hepimize, *Hüsn-ü hâtime* nasîb etsin kardeşim. Bir gün, bir mektup geldi *Gana* dan. Gelen mektupda diyor ki: 


Efendim, *Sunni Path* kitâbınızı, yâni İngilizce *Ehl-i sünnet Yolu* kitâbınızı burada toplu hâlde okuduk. Bir daha okuduk, *Kitap* bitdi. 


Bu *Kitap* sâyesinde, dörtyüz putperest *Müslümân* oldu. Size nasıl teşekkür edeceğimizi bilemiyoruz. Böyle yazıyor efendim. 


Enver bey dedi ki: *Efendim, acabâ o kitap, hangi âbinin parasıyla gitdi, kim onun pulunu yapışdırdı, kim postaya verdi?* dedi. 


Ben de ona dedim ki: Kardeşim, bu öyle değil. Bu, bir *Şirket* dir, bir *Ortaklık* dır. Bir kişinin, iki kişinin işi değil. Bunda her arkadaşın *Payı* var, her âbinin *Hisse* si var. 


Bu sevâba, Ardahan’da *Su arıtma* satan arkadaş da dâhil. Yeter ki, bu sistemin içinde olsun. Listede *Adı* bulunsun. *Miktârı*, yüzdesi mühim değil. Hattâ, duâ eden de bu sevâba *Ortak* dır. 


Çünkü bu, bir *Şirket*. Aynı sevap, herkese gider, hem de hiç azalmadan. Meselâ, bir *Çuval* buğdaya, *İki kişi* ortak olsa, *İkiye* bölerler, yarısı senin yarısı benim, derler. *Üç* kişi olsalar, *Üçe* bölerler. 


Ama bu, öyle değil. Bizim *İhlâs* da böyle değil. Her bir buğday *Tânesi* nde, belki *Onbin*, belki *Yirmibin* kişinin hissesi var. Listede kimler varsa, hepsi *Ortak* dır. 


Mühim olan, *Liste* ye girmek. Listeye *Adını* yazdırmak. Yâni bu hizmetlere, bir şekilde *Katılmak*. Meselâ *Para* vermek. *İhlâsla*, Allah için verdikden sonra, mutlaka *Hisse* alır efendim. 

********

Bizim yolumuzda, *Uçmak* veyâ *Uçurmak* yok efendim. Bizim büyüklerimiz böyle şeylere kıymet vermemişler. Bu asırda en büyük *Sevap*, bir müslümâna bizim kitaplardan bir *Kitap* vermekdir. 


Çünkü bu, *Nübüvvet* yoludur. Nübüvvet yolunun yanında *Evliyâlık*, okyânusda, bir *Zerre* dahî etmez. Bir *Damla* su etmez. 


Neden? Çünkü evliyâlar, kendilerini kurtarmaya çalışırlar. Bunun için uğraşırlar. 


Bu *Büyükler* ise, başkalarının kurtulmasına çalışırlar. Onların Cehenneme girmemesi için uğraşırlar. Aradaki fark, *Deniz* ile *Damla* nın farkı gibidir.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İnsan, *Allahü teâlâ* yı çok severse, kendini *Hayâl* görür kardeşim. Ne gibi? *Leylâ* ile *Mecnûn* gibi. Mecnûn, akılsız demek, yâni *Deli* demekdir. 


*Mecnûn*, kendini yerden yere atıyor, *Leylâ* ya âşık olmuş. İnsanlar buna acıyor, *Leylânın* köyüne götürüyorlar. 


*İşte, Leylânın köyüne geldik*, diyorlar. *Mecnûn* ise, dağlara taşlara, *Leylâ! Leylâ!* diyor. 


Diyorlar ki: *İşte Leylâ pencerede, baksana!* Mecnûn hiç aldırmıyor. *Pencereye niye bakayım, ben her yerde Leylâyı görüyorum!* diyor. 


Bunlar, *Hikâye* değil kardeşim, *Mektûbât* da var. *Mevlânâ Hâlid* hazretleri kitâbında yazıyor ki: *Âşık, mâşûkunu aşırı severse, kendisi yok olur*. 

********

*Ehl-i sünnet* yolunu, yâni Peygamber aleyhisselâmın *Yolu* nu yaymak, Allahın kullarına bildirmek, en büyük *İbâdet* dir kardeşim. 


Bir müslümâna bir *Kitap* verseniz, o da alıp okusa, istifâde etse, en büyük *İbâdet*, en büyük *Sevap* olur. Bizim kitapları okuyanlar, dînimizi öğreniyoruz diye seviniyorlar. 


Nitekim *Afrika* dan gelen mektuplarda; *Gönderdiğiniz kitapları okuyoruz ve beş vakit namazda, size ve Hakîkat kitâbevi mensuplarına duâ ediyoruz*, diyorlar.


Bizim kitapları dağıtmak, arkadaşlarımız için büyük bir *Kazanç* vâsıtasıdır. Kim bu *Hizmeti* yaparsa, çok büyük *Sevap* kazanır. Bizim kitaplar, okuyana *Feyz* veriyor, dağıtana ise *Daha çok* verir. 


*Emr-i mâruf* un en iyi şekli, *Kitap* vermekdir kardeşim. *Al, bunu oku!* denir. İlm öğretmek çok kıymetlidir ve üstünlükdür. Ama anlatırken, kendisinin *Üstün* olduğunu düşünmiyecek. Çünkü bu, *Kibir* olur. 


Ehl-i sünnete hizmet etmek, kime nasîb olur bu zamanda? Bu, ne büyük *Ni’met* dir. Bu ni’metin kıymetini bilmek, Allaha *Şükr* etmek lâzım. 


Ancak, bu hizmeti, *Fitne* çıkarmadan yapmak lâzım kardeşim. *Akıllı* olan, fitne çıkarmadan *Hizmet* eder.


Eğer dünyânın herhangi bir yerinde, bu *Hizmeti* yapan birileri olsaydı, biz de gider, onlara *İltihak* ederdik. 


Çok araşdırdık, fakat ne çâre ki, dünyâda böyle hizmet yapan bir *Şirket*, bir *Topluluk*, hattâ bir *Kimse* yokdur kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Şeytân*, insana evvelâ *Din kardeşi* ni tenkîd etdirir, yâni kötüler. Onun kusûrunu arar. Sonra başlar o din kardeşinin *Aleyhinde* konuşmaya. 


İşte bu, *Felâket* in başlangıcıdır. Sonra din kardeşinden atlar onun *Âbisi* ne, sonra bir *Başkası* na, derken *Hocası* nı tenkîde başlar, böylece felâkete gider. 

********

Afrika’daki *Gana* dan gelen bir mektupda diyor ki: 


*Efendim, biz burada, sizin ingilizce Ehl-i Sünnet Yolu kitâbınızı okumak sûretiyle, tam 400 putperest, hepimiz kelime-i şehâdet getirdik ve müslümân olduk!* diyor. 


Bu hizmete verilen *Sevap*, sâdece o kitâbı gönderene değil, bu hizmetlere katılanların *Hepsine* dir. Çünkü bu, bir *Şirket* dir. Her bir ortak, her *Zerre* de ortakdır. 


Meselâ bir *Çuval* buğdaya, iki kişi *Ortak* olsa, buğdayın yarısı birinin, diğer yarısı da öbürünün şeklinde olmaz. Öyle değil. Ya nasıl?


O iki kişi, her bir *Buğday tânesi* nde, yarı yarıya ortakdırlar. Yâni her bir buğday tanesinin yarısı *Birinin*, öbür yarısı da *Öbürünün*.


Binâenaleyh, o *400* kişinin müslümân olmasının *Sevâbı*, bütün arkadaşlarımıza, bütün âbilerimize, yâni hizmetlerimize iştirak eden *Herkese* dağıtılacakdır. Her âbi, bu sevapdan *Pay* alacakdır.


Yâni, Allah için *Fiilen* bu hizmete iştirak edenlere, vakti yoksa *Para* verip destek olanlara, parası da yoksa *Duâ* edenlere, hattâ bu âbilere *Muhabbet* besliyenlere, ihlâsı derecesinde çok *Sevap* verilecekdir. 

********

Afrika’dan, bir çiftlik hizmetkârından mektup geldi. Birine, bizim *Dinde Reformcular* kitâbımız ulaşmış, o da beğenmeyip *Çöpe* atmış. Çöpü karışdıran biri de, bu *Kitâbı* bulup okumuş. 


Mektûbu o yazıyor, diyor ki: *Okudukça sevdim, sevdikçe âşık oldum. Bana başka kitaplarınızı da gönderir misiniz*, diyor. 


*Kitap* kalıcıdır kardeşim. Kitap verdiğimiz kişi okumadı diye, üzülmemek lâzım. Zîrâ *Kur'ân-ı kerîm* bütün insanlara indiği hâlde, inananlar, dünyâdaki insanların sâdece *Beşde biri*. 


Ayrıca, *Kitap* yanmadığı müddetçe yerinde duracakdır ve birileri onu alır, okur. Bizim kitaplarımız *Miknâtıs* gibidir. Zîrâ miknâtıs, içinde *Cevher* olanı çeker. *Tozu toprağı* çekmez. 


Tozun toprağın içinde bir *İğne* olsa, veyâ bir *Metal* parçası olsa, mıknâtıs onu çeker. Velhâsıl kimde *Cevher* varsa, o *Kitâbı* alacak ve okuyacakdır. 


Miknatıs *Moloz* ları çekmez. Peki neyi çeker? Sâdece *Cevheri*, yâhud da içinde *Cevher* bulunan şeyi çeker. Onun için bu *Kitapları* çok dağıtmanızı istiyoruz kardeşim. 


Belki o alanda *Cevher* olmıyabilir. Ama o *Kitap* yanmadıkça, yırtılıp atılmadıkça, mutlaka içinde *Cevher* olan birileri onu alır, okur ve *İstifâde* eder kardeşim.

MECELLE

 Asıl adı; Me­cel­le-i Ah­kâm-i Ad­li­ye olan meş­hur Me­cel­le; Os­man­lı Dev­le­ti za­ma­nın­da, 1869–1876 yıl­la­rı ara­sın­da Ah­met Cev­det Pa­şa baş­kan­lı­ğın­da­ki 14 ki­şi­lik bir il­mî he­yet ta­ra­fın­dan, Ha­ne­fî mez­he­bi­ne gö­re bö­lüm bö­lüm ha­zır­la­na­rak ka­bul edi­len, İslâm dün­ya­sı­nın ilk ve en önem­li me­de­nî ka­nu­nu­dur.

17 Ey­lül 1876 (H. 26 Şâ­ban 1293) ta­ri­hin­de ilân olun­muş ve 1877 yı­lın­da Sul­tan Ab­dül­ha­mid Hân za­ma­nın­da tat­bik edil­me­ye baş­lan­mış ve 1926’da yü­rür­lük­ten kal­dı­rıl­mış­tır.

Me­cel­le; bir gi­riş ile 16 bö­lüm­den mey­da­na gel­miş ve top­lam 1851 mad­de­dir. İçin­de umu­mî pren­sip­ler­le il­gi­li 100 mad­de­ye ilâ­ve­ten, borç­lar, ti­ca­ret, eş­ya ve mu­ha­ke­me hu­ku­ku­na dâ­ir hü­küm­ler bu­lu­nan mü­kem­mel bir eser­dir.

İs­lâm Hu­ku­ku de­ni­lin­ce bir­çok kim­se­nin ha­tı­rına Me­cel­le ge­lir­se de, İs­lâm Hu­ku­ku­nun ta­ma­mı Me­cel­le’den ibâ­ret de­ğil­dir. Me­cel­le, yal­nız Ha­ne­fî mez­he­bi­nin mu­âme­lâ­ta âit hü­küm­le­ri­ni ih­ti­vâ et­mek­te­dir.

Me­cel­le ya­zıl­ma­dan ön­ce, asır­lar bo­yun­ca bü­tün İs­lâm mem­le­ket­le­rin­de ve bu ara­da Os­man­lı Dev­le­tin­de uy­gu­lan­mış olan İs­lâm Hu­kû­ku­nun bâzı hü­küm­le­ri, fıkıh ki­tap­la­rı ve fet­va­lar yar­dı­mı ile ha­zır­lan­mış ve her an her­ke­sin mü­ra­ca­at edip, ko­lay­lık­la an­la­yıp tat­bik ede­bi­le­ce­ği sa­de mad­de­ler hâ­li­ne ge­ti­ril­miş­tir.

1918’den son­ra Os­man­lı Dev­le­ti’n­den ay­rı­lan mem­le­ket­ler­de, da­ha son­ra bu­ra­lar­da ku­rul­muş olan dev­let­ler­de Me­cel­le, mo­dern mah­ke­me­ler­ce me­de­nî ka­nun ola­rak tat­bik edi­le­ gel­miş­tir. Ar­na­vut­luk’ta 1928, Lüb­nan’da 1932, Su­ri­ye’de 1949 ve Irak’ta 1953’de Me­cel­le’nin ye­ri­ni ye­ni me­de­nî kâ­nun­lar al­mış­tır. Da­ha ön­ce 1878’de Os­man­lı Dev­le­ti’n­den ay­rıl­mış olan Kıb­rıs’ta ve İs­ra­il ile Ür­dün’de hâ­lâ me­de­nî hu­ku­kun esa­sını, Me­cel­le teş­kil et­mek­te­dir.

————————————

ANNE HAKKININ ÖNEMİ

 Vak­tiy­le, es­ki bir ka­vim­de Cü­reyc is­min­de bir âbid var­dı. Ge­ce gün­düz ibâ­det ile meş­gul olur­du. Bu âbi­din yaş­lı an­ne­si bir­gün ses­len­di:

- Oğ­lum, gel de şu işi­mi gö­rü­ver!

Bu es­na­da oğ­lu nâ­fi­le ibâ­det­le meş­gul­dü ve gel­me­di. An­ne­si, çok üzü­lüp şöy­le bed­duâ et­ti:

- Kö­tü ka­dın­la­rın if­ti­ra­sı­na uğ­ra!

On­la­ra kom­şu kö­tü bir ka­dın var­dı. Bu ka­dın, bir­gün ço­ba­nın­dan gay­ri­meş­ru şe­kil­de hâmile kal­dı. Za­ma­nın hü­küm­da­rı, ko­nu­nun araş­tı­rıl­ma­sı­nı em­ret­ti. Ka­dın ce­za­lan­dı­rı­la­ca­ğın­dan kor­kup, su­çu kom­şu­su âbi­din üze­ri­ne at­tı.

Hü­küm­dar, âbi­di ça­ğır­tıp de­di ki:

- Ey Cü­reyc! Bir yan­dan ibâ­det ile meş­gul olup, âbid­lik tas­lı­yor, di­ğer ta­raf­tan da zi­na gi­bi bü­yük bir gü­na­hı iş­li­yor­sun.

- Ben böy­le hiç­bir şey yap­ma­dım. Ba­na bu if­ti­ra­yı ya­pan kim­dir aca­ba?

- Kom­şun olan filan ka­dın se­ni şi­kâ­yet et­ti.

Bu­nun üze­ri­ne, genç, ha­ta­sı­nı an­la­dı. De­mek ki, an­ne­si­nin bed­du­âsı tut­muş­tu. Hü­küm­dar­dan bir müd­det izin alıp an­ne­si­ne gi­dip yal­var­dı:

- An­ne­ci­ğim, ba­na; “Kö­tü ka­dın­la­rın if­ti­ra­sı­na uğ­ra!” di­ye bed­duâ et­miş­tin ya, Ce­nâb-ı Hak, bed­du­ânı ka­bul et­ti. Fa­lan ka­dın ba­na if­ti­ra et­ti. Hü­küm­dar be­ni ce­za­lan­dı­ra­cak. Ne olur be­ni af­fet de if­ti­ra­dan kur­tu­la­yım. Bir da­ha hiz­met­te ku­sur et­me­ye­ce­ğim.

An­ne­si, oğ­lu­nun pe­ri­şan hâ­li­ni gö­rün­ce, da­ya­na­ma­yıp şöy­le duâ et­ti:

- Yâ Rab­bî! Eğer oğ­lu­ma et­ti­ğim bed­duâ ka­bul ol­muş ise, onu üze­rin­den kal­dır! 

An­ne­si­nin du­âsı­nı alan genç, hü­küm­da­rın hu­zu­ru­na çı­kıp de­di ki:

- Ba­na if­ti­ra eden ka­dı­nın tek­rar ifa­de­si­nin alın­ma­sı­nı is­ti­yo­rum.

Ka­dı­nın tek­rar ifa­de­si­ne baş­vurul­du­ğun­da, bu de­fa da de­di ki:

- Ben if­ti­ra et­tim. Bu­ kom­şu­mun su­çu yok.

Âbid böy­le­ce ser­best bı­ra­kıl­dı.

*    *     *          

Pey­gam­ber efen­di­miz, bir de­fa­sın­da Es­hâ­bı ile soh­bet eder­ken bu hâ­di­se ile il­gi­li ola­rak bu­yur­du ki:

“Eğer Cü­reyc fı­kıh bil­gi­si­ne sâhip bu­lun­say­dı, ana­sı­na hiz­met et­me­nin, Rab­bi­ne nâ­fi­le ibâ­det et­mek­ten da­ha üs­tün ol­du­ğu­nu bi­lir­di.”

Ahiret seâdeti

 Dünya seadeti için söz söyleyenler, kitab yazanlar ve bunu dikkatle okuyanlar, dinleyenler çokdur. Ahiret seadetine gelince : Buna dair Hakkın kitabı (Kur'an-ı kerim) ve Peygamber efendimizin aleyhisselam sözleri( Hadis-i şerif) ve din alimlerinin binlerce kitabları vardır. Fakat, bugün bunları okuyan, bunları söyleyen, söyleyenleri ve yazanları dinleyen az insan kalmışdır. Çok ehemmiyetli olan ahiret seadeti adeta unutulmuş, sanki böyle bir şey yokmuş gibi bir gaflet içinde bulunmaktayız. Bu ise, felaketin en tehlikelisi ve akibetlerin en korkuncudur.

(Tam ilmihal)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Enver âbi*, çok sevdiği bir âbiye demiş ki: *Başarılı olmak istiyorsan, kendini (yok) bil. Kendinde bir (varlık) vehmetme, yoksa başarılı olamazsın!* 


Böyle demiş efendim. Kendisi anlatdı bana. Çok hoşuma gitdi, *Çok güzel* söylemiş. Hakîkaten öyledir. Allahü teâlâ buyuruyor ki: 


*Kulum benden ne isterse, ona o kapıları açarım, o yolu, ona kolaylaştırırım!* buyuruyor. Yâni kalbimizdeki istikâmet çok mühim kardeşim. 

********

*Kitap okumak*, dînini öğrenmek için *Şart* dır. Efendimiz aleyhisselâm, bir hadîs-i şerîfde buyuruyor ki: *İlm’in rütbesi, derecesi, bütün rütbelerin en yücesidir*. 


Bir hadîs-i şerîfde de Efendimiz aleyhisselâm buyuruyor ki: *Bir âlimin ölümü, bir âlemin ölümü gibidir*. Yâni bir âlim vefât ederse, bütün *Âlem*, bütün insanlar *Ölmüş* gibi olur. 


Sadaka için verilen para, Allah yolunda *Gazâ* için verilen *Para* nın kıymeti yanında *Hiç* kalır. Gazâ için harcanan para da, *Emr-i mâruf* için harcanan *Para* yanında *Hiç* kalır. 


Tarîkate intisâb etmek *Müstehab* dır, vâcib olan, kalbin temizlenmesidir. Ahlâk bilgilerini,  *İslâm Ahlâkı* kitâbından okumak ise *Farz* dır. 


Velhâsıl, tarîkate girmek, *Müstehab*, kalbin temizlenmesi *Vâcib*, İslâm Ahlâkı kitâbını okumak, öğrenmek ise *Farz* dır kardeşim. 

********

İnsanın iki *Zîneti* vardır efendim. Biri *Edeb*, diğeri de *Tevâzû* dur. Bu din, tamâmen edebdir. Başı da, ortası da, sonu da *Edeb* dir. 


Edeb, *Haddini bilmek* dir. Her kemâlât, her iyilik, *Tevâzû* dan meydana gelmişdir. 


Allahü teâlâ âhiretde, bu hizmetlerimizden dolayı, bana bir *Ni’met* verirse, yâni *Cenneti* ni nasîb ederse, derim ki: 


*Yâ Rabbî! Ben bu hizmetleri yalnız başıma yapmadım, bana yardım eden kardeşlerim vardı, onları da isterim*, derim.


Ve *Mahşer* meydanına dönerim. Bu hizmetlere iştirak eden bütün *Âbiler* in, bütün *Arkadaş* ların hepsini bir bir alır, onları *Başımın* üzerinde taşır, hep birlikte *Cennete* gireriz kardeşim.