Bundan 300 sene evvel din alimleri, cumanın şartları tam yerine getirilmediği için ahir zuhur namazını koymuşlar. Bu gün ise hiç getirilmiyor. Onun için cuma'dan sonra öğle namazını kılmak lazımdır.
(Hüseyin Bin said hazretleri)
Bundan 300 sene evvel din alimleri, cumanın şartları tam yerine getirilmediği için ahir zuhur namazını koymuşlar. Bu gün ise hiç getirilmiyor. Onun için cuma'dan sonra öğle namazını kılmak lazımdır.
(Hüseyin Bin said hazretleri)
Peygamber efendimiz erzeli ömürden Allah'a sığınırlardı."Allahümme inni euzü bike min erzeli 'l-umri" duasını sık okurlardı. Erzel-i ömür, ihtiyarlık sıkıntılarıdır.
(Hüseyin Bin said hazretleri)
Filistin'den bir kızcağız mektup gönderiyor. Oradaki müslümanların hareketlerinden dert yanıyor. Her türlü günahı işlediklerini söylüyor. Temiz bir kızcağız. Efendim, şimdi anlaşıldı ki oradaki müslümanlar niçin İsrail'in zulmüne uğramışlar.
(Hüseyin Bin said hazretleri)
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri, yirmi iki yaşında *Mürşid-i kâmil* olmuş. Hızır aleyhisselâmdan ders almış. Nerede almış? *Havuz* da, *Su* içinde.
Yüzmek, *Sünnet* dir. Büyükler yüzerdi efendim. Altınkuma, Abdülhakim Arvasi Efendi Hazretleri ile giderdik. Orada birlikde denize girerdik.
Hazret-i *Hasan* ve Hazret-i *Hüseyin* de radıyallahü anhümâ havuzda yüzerlerdi.
Hazret-i Ömer zamânında, *Îrânı* fetheden İslâm Ordusu, *Dicle* nehrini yüzerek geçdiler. Hattâ yüzme bilmeyen bir asker suda boğularak şehid oldu.
● ● ●
Allahın kullarına, bütün dünyâya, dînini öğretmek için, Allahü teâlâ bizi *Vâsıta* kılmış. Hepimizi yâni. Kimimiz *Paket* yapıyoruz, kimimiz yazıyoruz.
Kimimiz matbâya götürüyoruz, kimimiz de postâneye götürüyoruz. Yâni hepimiz *Hizmet* ediyoruz. Ne büyük *Ni’met*. Eshâb-ı kirâmın vazîfesidir bu.
Eshâb-ı kirâm niçin çok *Yüksek* dir ? Niçin çok *Şerefli* dir? Çünkü hep İslâm yolunda, islâmı yaymak için çalışdılar, uğraşdılar, hattâ *Can* larını fedâ etdiler.
Tâ Mekke-i Mükerreme’den, Medîne’-i Münevvere’den kalktılar, İstanbul’a kadar geldiler. Niçin? *Allahın Dînini* O’nun kullarına *Yaymak* için. Biz de öyle yapıyoruz elhamdülillah.
Allahü teâlânın dînini yaymak için uğraşıyoruz kardeşim. Allah da bize *Yardım* ediyor. Meselâ hizmet için *Para* lâzım. Bu para nereden geliyor?
*Allahü teâlâ* gönderiyor. O bize göndermezse, biz bu hizmetleri yapamayız ki. Yâni biz hizmet ediyoruz diye, *Mağrûr* olmıyalım, gururlanmıyalım. Neden?
Çünkü bu şerefli hizmeti bize, Allahü teâlâ *Nasîb* ediyor. Bu, Rabbimizin büyük *İhsânı* bize. Hem *Nasîb* ediyor, hem de *Yardım* ediyor, para gönderiyor.
Allah yardım etmese yapamayız ki. Elhamdülillah, ne büyük *Ni’met* dir bu. Bütün dünyâ, bizim kitapları *Yaymak* için çalışıyorlar.
*Allahü teâlâ* bunu yapıyor, bize yapdırıyor elhamdülillah. *Bid’at ehli* hakkında, 10-15 tâne hadîs-i şerîf var. Bir tânesi şöyle:
*Bid’at ehlinin yüzüne gülmek, onlarla sohbet etmek, en büyük günâhdır*. Bu hadîs-i şerîf yazılı bizim kitapda. Ben, bir ilâve yapdım buna.
Çok güzel oldu. Şimdi bu *İlâve* yi gönderiyoruz. Bütün Asya halkı okuyor bunları. Tabii *Fârisî* olduğu için, Afrika’ya bunları gönderemiyoruz.
Afrika’dan bir *Mektep* resmi gelmiş. Bakdım da, ne kadar fakîr çocuklar, hocaları da öyle. Görseniz, mektep *Ahır* gibi. Biz, o yerleri ahır bile yapmayız. Orada yatıyorlar, kalkıyorlar, okuyorlar.
İnek ve deve sütlerinin mayalanmasından elde edilen tadı keskin alkollü bir içki.
Kısrak, inek ve deve sütleri mayalanıp tadı keskin olunca, müselles (ısıtılarak üçte ikisi uçurulan üzüm suyu) gibi olur. Birincisine kımız, ikincisine kefir denir. Her ikisi de bira gibi haramdır. (M. Âtıf Efendi)
Dini Terimler Sözlüğü #48
İslamiyet'in iki bayrağı var. Biri erkekler için, diğeride hanımlar için. Erkeklerin bayrağı namaz, hanımların da örtüdür. Bunlar, Müslüman erkeğin ve hanımın alamet-i farikası,yani ayırıcı özelliğidir.
(Hüseyin Bin said hazretleri)
Bir gün oturuyorum, biri geldi ve “Enver Abi; bizim memlekette şu iki arkadaş hiç geçinemiyor! Bunlara bir nasihat etseniz”
dedi.
*
Ben de dedim ki: “Kolayı var.. İkisini de kitap satışına gönderin.. Ama ikisini beraber gönderin..
Ve arkadaş sonra bana telefonda bilgi veriyor ve diyor ki: ‘Abi; bunlar birbirlerine öyle bir âşık oldular ki birbirlerinden hiç ayrılamıyorlar..’
*
Çünkü birbirlerinin samimi
‘ihlâsını’ gördüler de ondan..
Mâşâallah.. “Cenâb-ı Allah bu neşeli günlerimizin devamını nasip etsin..”
Üç paralık dünya için bir şeyin olup olmaması bizi hiç üzmesin..
Çünkü Yüce Allah bizi o kadar zengin eyledi ki ‘bu ancak âhirette belli olacak..’
*
Kaynar bir suya elini daldır çıkar da sonra bize “Ehl-i sünnet yolunu gösteren âlimlerin kıymetini anla..
Ateşe demiyorum; kaynar suya diyorum.. O zaman dersin ‘Ah Hocam; bizi ne ateşlerden kurtarmışsınız.. Allah sizden milyar defa razı olsun.. Yazdığın bu kitaplar sayesinde dinimi öğrendim’ dersin..”
(Enver Ören rahmetullahi aleyh)
Cemaatle namaz kılarken, imama uymanın doğru olması için, on şart vardır.
Sual: Cemaatle namaz kılarken, cemaatin imama uyabilmesi için belli şartlar var mıdır, varsa bunlar nelerdir?
Cevap: Fıkıh kitaplarında, cemaatle namaz kılarken, imama uymanın doğru olması için, on şart bildirilmektedir ki şunlardır:
1-Namaza dururken, tekbiri söylemeden önce, imama uymaya niyet etmektir. İmamın kim olduğunu niyet etmek lazım değildir.
2-İmamın, kadınlara imam olmaya niyet etmesi lazımdır. İmamın erkeklere imam olmaya niyet etmesi lazım değildir. Fakat niyet ederse, kendisi cemaatin sevabına da kavuşur.
3-Cemaatin topuğu, imamın topuğunun gerisinde olmalıdır.
4-İmam ile cemaat, aynı farz namazı kılmalıdır. Vaktin farzını kılmış olan kimse, tekrar imama uyarsa, imam ile kıldığı nafile olur.
5-İmam ile cemaat arasında, kadın safı bulunmamalıdır. Kadınlar bir saftan az olup arada perde varsa veya alçakta yahut yüksekte iseler caiz olur.
6-İmamın kendisini görse, yahut sesini işitse, aradaki duvar, imama uymaya mâni olmaz. Arada kayık geçecek nehir ve araba geçecek yol mâni olur. Yolda veya nehirdeki köprüde iki saf imama uyunca, arkadakilerin de namazı sahih olur.
7-İmama uymanın sahih olması için, imamın veya müezzinin sesini işitmek yahut bunları görmek veya cemaatin hareketlerini görmek lazımdır. İşitmeye, görmeye elverişli penceresi olmayan duvar arada olmamalıdır.
8-İmam hayvanda, cemaat yerde veya bunun tersi olmamalıdır.
9-İmam ile cemaat, yapışık olmayan iki gemide bulunmamalıdır.
10-Başka mezhebdeki imama uyan cemaatin, kendi mezheblerine göre namazı bozan bir şeyin, imamda bulunduğunu bilmemesi lazımdır. Mesela, imamdan kan akması veya başının dörtte birinden az miktarını mesh etmesi, hanefi mezhebinde caiz olmadığından, böyle yaptığı bilinen bir Şafii imama uymak âlimlerin çoğuna göre caiz olmaz. Bu kavil sahihtir. Şafii imamdan kan aktığı görülse, sonra imam bir zaman kaybolup tekrar gelse, buna uyulur. Çünkü, o zamanda abdest almış olabilir. Hüsn-i zan etmek iyidir.
İnsanlığa,medeniyete hizmet, İslamiyeti anlatmakla mümkündür. İslamiyeti anlatmakta ilimle mümkündür.ilimsiz İslamiyet olmaz. Silah ve kılıç ile cihadı devlet yapar. Günümüzün en kıymetli cihadı, kalem ile neşriyat yolu ile yapılan cihaddır. Kalemini iyi yerde kullanan mücahid olur. Kötü yerde kullananda, fasık ve ya mülhid olur, Allah korusun!
(Hüseyin Bin said hazretleri)
Musa aleyhisselam zamanında hiç kimsenin sevmediği, günahkâr bir kimse vardı. Bu kimse öldü. Bu adam da adam mı diye çöplüğe attılar.
Allah-ü teâlâ Musa aleyhisselama emretti, benim falanca çöplükte bir kulum var, onu oradan çıkar, temizle, namazını kıl ve defn et.
Musa aleyhisselam adamı çöplükten çıkardı, güzelce yıkadı, kefenledi, namazını kıldı, Bu arada ahali şaşırdı, Allah’ın Peygamberi, bunların çöpe attığı adamı, temizliyor, kefenliyor, namazını kılıyor.
Definden sonra Musa aleyhisselam adamın evine geldi;
— Ey hatun, bu adam ne yaptı, hangi hayırlı ameli yaptı?
Kadın Dedi Ki :
— Ey Allah'ın peygamberi, bu hiç kimsenin sevmediği, herkesin kendinden kaçtığı birisi, bunun iyi bir ameli yoktu.
— İyi düşün, bunun hayırlı bir ameli, iyi bir işi var.
Kadın yine;
— Hiç bir iyiliği yoktu, hep günah işlerdi dedi. Üçüncü defa sordu:
— Bunun mutlaka bir şeyi var ki, Allah-ü teâlâ bana bunu defnetmemi söyledi.
Kadın dedi ki:
— Bir gün Tevrat okuyordu, okurken Muhammed (aleyhisselam) diye bir isim geçti. Bu ne güzel isim dedi, tekrar okudu, yine bu ne güzel isim dedi. Sonra, ya Rabb'i, ismi böyle güzel olanın kim bilir kendisi ne kadar güzeldir, ben ona âşık oldum dedi ve ismini öptü.
Musa aleyhisselam da tamam, anlaşıldı buyurdu. Böyle bir Peygambere ümmet olmak en büyük nimettir.
***Bir nasihat dinlenmiyorsa, bunun iki sebebi vardır:
Ya dinleyenlerin kalbleri günah işlemekten kararmıştır. Ya da nasihat eden, söylediğini kendi yapmıyordur.
(Cüneyd-i Bağdadi “kuddise sirruh” hazretleri)
"İslamiyet'in kaynağı dört şeydir, edille-i şer'iyye diyoruz. Bunlar; Kur'an-ı Kerim, sünnet, kıyas-ı fukaha, icma-ı ümmet. Fakat bunlar bizim için değil. Bunlar müctehidler içindir. Bizim için İslam'ın temeli, kaynağı, Kendi mezhebimizin imamıdır "
(Hüseyin Bin said hazretleri)
MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ
HAZRETİ MUSA’NIN HİKAYESİ
(ALLÂH-Ü TEÂLÂ'NIN MİSAFİR OLARAK GELMESİ)
Hz. Musa aleyhisselâmın, haberlerde gelen şu hikâyesini hiç duymadın mı? Musa peygamber aleyhisselâm, bir gün münâcat ederken niyazda bulundu:
— İlâhi! Seni misafirliğe davet ediyorum, dedi. Yâ Rab! Lütfet de misafirim ol, sana konukluk edeyim, dedi.
(Allah u azim-üş-şân, gitmekten ve gelmekten münezzehtir. Fakat, bu kıssada biz kullarına bazı hususları göstermek ve bildirmek murat buyurmuştur.)
Hak teâlâ, buyurdu:
— Yâ Musa! Filân gün hazır ol ve tedarik gör ki, o vakit beni misafir edesin. Musa aleyhisselâm, sevinçle döndü, elinden geldiği kadar tedarik ve hazırlıklar yapıldı. O gün, aşçılar geldi, koyunlar kesildi, ocaklar kuruldu, kazanlar vuruldu ve etrafa haber salındı:
— Musa, Allah’ı davet etmiş misafir edecekmiş
Halk, bölük bölük ziyafet yerine akın etti. Herkes, Allâhın nasıl geleceği merakı içerisinde bulunuyordu. İkindi vaktine kadar, bekleşti durdular. Ne gelen oldu ne giden. İkindiden sonra, çok yaşlı bir ihtiyarcık çıkageldi. Sırtında eski püskü bir aba, ayaklarında çarıklar, belinde ipten bir kuşak vardı. Toza toprağa bulanmış ve çok yorgun görünüyordu. Geldi, bir kenara oturdu, hiç kimse onunla ilgilenmedi.
Garip ihtiyar, bir müddet sessiz sedasız bekledikten sonra, ev sahibine:
— Yâ Musa! dedi. Karnım aç, çok yorgunum. Bana bir şeyler ihsan et yiyeyim, karnımı doyurayım,
Musa aleyhisselâm, beklemekten bezmiş bir halde ihtiyara cevap verdi:
— Şimdi sırası mı? dedi. Neredeyse, Tanrı gelecek, al şu testiyi de git su doldur getir, dedi.
İhtiyarcık, testiyi aldı gitti, suyu getirdi. Musa aleyhisselâm, halkın uğultusundan o ihtiyarı çoktan unutmuştu. Garip ihtiyar, bir müddet daha bekledi ve kimsenin bir şey vermeyeceğini anlayarak, sessizce çekildi ve gitti. Saatler ilerliyor, beklenen misafir bir türlü gelmiyordu. Musa aleyhisselâm halka karşı mahcup olmuş ve çok zor bir duruma düşmüştü. Halk, hava karardıktan sonra artık ümidi keserek birer ikişer dağılmaya başladı.
Ertesi gün, Musa aleyhisselâm yine Tur'a gitti ve:
— Yâ Rab! Vaad buyurdun, teşrif eylemedin. Halka karşı mahcup kaldım, geldiler saatlerce yolunu gözlediler ve teşrifin vuku bulmayınca dağıldılar. Acaba neden teşrif buyurumadın? diye niyazda bulundu. Hak sübhanehu ve teâlâ buyurdu:
— Yâ Musa! Ben, yalan söylemiyorum yalancıları da sevmem. Sana geldim, karnım aç dedim, hiç itibar etmedin ve su getir dedin. Suyu getirdim, yüzüme bile bakmadın ve beni aç gönderdin.
Hz. Musa aleyhisselâm şaşırdı ve yalvardı:
— Aman yâ Rab! Nasıl olur?
Hak celle ve âlâ buyurdu:
— Hani, sırtında eski bir aba, ayağında çarıklar, üstü başı toz toprak içinde bir ihtiyarcık geldi ve senden yiyecek bir şey istedi de sen su almağa gönderdin, işte ben onunla beraberdim. O ihtiyarın gönlü, benim muhabbetimle dopdolu idi ve onun gönlünde benden gayrı hiçbir şey yoktu, onu sana ben gönderdim. Eğer, onu misafir etmiş olsaydın, beni misafir etmiş olurdun. Yoksa, ben gelmekten, gitmekten, misafir olmaktan münezzeh ulu padişahım. Yâ Musa! Bilmez misin ki, dostlarımın hoşnutluğu, benim hoşnutluğumdur, dostlarımı ağırlamak, beni ağırlamak gibidir. Musa aleyhisselâm gayet utandı ve kendisini müdafaa edecek söz bulamadı.
Demek oluyor ki, hiç kimseyi hor görmemeli ve özellikle hiç kimse ile alay etmemelidir.
(Eşrefoğlu Abdullah Rumî Hazretleri)
Evliyanın büyüklerinden Zünnûn-i Mısrî hazretlerine, “İnsan, Allahü teâlânın saf kullarından olduğunu, ne zaman ve nasıl anlar?” diye sordukları zaman; “İnsan bu durumu şu dört şeyle bilir. Rahatı terk ederse, az olsa bile, olandan verirse, fakirleşmesi kendisine sevimli gelirse, övülmek ve kötülenmek kendisine aynı gelirse” cevâbını verdi.
Ebû Yâkûb Nehrecûrî hazretleri çok ibâdet ederdi. Gönlü bir gün bile rahat olmamıştı. Nitekim; "Ey Yâkûb! Sen kulsun. Kul rahat olmaz." diye bir ses işitti.
Bu zat buyurdu ki: "Kul mânevî yönden yüksek mertebelere erişip kemâle gelince, artık ona, belâ ve sıkıntılar nîmet şeklinde görünür. Çünkü, onun Allahü teâlâya olan muhabbet ve sevgisi o kadar fazladır ki, artık O'ndan gelen her şey, ona güzel ve tatlı gelir."
Ebü'l-Abbâs Dîneverî buyurdu ki: "Şunu iyi bilmelidir ki, kul, Allahü teâlâdan bir şey isteyeceği zaman; O'nun kendisine ihsân ettiği nîmetlerini, emir ve nehiyleri (yasakları) husûsundaki kusurlarını düşünerek bir şey istemelidir."
"Allahü teâlânın öyle kuları vardır ki, Allahü teâlâyı doğru olarak tanıyıp her şeyi Allah rızâsı için yaparlar. Bu tanımaları sebebiyle, O'nun (Allahü teâlânın) hizmetinde bulundurulurlar. Yine öyle kular vardır ki, Allahü teâlâyı doğru olarak bilemez ve her şeyde Allahü teâlânın rızâsını gözetmezler. Bu sebeple, onlar da bu hâlleri sebebiyle pekçok nîmetlerden mahrûm kalırlar."
İmâm-ı Kuşeyrî buyurdu ki: Herkes kendisi için bir şey seçti. Ben ise, Hak teâlânın benim için seçtiği şeyi seçiyorum. Şâyet Allahü teâlâ beni zengin kılarsa, dîninin emirlerini yapmayı terk etmem. Şâyet fakir kılarsa, harîs ve O'nun emirlerinden yüz çeviren bir kul olmam.
Ukayl el-Münbecî bir gün Münbec'de bir dağ kenarındaydı. Yanında da sâlih, temiz kimselerden müteşekkil bir topluluk vardı. Bunlardan biri, "Sâdık bir kul olmanın alâmeti nedir?" diye sordu. Ukayl el-Münbecî de; "Sâdık bir kul, bu dağa hareket et dese, dağ hareket eder!”
Evliyânın büyüklerinden İbrâhim bin Edhem hazretlerine "Sen kimin kulusun?" dediler. Titredi, yere düştü ve kendinden geçip yerde çırpınmaya başladı. Bir müddet sonra kendine geldi, kalktı ve bir âyet-i kerîme okudu. "Niçin cevap vermedin?" dediler. İbrâhim bin Edhem; "Korktum, eğer O'nun kuluyum desem, benden kulluk haklarını ister, değilim desem, bunu da diyemem." buyurdular.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Evliyâ-i kirâmın kalbinden *Feyz* gelir. Yâni onun kalbindeki *Nûr*, karşısında kim varsa, ona akar. Yâni onun kalbinden, bunun kalbine *Nûr* akar.
İşte bu nûra, *Feyz* denir. O büyüklerin kalbine bu *Feyz* gelmiş. Peki nereden gelmiş? *Resûlullah* Efendimizin mübârek *Kalbi* nden gelmiş.
Resûlullahın kalbindeki o *Feyz* ler, o *Nûr* lar ve *Mârifet* ler, bizim kalbimize de gelir inşallah. Bizim kalbimize de o feyz akarsa, muhakkak kalbimiz temizlenir.
Bizim de kalbimizden *Dünyâ* muhabbeti çıkar. Kalbin temizlenmesi demek, *Dünyâ* sevgisinin o kalpden çıkması demekdir.
Kâfirler, fâsıklar harâmlara dalmış. Müslümân *Harâm* işlemez kardeşim, ama kalbinde dünyâ muhabbeti olabilir.
Kalbi temizlenince, dünyâ muhabbetinden de sıyrılır. *Harâm* lardan nasıl kurtulduysa, diğer bütün *Günâh* lardan da böyle kurtulur. Bir kimseye bu *Feyz* gelince, kalbi tertemiz olur.
Bu Dünyâ yı, televizyon seyreder gibi görür. Yâni Hayâl gibi görür. Kalbinde Dünyâ ya yer kalmaz.
Kalbine dünyâ yerleşmez. Ne büyük Ni’met kardeşim. Ne mutlu büyüklerin Feyzine kavuşanlara. İmâm-ı Şâfiî ne buyuruyor?
A’reftü şerre lâ Lişşerri, ne demek bu? Yâni kötü şeyleri öğrendim, onları yapmamak için. Kendimi onlardan korumak için.
Lüzûmsuz konuşanı, Gıybet edeni aranızda tutmayın kardeşim. Evvelâ Nasîhat edin, dinlemezse ayrılın ondan, görüşmeyin, onunla Arkadaş lık etmeyin.
Allahü teâlâ, Sâlih müslümânlara üç husûsiyet vermişdir. Birincisi, onlar Cömert dirler. Allahın kullarına İnfak ederler, İhsân ederler, onları se-vindirirler.
İkincisi, onların kalbinde hiçbir mü’mine karşı, Kin ve Nefret yokdur. Yâni bütün müslümânları Sever ve muhabbet beslerler.
Üçüncüsü de, onlar Emr-i mâruf yaparlar. Yâni insanlara İslâmiyeti öğretirler, Allahın dînini her tarafa yayarlar. En mühimi de budur efendim.
Dünyanın zevki üç şeydir ki, bunlar, yemek, giyinmek ve malum münasebettir. Yiyecekler içinde en lezzetlisi baldır. Onu imal eden de, bir küçücük hayvandır ki, insan istese, kolayca öldürebilir onu.Giyeceklerin en iyisi ise ipektir ki, bunu da bir ufacık böcek imal etmektedir. Bu da öyle zaif ve acizdir ki, bir gök gürültüsüyle ölür.
Üçüncüye gelince, bir anlık zevktir. Bu üç şeyin de kalbini bağlayacak nesi vardır?
(Seyyid Ebül Vefa “rahmetullahi aleyh” hazretleri)
Mübârekler (Hüseyin Hilmi Işık Efendi "rahmetullahi aleyh") buyurdular ki,
Herkesin ideali, dünyâda bile bir rahata
kavuşmak, rahat bir iş bulmak, iyi bir
hanımla evlenmek, iyi çocuk sahibi
olmak, huzurlu olmak değil midir?
Bütün bunlara kavuşsanız, boğazda
yalınız olsa, villanız olsa, bırakacaksınız
en azından. Daimi değil... Hastalıktan
da kurtulamazsınız. Mutlaka bir aksilik
sizi bulur. Neresinden bakarsanız gene
sıkıntı. Cennette bunlar yok ki. Hastalık
yok, huzursuzluk yok, geçimsizlik yok, fakirlik yok... Ne var? Refah var, zevk var,
muhabbet var, sohbet var. Öyle sıcaklık da yok. Serinlik var. Ne güzellik
düşünebiliyorsanız hepsi orada var. Zamanı! O da belli değil. Belki biraz sonra diyorum,
belki beş sene sonra, belki on sene sonra. Neyse, netice itibariyle sonunda orası var.
Müjdeler olsun, imanı olanlara ve ibâdetlerini İhlâsla yapanlara... Yazıklar olsun, üç
paralık dünyâyı, üç-beş kuruşu, üç beş mevkii, üç beş rütbeyi, bu Cennetle
değiştirenlere. Çok yazık... Vallahi çok yazık. Yani, duvarların içini altınla doldursalar ne
yapacaksın. Yenmez, içilmez. Üsteilk hergün korkacaksın. Ha hırsız geldi, ha öldürdüler,
ha çaldılar. Olmaması daha iyi. Hiç olmaz ise huzurumuz var. Git o zenginlere sen sor,
ne sıkıntı içerisinde yaşıyorlar. Her an ölmek korkusu veya bir başkasına bırakmak
endişesi içerisindeler. Cennette bu, kalıcı olacak, sonsuz olacak. Velhasıl, gözümüzü
açıp kapayıncaya kadar bu ömür bitecek.
MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ
Ey aziz: Dilin afetleri pek çoktur. Hepsini söylersek, kitap çok uzun olur, maksattan uzaklaşılır. Ben sana birkaç tane yaramazını söyleyeyim de bu gibi yaramaz sözlerden Allâhu teâlâya sığınasın ve kalanından da Allâhu azim-üş-şân seni korusun. Bu dilin bir âfeti de yalan veya gerçek sevdiklerini anmak ve methetmektir demiştik, onu söyleyeyim. Evet, sevdiklerini methederken, mübalâğa ederek: (Salih’tir, cömerttir.) dersen, bu sözler karşıdakinin hoşuna gider. Yahut zemmeder ve dedikodusunu yapıp, ona desinler istersin.
Sözün kısası övmek veya yermek konusunda söylediklerin o kişilerde olsun veya olmasın, ulu orta sözler söylersin. Oysa, düşünmezsin ki, o söylediğin sözler o kişide yoksa, yalancı olur ve yalancılar defterine yazılırsın. Ey biçare: Sen o kimseyi övdüğünü sanırken, bakarsın ona sövmüşsün. Çünkü, onu mutlaka bir maksatla ve kendine göre bir sebeple övdüğün için, üstelik münafık da olursun ki, münafıkların yerleri cehennemdir.
Eğer, riyâ ile översen ve duysun da bana muhabbet etsin, gözüne ve gönlüne gireyim dersen bu takdirde de iki yüzlü olursun ki, iki yüzlülerin yerleri de cehennemdir. Riyâ, şirk-i hafidir. Bir zâlime, zâlim olduğunu bile bile âdil dersen veya yolunu yordamını bilmez bir suret hırsızına derviş yahut sofi dersen, gerçeğini bilmediğin bu sözlerinden Allahu teâlânın hışmına uğrarsın veya uğramaya müstahak olursun. Kaldı ki, övdüğün bir fâsık veya zâlim ise, suçun daha da ağırlaşır.
Ey kardeş: Bu fısk dedikleri, yalnız içki içmek değildir. Belki, dedikodu eden de fâsıktır. İftira eden de fâsıktır. İki yüzlü olan da fâsıktır. Hâsılı, Allahu teâlânın haram ettiği şeyleri işleyenlerin hepsi fâsıktırlar. Eğer, helâl olduğunu söyleyerek işlerse kâfir olur. Bir kimse, bir kâfir veya fâsıka (Salih kişidir) derse, yalan şahitlik etmiş olur. Fâsıkı övdüğünden ötürü ayrıca azaba müstahak olur. Zira, fâsıkı medh edene, Allahu teâlâ hışım eder. Nitekim, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi vesellem efendimiz: “Fâsıkları övenlere, Allahu teâlâ gazap eder, buyurmuşlardır.” Zâlimleri kötü kişileri methederek âdil olduklarını söylemek de böyledir. Bir kimse, böylelerini yüzlerine karşı sevindirmek ve memnun etmek için överse, Allahu teâlânın hışmına uğrar.
Bunları öğrendikten sonra, şunu da bilmiş ol ki, dilin bir âfeti de insanlarla alay etmek ve eğlenmektir. Maskaralık ederek halkı güldürenler de bu âfete tutulanlardır. Olur olmaz şakalara gülmek, gönlü öldürmektir. Gönlü ölen kişi, Ne’ûzü billah şaki olur ki, şakiler de cehennem ehlindendirler, Şekavetin bir nişanı da çok gülmek, olur olmaz her şeye, her şakaya, her maskaralığa gülmektir.
Nitekim, Hak teâlâ Kur'an-ı kerimde buyurur: “Artık onlar kazandıkları küfür ve nifakın (geçimsizlik) cezası olmak üzere (Dünyada ve âhirette hallerini düşünerek) az gülsünler ve çok ağlasınlar.” (Tevbe sûresi: 82) Evet, Allahu teâlâ (Az gülün ve çok ağlayın!) buyurmaktadır. Ey gafil! Sen ise, yılda bir kere olsun, günahlarını hatırlayarak ağlamazsın. Fakat, nefsine hoş gelen şeyleri, günde birkaç defa hatırlayarak kahkahayla gülersin. Oysa, bilmez misin ki Yahya peygamber aleyhisselâmın, ağlamaktan yanaklarının eti çürümüştü. Hak teâlâ, ferah olanları sevmediğini, Kur'an-ı aziminde açıkça beyan buyurmaktadır: “Zira, Allâhu teâlâ şımarıkları sevmez.” (Kassas sûresi: 76)
Maskaralık ederek halkı güldürmek, evvelâ gönlü öldürür. Sonra, kin hâsıl eder. Nihayet, kişinin heybet ve hürmetini giderir. Halk arasında yerli yersiz şaka yapanlar, herkesi güldürenler, herkesle alay edenler insanların yüzlerinden hayâ duygusunu giderirler. Hayâ duygusu olmayan insanda ise, Allâh korkusu da olmaz. Çünkü, onun gönlü ölmüştür. Bu gibi kimseler, iki cihanda da zarara uğramışlardan ve mahrum kalmışlardan olurlar. Nitekim, Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz: “Eğer benim bildiklerimi bilseydiniz, çok ağlar ve az gülerdiniz.” buyurmuşlardır. Şunu, muhakkak olarak bilmiş ol ki, bir mecliste kahkaha ile gülünse, dedikodu edilse veya dünya sevgisini artıracak sözler söylense, Allahu teâlâ o mecliste bulunanlara rahmet etmez (El-iyâzü billahi teâlâ).
Fakat, kişinin ehliyle ara sıra lâtife etmesi caizdir. Şu kadar ki, bunda da çok kahkaha ile gülmek olmaz. Hem de yalan yanlış şakalarla ve halkı güldürmek için yapılan lâtifelerle gülmekten de 'sakınmalıdır. Zira, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: “Yazıklar olsun o kimselere ki, halkı güldürmek için yalan söylerler. Yazıklar olsun, yazıklar olsun, yazıklar olsun.” buyurmuşlardır.
Dikkatinizi çekerim: O Habib-i hazret ve şefi-i ümmet üç defa bu gibi kimseler için (Yazıklar olsun!) buyurmuştur. Şu hâlde, bunu öğrenip bildikten sonra, yerli yersiz, manalı manasız şakalarla halkı güldürmek, herhangi bir kimseyi övmek veya yermek yasaklanmış ve bunlara dilin âfeti tâbir olunmuştur, bunları da iyice aklına koy! Yukarıda, dilin bir âfeti de herkesle alay etmek, eğlenmektir demiştim. Evet, bir kimseyi veya bir topluluğu alaya almak haramdır. Zira, Hak teâlâ Kurân-ı kerimde Hucurât sûre-i celilesinin 11. âyetinde: (İçinizden bir kimse, başka bir kimse ile alay etmesin. Olur ki, Allâhu teâlâ indinde alay edilenler, alay edenlerden daha hayırlıdır.) buyurulmaktadır. Demek ki, hiç kimse ile alay etmek câiz değildir, alay edilen kimsenin Hak teâlâ katında mertebesi ve menzili daha yüce olur, sen bundan gaflet edersin, bu yüzden davranışın Allahu teâlânın hışmına sebep olabilir.
Evet, tekrar ediyoruz: Bu dili, kendi bildiğine kapıp salıvermek olmaz. Şaka ile, alay ile kimseyi incitmek olmaz. Zayıfları alaya alanlar, herkesle yerli yersiz şakalar yaparak eğlenenler, yarın kıyamet gününde herkesin maskarası ve eğlencesi olacaklardır. Ona, cennetten bir kapı açacaklar ve diğer bir kapıdan dışarı çıkaracaklardır. Böylece, birçok defalar girip çıktıktan, boş yere koşturup durduktan sonra, aciz kalarak iki dizinin üstüne çökecektir. Sonunda, ona bir kapı daha açacaklar ve oraya çağıracaklardır. Sürüne sürüne gidip bu kapıdan girmeye davrandığı zaman, kendisine:
— Sen, dünyada herkesle alay eder, onları maskara haline getirir ve gönül eğlendirirdin. Halkı bu şekilde alaya alanların ve onun haline gülenlerin cezası cennet değil, cehennemdir. Sen, cennetten mahrum oldun, diye kovarlar ve zebaniler yetişip onu tutar, yüzü üstüne sürükleye sürükleye cehenneme götürür ve atarlar.
Kardeş:
Düşünebiliyor musun, ne büyük zarardır bu âhiret zararı? Ne yaman musibet olur, âhiret musibeti? Ne müşkül iş olur, halkı alaya almak ve herkesle eğlenmek?
Bilmiş ol ki, dilin bir âfeti de halkın sırrını açıklamak ve ötede beride söylemektir. Bir de herhangi bir sözü başına “Sen böyle demedin miydi?” demektir. Bir kimse, bir kimseye bir gizli söz söylese ve (Aman, sakın bu sözü kimseye söyleme!) dese, o kimse karşısındakini emin edinmiş ve ona kıymetli bir şeyini emanet etmiş gibidir. Bu gizli sözün de tıpkı bir emanet gibi saklanması ve kimseye söylenmemesi gerekir. Eğer, söylenirse emanete hıyanet edilmiş olur ve o kimse hain durumuna düşer. Oysa, müminin mümine karşı hain olması haramdır. Diğer taraftan, kitabın başında münafıkları tarif ederken de açıkladığımız gibi, münafıklığın bir alâmeti de emanete hıyanet etmektir. Şu hâlde, bir kimsenin gizli bir sözünü, bir başkasına söylemek hainliktir.
Ebrârın kalpleri, sırların kabirleridir. (İyilerin kalpleri, sırların kabridir), sırların saklanacağı en emin yerdir. Bazıları SUDUR-ÜL-AHRÂR da demişlerdir. Hür insanların kalpleri anlamına gelir ki, her ikisinde de SADR (Göğüs) kalp manasında kullanılmıştır, ölüler nasıl ki mezarda gizli olurlarsa, sırlar da salih ve mütteki insanların kalplerinde gizlenirler. Bu itibarla, bir mü'min diğer bir mü’ minin sırrını saklamayarak ötede beride söylerse, haram işlemiş ve Allâhu teâlânın azabına müstahak olmuş bulunur. Sırrı hemen söylenildiği yerde unutmak gerekir. Hatta, o sırrı söyleyen kişiye dahi söylenilmesi câiz değildir. Bu mealdeki Hadis-i şerif, yukarıda geçmişti.
Bu güzel Hadis-i şeriflerin tekrarında çok fayda vardır. “Müminlerin sırlarını, canlarını vermek pahasına açıklamayan erenler, nefsi emmâre bağlarından kurtulmuş olanlardır. Bunların, yarın cehennem ateşinden de kurtularak, cennette didâra karşı mükâfatlandırılacakları muhakkaktır.” Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, bu gibilere: AZAD ERENLER buyurmuştur. Zira, AHRAR'ın mânası HÜR'ler, AZAD olmuşlardır. Fakat, ne yazık ki günümüzde öyle er kişiler vardır ki, bu konuda kadınlardan daha zayıf ve fenadırlar. Sır saklamazlar, dedikodu yaparlar ve kadınlardan beter boş boğazlıkta bulunurlar.
Şimdi aziz: Canını, nefs elinden azad etmek istersen, işittiğin sözleri sakla, kimselere söyleme, zamanının çoğunu susmakla geçir, tesbih, tehlil veya istiğfar et! Unutma ki, her kişinin azaları, cennete veya cehenneme gitmesine sebep olacaktır. İnsan vücudunda yedi aza vardır ve her birisinin iki tarafı bulunmaktadır. Bir tarafı nefsanî, cismanî, dünyevî ve şeytanîdir ki, cehenneme gider. Bir tarafı da rahmanidir, akılânedir ve cennete gider, öyleyse, bu yedi azayı bu saydığımız âfetlerden korumak gerektir, ki şeytan insanı azdırıp cehenneme götürmesin.
Bilmiş ol ki, dilin afetlerinden bazıları da yalan söylemek, dedikodu ve iftira etmek, yalan veya gerçek yere and içmek, VALLAHİ demektir. Dilini, and içmeye alıştırmaktır, ki bu da büyük bir afettir. Zira, gerçek konuşurken VALLAHİ demeye alışan bir kimsenin, bir gün aynı alışkanlıkla yalan yere de VALLAHİ demesinden korkulur. Aklı başında ve kendi halinde birçok insanlar dahi, bundan son derece sakınırlar ve bir gün ağızlarından hata sayılabilecek bir söz çıkarak, bütün amellerinin zayi olmasından ve yarın kıyamet gününde hak huzuruna kara yüzle varılmasından ve cehennem azabına müstahak olunmasın dan korkar ve çekinirler.
Bir kişi, yalan söz söyler ve birisine gidip: (Filân kişi, senin için şöyle söyledi) der. Bu aynı zamanda dedikoduculuktur. Bu şekilde kasten yalan söyleyenin ağzından öyle çirkin ve kötü bir koku çıkar ki, omuzlarında bulunan melekler o kokudan incinerek kaçarlar ve: “Yalan ile imân bir yerde durmaz. Yalan, imânı giderir” derler. Hele, bir kişiden bir kişiye söz ve haber götürmek, dedikodu ve bilhassa iftira etmek, çok büyük günahtır.
Hak teâlâ, Kur'an-ı kerimde: “Onu duyduğunuzda, bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Bu büyük bir iftiradır demeli değimliydiniz” (Nûr sûresi-16) Buyurmakta ve diğer bir âyet-i kerimede de: “O halde pislikten, putlardan sakının, yalan sözden sakının” (Hâc sûresi-30) buyurulmaktadır ki, bu takdirde iftira küfre yakın bir günahtır.
Aziz: İftira olunan kişiye MEBHÛT derler. Çünkü: (Sen, şöyle bir iş yapmışsın.) veya: (Sen, böyle demişsin) denilince, âdeta sersemleşir, şaşırır ve kalır. İşte böylelerine MEBHÛT denir.
Şunu da bilmiş ol ki dedikoduculuk da türlü türlüdür. Birisi, yukarıda bahsolunan iftiradır. Diğeri, bir kişiden işitilen sözün, diğer bir kişiye söylenmesidir ki, asıl dedikoduculuk da budur. Onlar hakkında Fahr-i-âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: “Şerli olanlarınız iki yüzlülerdir. Onlar birine bir yüzle ve diğerine başka bir yüzle gelirler.” buyurmuşlardır.
Bir gün, bir adam kölesi olan genç bir çocuğu pazara götürdü ve tellâla:
— Ben, bunu ayıbı ile satacağım, diye söyle dedi. Birisi talip oldu: Tellâl:
— Bunun ayıbı vardır, dedi.
— Ayıbı nedir? diye sordu.
— Yalancı ve dedikoducudur, dediler. Yalan-gerçek, işitsin, işitmesin ağzına geleni söyler, evde işittiklerini dışarıda söyler, dışarıda işittiklerini gelir evde söyler, diyerek ayıbının mahiyetini açıkladılar. Alıcı olan zat:
— Bu kusur değildir, dedi ve genç köleyi alıp evine götürdü.
Aradan birkaç gün geçti, geçmedi. Genç köle evin hanımına:
— Söylemeye utanıyorum ama söylemeden de edemeyeceğim. Bizim efendi seni sevmiyor, senin üzerine bir başka kadın veya cariye almak istiyor, diye bir yalan uydurdu. Zavallı kadıncağız, her kadın gibi bu konuda hassas olduğundan onun bu sözlerine inandı ve sordu:
— Yâ öyle mi? Peki, şimdi ben ne yapayım?
Köle, oyunu kafasında tasarlamıştı, hemen cevap verdi:
— Ben sana bir ilâç yaparım. Fakat, bana efendinin sakalından birkaç kıl getirmen lâzım, dedi.
Akılsız kadın, buna da inandı ve gece uyurken sakalından kesip getireceğini söyledi. Köle bu defa da efendisine gitti:
— Başımıza gelenleri hiç sorma, dedi. Senin karın meğer bir başka adamı severmiş, onun için de seni öldürmek istiyor.
Adam şaşırdı:
— Sen bunu nereden biliyorsun? diye sordu.
Köle, hemen ona da fitneyi soktu:
— İnanmazsan, bir gece uyur gibi yap ama sakın uyuma. Gör bakalım, söylediklerim doğru mu yalan mı? dedi.
O gece, adam yatağına girdi, gözlerini kapadı ve uyur gibi yaptı. Derken, karısı elinde bir ustura olduğu halde sessiz sedasız kocasına yaklaştı ve adamın sakalından birkaç kıl koparmak için üzerine doğru eğildiği sırada, kocası gözlerini açtı ve karısının elinde ustura ile gırtlağını keseceğini sandı ve kölesinin sözlerinin doğru olduğuna hükmederek, kadının elinden usturayı aldı ve talihsiz kadını hemen oracıkta boğazladı ve öldürdü.
Kadının kardeşleri meseleyi duyunca intikam hevesine düştüler ve onlar da eniştelerini öldürdüler. Bir saat içinde iki cinayet işlendi ve o zamana kadar gayet mutlu olan ve iyi geçinen bir karı-koca bu yalancı ve dedikoducu kölenin kötü huyuna kurban oldular.
Görülüyor ki, dedikoducu büyücüden de şerlidir. Zira, dedikoducunun bir saatte becerdiğini, büyücü bir yılda beceremez, demişlerdir. Hatta, dedikoducunun zararı, şeytanınkinden de fazladır. Çünkü, şeytan ne yaparsa vesvese ile yapar ama dedikoducu insanın yüzüne baka baka yalan söyler ve ortalığı karıştırır. Ebi Abdullah Kureyş'ten rivayet olunur ki:
Bir gün, birisi 700 fersahlık uzak yoldan geldi ve yedi şey öğrenmek istedi: Allâhu teâlânın sana ihsan buyurduğu ilimden, Allâh için bana öğret, dedi. Ebi Abdullah sordu:
— Neyi öğrenmek istersin?
— Bana onu öğret ki, göklerden ağır ve yerlerden hafif, taştan katı ve ateşten sıcak, zemheriden soğuk ve denizlerden zengin, yetimden zayıf olan şey nedir?
— Göklerden ağır olan iftiradır. Yerden hafif olan haktır, yani hak olan şeylerdir. Taştan katı olan kâfirlerin gönülleridir. Ateşten sıcak olan, hırstır. Zemheriden soğuk olan bir hacet istenildiği zaman vermeyendir. Denizden zengin olan, kanaat ehlinin gönülleridir. Yetimden zayıf olan, dedikoducuların halleridir, yüzü yerle beraber olduğu halde dedikoduculuk ederler.
Îbn-i Ömer radıyallahu anh buyurur ki; ben Resûl-ü zişân aleyhi ve âlihi salâvatullah-il-Mennân efendimizden işittim:
“Hak teâlâ, cenneti yarattığı zaman buyurdu: “Söyle ey cennet!” Cennet, Allâhu azim-üş-şânın desturu ile söyledi: “Bana giren kişi said oldu.”
Hak teâlâ buyurdu: “İzzetim hakkı için, sekiz tâife sende sakin olamayacaklardır:
1 - İçki içen ve tövbesiz ölenler.
2 - Zinâ eden ve tövbesiz ölenler.
3 - Dedikoducular.
4 - Karısını kıskanmayan deyyuslar.
5 - Livatâ edenler.
6 - Muhannisler (Yeminlerini bozanlar)
7 - Ana-baba ve hısım akrabadan ziyareti kesenler.
8 - Allah’a yemin olsun ki şu işi yaparsam deyip yine de o işi yapan.
Hasan Basri rahmetullahi aleyhi buyurur ki: “Başkalarından sana ve senden de başkalarına haber götürüp getiren kimselerin yüzlerini, kâğıt gibi karalamak ve karartmak gerektir. Zira, bu gibiler iki yüzlü kâğıt gibidirler. Onun için, bunların iki yüzlerini de karartmak lâzımdır ki, artık ne sana haber getirebilsin ne de senden başkalarına haber götürebilsinler. İki yüzünü karartmak demek, böyle bir kimse sana gelip dedikoduculuk ettiği zaman, kendisine: “Senin bu yaptığın iş, Müslümana yakışır iş değildir. Söylediğin, yalansa; Hucurât sûresinin 6. âyeti olan (Eğer, bir fâsık size bir haber getirirse, hemen inanıp kapılmayın, onu araştırın) kavl-i celiline uymuş oldun. Eğer, söylediklerin doğru ise, bu takdirde Kalem sûresinin 11. âyeti olan: (Daima halkın ayıbını araştıran, gammazlıkla lâf götürüp getiren) hükmü cehline uymuş oldun, demelidir.
Ey aziz kardeş: Dedikodu yalan olursa Ne’ûzü billâh, doğru olursa da gayet fenadır. Her ikisinin de hallerini söyledim, öğrendin ve dilin afetlerinden birisinin de dedikoduculuk olduğunu anladın. Dilin bir âfeti de zem etmek yani sevmediğini yermek ve onun aleyhinde sözler söylemektir, ki işitince o kimse incinir. Hak teâlâ, her insan için bir melek yaratmıştır. Daima, onunla beraber gezer yürür. O kimse, başka bir kimseyi zemmetse o melek derki: “O şerrin hepsi senin üzerine olsun ki, Allahu teâlânın kulunu kötülükle andın, o kötülük sendedir.” Bir kimse de başka bir kimseyi hayır ile anarsa, o melek bu defa da: “Allâhu teâlâ senden razı olsun ki, Allâh’ın kulunu hayırla andın, o hayır seninle de beraber olsun,” der. Böyle olunca, hiç kimse hakkında fena söz söylemek iyi değildir. Bir kimse, diğer bir kimseden ne kadar fenalık görse de onu hayra hamletmek gerektir: Müminin hayrı seçmesi vaciptir.
Dilin bir âfeti de sevmediklerini lanetle anmak, haklarında kötü ve çirkin sözler söylemektir. Böyleleri, kıyamet gününde hakkın emriyle mahşer yerine getirilirlerken, görenlerin iğrendiği bir halde ve ve ateşten kilitler vurulmuş, kan ve irin akarak getirilirler. Mahşer halkı, bunların ağızlarından yayılan çirkin ve pis koku ile bunalırlar. Melekler derler ki: “Bunlar dünyada iken edep yerlerini daima ağızlarına alır, herkese bu sözlerle söver, fena küfürler ederlerdi. İşte, cezaları da budur. Cehennemde de daha büyük azap göreceklerdir.”
(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)
Hubeyb bin Adiy radıyallahü anh
Eshâb-ı kiramın şehîdlerinden. Ensârdan ve Evs kabilesindendir. Hicretten önce müslüman oldu. Bedir ve Uhud savaşına katıldı.
Hubeyb bin Adiy radıyallahü anh ve Zeyd bin Desinne radıyallahü anh müşriklere esir düşmüştü.
Onları öldürmek için müşriklerin kararlaştırdığı gün gelmişti.
İdam sehpaları kurulmuş, bu iki büyük sahabiyi idam etmek için tüm hazırlıklar tamamlanmıştı.
İpler boyunlarına geçirilince, keyften kendini kaybetmiş müşrikler salyalarını akıtarak;
-" Şimdi senin yerine Muhammed’in (aleyhisselam) olmasını onun öldürülmesini ister miydin? Sen de evinde rahat otururdun!."
Hubeyb radiyallahu anh onlara acıyan gözlerle baktı ve;
-"Medine'de Muhammed aleyhisselâm’ın ayağına bir diken bile batmasına asla râzı olmayacakken, siz bana bunu mu soruyorsunuz?" dedi.
O zaman müşrikler alay edip, gülüşerek, -“Ey Hubeyb, İslâm dininden dön eğer dönmezsen seni muhakkak öldüreceğiz!.”
dediler.
Hubeyb radıyallahü anh,
-“Allah yolunda olduktan sonra benim için öldürülmenin hiç ehemmiyeti yoktur!.” dedi.
Sonra hasret ve umutsuzlukla;
-"Allahım! Şurda düşman yüzünden başka yüz görmüyorum. Allahım, benden Resûlüne ( aleyhisselâm ) selâm ulaştır. Bize yapılan bu işi Resûlüne bildir..”
O an çook uzaklarda Medine'de Resulüllah efendimiz ashabıyla otururken birden;
-"Ve aleyhisselâm!..” dedi.
Ashab merak etti.
-"Vahiy mi geldi ya Resulallah, kimin selamına cevap verdiniz?"
Resulüllah efendimiz;
-"Şu an kardeşiniz Hubeyb'i şehid ediyorlar. İdam sehpasında bana gönderdiği selamını Cebrail aleyhisselam bana bildirdi. Ona cevap verdim!."
Hubeyb radiyallahu anh hazretleri o gün şehid edildi...
Peygamberimizden haber verilen, (Bir kimse, Estagfirullahel’azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüverrahmanürrahîm el-hayy-ül-kayyûmüllezî la-yemûtü ve etûbü ileyh Rabbigfir lî) istigfâr düâsını yirmibeş kerre okursa, odasında, âilesinde, evinde ve şehrinde hiç kazâ, belâ olmaz)dir. Bunu ayrıca her sabâh ve akşam da üç kerre okumalıdır.
*** Biliniz ki, se’âdete kavuşmak için, bir Velîye ma’nevî bağ ile bağlanmak lâzımdır. Bu da, onun, Allahü teâlânın sevgili kulu olduğuna inanmak ve onu sevmekdir. [Allahü teâlânın ni’metlerini, ihsânlarını düşünen, Onu sever. Çünki, ihsân sâhibini sevmek, insanlık îcâbıdır. Onun sevmesini kazanmak için, islâmiyyete uyana ve bir mürşidi sevene (Sâlih) [iyi insan] denir. Allahın sevmesini kazanmış olana (Velî) denir. Başkalarının da kazanması için çalışan Velîye (Mürşid) denir.] Velîye ma’nevî bağ [ya’nî muhabbet] çok olunca, [Resûlullahın mubârek kalbinden çıkıp] Velînin kalbinden gelen feyzlerden, bereketlerden almak da çok olur. Velîyi görür, sesini işitirse ve O da, teveccüh ederse, ya’nî feyz vermek isterse, dahâ çok feyz alır. Fekat, herkese isti’dâdı, kâbiliyyeti kadar kalbe feyz gelir. Kâbiliyyet, islâmiyyete uymakla artar. İslâmiyyete uymıyana, feyz gelmez. Ma’nevî râbıtası bozuk olan, mürşidi tanımıyan, kendine gelen feyzlerden alamaz. Senelerce riyâzet yapmak, onu bu se’âdete kavuşduramaz. [Feyz gelen kalb, dünyâ hayâtını hayâl gibi görür.]
(Muhammed Masum Faruki hazretleri)
Dünyâ dedikleri bir hiçten ibârettir.
"Hiç olan dünyâya gönül verenler ve hiç olan şeyi isteyenler de bir hiçten ibârettirler!"
Eşrefzâde-i Rûmî hazretleri Anadolu'da yaşayan büyük velîlerdendir. İsmi Abdullah olup, babasınınki Eşref'dir. Babasının ismi ile şöhret buldu. Babası, Mısır'dan İznik'e göç etti. Eşrefoğlu Rûmî İznik'te doğdu. 1484 (H. 889)'da İznik'te vefât etti. Önce İznik'te sonra Bursa'da medreselerde tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimleri tahsil etti. Buradan mezun olunca, Çelebi Mehmed Han Medresesinde bir müddet ders verdi. Tasavvufta ilerlemek için Emîr Sultan'ın huzûruna gitti. Emîr Sultan, onu Ankara'daki Hacı Bayrâm-ı Velî'ye gönderdi. Sonra, Ankara'ya gidip, yeni hocasına tam teslim oldu. Sonra Hacı Bayrâm-ı Velî ona “Şeyh Hüseyin Hamevî'nin huzûruna gidip, Kâdirî yolunu öğreniniz" buyurdu. Şam’a giderek ondan feyiz aldı. İcazet alarak İznik’e döndü.
Eşrefzâde Rûmî bir vaazında şöyle buyurdu:
-Ey Müslümanlar! Dünyâ dedikleri bir hiçten ibârettir. Hiç olduğu şuradan anlaşılıyor ki, sonucu hiçtir. Hiç olan dünyâya gönül veren, yolunda ömrünü çürüten ve hiç olan şeyi isteyenler de bir hiçten ibâret kalacaklardır. Amma hiçi hiç sayan âriftir... Azîzim! Sen o sultanları gözünün önüne getir ki, onlar dünyâya geldiler. Lâkin dünyâya itibâr etmediler. Dünyânın arkasına düşüp hırsla dünyâlık toplamaya çalışmadılar. Âhiret amelleriyle meşgûl oldular. Onlar, bu dünyânın âhiret yolunun üzerinde bir yol uğrağı olduğunu anladılar. Buna aldanmak olur mu? Yol tedârikinde bulunup kâfileden ayrılmadılar. Bu dünyâya gönül verip aldanmadılar...
Azîz kardeşim! Temiz ve pak erler ile aziz canları gör. Onlar bu dünyâya aldanmadılar. Allahü teâlâ kendilerine ne verdi ise nefislerinden kestiler. Kendi nefislerine vermeyip fakirlere dağıttılar. Açları doyurup, çıplakları giydirdiler. Muhtaçları arayıp buldular. Kapılarına gelenleri mahrum etmediler. Darda kalanların gönüllerini ferahlattılar, işlerini gördüler. Şu hadîs-i şerîfi kendilerine düstûr edindiler: "Bir kimse, din kardeşinin bir işine yardım etse, Allahü teâlâ da onun işini kolaylaştırır. Bir kimse, bir Müslümanın sıkıntısını giderir, onu sevindirirse, kıyâmet gününün en sıkıntılı zamanlarında Allahü teâlâ onu sıkıntıdan kurtarır."
Akıllılar bu dünyâda şu üç şey ile meşgul olurlar. Böylece onlar herkesin üzüldüğü gün, bayram ederler: 1) Dünyâ seni terk etmeden sen dünyâyı terk edesin. 2) Her şeyden kurtulasın. 3) Rabbinle buluşmadan, Rabbin senden râzı olsun. Bunlara riâyet eden kimse, Allahü teâlâ ile görüşüp kabrine öyle gider.
Hâce Dînâr'a gönderilmiş olup Kâinâtın Serverini övmekte ve Ona (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) tâbi' olmağa teşvîk etmektedir:
Allahu teâlâya hamd, seçtiği kullarına selâm olsun. İki dünya seâdetine kavuşmak, iki dünyanın Efendisine (aleyhi ve alâ âlihissalâtü ves-selâm) tâbi' olmağa bağlıdır. Ya'nî Cehennemden kurtuluş, O iyilerin Efendisine uymağa, Cennete girmek de yine O seçilmişlerin İmamına [önderine] mütabeata bağlıdır. Hak teâlânın rızâsına kavuşmak ise, yine O seçilmişlerin Efendisinin izinden gitmek şartıyla mümkündür. Ona uymadan yapılan tevbe, zühd, tevekkül ve dünyadan kesilme makbûl değildir. Onu tevessül etmeden olan zikirler, fikirler, şevkler ve zevkler neticesidir. Peygamberler Onun hayat pınarından bir bardak içmekle doymuş ve kanmışlar, evliyâ Onun nihâyetsiz denizinden bir yudumla kemâle gelmişlerdir. Melek Onun tufeylîsi, felek Onun huveylisidir. Varlık gibi Ona bağlı, var olma zinciri Ona merbuttur. Rubûbiyyetin zuhûru yine Ona bağlıdır.
Kısaca kâinât hep Onun arkasındadır ve kâinâtı yaratan celle celâlühü Onun rızâsını istemektedir.
Nitekim hadîs-i kudsîde:
"Ben senin rızânı isterim yâ Muhammed" buyuruldu.
Beyt:
İsyan ile kişi kalmaz rehinde,
Gitmişse böyle bir rehber izinde.
Şiir:
Resûlullah bir nûrdur, her şey Ondan nurlanır,
Kısaca Allah'ın kılıcı ismini alır.
Salâvâtullahi teâlâ ve teslîmâtühü sübhânehü aleyhi ve alâ âlihi ve sahbihi küllemâ zekerehüz-zâkirûne ve küllemâ gafele an zikrihil-gafilûn salaten tekünü leke rıdaen ve li hakkıhı edâ.
Bunun için mes'ûd gençlere ve akıllı tâliblere lazımdır ki, zâhiren ve bâtınen [bedenleri ve kalbleri ile beraber] Ona ittiba' etmeğe çalışsınlar. Bu devlet ve seâdeti olumsuz kılan ne varsa, beden ve kalb gözlerini ondan yumsunlar ve yakînen, tekrar yakînen bilsinler ki, bir kimsenin binlerce bin kere fazîleti olsa ve Resûlullaha mütabeatta gevşek ve önemsemez şekilde davransa, böyle bir kimsenin sohbeti ve sevgisi öldürücü zehirdir. Ama bu fazîlet ve hârika hâllerden hiçbirine sâhib olmayan bir kimse, ittiba'da sağlam ve şaşmaz olsa, onun sohbeti ve muhabbeti en büyük şifa ve ilâcdır.
Beyt:
Sa'di safa yolu muhâldir sana,
Uyarsan Mustafanın yolundan başkasına.
Aleyhi ve alâ âlihissalâtü vet-teslîmât vel-berekât-ül-ulâ.
En büyük se’âdet, iki cihânın en üstün insanı olan Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmakdır. Cehennem azâbından kurtulmak için, Allahü teâlânın seçdiği, sevdiği insanların reîsine uymak lâzımdır. Cennet ni’metlerine kavuşmak, Ona tâbi’ olanlara mahsûsdur. Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için, Ona tâbi’ olmak şartdır. Ona uymıyanların [meselâ, nemâz kılmıyanların ve avret mahalli açık olarak başkalarının yanına çıkanların] tevbeleri, zühdleri, tevekkülleri ve düâları, ibâdetleri kabûl olmaz. Onun yolunda olmıyanların zikrleri, fikrleri, şevkleri ve zevkleri kıymetsizdir. Peygamberler, Onun hayât veren deryâsından bir kadehe kavuşmakla, o derecelere yükselmişlerdir. Evliyâ, Onun sonsuz bahrinden bir yudum içmekle murâdlarına ermişlerdir. Yer yüzündeki melekler, Onun hizmetcileri, göklerdekiler, âşıklarıdır. Herşey, Onun şerefine yaratılmış, bütün varlıklar, Onun mubârek rûhundan feyz almışlardır. Allahü teâlânın varlığını O açıklamış, herşeyin yaratanı, Onun rızâsını almak istemişdir. Ona ve Onun Âline ve Eshâbına bizden düâlar olsun. O yüce Peygamber, hepimizden râzı olsun!
[Ey! Se’âdete kavuşmak istiyen akl sâhibleri! Bütün gücünüzle Ona tâbi’ olmağa çalışınız! Bu devlete, bu ni’mete mâni’ olan herşeyden kaçınız! Hârikalar gösteren bir din yobazını ve yüksek mevkı’ler, diplomalar ele geçirmiş olan bir fen yobazını, ya’nî Ona tâbi’ olmak şerefinden mahrûm olan bir câhili, bir gâfili görürseniz, bunun sözlerinin, yazılarının, radyolardaki, televizyonlardaki saçmalarının, yalanlarının, insanı felâkete sürükliyeceğini ve hiç böyle gösteriş yapmıyan, fekat çok dikkat ile ve titizlikle Ona tâbi’ olana inanmanın, Onu sevmenin, felâketlerden kurtarıcı çok kıymetli ilâc olduğunu biliniz!]
(Muhammed Masum Faruki hazretleri)
8 Şevvâlü'l-Mükerrem [1379, 5.4.1960] Salı
Âkif [Güler] ile gönderdiğiniz mektûbu ve ayrıca tebrîk kartını aldım. Sıhhat ve selâmet haberlerine memnûn oldum. Bilmukâbele bayram-ı şerîfinizi tebrîk ederim. Mübârek ıyd-i fıtrın sizin için ve cümle ehl-i îmân için hayırlı olmasını duâ ederim. Bayramı İstanbul'da geçirdim. Dün geldim. Arkadaşların hepsi iyiler.
Seâdet-i Ebediyye 3 kısım çıkdı. Mektûb ile Bozkurt'dan isteyiniz. İzmir müfti kâtibi Ali Rızâ Tapdık Bey, Efendi merhûma gelir sohbette bulunurmuş. Kendisinden tebrîk aldım. Kendisine selâm ederim. O da Seâdet-i Ebediyye okusun.
Orada sıkılıyor musunuz? Elbette sıkıntılı günlerimiz olacak. Dünyâ mü'minlerin zindanıdır. Zindanda zevk olmaz, olsa da devâm etmez. Sıkıntılı günlerdeki ibâdetlerin sevâbı pek çokdur ve zevkinin kıymeti sonradan anlaşılır. Bu günlerinizi fırsat biliniz, kâr zemânını boş geçirmeyiniz. Giden bir daha ele geçmez.
Seâdet-i Ebediyye'leri çok okuyunuz. Her tekrarında ayrı tesellîler ve ayrı istifâdeler hâsıl olur.
1- Mevlânâ Hâlid'den önceki evliyâ-i kirâmın menâkıbı (Hadîka-i Evliyâ) ismindeki Türkçe Ahmed Hilmi Efendi'nin kitâbında yazılıdır. Bende var, piyasada bulunur.
2- Âişe radıy[allahü] anhâ 9 yaşında idi. Arabistan'da ve bilhassa o zemânda 9 yaşındaki kız, şimdi İstanbul'un 15 yaşındaki kızlarından daha iri, büyük ve olgun idi. Bâliga ve kâmile idi.
Seâdet-i Ebediyye ikinci kısım mevcûdu kalmamış, tekrar basılacak. Ona ilâve hazırlamakla meşgûlüm. Din ve dünyâ selâmetinize duâ eder, duâlarınızı beklerim kardeşim.
[Yâdigâr mektûblar, sf: 48]
Merv şehri kâdısının bir kızı vardı. Ülkedeki, ileri gelen zengin, makam ve mevkı sâhibi kimseler bu kızı isteyince hiç birine vermedi. Bu zâtın Mübârek adlı, bağına-bahçesine bakan bir kölesi vardı. Aradan iki ay geçmiş, meyveler olgunlaşmış, bolluk bereket gelmişti. Efendisi, Mübârek'ten üzüm isteyince, toplayıp geldi. Getirdiği üzüm çok güzel olmasına rağmen henüz olmamıştı, başka üzüm istedi. O da ekşi çıktı. Efendisi; "Bahçede o kadar üzüm var, niçin böyle üzüm getiriyorsun?" demekten kendini alamadı. Mübârek; "Efendim! Ekşisini tatlısını bilmiyorum!" diye cevap verdi. Bağ sâhibi; "Sübhanallah iki aydır bağdasın, daha hangisinin ekşi, hangisinin tatlı olduğunu bilmiyorsun." diye çıkıştı. Mübârek, onları yemekle değil korumakla vazîfeli olduğunu biliyordu. Efendisi; "Niçin onlardan yemedin?" deyince; "Siz benden bağınızdaki meyvelerin muhâfazasını istediniz. Yeyiniz demeyince alıp yemem uygun olur mu, emrinize karşı gelebilir miyim?" cevâbını verdi.
Efendisi böyle bir hâdiseyle ilk defâ karşılaşmıştı. Mübârek'in bu hâline hayran kaldı. Güvenebileceği birini bulmuştu. Gerçekten onu ve hâlini çok sevmişti. Kölesine dönerek; "Sana bir şey soracağım." diye söze başladı. Sonra; "Benim bir kızım var, malı makamı yüksek pekçok kimse onu ister. Hangisine vereceğimi, ne yapacağımı bilemiyorum. Bu hususda bir fikrin olur mu? Sen ne dersin?" diye sordu. Mübârek, bu söze karşı şöyle dedi:
"Efendim!.. İnsanlar, dâmâd için; câhiliyye devrinde soya sopa; yahûdîler ve hıristiyanlar güzelliğe, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" zamânında dindârlığa, Allahü teâlâdan korkup, haramlardan sakınmaya bakarlardı. Zamânımızda ise, mala ve makama bakılıyor. Artık bunlardan dilediğini seç."
Bunun üzerine efendisi:
"Ben dindarlığı ve takvâyı seçiyorum ve kızımı seninle evlendirmek istiyorum. Çünkü sende haramlardan kaçma, dînine bağlılık, iyi hal, emânet ve güvenilirlik gördüm ve bunları sende buldum." dedi.
O ise, kendisinin köle olduğunu, parayla satıldığını, böyle olunca evlenmelerinin garib karşılanacağını, hem kızın buna râzı olmayacağını bir bir anlattı. Akıl da öyle diyordu. Ancak kâdı kararlı idi. "Kalk eve gidelim." dedi. Eve varınca hanımına; "Bu sâlih, dindâr, takvâ sâhibi bir köledir. Kızımızı onunla evlendirmek istiyorum, senin fikrin ne?" deyince, hanımı; "Sen bilirsin, fakat bir de kıza soralım." cevabını verdi. Anne durumu kıza açıp babasının niyetini söyleyince, kızı da bu hususta her şeyi anne ve babasına bıraktığını bildirdi. Kadın kızın râzı olduğunu babasına anlatınca nikahları kıyıldı. Fakat Mübârek, kızın yanına gitmiyordu. Bu hâl kırk gün sürdü. Bir vesîle ile anne durumdan haberdâr olunca dayanamadı; "Kızımızı kölene verdin, aradan bunca zaman geçtiği halde dönüp yüzüne bile bakmadı, bu yaptığı nedir? Bu nasıl iş?" diye şikâyet ve sitemde bulundu. Bunun üzerine kâdı; "Ey Mübârek! Kızıma nâz mı ediyorsun? Niçin yanına gitmiyorsun?" demekten kendini alamadı. Buna karşılık dâmâd:
"Ey müslümanların kâdısı! Ey efendim! Bu nasıl söz? Sizin kerîmenize nâz etmek ne haddime. Lâkin kâdısınız. Ola ki kızınız şüpheli bir şey yemiştir. Şüpheden uzak olmak için bu zamâna kadar bekledim ve ona helâl yemek yedirdim. Belki Allahü teâlâ bize sâlih bir evlâd verir. Bundan başka bir düşüncem yoktur." dedi.
Kırk gün geçtikten sonra ehline yaklaştı. Haram ve helâle bu derece dikkat ettiği için Allahü teâlâ ona Abdullah isminde bir çocuk verdi. (Bu zat, evliyanın büyüklerinden Abdullah bin Mübarek hazretleridir)
Uyumak. (Bir yere dayanıp uyusa, dayandığı şey alınınca düşecek gibi olursa bozulur.)
Ellerini çenesine dayayarak uyumak
Sual: Teşehhüddeki gibi oturup veya bağdaş kurup iki dirseğini iki dizi üzerine koyarak ellerini çenesine dayayıp uyumak veya taburede dirseğini dizine dayayıp uyumak abdesti bozar mı?
CEVAP
Evet, bozar.
Taburede otururken
Sual: Taburede oturup uyumak abdesti bozar mı?
CEVAP
Temkinli oturup uyunursa abdest bozulmaz.
Temkinli uyumak
Sual: Sandalye veya koltukta sırtımızı arkaya dayamadan, kollarımızı, dizlerimizin üstüne yaslayarak otururken uyumak bozar mı?
CEVAP
Temkinli olursa bozmaz. Temkinli olmak demek, abdestin bozulmaması için dikkatli olmak demektir. Dayandığı şey çekilince düşmezse temkinli uyuyor demektir, bozmaz.
Sual: Vehhabiler, Mekke’de yatıp uyuduktan sonra, kalkıp namaz kılıyorlar. Bunların mezhebinde uyumak abdesti bozmuyor mu?
CEVAP
Dört hak mezhepte de yatıp uyumak abdesti bozar. Vehhabiler, dört hak mezhebin dışında oldukları için öyle yapıyorlar.
Uykunun abdesti bozmasında dört mezhebe göre bazı farklılıklar vardır:
Hanefî mezhebinde: Makatın gevşek olacağı bir hâlde, mesela yan veya sırt üstü yatarak veya dirseğine yahut bir şeye dayanıp uyumak abdesti bozar. Dayandığı şey çekilince düşmezse, bozulmaz. Namazda düşmeden uyumak abdesti bozmadığı gibi, namaz dışında dizleri dikip, başını dizlerine koyarak, diz çökerek, bağdaş kurarak, teverrük ederek uyumak da bozmaz.
Hanbelî mezhebinde: Her ne hâl ve şekilde olursa olsun, uyku abdesti bozar. Ancak az sayılan oturma ve ayakta durma hâlindeki hafif uyku abdesti bozmaz.
Mâlikî mezhebinde: Ağır uyku, kısa sürse de abdesti bozar. Yatsa da, otursa da, secde hâlinde olsa da, hattâ ayakta olsa da abdesti bozar. Kısa bir an olursa bozmaz.
Şâfiî mezhebinde: Eğer makatı yere yerleşmişse, uyumak abdesti bozmaz. Bunun haricindeki uyku şekilleri bozar.
Şu hâlde yatarak uyumak dört mezhepte de abdesti bozuyor. (Mezahib-i Erbaa, Mizan-ül Kübra, Hindiyye)
Demek ki, dayanmadan uyumak, sadece Hanefî’de bozmuyor. Onların yatıp uyuduktan sonra, kalkıp abdest almadan namaz kılmaları, dört mezhepte de caiz değildir.
Kaynak: dinimizislam.com
Sual: Abdesti hangi hâller bozar, ana hatları ile abdesti bozan bu şeyler nelerdir?
Cevap: Vücuttan çıkan gaita, idrar, kan, ağız dolusu kusmak, arkasını bir şeye dayayıp uyumak, namaz içinde sesli gülmek, bayılmak, deli olmak, sarhoş olmak ve imanını gideren, küfre sebep olan bir iş yapmak veya bir söz söylemek. Bunların hepsi abdesti bozar.
Sual: Abdesti bozan şeyler özetle nelerdir?
CEVAP
Yedi şey abdesti bozar:
1- Önden ve arkadan çıkan şeyler, abdesti bozar. Yalnız, erkeğin ve kadının önünden çıkan yel, abdesti bozmaz. Bu, çok az kimsede olur. (Kulağa akıtılan ilaç, ağzından çıksa, idrar yoluna konan pamuk, ıslanıp düşse, kadınların rahme koyduğu ilaç, geri gelse abdesti bozar.)
2- Ağızdan çıkan necis şeyler. (Ağız dolusu kusmak, kan tükürmek bozar.)
3- Deriden kan ve irin gibi şeylerin çıkması. (Göz hastalığı sebebiyle, gözünden ağrıyla yaş akması, burnundan veya kulaktan gelen kan ve irinin dışarı çıkması bozar. Maliki'de ise bozmaz.)
4- Uyumak. (Bir yere dayanıp uyusa, dayandığı şey alınınca düşecek gibi olursa bozulur.)
5- Bayılmak. (Sarası tutarsa veya delirse abdest bozulur.)
6- Namazda kahkaha ile gülmek.
7- Mübaşeret-i fahişe, yani karı koca çıplak olarak avret yerlerini sürtünmek. (Başka yerlerine dokunmak şehvete sebep olsa da, Hanefi’de abdesti bozmaz.)
Mübaşeret-i fahişe
Sual: S. Ebediyye’nin abdesti bozanların yedincisinde, (Mübaşeret-i fahişe yani çıplak olarak, çirkin yerlerini birbirine sürtmek, erkeğin de, kadının da abdestini bozar) deniyor. Bazı kitaplar bozmaz diyor. Hangi kavli esas almalıdır?
CEVAP
Bu hususta iki ayrı kavil vardır. İbni Âbidin hazretleri bildiriyor ki:
Mübaşeret-i fahişede, ıslaklık olmasa da, mutemed olan, İmam-ı a’zam ile İmam-ı Ebu Yusuf’un, kavline göre abdest bozulur. İmam-ı Muhammed’e göre ise, ıslaklık yoksa abdest bozulmaz. El-Haik kitabının sahibi, İmam-ı Muhammed’in kavlini sahih kabul etmiştir. El-Bahr ve En-Nehir sahipleri ise, (Sahih olan, El-Hılye’nin naklettiği, İmam-ı a’zam ile İmam-ı Ebu Yusuf’un kavlidir) demişlerdir. (Redd-ül muhtar)
Bazı kitaplar, İmam-ı Muhammed’in kavlini esas almışlarsa da, Halebi, Dürr-ül-muhtar, Mizan-ül-kübra gibi kıymetli kitaplarda, Şeyhayn’ın kavlinin müftabih olduğu, bununla amel etmek gerektiği bildirilmektedir.
Böyle durumlarda ihtiyata riayet etmek elbette iyidir. Hattâ başka mezhepte bozar denilen şeyi yapmamak da müstehabdır. Mesela Şâfiî mezhebinde çıplak olarak hanımının veya yabancı kadının eline dokunmak abdesti bozar. Hanımına dokunan Hanefî’nin, meşakkat yoksa, yeniden abdest alması müstehab olur. Her zaman ihtiyatlı hareket etmek iyi ise de, meşakkat olunca, kendini zorlamayıp, ruhsatla amel etmek daha iyidir.
Fitil
Sual: Tam İlmihal’de, (Bir şeyin hepsi girip çıkarsa, abdesti de, orucu da bozar) deniyor. Erkeğin arkadan, kadının ön veya arkadan kullandığı fitil, abdesti ve orucu bozar mı? Bir de çubuklu bir aletle hap konuyor, bu farklı mı?
CEVAP
Gündüz oruç iken, içeri tamamen giren şey, orucu bozar. Fitil de bozar. Yarısı dışarıda kalırsa orucu bozmaz. Fitil içeri girdikten sonra, dışarı çıkarsa abdesti bozar. Fitil içeri girip çıkmazsa, abdesti bozmaz. Çubukla konan farklıdır; çünkü içeri girince, çubuğa az da olsa içeriden bir yaşlık bulaşır. Yaşlık, çubukla dışarı çıkınca abdest bozulur.
Dişteki kan
Sual: Dişim kanıyor. Tükürünce tükürükten fazla oluyor. Bazen ayda bir veya haftada bir burnum kanıyor. Elde olmadan gelen bu kanlar abdesti bozar mı?
CEVAP
Evet, bozar; ama Maliki mezhebi taklit edilirse, böyle elde olmadan akan kanlar semavi özür olduğu için bozmuyor. Yaradan çıbandan kan akması, basurdan kan gelmesi, elde olmadan idrar damlaması birer semavi özür oluyor ve Maliki’de abdesti bozmuyor. Onun için Maliki’yi taklit etmenizi tavsiye ederiz.
Tükürükteki kan
Sual: Tükürükteki kanın tükürükten çok olması, renk yönünden midir?
CEVAP
Evet.
Kan emilince
Sual: Sülük, tahtakurusu, sivrisinek gibi haşereler kan emse abdest bozulur mu?
CEVAP
Sülük, çok kan emerse, etrafa yayılıp abdesti bozar. Diğerleri bozmaz.
Sivrisinek
Sual: Sivrisinek soktuğu zaman abdest bozulur mu?
CEVAP
Bozulmuş olmaz.
Kan pıhtısı
Sual: Sümük içindeki kan pıhtısı abdesti bozar mı?
CEVAP
Kan pıhtısı abdesti bozmaz. Akan kan abdesti bozar.
Burundan gelen katı kan
Sual: Burundan katı kan gelmesi abdesti bozar mı?
CEVAP
Bozmaz.
Toplu iğnenin başı kadar
Sual: Toplu iğnenin başı kadar çıkan kan, abdesti bozar mı?
CEVAP
Bozmaz.
Özürlü olanın
Sual: Eldeki kandan özürlü olanın, ayağı kanasa, abdest bozulur mu?
CEVAP
Evet.
Yaradan su çıkınca
Sual: Kaşıdığımız yaralardan su çıkınca abdest bozulur mu?
CEVAP
Mayasıl, parmak arası pişinti, kabarcık, uyuz, çiçek suları ve yakı konulan yerden çıkan sular abdesti bozmaz diyen âlimler vardır. Zaruret halinde buna göre amel olunur. (Redd-ül-muhtar)
Sivilceden çıkan kan
Sual: Abdest alırken sivilcelerin kimi patlıyor ve çok uzun süre kan akıyor. Bunlarla ilgili abdest alırken nasıl hareket etmeliyim?
CEVAP
Kan işinin en kolay yolu Maliki mezhebini taklit etmektir. Maliki mezhebini taklit ediyorum diye kalbinizden geçirirseniz sivilcelerden çıkan kanlar abdestinizi bozmaz.
Renksiz su
Sual: Yaradan çıkan sarı su veya renksiz su abdesti bozar mı?
CEVAP
Yaradan ağrılı çıkan renksiz su, abdesti bozar. Ağrısız olarak çıkıyorsa, abdesti bozmaz. Ağrısız gibi, ağrılı çıkan renksiz suyun da, abdesti bozmayacağını bildiren âlimler olduğu için, uyuz, çiçek ve egzamalı olanların bu kavle uymaları caiz olur.
Toksinli su
Sual: Bazı hastalıklar için ayak altına Chi patche denilen Çin yakısı vuruluyor. Bu yakı, vücuttaki toksinleri emiyor. Yakı, çıkarıldığı zaman su ile ıslatmış gibi yamyaş oluyor. Sağlam deriden çıkan bu toksinli su, abdesti bozar mı?
CEVAP
Aynen ter gibidir, dört mezhepte de abdesti bozmaz.
İlaç dışarı çıkarsa
Sual: Deri altına enjektörle verilen ilâç, dışarı çıkınca abdest bozulur mu?
CEVAP
Bozulmaz. İlâçla birlikte kan da çıkarsa bozulur.
Kulağa damlatılan ilaç
Sual: Kulağıma damlattığım yağlı ilaç, ağzımdan ve burnumdan geldi. Abdestim bozuldu mu?
CEVAP
Kulağa damlatılan yağ, burundan çıkınca bozmaz, ağızdan çıkarsa bozar.
Ellerini çenesine dayayarak uyumak
Sual: Teşehhüddeki gibi oturup veya bağdaş kurup iki dirseğini iki dizi üzerine koyarak ellerini çenesine dayayıp uyumak veya taburede dirseğini dizine dayayıp uyumak abdesti bozar mı?
CEVAP
Evet, bozar.
Taburede otururken
Sual: Taburede oturup uyumak abdesti bozar mı?
CEVAP
Temkinli oturup uyunursa abdest bozulmaz.
Temkinli uyumak
Sual: Sandalye veya koltukta sırtımızı arkaya dayamadan, kollarımızı, dizlerimizin üstüne yaslayarak otururken uyumak bozar mı?
CEVAP
Temkinli olursa bozmaz. Temkinli olmak demek, abdestin bozulmaması için dikkatli olmak demektir. Dayandığı şey çekilince düşmezse temkinli uyuyor demektir, bozmaz.
Gözyaşı
Sual: Baş ağrısı sebebiyle gözden yaş gelse, abdest bozulur mu?
CEVAP
Bozulmaz. Gözdeki bir ağrı sebebiyle gelirse bozar.
Soğan doğrarken
Sual: Soğan doğrarken, gözden çıkan yaş, abdesti bozar mı?
CEVAP
Hayır, bozmaz.
Çapak
Sual: Gözden çapak çıkması abdesti bozar mı?
CEVAP
Bozmaz.
Sivilceden çıkan
Sual: Yüzdeki sivilceden veya siyah kabarcığın içinden çıkan kuru iltihap gibi olan şey abdesti bozar mı?
CEVAP
Bahsettiğiniz şeyler, yağ bezleri falan ise abdesti bozmaz.
Baş dönmesi
Sual: Hap içip başı dönse, sallanarak yürüse abdest bozulur mu?
CEVAP
Baş dönmesi bozmaz, hap sarhoş etmişse bozulur.
Kulaktaki akıntı
Sual: Kulaktaki akıntı, ağrısız olarak dışarı çıksa abdesti bozar mı?
CEVAP
Evet.
Kıl kurdu ve solucan
Sual: Kendiliğinden çıkan kıl kurdu ve solucan, abdesti bozar mı?
CEVAP
Bozar.
Kıl çekince
Sual: Yüzden kıl çekilince, kıl dibindeki yağ bezesi de kıl ile dışarı çıkarsa abdest bozulur mu?
CEVAP
Bozulmaz.
Şeytan tırnağı
Sual: Şeytan tırnağı denilen, tırnak kenarında ete batan kısım koparılınca abdest bozulur mu?
CEVAP
Abdest bozulmuş olmaz. Saç, sakal, bıyık, tırnak kesmekle de abdest bozulmuş olmaz. Kesilen yerleri yıkamak lazım olmaz. Derideki yaraya merhem sürülmüş ise, merhemin üstü yıkanır. Yıkamak yaraya zarar verirse, mesh edilir. Yıkadıktan sonra merhem düşerse, altı iyi olmuş ise, altı yıkanır, iyi olmamış ise, yıkanmaz.
Namazda yel kaçıran
Sual: Bir kimse her namazda yel kaçırdığını hissediyor. Başka zaman olmuyor, ne yapmak lazım?
CEVAP
Bu konuda hadis-i şerif var. Bunu şeytan yapıyormuş. Dübür kısmını üflüyor, insanı şüpheye düşürüyormuş. Onun için Peygamber efendimiz, (Bir ses ve koku duymadıkça abdestiniz bozulmuş olmaz) buyuruyor. Demek ki bu vesvesedir, önem vermemek gerekir. Eğer, elinde olmadan gerçekten yel çıkıyorsa, o zaman Maliki mezhebini taklit eder. Çünkü Maliki mezhebinde elde olmadan çıkan gaz abdesti bozmaz.
Yel ve idrar kaçırmak
Sual: Ara sıra elde olmadan tutamayarak yel ve idrar kaçırmak abdesti bozar mı?
CEVAP
Maliki taklit edilirse bozmaz.
Alkollü parfüm
Sual: Alkollü parfüm kullanmak abdesti bozar mı?
CEVAP
Bozmaz, namaza da mani olmaz.
Şehvetle bakmak
Sual: Yabancı kadına şehvetle bakmak Hanefi ve Maliki mezheplerinde abdesti bozar mı?
CEVAP
Şehvetle bakmak haram ise de abdesti bozmaz. İbadetlerin sevablarını yok eder.
Müstehcen resime bakmak
Sual: Müstehcen resim ve porno filmleri izlemek guslü ve abdesti bozar mı?
CEVAP
Guslü de bozmaz, namaz abdestini de; ama bunları seyretmek haramdır, günahtır. Mezi gelirse abdesti, meni gelirse guslü de bozar.
Alkollü krem ve kolonya
Sual: İçinde alkol bulunan cilt kremi veya kolonya abdesti bozmaz mı?
CEVAP
Bozmaz, namaza da mani olmaz.
Abdestin bozulmasıyla günah farklıdır
Sual: Deniz kenarında bikinili bayanları görüyoruz. Bu durumda guslümüz ve abdestimiz bozulur mu?
CEVAP
Bikinili kadınlara bakınca namaz abdesti de bozulmaz, gusül abdesti de. Fakat bakmak günah olur.
Saçını erkeklerin görmesi
Sual: Bir bayanın abdest aldıktan sonra, saçlarını erkeklerin görmesi abdesti bozar mı?
CEVAP
Bozmaz. Günah ayrı abdestin bozulmuş olması ayrıdır.
Kadın doktorunun abdesti
Sual: Erkek veya bayan kadın doktoru veya ebe, Ramazanda, abdestli iken bir kadına doğum yaptırsa, orucu, guslü veya abdesti bozulur mu?
CEVAP
Hanefi mezhebindeki kadın doktorunun veya ebenin, Ramazan-ı şerifte doğum yaptırmakla orucu, abdesti ve guslü bozulmuş olmaz. Zaruretsiz erkek doktora doğum yaptırmak caiz olmaz.
Kumar ve abdest
Sual: Kumar oynamak abdesti bozar mı?
CEVAP
Kumar oynamak büyük günah ise de, kumar oynamakla abdest bozulmaz; fakat tekrar abdest almak müstehabdır. (Ebussuud Efendi Fetvaları)
Oyun kâğıtları
Sual: Oyun kâğıtlarına el sürmek ve parasız eğlence için oynamak abdesti bozar mı?
CEVAP
Bozmaz, fakat kâğıt oynamak mekruhtur. Çayına bile oynansa haram olur.
Tavla oynamak
Sual: Tavla oynamak abdesti bozar mı?
CEVAP
Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Tavla oynadıktan sonra kalkıp namaz kılan, irin ve domuz kanı ile abdest alıp namaz kılana benzer.) [İ. Ahmed]
Yani tavla oynamak her ne kadar abdesti bozmaz ise de, yeniden abdest almalıdır.
Ayağa batan ok
Sual: Hazret-i Ali, ayağına batan bir okun acısını duymamak için, (Ben namaza durunca çıkarın) buyuruyor. Hâlbuki ayağı yaralı olduğu için kan akıyor. Bu durumda abdest bozulacağı için namaz bozulmuş olmaz mı? Hazret-i Ali niye böyle namaz kıldı?
CEVAP
Yarasından kan akan özür sahibi olabilir. O haliyle namaz kılar. Devamlı idrar ve yel kaçıran yani gelen yeli tutamayan da özürlü olarak namazını kılar. Sonra diğer üç mezhepte kanamak abdesti bozmaz. Belki Hazret-i Ali’nin ictihadı da öyle idi.
Uyku abdesti bozar
Sual: Vehhabiler, Mekke’de yatıp uyuduktan sonra, kalkıp namaz kılıyorlar. Bunların mezhebinde uyumak abdesti bozmuyor mu?
CEVAP
Dört hak mezhepte de yatıp uyumak abdesti bozar. Vehhabiler, dört hak mezhebin dışında oldukları için öyle yapıyorlar. Uykunun abdesti bozmasında dört mezhebe göre bazı farklılıklar vardır:
Hanefî mezhebinde: Makatın gevşek olacağı bir hâlde, mesela yan veya sırt üstü yatarak veya dirseğine yahut bir şeye dayanıp uyumak abdesti bozar. Dayandığı şey çekilince düşmezse, bozulmaz. Namazda düşmeden uyumak abdesti bozmadığı gibi, namaz dışında dizleri dikip, başını dizlerine koyarak, diz çökerek, bağdaş kurarak, teverrük ederek uyumak da bozmaz.
Hanbelî mezhebinde: Her ne hâl ve şekilde olursa olsun, uyku abdesti bozar. Ancak az sayılan oturma ve ayakta durma hâlindeki hafif uyku abdesti bozmaz.
Mâlikî mezhebinde: Ağır uyku, kısa sürse de abdesti bozar. Yatsa da, otursa da, secde hâlinde olsa da, hattâ ayakta olsa da abdesti bozar. Kısa bir an olursa bozmaz.
Şâfiî mezhebinde: Eğer makatı yere yerleşmişse, uyumak abdesti bozmaz. Bunun haricindeki uyku şekilleri bozar.
Şu hâlde yatarak uyumak dört mezhepte de abdesti bozuyor. (Mezahib-i Erbaa, Mizan-ül Kübra, Hindiyye)
Demek ki, dayanmadan uyumak, sadece Hanefî’de bozmuyor. Onların yatıp uyuduktan sonra, kalkıp abdest almadan namaz kılmaları, dört mezhepte de caiz değildir.
Avret yerini yıkamak
Sual: Su bulunmayan yerde küçük abdestini yapan, su bulunca, abdest alıp sonra idrar bulaşıklarını yıkarken, elini ön avret yerine değdirse abdesti bozulur mu?
CEVAP
Hayır, abdesti bozulmaz. Şâfiî’de kadın ve erkeğin abdesti bozulur. Mâlikî ve Hanbeli’de, sadece erkeğin abdesti bozulur.
Bademcik iltihabı
Sual: Abdest alırken, bademciklerden nohut büyüklüğünde iltihap gelse, abdesti bozar mı?
CEVAP
Hayır, bozmaz.
Kulak kiri
Sual: Kulağın içinden çıkan kirler abdesti bozar mı?
CEVAP
Bozmaz.
Basur çıkması ve abdest
Sual: Çıkan basur, el veya bir bezle yerine konsa, abdest bozulur mu?
CEVAP
Evet, bozulur, çünkü eline necasetten bir şey bulaşmıştır. Yani içeriden bir şey dışarı çıkmış oluyor. (Hindiyye)
Sigara ve abdest
Sual: Sigara veya bira içmek, abdesti bozar mı?
CEVAP
İkisi de bozmaz. Biranın haram olması ayrı, abdesti bozup bozmaması ayrıdır. İnsan haram olan idrarı veya kanı içse haram işlemiş olur; fakat abdesti bozulmuş olmaz.
Sargılı yara
Sual: Yaradan çıkan kan ve irin, sargıdan dışarı çıkarsa abdest bozulur mu?
CEVAP
Evet, abdest bozulur, sargının dışına çıkmazsa bozulmaz. Eğer sargı iki üç kat olur da ıslaklık bir kısmına geçerse, yine abdest bozulur. (Hindiyye)
Böyle yaralı durumlarda, Mâlikî mezhebi taklit edilirse akıntılar abdesti bozmaz.
Bebeğin altını temizlerken
Sual: Bebeğin altını temizlerken, ön veya arka avret yerine elinin içiyle dokununca abdest bozulur mu?
CEVAP
Hanefi’de ve Maliki’de bozulmaz. Şafii’de ve Hanbeli’de bozulur.
Abdestin bozulması
Sual: Avret yerine dokunmakla Şâfiî ile Mâlikî’de abdestin bozulması farklı mıdır?
CEVAP
Evet, farklıdır. Mâlikî'de sadece erkek, kendi ön avret yerine dokununca abdest bozulur, başkalarının avret yerine dokunsa bozulmaz. Şâfiî'de ise, kendinin, başkalarının, hattâ altını temizlediği erkek veya kız bebeğin ön veya arkasına dokunmakla abdest bozulur. Mâlikî'de bozmaz.
Şâfiî'de parmak uçları ve aralarıyla dokunulsa abdest bozulmaz. Sadece çıplak olarak parmakların içiyle ve avuç içiyle dokunmak bozar.
Mâlikî'de ise, avuç içi veya elin yan tarafları veya parmakların alt ve yan kısımları veya baş taraflarıyla ön avret yerine çıplak olarak dokunursa abdesti bozulur. (El-fıkhü alel mezahibil-erbea)
Şâfiî'de abdesti bozar
Sual: Şâfiî mezhebinde, genç bir erkeğin çok yaşlı bir kadının eline dokunması abdestini bozar mı? Diğer üç hak mezhepte durum nasıldır?
CEVAP
Şâfiî'de bozar. Hattâ çok yaşlı pirifâni denilen bir erkek, çok yaşlı bir nineye dokunsa her ikisinin de abdesti bozulur. Şehvet kastı olmasa da, nine çok çirkin olsa da, hattâ ölü olsa da yine abdesti bozulur. Yedi yaşından büyük kız çocuklarına dokunmak da abdesti bozar. Yedi yaşından küçük ise bozmaz. Hanbelî mezhebinin hükmü de bu konuda Şâfiî gibidir. (El-fıkhü alel mezahibil-erbea)
Mâlikî mezhebinde ise lezzet kastıyla dokunursa bozulur. Lezzet kastıyla dokunmaz, ama dokununca lezzet alırsa abdesti bozulur. Lezzet kastıyla dokunur, fakat lezzet duymasa da abdesti bozulur. Yedi yaşından küçük bir kız çocuğuna veya çok yaşlı kadına dokunmak abdesti bozmaz. Kadının saçına lezzet kastıyla dokunmak da abdesti bozar veya lezzet kastı olmadan kadın saçına dokunulur da lezzet duyarsa abdest bozulur. Ama kadın saçları erkeğe dokunursa kadının abdesti bozulmaz. Çünkü kadın, bundan bir şey hissetmez. Hanbelî ve Şâfiî’de ise, saça dokunmak abdesti bozmaz. (El-fıkhü alel mezahibil-erbea)
Hanefî mezhebinde ise, genç de olsa kadına dokunmak abdesti bozmaz. Hattâ şehvetle de dokunsa bozmaz. Dokununca şehvetlense de, şehvetlenmese de, mezi gelmedikçe abdesti bozulmuş olmaz.
Namazda gülmek
Sual: Seadet-i Ebediyye kitabında, (Namazda gülmeyi yanındakiler işitirse, kahkaha denir. Kahkahayla gülmek abdesti bozar) deniyor. Ben bu ifadeden, yanımda kimse yoksa veya oradakiler sağırsa yahut çok gürültü olup duyamıyorlarsa, kahkahayla da gülsem, abdestimin bozulmayacağını anlıyorum. Anladığım doğru mu?
CEVAP
Doğru değildir. Yanımızda insan olmasa da, yanımızdakiler duyabilecek kadar bir sesle gülmek abdesti bozar. İsterse yanımızda hiç kimse olmasın, ölçü onların duyması değil, oradaki kimselerin duyabileceği derecede gülmektir.
Bunun gibi, namazda kendi işiteceğimiz kadar bir sesle okumamız gerekir. Gürültü olur da, kendimiz işitmesek, yine aynı tonda okuduğumuz için namaz sahih olur.
Sual: Saçı, sakalı, bıyığı tıraş etmek, tırnak kesmek, abdesti bozar mı, eğer bozmazsa tırnak kesildiği zaman parmakları yıkamak gerekir mi?
Cevap: Saç, sakal, bıyık, tırnak kesmek abdesti bozmaz. Kesilen yerleri yıkamak da lazım olmaz. Fıkh-i Gîdânî şerhinde diyor ki:
“Tırnak kesince, abdest bozulmaz. Elleri yıkamak müstehab olur.” Yara üzerindeki kabuğun düşmesi ile de abdest bozulmaz.
Sual: Bir kimse abdestli iken, sülük veya sivrisinek, bu kimsenin kanını emse, abdesti bozulur mu?
Cevap: Sülük, çok kan emerse, abdest bozulur. Sinek, sivrisinek, pire, tahta biti gibi haşereler, çok emseler de abdest bozulmaz.
Sual: Şehvetlenip mezi gelirse, abdest bozulur mu?
Cevap: Vedi, mezi çıkınca dört mezhepte de abdest bozulur. Hanbelide gusül abdesti de lazım olur.
Sual: Abdestli iken çocuğunu emziren bir kadının abdesti bozulur mu?
Cevap: Çocuk emziren kadının abdesti bozulmaz.
Kaynak: dinimizislam.com
Sual: Hanefi mezhebinde olup da, Maliki mezhebini taklit eden birinin seferilik konusunda, mesafe ve ikamet suresi olarak Maliki mezhebini mi esas alması gerekir?
CEVAP
Mesafe olarak Hanefi, ikamet süresi olarak Maliki mezhebi esas alınır. Çünkü kendi mezhebimizden çıkmadığımız için, taklit ettiğimiz mezhebin farzlarına uyuyor, müfsidlerinden kaçıyoruz.
Kaynak: dinimizislam.com
Hanefi’de, namazda iken uyumak abdesti bozmaz. Namaz dışında yan yatarak, bir şeye dayanarak uyumak abdesti bozar; fakat Maliki’de, namazda da, namaz dışında da olsa, uyku ağır değilse bozmaz. Ağır ise bozar. Mesela tehiyyatta uyuyup kalırsa abdesti bozulur; ama hafif şekilde uyusa, abdesti bozulmaz.
Kaynak: dinimizislam.com
Toprağa secde
Sual: (Mâlikî’de toprak cinsinden bir şey üzerine secde etmek farzdır. Bunun için Mâlikî’yi taklit eden Hanefî’nin de halı veya seccade üzerine secde etmesi sahih olmaz) deniyor. Doğru mu?
CEVAP
Hayır. Mâlikî’de halı, pösteki gibi yer cinsinden olmayan bir şey üzerine secde edilmesi mekruhtur. Mâlikî’yi taklit eden Hanefî, Mâlikî’nin sadece farz ve müfsitlerine uyar. Sünnet ve mekruhlarda kendi mezhebine tâbi olduğu için, Mâlikî'yi taklit eden Hanefî'nin yün halı üzerinde namaz kılması mekruh değildir.
Kaynak: dinimizislam.com
Gelen belalara sabırlı hatta şükredici olmalı
“Allahü teâlâdan gelen belalara sabırlı, hatta şükredici olmak lazımdır. Zira, birbirinden acı belaları çoktur."
Ebû Ali Hadramî hazretleri evliyanın büyüklerindendir. 1178 (H.574) senesinde, Yemen’de Terîm'de doğdu. Seyyid olup, hazret-i Hüseyin'in evladındandır. 1256 (H.653) senesinde orada vefat etti. Bazı kıymetli risaleleri mevcut olup, Bedâi'u Ulûm-il-Mükâşefât Vet-Tecelliyât bunlardandır. Bu eserinde keramet olarak, vefatından sonra meydana gelecek bazı mühim hadiseleri haber vererek insanları ikaz etmiştir ki, bu mühim haberlerden bazıları şunlardır: Bağdat'ın yakılması, Dicle Nehri’nin taşması ve birçok insanın suda boğulması. Vezirin evinin, halifenin hazinesinin ve bunlardan başka 330 evin yıkılması. Birçok kimsenin yıkıntılar altında kalarak ölmesi. Bu hadiselerin 1257 senesi Cemâzil-âhir ayında olacağını haber vermesidir. 1259 yılında İslam âleminde bir benzeri daha görülmemiş olan Tatar istilasının meydana geleceğini, bunların her çirkinliği ve vahşeti işleyeceklerini, bu musibetin etrafa yayılacağını, Hadramût'ta büyük bir sel olacağını, halifenin Safer ayında öldürüleceğini bildirdi. Bu haber verdiği şeylerin hepsi, kendisinin 1256 (H.653) yılında 79 yaşında iken vefatından sonra, bildirdiği zamanlarda meydana gelmiş, aynen dediği gibi olmuştur. Hadramût'ta büyük bir sel meydana geldi. Pek çok belde harap oldu ve dört yüzden fazla insan bu musibet anında öldü. Bir sohbeti sırasında buyurdu ki:
“Tasavvuf; vakti, en değerli olan şeye sarf etmektir." "İnsanın kıymeti; idrakinin, zekâsının, bu yolun büyüklerinin hakikatlerini anladığı kadardır." "Allahü teâlâdan başka hiçbir muradın kalmayıncaya kadar gayret göster. Bu muradın hasıl olunca, işin tamamdır. İsterse senden kerametler, hâller ve tecelliler hasıl olmasın, gam değildir." "Tasavvuf, herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yükünü çektirmemektir." "Allahü teâlâdan gelen belalara sabırlı, hatta şükredici olmak lazımdır. Zira, Allahü teâlânın birbirinden acı belaları çoktur." “Zikir bir kazma gibidir ki, onunla gönülden yabancı duygu dikenleri temizlenir." "İbadet; emirlere uyup, amel etmek, nehyedilen şeylerden sakınmaktan ibarettir. Ubûdiyyet, kulluk da bu şekilde Allahü teâlâya yönelmektir." "İnsanın yaratılmasından murad, kulluk yapmasıdır. Kulluğun özü de, her hâlükârda Allahü teâlâyı unutmamaktır." "Söz, yüce bir şeydir. Zamanında ve yerinde olmalıdır."
MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ
Ey aziz: Bilmiş ol ki, çok söylemek kişiyi çok ziyana uğratır. Müslüman olan kişinin, dilini nereye olursa olsun, kapıp koyu vermemesi gerekir. Dilini koruması ve kendisini bu zararlardan muhafaza etmesi lâzımdır ki, dilinin afetlerinden emin olabilsin!
Hz. Ebû-Bekir-is-Sıddıyk radıyallahu anh efendimiz, ansızın olmayacak bir söz söyleyivermek endişesi ile, mübarek ağzında daima bir taş bulundururdu.
Aziz kardeş: Bu dil, kişide ne din bırakır ne amel, hepsini bozar gider. Eğer, saklamazsan küfür söyler- Ne'ûzü billah- kâfir olur ve sonunda dünyadan âhirete imânsız götürür. Kişiye, başlar kestiren ve kanlar döktüren hep bu dildir.
Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: “Her kim, susarsa kurtulur, buyurmuşlardır.” Susan, hiçbir şey söylemeyen gerçekten selâmettedir. Şunu muhakkak olarak bilmiş ol ki, dillerine sahip olup, ağızlarına geleni söylemeyenler, keramete erişirler.
Ukbe ibn-i Amir radıyallahu anh buyururlar ki: Cenab-ı fahr-i risâlet efendimize sordum:
— Yâ Resûlallah! İki cihanda kurtuluş ne iledir?
Efendimiz saadetle buyurdular:
— Diline sahip olmak, günahların için çok ağlamak ve halkın arzusuna fazla karışmamak iledir. Yâ Ukbe! Bir kimsenin dili doğru olmayınca imânı da doğru olmaz.
Demek ki, dillerine sahip olamayanlar ve ağızlarına gelen her şeyi söyleyenlerde ne din kalır ne imân ne de âhiret. Hepsi harap olur, gider. Onların dillerinden Müslümanlar incinirler, bilhassa komşuları incinirler ki, komşusunu incitmek gayet büyük bir günahtır.
Hak teâlâ, Resûl-ü zişâna buyurdu:
— Yâ Muhammed! Ümmetine söyle, komşuları ile iyi geçinsinler. Komşularına ikram etsinler.
Nitekim, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz:
“Allâhu teâlâya ve âhiret gününe imân edenler, komşusuna ikram etsin.” Buyurmuşlardır.
Haberlerde gelmiştir ki; her sabah bütün âzalar dile şöyle seslenirler:
— Ey dil! Allâhu Teâlâ’dan kork ve Resulünden utan. Ağzına geleni söyleme, bizi mihnete bırakma! Ne zaman ki, sen Hakka ve halka doğru olursan, bizler de doğru oluruz. Sen, eğrilirsen bizler de eğrilir ve günahkâr oluruz. Ey dil! doğru dur, sakın eğilme, yoksa hem kendin cehennemde yanarsın hem de bizleri yakarsın, derler.
Bir gün, bir arap huzur-u Resûlullah’a geldi ve:
— Yâ Resûlallah! dedi. Bana öyle bir amel haber ver ki, onunla cennete gireyim.
Aleyhissalâtü vesselam efendimiz saadetle buyurdular:
— Git; açları doyur, susuzlara su dağıt, muhtaçlara el uzat, Hak teâlânın kullarını hayırlı yollara ilet.
Arap özür diledi:
— Yâ Resûlallah! Bu buyurduklarının hiç birisi benim elimden gelmez, dedi.
Efendimiz şöyle buyurdu:
— Öyle ise, diline sahip ol. Ağzına gelen her şeyi söyleme! Konuştuğun zaman da sözün hayır olsun.
Hak teâlâ, Kur'an-ı azim-ül-bürhanında buyurur:
“Onların fısıldanmalarının çoğunda hayır yoktur. Meğer ki, sadaka vermeyi, bir iyilik etmeyi veya insanlar arasını islâh etmeyi emredenlerin ki olsun.” (Nisâ sûresi: 114)
Enes bin Mâlik radıyallahu anh buyurur ki: Uhud gazasında bir yiğit şehit oldu. Resûl aleyhisselâmın huzurunda elbisesini aradılar ve açlıktan bunalmamak için karnına bir taş bağlamış olduğunu gördüler. Bu sırada, şehidin anası geldi ve evlâdının üzerine kapanarak:
— Ey oğul! Saadet senindir. Resûl aleyhisselâm önünde şehit düşerek, cennet ehlinden oldun, diye ağlamaya başladı.
Efendimiz, kadının bu sözlerini duyunca:
— Nereden bildin cennet ehlinden olduğunu? Olabilir ki; boş, manasız ve faydasız sözler söylemiştir, buyurdular.
Bundan da anlaşılıyor ki; boş manasız ve faydasız sözlerden çok korkmak ve çekinmek gerektir, özellikle, haram ve kötü sözler söylemekten ve dedikodu etmekten son derece sakınmak lâzımdır. Dedikodu yapmaması kendisine ihtar edilen bir kimse eğer: (Benim bu sözlerim, dedikodu değildir!) diyecek olursa, Ne'ûzü billah kâfir olur.
Halkın dilinde söylenilen söz dört mertebedir:
1) Haramdır.
2) Helâldir.
3) Haram ile helâl karışıktır.
4) Ne haramdır ne de helâldir.
Haram olan söz, zehir gibidir. İnsanı derhal helâk eder. (Yalan söylemek, şirke dair sözler söylemek, kötü sözler söylemek, ölüler üstüne sayı saymak, evinde birkaç günlük yiyeceği varken halka şu yoktur, bu yoktur gibi sözler söylemek gibi sözlerin hepsi haramdır, gönül öldürücüdür, zehirleyen ve derhal öldüren zehirlerden nasıl sakınırlarsa, bunlardan da sakınmalı ve çekinmelidirler.
Helâl olan söz, zehirlerin etkisini gideren panzehir gibidir. Günahları hatırlayarak tövbe etmek, LÂ İLÂHE İLLALLAH demek, EL-HAMDÜ LİLLAH VALLAHU EKBER demek, Resûl aleyhisselâma salavat getirmek, Kur'an-ı kerim okumak veya okutmak, ihlâs ile halka vâ'zü nasihatte bulunmak, hak için halkı hak yola davet etmek, hepsi helâl sözlerdir.
Haram ve helâl karışık olan sözler hem kâr hem de zarar olan sözlerdir. Yani, zehir ile panzehir gibidir. Fakat, bu gibi sözlerin yararından çok zararı vardır. Zararını sahibi dahi karşılayamaz. Meselâ, kişi dünya ve âhiret sözleri söyler, hayırları emredip, kötülüklerden sakındırırlar, yani bir bakıma halka nasihat eder. Bu sözler, panzehir gibidir. Fakat, bu sözler riyâ veya şöhret için ve: “Maşaallah ne bilgili ne hoş ne zâhit kişi imiş” desinler, hürmet ve riayet etsinler niyeti ve maksadı ile söylenmişse, o zaman bu sözler zehir gibi olur. Sahibini helâk eder. Çünkü, riyâ ve şöhret için söz söylemek haramdır ve afettir: Nitekim, EŞ-ŞÖHRETÜ ÂFETÜN yani şöhret afettir, duyurulmuştur.
Ne haram ne de helâl olan sözler ise ne kâr ne de ziyan verir. Bir cemaat bir yerde toplanır ve bir memleketin sıcaklığını, soğukluğunu, ucuzluğunu, pahalılığını, bağını, bahçelerini, mescitlerini, tekkelerini, birbirlerine anlatırlar, bu sözlerine hiç yalan katmazlar ve arada kimseyi övmez ve yermezler, gördüklerini beyan ederlerse, bu gibi sözler ne haram ne de helâl olur ne kâr getirir ne de ziyan ettirir. Ancak, övmenin ve yermenin yani medh veya zem etmenin de ziyanı çoktur. Onu da inşa’allahu teâlâ söyleyeceğiz.
Fakat, hepsinden iyisi dilini böyle boş ve faydasız sözlerden sakınmaktır. Nefesini boş yere harcamamaktır. Hâk teâlâ âdemoğullarının nefeslerini hesap ile verir ve yine hesap ile alsa gerektir. Her kişinin üzerine iki melek memur etmiştir. Bunlar, o kişinin o sayılı nefesleri gece veya gündüz nereye harcadığını hesap eder ve deftere yazarlar. Yalan söylersen, bir türlü cezası var. Bir kimseyi zemmedersen, bir türlü cezası var. İftira edersen, bir türlü cezası var. Yalan yere yemin edersen, bir türlü cezası var, Bir fâsıkı yüzüne karşı medh edersen, bir türlü cezası var. Bir kimse ile eğlenir, alay edersen, bir türlü cezası var. Bunların hepsi dilin afetleridir. Her birinin, âhirette ayrı ayrı cezaları verilecektir. Onları da söyleyeyim de inşa’allahu teâlâ bu kitapta eksik bir şey kalmasın.
(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
İnsan, *Allahü teâlâ* yı çok severse, kendini *Hayâl* görür kardeşim. Ne gibi? *Leylâ* ile *Mecnûn* gibi. Mecnûn, akılsız demek, yâni *Deli* demekdir.
*Mecnûn*, kendini yerden yere atıyor, *Leylâ* ya âşık olmuş. İnsanlar buna acıyor, *Leylânın* köyüne götürüyorlar.
*İşte, Leylânın köyüne geldik*, diyorlar. *Mecnûn* ise, dağlara taşlara, *Leylâ! Leylâ!* diyor.
Diyorlar ki: *İşte Leylâ pencerede, baksana!* Mecnûn hiç aldırmıyor. *Pencereye niye bakayım, ben her yerde Leylâyı görüyorum!* diyor.
Bunlar, *Hikâye* değil kardeşim, *Mektûbât* da var. *Mevlânâ Hâlid* hazretleri kitâbında yazıyor ki: *Âşık, mâşûkunu aşırı severse, kendisi yok olur*.
********
*Ehl-i sünnet* yolunu, yâni Peygamber aleyhisselâmın *Yolu* nu yaymak, Allahın kullarına bildirmek, en büyük *İbâdet* dir kardeşim.
Bir müslümâna bir *Kitap* verseniz, o da alıp okusa, istifâde etse, en büyük *İbâdet*, en büyük *Sevap* olur. Bizim kitapları okuyanlar, dînimizi öğreniyoruz diye seviniyorlar.
Nitekim *Afrika* dan gelen mektuplarda; *Gönderdiğiniz kitapları okuyoruz ve beş vakit namazda, size ve Hakîkat kitâbevi mensuplarına duâ ediyoruz*, diyorlar.
Bizim kitapları dağıtmak, arkadaşlarımız için büyük bir *Kazanç* vâsıtasıdır. Kim bu *Hizmeti* yaparsa, çok büyük *Sevap* kazanır. Bizim kitaplar, okuyana *Feyz* veriyor, dağıtana ise *Daha çok* verir.
*Emr-i mâruf* un en iyi şekli, *Kitap* vermekdir kardeşim. *Al, bunu oku!* denir. İlm öğretmek çok kıymetlidir ve üstünlükdür. Ama anlatırken, kendisinin *Üstün* olduğunu düşünmiyecek. Çünkü bu, *Kibir* olur.
Ehl-i sünnete hizmet etmek, kime nasîb olur bu zamanda? Bu, ne büyük *Ni’met* dir. Bu ni’metin kıymetini bilmek, Allaha *Şükr* etmek lâzım.
Ancak, bu hizmeti, *Fitne* çıkarmadan yapmak lâzım kardeşim. *Akıllı* olan, fitne çıkarmadan *Hizmet* eder.
Eğer dünyânın herhangi bir yerinde, bu *Hizmeti* yapan birileri olsaydı, biz de gider, onlara *İltihak* ederdik.
Çok araşdırdık, fakat ne çâre ki, dünyâda böyle hizmet yapan bir *Şirket*, bir *Topluluk*, hattâ bir *Kimse* yokdur kardeşim.....
(Hüseyin Hilmi Işık Efendi..
"Rahmetullahi Teâlâ Aleyh")
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri "kuddise sirruh". Bir gün, sorarlar bu mübarek zata: -
Efendim, muvaffak olmak için ne yapalım? Cevap verir: - Günahtan kaçın! Çok dua alın! Ve ilave eder: - Bir kulu sevindirmek, yüz senelik teheccüd sevabı kazandırır.
Sonra şunu anlatır:
Vaktiyle bir ateşperest, oğlunu evlendirmek ister. Düğün günü gelir. Çok koyun ve inek kesilir. Ocaklar yanar, yemekler pişer. Et kokuları mahalleye yayılır.
Ancak evin bitişiğinde, Müslüman, dul bir kadın yaşamaktadır. Hem de dört yetimiyle. Hepsi de günlerdir açtır.
Kadıncağız gider, düğün evinin kapısını çalar. Açılınca, ateş ister. Halbuki ateş için gitmemiştir. “Belki yemek verirler” diye ümitlenmiştir.
Fakat adam ateşperesttir. Müslümanları sevmez. Kadının niyetini anlasa da, bir şey vermez. Kadın, az sonra bir daha gider. Ateş ister. Yine eli boş döner. Üçüncüde yine öyle. Ama ne olur bilinmez bu defa kadına acır. Hallerini anlamaya çalışır.
İner dehlize, kulak verir. Yetimciğin sesini işitir: - Anneciğim, ne olur, bir daha gidiver. Belki bu sefer bir şey verirler. Kadın ağlamaklıdır. - Üç defa gittim yavrum! Artık utanıyorum.
Adam duyar bunu. Kalbi sızlar. Bir mükellef sofra hazırlatıp, gönderir evlerine. Dehlize iner yine.
Konuşmaları dinler. Yetimlerin en küçüğü dua eder: Ya Rabbi! O nasıl bize ikram ettiyse, sen de ona ikram et. İmanla şereflendir! Ardından; Amin! sesleri yükselir. İşte o anda, ateşperestin kalbi değişir. Söyler “kelime-i şehadeti." İmanla şereflenir.
Şeytan, bir mübârek zâtı bozmak için her türlü yolu denemiş, fakat hiçbirinde muvaffak olamamış. Olamayınca demiş ki, “Seni kandıramadım ama şu insanları nasıl kandırıyorum anlatayım da bir dinle. Benim insanları aldatmakta beş tane silahım vardır. Biri olmazsa diğerini kullanırım. Kolay kolay elimden kurtulamazlar, ancak senin gibi müstesnalar hariç.
***Birinci silahım, onlara cimrilik veririm, hasislik veririm. Sakın ha verme, biterse sonra ne yaparsın der, onları hep böyle korkutarak, hayır hasenat yapmalarına mani olurum. Avucuma alırım.
***İkinci silahım, kıskançlık veririm. Onun kalbine kıskançlığı bir verdim mi, onu her şekle sokarım.
***Üçüncü silahım, onların itikadını bozarım. Bid’atleri işletir, tatlı gösteririm, çok lüzumlu, çok lâzım bu derim. O bir bid’at işledi mi, ona tevbe de etmez. Çünkü yaptığı işin doğru ve güzel olduğuna inandığı için tevbe etmek aklına gelmez ki. İşte, onları vehhâbî yaparım, râfızî yaparım, yani akla, sapıklık olarak ne gelirse yaptırırım. Avucuma alırım.
***Dördüncü silahım, onları öfkelendiririm. Burnundan girerim öfkelendiririm, kulağından girerim kalbine, bir şey yapar onu kızdırırım. Kızdı mı zaten o benimdir. Avucuma girer. ***Beşinci silahım, onlara kibir, gurur ve ucb veririm. Bak sen ne mübârek adamsın. Herkes nerede vakit geçirirken, sen hayır hasenat yolunda vakit geçiriyorsun der, kibirlendiririm. Biraz işini beğendiririm, biraz satışını beğendiririm, biraz imalatını beğendiririm. O da, hakikaten bende çok iş var der. Onu dediği gün, onun işi biter” diyor.
Bunlar şeytanın nesi? Beş vesvesesi, şeytanın beş silahı. Vay mel’ûn vay! Kıskanmak, öfkelenmek ne kadar kötü huylar. O bakımdan ne buyuruyor Peygamber Efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Öfkelenmeyin, öfkelenmeyin, öfkelenmeyin.” Bir hadîs-i şerîfte de, “Kalbinde zerre kadar kibr olan, Cennet’e giremez” buyuruluyor. Yani, bu kibir temizlenmedikten sonra, Cennet’e giremez. Çünkü kibir, Allahü teâlânın, en çok kızdığı günahtır. Zira Cenâb-ı Hak hadîs-i kudsîde buyuruyor ki, “Azamet ve kibriyâ benim hakkımdır. Kim bana bunda ortak olursa, acımaz yakarım.” Bakın insanların başına gelen felâketlerin sebebine, ya öfke, ya kibir, ya kıskançlık, ya cimrilik, yahut da itikad bozukluğudur. Cenâb-ı Allah bizi böyle olmaktan muhafaza etsin!
(Enver Ören rahmetullahi aleyh)
Vaktiyle bir Mecusi vardı. Bu adam Mecusilikte oldukça gayretliydi. İnancında büyük bir taassuba sahipti. Yolcuları çok severdi. Bir gün onlar için bir köprü yaptırdı. Sultan Mahmud, kutlu bir yolculuktan dönerken yol üstündeki o güzelim köprüyü gördü. Köprü, hem güzeldi hem de tam yerindeydi.
"Bu büyük bir hayır!" dedi. "Acaba böyle bir köprüyü kim yaptırdı?"
Maiyetindekiler dediler ki:
"Bir Mecusi yaptırdı."
Padişah, köprüyü yaptıran kişiyi çok kıskandı ve orada konaklayarak, Mecusi'yi huzuruna çağırttı. Gelince,
"Sen sanırım iman ehline düşmansın. Gel bu köprüyü bana sat! Onun için ne kadar altın sarf ettiysen hepsini benden al! Çünkü sen bir Mecusisin. Kalbinde hamd ve minnet yok. İnandığın gerçek bir din olmadıkça bu köprünün ne faydası olacak sana? Verdiğim parayı kabul etmezsen, benim elimden kurtulamazsın!" dedi.
Mecusi dedi ki:
"Padişah beni paramparça etse bile bu köprüyü ne satarım, ne de karşılığında para alırım. Ben bu köprüyü din uğrunda yaptırdım."
Bunun üzerine padişah onu hapsettirip ona eziyet ettirdi. Zindanda ona ne ekmek verdirdi, ne su ... Sonunda eziyetler haddi aşınca Mecusi'nin gönlü, kan kesildi.
Bir süre sonra padişah ona haber göndererek, "Kalk, bir ata binip hemen yanıma gel! Köprüye tam bir değer biçmesi için bir de yanında üstat birini getir!" dedi.
Padişah çok sevinçliydi. Bir toplulukla köprüye gitti.
Padişah oraya varınca uyanık Mecusi, köprünün üstünde durdu.
Dedi ki:
"Padişahım, şimdi bu köprünün değerini sen, benden iste bakayım! Kendimi bu köprüden atarak helak edeyim de öbür köprüde karşılığını sana vereyim. Ey yüce padişah, bak da gör! işte köprünün değeri!. .. "
Bu sözleri söyler söylemez kendisini suya attı. Su onu aldı, götürdü. Mecusi, canıyla oynadı. Canına kıydı da dinine kıymadı. Çünkü maksadı dindi, ötesine aldırış bile etmedi.
Ey dost! Bir ateşperest, dinine ziyan gelmesin diye kaldırdı kendisini ateşe attı. Sen Müslümansın, ama Müslümanlıkta öyle bir hale düşmüşsün ki zaten su, seni çoktan kapmış götürmüş!. ..
Bir Mecuside bile inanç ateşi, seninkinden fazlaysa, artık Müslümanlığı var git bir Mecusi'den öğren! Allah'a ayarı düşük para götürmek kimin ne haddine! Öte dünyaya sağlam para, o ayarcıya layık akçe götürmek gerek. Can tenden çıkınca Allah'a putlarla dolu bir gönlü nasıl götürebileceksin?
Bütün bu putları gönlünden at. Bedeninle beraber onları terk et. Bir dostun evine puthaneyle gidilmez. Ayağı uyuşan kişi minbere nasıl çıkabilir? Uyuşuk bir ayakla minbere çıkılamazsa uyuşuk, uykulu bir gönülle, Hakk'a nasıl erişilir?
Biri, bir an olsun uyanırsa o uyanıklığı ziyadeleşir. Fakat sen bütün ömrünü gafletle geçirdin. Bir an bile uyanıklık yüzü görmedin.
Uykusu gaflet olanın uyanıklığı ölüm olur.
Be adam! Sen kendi gamınla gamlanmazsan, senin derdine kim yanacak?
Bari, serkeşlik etme de hemen işe koyul, elinden geleni yapmaya giriş. Çünkü hiç kimse senin derdine yanmaz, senin için gam yemez. Hiç kimse senin yükünü bir anlığına bile çekmez. Bunu böylece bil!.
(Feridüddin Attar, İlahiname)