HUTBEDE AMİN DENİR Mİ?

Hanefî mezhebinde hatip duâ'ya başladığı zaman, cemaatın el kaldırmaları ve aşikâre dil ile âmin demeleri caiz olmaz. Bunu yaparlarsa günahkâr olurlar.


Bazı alimler günahkâr olmaz ancak kötü bir iş yapmış olurlar dese de; sahih olan görüşe göre günahkâr olurlar.


Şafî mezhebinde ise; Hutbe esnasında elleri açıp amin demek ise caizdir.


Hutbe esnasında Peygamber aleyhisselam'ın ismi zikredilince, cemaatın aşikâre olarak salavât getirmeleri de caiz değildir. Bunu kalpleri ile yaparlar.


Hutbe tamam oluncaya kadar; Yani imam minbere çıkıp namazı bitirinceye kadar namaz kılmak ya da konuşmak caiz değildir.


Hanefî mezhebinin aksine Şafî mezhebinde; Hutbe esnasında cami'ye giren bir kişi hafîf iki rekat tahiyyatu'l mescit namazı kılması sünnettir.


Yine Şafî mezhebinde; Hutbe esnasında zaruret olmaksızın konuşmak haram değil, mekruhtur.


{İbn-i Âbidin - Tenvîru'l Ebsâr - Dürrü'l Muhtâr - Reddü'l Muhtâr,Dürer, Hidâye}

Salih bir misâfir gelirse onun hizmetini iyice yap!

 Evine, gelip geçici sâlih bir misâfir gelirse, onun hizmetini iyice yap! Hemen yemeğini ver, belki acıkmıştır. Yanında fazla oturma belki yorgundur. Yatmadan önce, kıbleyi, helâyı, seccâdeyi ona göster. 

(Süleymân bin Cezâ hazretleri “rahmetullahi aleyh” )

RIZKIN DAĞITILMASI

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Musa peygamber aleyhisselâm, Hak teâlâ hazretlerine niyaz etti: “Yâ ilâhi! Ahmaklara rızkı çok verirsin, malı boş ve faydasız yerlere harcarlar. Ahiretlerini mamûr etmeyi düşünmezler. Akıllılara rızkı az verirsin, onu da senin yoluna harcarlar ve kendileri azlıkla geçinirler. Hak teâlâ buyurdu: “Yâ Musa! Ahmaklara rızkı onun için çok veririm ki, akıllı olanlar rızkın hile ile ele geçirilmediğini görür ve anlar. Zira, her kişiye rızkını veren benim. Rızık, her kişiye benim takdir ettiğim miktarda gelir. İşte, akıllı olanlar bunu böyle anlarlar, rızkın benden olduğunu bilirler ve varır ibadet ve tâ’atle meşgul olurlar. Rızık için kaygıya düşmezler. Şimdi, sen de mademki kendini Allahu teâlâya ısmarladın, artık kaygılanma, var ibadet ve tâatinle uğraş, Hak teâlâ sana rızkını hiç ummadığın yerlerden verir.” Sana, kendilerini Allahu teâlâya ısmarlayanlardan birkaçını deyivereyim de gör bak Hak celle ve âlâ umulmadık yerlerden nasıl rızık verir.

(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Muhyiddîn-i Arabî)* hazretlerine; Bu makâma ne ile, nasıl kavuşdun? demişler. Cevâbında; *(Evliyâyı çok sevmekle)* buyurmuş. 


Meselâ bir yerde, bir *(Evliyâ)* zâtın aleyhinde konuşuluyorsa, hemen o *(Velî)* yi müdâfaa edermiş. 


Efendimiz aleyhisselâm buyuruyorlar ki: *(Güzel ahlâkı tamâmlamak için geldim)*. Bir şeyin en iyisi veyâ en kötüsü söylenince, o şeyin *(Hepsi)* anlaşılır. 


*(İbâdet)* lerin en iyisi, *(Güzel ahlâk)* dır. Güzel ahlâk denilince, bütün *(İbâdet)* ler anlaşılır. Evâmiri yapmakla emrolunduk, *(Emr)* leri yapacağız. 


Âyet-i kerîmede; *(Yalnız şirki affetmem)* buyuruluyor. Çok çeşidli *(Küfr)* vardır. Ama *(Şirk)* denince, bütün küfrler anlaşılır. Bu, bir edebiyat kâidesidir. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, bizi *(Huzûr)* una kendisi çağırırdı. O çağırmasaydı biz gidemezdik. Bize, her *(Şeyi)* o öğretdi. 


Tek maksadımız, islâmiyete *(Hizmet)* dir kardeşim. Bu iş, *(Sen-ben)* dâvâsı değildir. Asıl iş, *(Niyet)* de. Amellere verilecek karşılık, *(Niyete)* göredir. 


İki kişi aynı *(Ameli)* işler, niyete göre amellerin *(Cezâ)* sı değişir. Burada cezâ demek, *(Karşılık)* demekdir. 


Karşılığı, *(Niyete)* göre değişir. Bir safda iki *(Kişi)*, yan yana namaz kılar. Birinin niyeti *(Hâlis)* dir, ötekininse, hâlis niyetden haberi yok. 


Onun ibâdetiyle, öbürünün ibâdeti arasında *(Dağ)* lar kadar *(Fark)* vardır. Ama görünüşde, ikisi de aynı. 


Elhamdülillah, bütün *(Dünyâ)* ya, bütün *(Müslümân)* lara hizmet ediyoruz kardeşim, tek niyetimiz bu. 


Bu *(Niyet)* oldukdan sonra Allahü teâlâ *(Yardım)* eder. Allahü teâlâ, bizleri o *(Büyük)* lerin şefâatinden mahrum eylemesin kardeşim.

Kimseyi günahından dolayı ayıplama

Bir adamı, bir günahından dolayı ayıpladım.

O günah gelip beni 15 sene sonra buldu..!


 (Hasan-ı Basrî  "rahmetullahi aleyh")

TEVEKKÜL

MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 


Allâhu teâlâ, kullarının rızıklarını ve ecellerini, nasıl takdir buyurur, evvelâ onu söyleyeyim: 


Ey aziz: Bilmiş ol ki, MELEK-ÜL-ERHAM adında bir melek vardır. Ne zaman, baba sülbünden ana rahmine o bir damlacık su düşerse, Hak teâlâ o sudan insan yaratılmasını murat buyurur. O melek, niyazda bulunur: “Yâ Rab! Eceli ne kadar ve toprağı ne yerdendir?” Hak teâlâ, o meleğe irade buyurur: “Var, Levhi Mahfuza bak!” Melek, gider bakar. Henüz, ana rahminde bir damla pıhtıdan ibaret olan o kişi nerede defnedilecekse, o yerden bir parça toprak alır ve o pıhtıya karıştırır, ondan ana rahminde bir nevi balçık yapar.  Her kişinin toprağı neredendir ve nereye gömülecektir, bunu hiç kimse bilmez. 


Nitekim, Hak teâlâ Kur'anda buyurur: “Ve hiç kimse (Zamanını bilmediği gibi) nerede öleceğini de bilmez.” (Lokman sûresi)  O melek, ana rahminde balçık edip karıştırdığı o çocuğun dünyada ne kadar yaşayacağını, nerede öleceğini ve nereye defnolunacağını, zengin mi yoksa fakir mi olacağını, erkek veya dişi doğacağını, levhi mahfuzdan aldığı bilgilere göre yazar.  


Allahu teâlânın emriyle o meleğin yazdığı bütün vukuat, o kişinin doğumundan ölümüne kadar başından geçecek her hâdise birer birer kayıt ve tespit olunur ve bu arada bütün yiyecek ve içecekleri de belli olur. Artık, o kişinin eceli ne bir saat öne ne bir saat geriye bırakılabilir ve rızkından da bir nar tanesi kadar bile artmaz ve eksilmez, bir yudum su dahi yazılmamışsa içemez. Takdir olunandan fazlası ve eksiği olamaz ve buna kimse muhalefette bulunamaz.  


Ey aziz: Her insan için gökte iki kapı vardır. Birinden ömrünün her günü ve diğerinden de rızkı iner. Ömrünün müddeti bitince, her iki kapı da kapanır ve artık rızkı inmez olur. Nitekim, Kur'an-ı hâkimde de böyle buyurulmaktadır: “Rızkınız ve vaad olunduğunuz semadadır.”  (Zâriyat sûresi: 22) Hâl ve hakikat böyle olduğuna göre, rızık için kaygıya ne gerek var? Gökteki rızkı, yerde istemekle bulmak istersin. Oysa, Allahu teâlâ sana vadettiği o rızkı nerede olursa olsun verir, sen istesen de istemesen de gelir sana erişir.


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

RAMAZAN MERCAN ABİMİZİN HOCAMIZ İLE OLAN HATIRALARI

*Erzincan Askeri Lisesi'nde talebe idik. Bir kimyacı albay geliyormuş, buluşu varmış, dediler. Merakla bekledik. Ben son sınıftaydım. İlk derse geldiler. Tekmil verdik. "Merhaba çocuklar" dediler. Kürsüye oturdular. Defteri imzaladılar. Bir yandan da "Nasip olursa bu sene kimya dersini beraber yapacağız" dediler. Biz hep bir ağızdan "İnşallah hocam" dedik. Sonra kalkıp sıraların arasında dolaşmaya başladılar. "İnşallah maşallah güzel ama çalışmak da lâzım" buyurdular. Musa aleyhisselâm zamanında dağa çıkıp rızık bekleyen adamın kıssasını anlattılar. Askerî lisede talebe olan Ahmed Kömeli ilk olarak Hocamız için Fahri Öztürk Abi'ye "Bu kimyacı albay büyük bir âlim" dedi.


*Ders başında beş dakika dinden bahsederlerdi. Herkes sual sorar, laf lafı açardı. "Hangi kitaplardan dinimizi öğrenebiliriz?" diye soruldu. "Efendim din kitapları üç çeşittir. Para kazanmak maksadıyla yazılanlar. Bunlar doğru ile yanlışı ayırt edemezler. İkinci çeşit dini yıkmak için yazılan kitaplar. Bunlar da bir kuyu düşünün. Kuyudan su çekmek için de bir kova var. Kova bir zincire bağlı. Bu zincirin bütün halkaları sağlam olsa, birisi çürük olsa su almak mümkün olmaz. Üçüncü çeşit kitaplar Allah rızası için yazılan kitaplardır. Din bunlardan öğrenilir" buyurdular. "Böyle bir kitap ismi verebilir misiniz?" denince "Şehirdeki Kıyak Kitabevi'nde bir kitap var. Adı Seâdet-i Ebediyye'dir. Benim de orada yazılarım var. Onu alınız. Fiyatı da 25 kuruştur. Bakın fiyatının ucuzluğu da bunun Allah rızası için yazıldığını gösteriyor" buyurdular. Cumartesi günü hepimiz gidip o kitabı aldık.


*Bir gün derste çalgı çalmanın uygun olup olmadığı soruldu. "Çalgı çalarak geçimini temin etmek uygun değildir, başka iş yapmalıdır" dediler. Ben ve arkadaşım Ayhan Arıkan, musikiye meraklıydık. Saz çalmak istiyorduk. Seâdet-i Ebediyye'ye baktık. Orada çalgı çalmak haramdır, yazıyor. Halbuki derste çalmaktan bahsetmemişlerdi. Gidip sordum. Sanki bir suç işlemiş de bizden özür dileyecekmiş gibi mütevazı bir şekilde "Efendim uygun değildir" buyurdular. Bize yakınlık göstermesi hoşuma gitti. Musikiyle uğraşmaktan vazgeçtik.


*Mektep arkadaşımız Ahmed Kömeli, Cevad Rıfat Atilhan'ın Gizli Devlet kitabını okumam için bana vermişti. Orada Namık Kemal'in babasının mason olduğu yazılıydı. Bir gün laboratuvardan çıktık. Bunu Hocamız'a sordum. "Efendim onun kendisi masondu. Vatan milletten anladığı ise, İstanbul'dan Pendik'e kadardı. Kadınların kızların arasında" buyurdular.


*Bir gün de "Reşad Nuri nasıl biriydi?" diye sordum. "Bozuk bir adamdı. Allah baba kelimesini yerleştirmek için roman yazdı" buyurdular.


*Bir gün de "Yoldaş kelimesi ilmihalde geçiyor. Halbuki bunu komünistler kullanıyor" deyince, "Efendim komünistler başka kelimeleri de kullanıyor. Onlar kullanıyor diye biz de mi kullanmayalım?" buyurdular.


*Bir gün mektebin mescidinde oturduk. "Keşke Hocamız olsa da sohbet etseler" dedik. "Gidip çağıralım" dediler. Fahri Abi'yle gittik. “Efendim şimdi benim işim var. Siz şu notları alın da okursunuz" dediler. Fahri Abi "Ama arkadaşlar sizi bizzat görmek istiyorlar" deyince "Siz gidin, ben de yarım saat sonra gelirim" dediler. Geldiler. Kırmızı kaplı mavi mürekkeple yazılı bir defterden okuyup anlattılar. Mektubat-ı İmâm-ı Rabbânî imiş. Burada "Efendim buluşunuza niçin devam etmediniz?" diye sorduk. Şöyle anlattılar: "Bir gün elimde diplomalarımla bakanlığa gittim. Alâkalı müdüre çıktım. Efendim ben şurayı burayı birincilikle bitirdim; şu işe talibim, demeden, amma da kendinizi methettiniz, dedi. Ben bunları ispat edecek vesikaları ibraza kadirim, dedim. Ama kalmayıp çıktım. Kendimi dine hizmete ve ilme verdim. Kitap okumakla meşgul oldum" buyurdular ve Alman Profesör Arndt ile hatıralarını anlattılar. 


*Bir defasında "Hüccet-ül-İslâm kitabı muteber midir?" diye sorduk. "Değil efendim içinde hatalar var" dediler. Sonra bir gün bu kitabı bastıran Muzaffer Özak'a "Bu kitapta bazı hatalar var" demişler. O da "Artık düzeltmemiz zor" deyince, "Ben düzeltirim" demişler. Düzeltip vermişler. Geldiklerinde "Artık okuyabilirsiniz. Tashih ettik" buyurdular.


*Manisa'dan İstanbul'a izne gelmiştim. Hocamız o zamanlar İsmail Ağa Câmii'nde tekâmül kursuna derse gidiyorlardı. Câmiden eve kadar konuşarak geldik. "Elhamdülillah Falih Rıfkı ile sağır birbirine düştüler. Eskiden sağır derdi ki, 'Falih Rıfkı için bir kolorduyu feda ederim.' Şimdi birbirlerine düştüler" buyurdular.


*1966 yılında teğmen olarak Manisa'dan Mardin'e tayin oldum. Osman Şap Abi bana Hocamız'a götürmek üzere bir mektup verdi. Evlerine götürdüm. Yandaki odaya aldılar. "Efendim sınıra tayin oldum. Kaçakçılıkla uğraşmak üzere" dedim. Hocamız "Efendim para biriktirir, borçlarınızı ödersiniz" buyurdular. Hakikaten orada lojmanda oturdum. Maaşım arttı. Tayin bedeli alıp karavanadan yedim. Masraf edecek yer yoktu. Para biriktirdim. Babama da gönderdim. Sohbet esnasında "Kaçakçıların dini olmaz efendim" buyurdular. Ben "Efendim Cizre'de bir şeyh varmış. Nasıl birisidir?" diye sordum. Hocamız "Kimmiş efendim?" diye sordular. Ben de "Çok meşhurmuş efendim" dedim. Hocamız "Ya öyle mi? Meşhur olmak makbul değildir. Efendi Hazretleri hiç meşhur değildi" buyurdular. Orada ben bazı cemaatleri sordum. Bir tanesi için "Efendim kitap okumuyorlar. Çünki hocaları bir kitabında diyor ki benim şakirtlerim benim kitaplarımdan başka nur aramasınlar. Okumayınca da bilmiyorlar. Geçen gün Milliyet Gazetesi bile yazmış; 'Bizim bildiğimiz İslâmiyet naklîdir. Bu kitaplarda ise hiç nakil yok' demiş. Doğru yazmış. Onlardan birisi de güya cevap vermiş. Yanlış cevap vermiş. Ötekiler ise kitap okuyorlar, ama anlamıyorlar. Geçen en iyi Arapça bilenlerinden birisi bize geldi. Beraber bir kitap okuduk, çözemedi. Onlar bilmiyor, bunlar bilmiyor, siz nerden biliyorsunuz diyeceksiniz. Biz 14 sene Efendi Hazretleri'ni sabah akşam dinledik. Hiçbir zaman şu şöyledir demediler. Hep isim söylediler. Mesela İmam-ı Azam dediler, İmâm-ı Rabbânî dediler. O birincisi hiç isimden bahsetmiyor. Bilmiyor ki bahsetsin" buyurdular.


*1977 veya 78 senesinde bir Cumartesi günü idi. Kırklareli Pınarhisar'da kıdemli yüzbaşıyım. Mehmed Gülçivici Abi orada yüzbaşı; Hüseyin Yener Abi de yedek subaydı. Bir gün Hüseyin Yener geldi. "Müjdemi isterim" dedi ve bir telgraf uzattı. Telgrafta "Yarın Hanımanne, çocuklar, Abdülhakim Abi, Hocamız geliyoruz. Enver Ören" yazıyordu. Çok sevindik. Hüseyin Yener nöbetçiydi. Mehmed Çivici ile gidip nöbeti ayarladılar. Ben de karşılayayım dedim. Burgaz kavşağında karşıladım. Hocamız'ın arabası geldi. Durdu. Enver Abi'ye ben "Efendim yol böyle" dedim. Önce fark etmemiştim. Baktım önde Hocamız oturuyorlar. El salladılar. Arabayı Abdülhakim Abi sürüyordu. Enver Abi "Sen nasıl geleceksin?" dedi. "Efendim arkadan arabalar geçer, ben onunla gelirim" dedim.


Hüseyin Yener'in evine geldim. Balkonda oturuyorlardı. Selâm verdim. Yanlarına oturdum. "Hızır gibi yetiştiniz. Biraz evvel sizi yolda gördük hemen geldiniz" dediler. Elmalılı tefsirinden ve onu okuyup imanını kaybeden yüzbaşıdan bahsettiler. Sonra Hüseyin Abi'ye "Odunu, kömürü, yağı kaça alıyor- sunuz?" diye sordular. Ben de içimden "Niye soruyorlar ki?" diye geçirdim. "Efendim soruyoruz çünki Efendi Hazretleri sorardı" buyurdular. "Efendim abdestimiz var. Olmayan arkadaşlar da alsınlar. Ev sahibi de bize bir imam bulur" dediler. Ev sahibi "Özürlüyüm" dedi. Enver Abi "Ben de özürlüyüm" dedi. Abdülhakim Abi "Ben de özürlüyüm" dedi. Mehmed Gülçivici "Ben de özürlüyüm" dedi. Bana sıra geldi. Ben bir şey diyemedim. Yalan söylesem olmaz. "Sizin özrünüz var mı?" deyince "Yok efendim" dedim. Güldüler. İmam oldum, öğleyi kıldık.

Yemek geldi. Yemekte börek vardı. Abdülhakim Abi böreği dağıtıyordu. "Efendim kaç tane?" diye sordu. "On tane" dediler. Şaşırdı. Güldüler, "Efendim bir tane" dediler. Hüseyin Yener yemek yemedi. "Siz niye yemiyorsunuz?" diye sordular. O da "Ben kışlada yedim efendim" dedi. "Ne yediniz?" diye sordular. "Efendim fasulye vardı. Yemekler dökülüyor, yenmiyor" dedi. Hocamız "Efendim yağındandır. Yağı iyi değildir. Yemek demek yağ demektir" buyurdular. O sohbette, yağmur yağarken, "Allah'ım bu yağmuru denize yağdıracağına, çöllere yağdırsan, oradaki kulların susuzluktan perişan" dediği için kutupluğu elinden alınan, sonra Abdülhalık Goncdüvânî hazretlerine sığınarak affedilen Cezâir-i Hâlidat kutbunun kıssasını anlattılar. Sonra istirahata geçtiler. Biz ayrıldık. İkindiden sonra da gittiler.

Sevincimden ağlıyorum

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Kardeşim, *(Tam İlmihâl)* Seâdet-i Ebediyye’de, büyüklerin *(İsim)* leri de, *(Kitap)* ları da, her *(Şey)* leri belli. *(Kaynak)* ları belli. Bu kitâbı okuyan, *(Âlim)* olur. 


Hele hele içindekileri tatbîk eden, *(Evliyâ)* olur. Çok *(Lüzûmlu)* varken, az *(Lüzûmlu)* yu okumak, dünyâ ile meşgûl olmakdır. 


Bugün *(Fıkh)* okumak varken, *(İlmihâli)* öğrenmek varken, İslâm Ahlâkı kitâbımızdan *(Küfr)* bahslerini okumak varken, 


*(Gülistân)* okumak, *(Bostan)* okumak, başka bir kitap okumak, yine de *(Lüzûmsuz)* dur, yâni *(Fuzûliyât)* dır. Benim ömrüm *(Aramak)* la geçdi. 


Neyi aramakla? Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinden öğrendiklerimin *(Vesîka)* sını aramakla. Biliyorum, ama benim, vesîkalarını göstermem gerekir. *(Abdülhakim Efendi hazretlerinden işitdim)* diyemem. 


Abdülhakim Efendi hazretlerinden öğrendiklerim elbette *(Doğru)* dur. Fakat başkalarına *(Anlatmak)* için vesîkalarını bir bir aradım, buldum. Onun için bizim *(İlmihâl)*, kalıcı bir eserdir kardeşim. 


Ben *(Erzincan)* da iken Kayseri’li bir *(Asker)* vardı, bana *(Hizmet)* ederdi. Bir gün geldi ve; 


Efendim, çamaşırhânede sizin yatak takımlarını falan yıkayan bir *(Hanım)* var, sizi görmek istiyor. Sizi çok merak ediyor, dedi. 


Ben de; *(Hay hay, buyursun)* dedim. Bir de bakdım ki, akşam üzeri Kayserili asker geldi; Efendim o hanım geldi dedi. *(Buyursun gelsin)* dedim. 


Kapıdan *(Dev)* gibi, *(İri yarı)*, uzun boylu bir hanım girdi. Beyaz iş gömleği vardı arkasında. *(Nasılsın anneciğim?)* dedim, yaşlıydı. Cevap olarak ne yapdı bilseniz. 


Başladı hüngür hüngür *(Ağlama)* ya. Dedim ki: Elhamdülillah de, sevin, ağlıyacak ne var? O da; *(Elhamdülillah)* dedi. *(Sevincimden ağlıyorum)* dedi. 


*(Sizin gibi, müslümân bir albay görmek nasîb oldu)* dedi. Benim babam Erzincan’da *(İmâm)* dı dedi. Başından geçenleri anlatdı. Allah rahmet eylesin o kadıncağıza.

Osman Nuri Topbaş hoca efendi anlatıyor

Osman Nuri Topbaş hoca efendi anlatıyor:  "Hilmi bey benim imam-hatip'den hocamdı. 10 dakika ders anlatır, geri kalan zamanlarda hep Allahü teâlânın azametinden bahsederdi. Hatta hiç unutmuyorum; bir şekeri karbonlarına ayırmak için gereken enerjiyle, İstanbul'un hararetinin birkaç derece artacağını söylemişti. Allahü teâlânın bu hikmetini göstermek için bize anlatırdı. Öğretmenler odasına gitmez, koridorlarda öğrenci ile meşgul olurdu. Fatih'deki evinde misafir olduk. Hep yavrucuğum diyerek hitap ederdi. Hiç tavizsizdi. Bize tasavvufu sevdiren hocadır. İmam-hatipte tasavvuf aleyhine olan hocalar da vardı."

(Ebedî Seâdet yolunda bir ömür HÜSEYN HİLMİ IŞIK, sf: 283)

Resûl-i ekremin bazı vasıfları

 Resûl-i ekrem, kahkaha ile gülmediği gibi, yüksek sesle de ağlamazdı; amma mübârek gözlerinden yaş akar, mübârek göğsünün sesi işitilirdi. Ümmetinin günahlarını düşünüp ağlardı ve Allahü teâlânın korkusundan ve Kur'ân-ı kerîmi işitince ve bâzan da namaz kılarken ağlardı. 

(Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, İmâm-ı Kastalânî hazretleri) (Rahmetullahi aleyhimâ)

Niyet kalb ile olur

 Niyet kalb ile olur. Ağız ile niyet etmek bid'attir. Bu bid'at yalnız sünneti yok etmekle kalmıyor, farzı da yok ediyor. Çünkü, çok kimseler, yalnız ağız ile niyet ederek, kalb ile niyet etmiyorlar. Böylece, namazın farzlarından biri olan kalb ile niyet yapılmıyor. Namaz kabûl olmuyor. Bu fakir, hiçbir bid'ati,güzel olarak bilmiyorum. Hiçbir bid'atte güzellik görmüyorum. 

(İmâm-ı Rabbânî hazretleri “kuddise sirruh” )

Kur'ân-ı kerîmi anlıyabilmek

 Kur'ân-ı kerîmi anlıyabilmeleri için, Allahü teâlâ, müctehîd denilen âlimlere aklî ve naklî ilimleri anlama kuvveti ile keskin zekâ ve çok akıl ve daha nice üstünlükler ihsân eylemiştir. Bu üstünlüklerin başında takvâ gelmektedir. Bundan sonra kalblerindeki nûr-ı ilâhî gelmektedir. 

(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri “kuddise sirruh” )

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin bazı hususiyetleri

 Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem her nereye gitmek murâd eylese, O'nun nûr-ı pâki, kendinden evvel varırdı. Her kimin yanında dursa mübârek boyu, dört parmak kadar yüksek görünürdü. 

(Kutbüddîn İznikî hazretleri “rahmetullahi aleyh” )

İmâm-ı Kastalânî hazretleri “rahmetullahi aleyh”

 İmâm-ı Kastalânî hazretleri “rahmetullahi aleyh” , zamânındaki insanların en nûrânî yüzlüsü olup, uzun boylu idi. Kur'ân-ı kerîmi, on dört rivâyet üzere çok güzel okurdu. Okumasından en katı kalbli kişilerin kalbi yumuşar, dayanamayıp gözyaşı dökerlerdi. 

(Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri “rahmetullahi aleyh” )

İbadetleri hafife almak

 Vazîfe olduğuna inanmayarak, ehemmiyet vermeyerek, hafîf görerek namaz kılmamak, oruç tutmamak, zekât vermemek küfür olur. 

(Muhammed Hâdimî hazretleri “rahmetullahi aleyh” )

İslâm nikâhını yaptıracak olan dâmât ve gelin

 İslâm nikâhını yaptıracak olan dâmât ve gelin, otuz üç farzı bilmeli ve bunlara inanmalıdırlar. Eğer bilmiyorlarsa nikâh kıyacak kimse, Besmele, hamd ve salevât (Peygamber efendimize duâ) okuduktan sonra, bu otuz üç farzdan; îmânın ve İslâmın şartlarını münâsib bir yolla dâmât ve geline öğretmelidir. 

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri “kuddise sirruh” )

Nâs sûresinin faziletleri

 Nâs sûresini devamlı okumayı alışkanlık hâline getiren kimse, dâimâ sıhhat ve âfiyette olur. Nazara karşı okunursa, şifâ bulur.Son nefesini vermekte olan kimse için Nâs sûresi okunursa, rûhu bedenden rahatça ayrılır. Yatağa girerken okuyan kimse, cin ve şeytan şerrinden kurtulur. Vesvesesiz, korkusuz râhat uyku uyur.

 (Muhammed Osman Sâhib rahmetullahi aleyh hazretleri)

Nasîhat vermek dînimizin birinci vazîfesidir

 Nasîhat vermek dînimizin birinci vazîfesidir.Nasîhat vermek kolaydır. Nasîhati kabûl etmek güçtür. Çünkü, nefislerine uyanlara, dünyâ zevklerinin peşinde koşanlara, nasîhat acı; haramlar ise tatlı gelir. 

(İmâm-ı Gazâlî rahmetullahi aleyh)

*Alay edenlere, zarar yapacaklara nasîhat verilmez. Nasîhat, birinin yüzüne karşı olmamalı, umûmî olarak ortadan söylenmelidir. Hiç kimse ile münâkaşa etmemelidir. 

(Muhammed Bağdâdî rahmetullahi aleyh)

Hınzırdan başka her hayvan diri iken temizdir

 Hınzırdan başka her hayvan diri iken temizdir. Ölünce necs olurlar. Hınzırın derisi ve her parçası necstir. 

(M. Zihni Efendi rahmetullahi aleyh)

Resûl-i ekremin güzel huyları pekçoktur

 Resûl-i ekremin mübârek gözleri uyur, kalb-i şerîfi uyumazdı. Aç yatıp tok kalkardı. Aslâ esnemezdi. Mübârek vücûdu nûrânî olup, gölgesi yere düşmezdi. Elbisesine sinek konmaz, sivri sinek ve diğer böcek mübârek kanını içmezdi. Resûl-i ekrem nâzik idi. Cömerd idi. Fakat isrâf etmez, faydasız yere bir şey vermezdi. Herkese acırdı. Mübârek başı hep öne eğik idi. Kimseden bir şey beklemezdi. Seâdet, huzur isteyen O'nun gibi olmalıdır. Resûl-i ekremin güzel huyları pekçoktur. Her müslümanın bunları öğrenmesi ve bunlar gibi ahlâklanması lâzımdır. Böylece, dünyâda ve âhirette felâketlerden, sıkıntılardan kurtulmak ve O iki cihân efendisinin sallallahü aleyhi ve sellem şefâatine kavuşmak nasîb olur.

(İmâm-ı Ahmed Kastalânî rahmetullahi aleyh hazretleri)

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, 27 kerre muhârebe yaptı

 Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, 27 kerre muhârebe yaptı. Bunlardan 9unda er olarak hücûm etti. Diğerlerinde başkumandanlık mevkiinde bulundu. bayrağı siyâh idi. Sancağı daha küçük olup, beyaz idi. 

(İmâm-ı Kastalânî rahmetullahi aleyh hazretleri)

Hıristiyanlar kadınlarını örtmemişlerdir

 Şehvet nazarı ile kadınlara bakmanın aynen zinâ olduğunu Îsâ aleyhisselâm bildirmiş iken, hıristiyanlar kadınlarını örtmemişlerdir..

(Harputlu İshâk Efendi rahmetullahi aleyh hazretleri)

Osmanlılarda recm

 Osmanlılarda, altı yüz sene içinde, bir kerre zinâ şâhidliği yapılmamış, bu sebeb ile hiç kimse, recm edilerek (taşlanarak) öldürülmemiştir.

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri “kuddise sirruh” )

Vesvese etmemelidir

 “Abdest almakta, necâset temizlemekte, niyet etmekte ve namaz kılmakta (Vesvese) etmemelidir. Vesvese, zararlı olan şüphe, kuruntu demektir. Vesvese etmek günahdır. Vesvese eden imamın arkasında namaz kılmak mekruhtur. Onu imamlıktan ayırmak vaciptir. Vesvese, suyu israf etmeye sebep olur. İsraf ise haramdır. Vesvese, namazı geciktirmeye, cemaati, hatta namaz vaktini kaçırmaya sebep olur. Vakti, ömrü zayi etmeye sebep olur. Abdestin, taharetin ve namazın şartlarını, sünnetlerini, mekruhlarını bilmeyen, vesvese hastalığına yakalanır. Bunları bilip, yerine getirince, şüpheye düşmemeli, iyi ve tamam yaptığına inanmalıdır. Böyle inanmak, ihtiyat olur. Şüpheye düşmek vesvese olur. Vesvese sahibi, ruhsat ile amel etmelidir. Sokaklar, topraklar temizdir. Üzerinde necâset görülmeyen herşey temizdir. Şüphe etmekle necis olmaz. Çok zan edilirse, kullanmak sahih, caiz ise de, tenzihen mekruh olur. Kafirin, fasıkın kullanmış olduğu donu, tabakları ve pis sokak böyledir. Ehl-i kitabın kestiklerini, incelemeden yemek helaldir. Kalbi, kötü ahlaktan temizlemekte, kul haklarını gözetmekte ve haramlardan sakınmakta, çok dikkat etmek, vesvese olmaz. Vera ve takva olur.”


[İslâm Ahlâkı]

Kadın sadece kocasına süslenmelidir

 Allahü teâlâdan korkan kadınların, kocasından başkasına, erkek ve kadın, kim olursa olsun yabancıya süslenmeleri câiz değildir. 

(İmâm-ı Rabbânî hazretleri “kuddise sirruh” )

Cemâatle namaz kılarken

 Cemâatle namaz kılarken öndeki safta boş yer var iken, arka safta durmak ve safta yer yok iken, saf arkasında yalnız durmak mekrûhtur. Safta yer olmayınca, yalnız başına durmayıp, rükû'a kadar birini bekler. Kimse gelmezse, öndeki safa sıkışır. Öndeki safa sığmazsa, güvendiği birini arkaya çeker. Güvendiği kimse yoksa, yalnız durur. 

(İbn-i Âbidîn rahmetullahi aleyh hazretleri)

Seyyidlerin kıymetini bilmelidir

 Seyyidlerin kıymetini bilmelidir. Çünkü onlar Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem torunları olup O'nun mübârek zerrelerini taşırlar. 

(İmâm-ı Rabbânî hazretleri “kuddise sirruh” )

Namaz bahsi

 Rükû'da erkekler parmaklarını açıp, dizlerinin üstüne koyar. Sırt ve baş düz tutulur. Rükû'da en az üç kere "Sübhâne rabbiyel azîm" der. Kollar ve bacaklar dik tutulur. Kadınlar parmaklarını açmaz, sırtını ve başını, bacaklarını, kollarını dik tutmaz. 

(İbrâhim Halebî rahmetullahi aleyh hazretleri)

Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem uzak memleketlere gönderdiği Eshâb-ı kirâma emri

 Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, uzak memleketlere gönderdiği Eshâb-ı kirâma "radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn" , karşılaşacakları mes'elelerde, Kur'ân-ı kerîmin hükmü ile hareket etmelerini, aradıklarını Kur'ân-ı kerîmde açıkça bulamazlarsa, hadîs-i şerîflerde aramalarını, burada da açıkça bulamazlar ise, kendi re'y ve ictihâdları ile amel etmelerini emir buyurdu.

 (Veliyyullah Dehlevî rahmetullahi aleyh hazretleri)

Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem mûcizeleri

 Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem mûcizeleri binden fazla olup bâzıları şunlardır:Mîrâc mûcizesi, şakk-ı kamer mûcizesi (ayın ikiye bölünmesi), mübârek parmaklarından su fışkırma mûcizesi, Kâbe-i muazzama içindeki putların mübârek parmağının işâreti ile yüz üstü düşmesi mûcizesi, ölülerin diriltilmesi mûcizesi, yaralılara ve hastalara şifâ verme mûcizesi. 

(Harputlu İshâk Efendi hazretleri “rahmetullahi aleyh” )

Îsâ aleyhisselâmdan sonra Îsevîler bozuldular

 *Îsâ aleyhisselâmdan sonra Îsevîler bozuldular. Doğru yoldan uzaklaştılar. Îsâ aleyhisselâmın uydurma resim ve heykellerini yaptılar. Haç işâretlerini kabûl ettiler ve bunu bir sembol edindiler. Îsâ aleyhisselâmı Allahü tealanın oğlu kabûl ettiler. Hâlbuki Îsâ aleyhisselâm onlara kat'iyyen böyle bir şey söylememiştir. 

(Herkese Lâzım Olan Îmân)

Revâtib sünnetler

 Revâtib sünnetler (beş vakit namazın farzından önce veya sonra olan müekked sünnetler) nâfile niyeti ile veya yalnız namaza niyet etmekle sahîh olur. Yâni o vaktin sünneti olur. Ayrıca sünnet diye niyet etmeye lüzum yoktur. 

(İbn-i Nüceym rahmetullahi aleyh hazretleri

Rahat bir gece ve hoş bir mehtâb

 Fârisî beyt tercemesi:

Rahat bir gece ve hoş mehtâb bul bana! 

O zeman söyliyeyim bak, herşeyi sana!


(Muhammed Ma'sûm Fârûkî  "kuddise sirruh" hazretlerinin 1.cild, 230. mektûbunda geçen bir beyt)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Çok şanslıyız kardeşim, çok bahtiyârız. Bu *(Îmân)*, bir mücevherdir. Cenâb-ı Hak, bu *(Mücevheri)* çöplüğe koymaz. 


Arkadaşlarımızın kalpleri müsâit olmasa, Allahü teâlâ o *(Mücevheri)*, o *(Pırlanta)* yı onların kalbine verir mi? Yalnız bunun için, Cenâb-ı Hakka ne kadar *(Şükr)* etsek azdır. 


*(Fıtrat)* çok mühim kardeşim, bâzılarının fıtratı, mutlak *(Küfr)* dür, Allah korusun. Hiç ıslâhı mümkün değil. Bâzılarının da fıtratı *(Küfr)* dür, ama aslı kaybolmamışdır.


Sâdece üstü *(Örtülmüş)* dür, o kadar. Yâni ümit var, her an için, o örtü kalkıp, *(Îmân)* edebilir. Ama birincisinde hiç *(Ümit)* yok, tamâmen kapalı. 


*(Îmân)* etme ihtimâli *(Hiç)* yok, mümkün değil. Onun üstü tam örtülmüş. Böyleleri, Peygamberi dahî görse, yine îmân etmez, ancak *(Küfr)* ü artar. İkincisi ise *(Örtü)* kalkar, *(Müslümân)* olur. 


İşte birincisine misâl, *(Ebû Cehil)*, ikincisine misâl de *(Hazret-i Ömer)*. Hazreti Ömer'in fıtratı müsâitdi, ama üzeri *(Küfr)* ile örtülmüşdü. Fıtratı *(Temiz)* idi.


*(Huy)* bakımından, *(Ahlâk)* bakımından müsâit idi. Nitekim Peygamberimiz aleyhisselâm ona *(Duâ)* etdi, duâsı kabûl oldu. Zâten fıtratı *(Temiz)* di ve îmân edip, *(Hazret-i Ömer)* oldu. 


Peygamber Efendimize yahûdîler, *(Zehirli et)* yedirdiler. Hazret-i Ömer'i câmiye giderken, Hazret-i Osmân'ı Kur'ân-ı kerîm okurken, Hazret-i Alî’yi namaz kıldırırken *(Şehîd)* etdiler. 


Hazret-i Hasan'a, *(Elmas)* parçaları içirdiler, midesi bağırsakları parçalandı ve *(Şehîd) oldu*. Hazret-i Hüseyin'in başını kestiler, *(Şehîd)* oldu. 


Bunların hiç biri *(İmdât!)* demedi, yardım istemedi. İsteselerdi, *(İmdât yâ resûlallah!)* deselerdi, Efendimiz aleyhisselâm elbette yetişir ve *(Yardım)* ederdi. 


Ama onlar istemediler. Niçin istemediler? İki sebepden. Birincisi, *(Şehit)* lik sevâbı almak istiyorlardı. Şehitlere vaad edilen *(Ni’met)* lere kavuşmak için *(Yardım)* istemediler. 


İkincisi de, *(Levh-il mahfûz)* da şehîd olacaklarını *(Görüyor)* ve *(Okuyor)* lardı, niçin istesinler?


*******


Bir gün âbilere dedim ki: Bu yahûdîler, bir *(Kelime)* için, koca bir *(Kitap)* yazarlar. Meselâ bir siyah köpeğe *(Arap)* demek için, bir *(Roman)* yazarlar, tiyatro yaparlar, filim çevirirler. 


Yâhut da, yine temiz gençleri aldatmak için, meselâ onlara Allah yerine *(Allah baba)* dedirtmek için, bir *(Kitap)* yazarlar. 


Böylece, bir *(Mürşid-i kâmil)* görmiyen, dînini tam öğrenmiyen gençlerin *(Îmân)* ını çalarlar kardeşim. Bilmiyorlar çünkü. Doğrusunu bilseler, aldanmazlar. 


Meselâ sarıklı sakallı, *(Hoca)* şekline girmiş bir *(Sanatçı)* nın, İslâm dînini alaya alan hareketine, bir kahkaha atsa, mâzallah *(Küfr’e)* girer, îmânını kaybeder. 


Çünkü dînimizce *(Kutsal)* olan şeylere saygısızlık, *(Küfr’e)* sebep olur. Onun için böylelerini seyretmek uygun değil kardeşim. 


Bu gün de bitdi. Bugün akşama kadar, kim bilir, kaç *(Bin)* nefesimizi mevcutdan harcadık. Çünkü Cenâb-ı Hak, insanları yaratmadan evvel, iki *(Şeyi)* ezelde takdîr etdi, yazdı. 


Bir tânesi *(Rızkı)* mız, ikincisi *(Nefes)* lerimiz. Bunlar sayılı, belli. Ezelde takdîr edilmiş. Hattâ her rızkın üzerinde, kime âitse, onun *(İsmi)* yazılı efendim. 


Hiç kimse, kimsenin *(Rızkı)* nı yiyemez. Ve hiç kimse, rızkını bitirmeden *(Ölmez)*. Cenâb-ı Hakkın *(Takdîri)* böyle. Allahü teâlânın işlerinde karışıklık olmaz. İnsanların işi karışıkdır. 


*(Elâ bi zikrillahi tatmeinnül kulûb)* sadakallahül azîm. Yâni kalplerin ferahlaması, sıkıntının giderilmesi, ancak Cenâb-ı Hakkı hâtırlamakla mümkündür. 


Eğer hâtırlıyamıyorsan, hâtırlıyan *(Biri)* ile berâber ol, aynı şey. Yâhut da o zâtın *(Kitâb)* ını oku, hâtırlatır sana. *(Kabr)* ine git, *(Rûh)* una oku, hâtırlatır sana. 


*(Namaz)* kıl, Kur’ân-ı kerîm oku, hâtırlarsın. Çünkü *(Zikr)* kelimesi, hatırlamak demekdir kardeşim. Düşünün ki, Allahü teâlânın *(İlmi)* sonsuz, *(Kudreti)* de sonsuz.

Herkes kendisine ihsan edeni sever

 “Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Herkes, kendisine ihsan edeni sever. Bu sevgi, insanın cibilletinde [yaratılışında] mevcûddur.) Nefsine düşkün olan, nefsinin arzularına kavuşmak için, yardım edenleri sever. Akıl ve ilim sahibi ise, medeni insan olmasına yardım edenleri sever. Kısacası, tayyibler [iyiler], tayyibleri sever. Habîsler, şerîrler [fena kimseler], kötüleri severler. Bir kimsenin sevdiklerine, arkadaşlarına bakarak, onun nasıl adam olduğu anlaşılır. Dosta, düşmana, müslümana ve kâfire, bid’at sahiplerinden başka, herkese, tatlı dil ve güler yüz göstermelidir. İnsanlara yapılacak en faydalı ihsan, en kıymetli hediye, tatlı dil ve güler yüzdür. İneğe tapan kâfirleri görünce, ineğin ağzına saman vererek, düşman olmalarına mani olmalıdır. Kimse ile münakaşa etmemelidir. Münakaşa, dostluğu azaltır, düşmanlığı arttırır. Kimseye kızmamalıdır. Kızmak, sinir ve kalb hastalığı yapar. Hadîs-i şerîfde, (Gadab etme!), kızma buyuruldu.”


[İslâm Ahlâkı]

Şeytan gerçekten eski bir düşmandır

MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Evet, şeytan gerçekten eski bir düşmandır. Atadan dededen düşmanıdır. Ondan hayır uman, hayır bulmaz. Şu hâlde ona neden uyarsın?

 İşitmedin mi, Âdem ataya ve Havva anaya neler yaptı? Onların zürriyetinden de nicelerini imânsız âhirete gönderip imân harmanını, kibir ateşiyle yaktı, kül etti.  Çoğunu, ölümü uzak zan ettirerek gaflete düşürdü, sonunda ecel geldi onları o gafletleri içinde yakaladı, imanlarını gafletle şeytana kaptırdılar, yüzleri kara hak huzuruna vardılar. 

Mademki, gerçek budur ve hal böyledir. O halde, ne yapmak lâzımdır?

Âsiler, Hak teâlânın keremine göz dikmeli, korku kamçısını ellerine almalı, nedamet atına binmeli ve şeriat yoluna düşmelidir. Böyle yapabilirlerse, varıp cennete girer ve didâra erişirler. Yoksa, kendini kapıp koyuvermekle olmaz. Şeriat yolunu bırakıp, bid'ate uymak — Ne'ûzü billah— azgınlıktır, öyle ise, kişiye korku ve ihtiyat gerektir.  

(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Dini ayakta tutan helal lokmadır

 Yahya bin Muaz “rahmetullahi aleyh”, “Allahü tealaya itaat etmek, bir hazineye benzer. Bu hazinenin anahtarı dua, anahtarın dişleri de helal lokmadır.”

Binada temel ne ise, dinde de lokma odur. Temel sağlam olunca üzerindeki binalar da sağlam olur. Dini ayakta tutan da helal lokmadır. Temel çürük olunca bina çöktüğü gibi, lokma haramdan olduğu zaman din de çöker.

Bir kızın yetişeceği yer evidir

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:

Bir *(Kız)* ın okuyacağı, yetişeceği yer, onun her şeysi, *(Evi)* dir kardeşim. Evinin dışı *(Ateş)* dir. Ne niyetle olursa olsun. İsterse Kur’ân-ı kerîm kursuna gitsin. 



Nitekim *(Enver)* bey söyledi. Kur’ân-ı kerîm kursuna giden *(Kızlar)* dan bahsetdi. Üç beş tânesi bir araya gelmişler, bilmem nereye gitmişler. Çok *(Fenâ)* kardeşim, çok *(Yanlış)* 



Çok üzüldüm. Hele de bu zamanda. Bir kızın yeri, kendi *(Evi)* dir, annesinin *(Yanı)* dır. Dışarısı *(Ateş)* dir kardeşim. Bütün bunlar, bizim *(Kitap)* larımızı okumamaktan oluyor.

Âhir zamanda geleceği müjdelenen cemâat

 Ahmet Mekkî efendi rahmetullahi aleyh, *(Âhir zamanda geleceği müjdelenen ve İslâmiyyeti bütün dünyâya yayacak ve bu dîni kuvvetlendirecek olan cemâat, Hilmi bey’in talebeleridir. Çünki onlar, İslâm’ı doğru olarak bütün dünyâya yayıyorlar)* buyururdu.

Ey Bilâl! Eshâbımı topla. Alkame’yi yakacağız!..

Peygamber Efendimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” zamanında Alkame adında bir genç vardı. Hep tâat üzere olup, yaz-kış oruç tutar, geceleri sabaha kadar ibâdet ederdi... Bir gün hasta yatağında fenâlık geçirdi. Dili tutuldu. Peygamber Efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem” haber verdiler. Hazreti Ali ve Ammâr bin Yâser hazretlerini Alkame’ye gönderdi. Kelime-i şehâdeti söyletmek için çalıştılar ise de, dili dönmedi.

Hazreti Ali efendimiz, Hazreti Bilâl-i Habeşî’yi Resûlullah efendimize gönderdi. Durumu bildirdi. Peygamber Efendimiz; “Alkame’nin anası, babası var mı?” buyurdu. Orada bulunanlar “Yaşlı bir annesi var” dediler. “Annesini buraya getirin” buyurdu. Annesini getirdiler. Ona, Peygamber Efendimiz; “Alkame’ye ne oldu, anlat! Seninle geçinmesi nasıldır?” buyurdu. Annesi şöyle anlattı:

“Yâ Resûlallah! Alkame çok iyidir. Hep ibâdet, itaat üzeredir. Ama ben ondan râzı değilim. Çünkü o, hanımının rızâsını, benim rızâmdan önde tutmaktadır.”

Peygamber Efendimiz; “Dilinin tutulması bu yüzdendir. Ona hakkını helâl et de, dili açılsın” buyurdu. Annesi; “Ey Allahın Resûlü! O, benim hakkıma riâyet etmedi. Hakkımı helâl etmem” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz; 

“Ey Bilâl! Eshâbımı topla. Etrâftan odun toplasınlar, Alkame’yi yakacağız. Çünkü annesi ondan râzı değildir” buyurdu. Annesi;

“Yâ Resûlallah! Benim oğlumu, benim gözümün önünde mi yakacaksınız? Kalbim buna nasıl dayanabilir?” Peygamber Efendimiz; 

“Cehennem ateşi, dünyâ ateşinden çok daha kızgın ve yakıcıdır. Sen ondan râzı olmadıkça, onun hiçbir itaati makbul değildir” buyurdu. O zaman Alkame’nin annesi;

“Yâ Resûlallah! Ben ondan râzı oldum. Hakkımı ona helâl ettim” dedi ve eve gitti. Eve vardığında Alkame’nin sesini duydu. Kelime-i şehâdet söylüyordu. Dili açılmıştı. Aynı gün vefât etti. Cenâze namazını Peygamber Efendimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kıldırdı. Defin işleri bittikten sonra, Server-i âlem, Eshâb-ı kirâma dönerek;

“Ey Eshâbım, ey Muhacir ve ey Ensâr! Hanımını annesinden üstün tutana, Allahü teâlâ ve melekler lanet ederler. Onun farz ve nafile ibâdetleri kabul edilmez” buyurdu.

NEVFEL (radiyallahü anh)

“Nevfel (radıyallahü anh) derler bir yiğit, iki oğlunu ve hatununu yanında getirip dedi ki, Yâ Resûlallah (sallallahü aleyhi ve sellem)! Ben dua edeyim, Siz amin deyiniz. Böylece duam kabul olsun. Hazret-i Server-i âlem, buyurdular ki, Sen söyle, ben amin diyeyim. Nevfel (radıyallahü anh) el kaldırıp, dedi ki: Yâ Rabbel âlemîn! Nevfel kuluna şehâdet müyesser eyle. Bu iki oğlunu yetim eyle. Vâlidelerini dul eyle. Ondan sonra varıp, silâhını kuşanıp, atına binip, düşmana karşı çıktı. Birçok kimseyi öldürüp, sonunda atını düşürdüler. Sonra kendini şehit ettiler. Zübeyr bin Avvâm (radıyallahü teâlâ anh) der ki, ben gelip Fahr-i kâinât hazretlerine Nevfelin şehâdetini bildirdim. Dedim ki, Allahü teâlâ gazânı Nevfel ile mübarek etsin. Nevfel şehîd olup, kana bulanıp, yatar. Hazret-i Resûl-i ekrem ve Nebiyyi muhteremin mubârek gözleri yaş ile doldu. Sonra oradaki Eshâb-ı kirâm ile beraber geldiler.


Sa’d bin Ebî Vakkas ok atıp, müşrikleri Nevfelin yanından dağıtdı. Resûlullah hazretleri gelip, başını dizi üzerine alıp, buyurdu ki: Allahü teâlâ sana rahmet etsin; yâ Nevfel! Şübhe yoktur ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ yarın kıyamet gününde, nidâ edip, buyurur. Sen Arşın altından çıkarsın. Başın sağ elinde olur. Damarlarından kan akar. Kokusu miskden güzel kokar. Sualsiz, hesapsız Cennete gidersin. Sonra Abdürrahmân bin Avf hazretlerine buyurdular. Örtü getirdiler. Sarıp, defnettiler. Sonra Resûlullah hazretleri, kalkıp parmaklarının üzerinde yürür idi. Sonra suâl ettiler. O Resûl-i Hüdâ (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki; Beni Peygamber gönderen Allahü teâlâya yemin ederim ki, Nevfel üzerine o kadar melek nâzil oldu ki, meleklerin çokluğundan ayağımı basacak yer bulamazdım. Bir melek gelip, kanadını ayağım altına döşedi. Ona bastım. Gazâ tamam olunca; hazret-i Resûl-i müctebâ (sallallahü aleyhi ve sellem), hergün varıp, Nevfelin kabrini ziyâret ederdi.


Zübeyr bin Avvâm (radıyallahü teâlâ anh) rivayet eder ki, sayısız ganimetler ile; gazâdan döndük. Mensûr, muzaffer olarak, Medîne-i münevvereye yöneldik. Medineyi yaklaşdıkda; Medine halkı hazret-i Resûl-i Ekremi karşılamaya çıkıp, hatunlar ve kızlar, def çalar, şiir okur, hazret-i Serveri medh ve senâ ederler idi. Tebessüm edip; Ensârın hâtunları ne iyidir, derler idi. Ansızın Nevfelin hâtunu iki oğlu ile gelip, Server-i kâinât hazretlerine selâm verip, üzengilerine yüz sürüp, gazânız mübarek olsun, dedikten sonra, dedi ki, yâ Resûlallah, Nevfelin hâli ne oldu. Hazret-i Fahr-i âlemin mübarek gözlerinden yaş revân olup, yanında olanlar da ağladılar. Zübeyr bin Avvâm, Server-i kâinâtın (sallallahü aleyhi ve sellem) üzengisi yakınında yürürdü. Ona buyurdu ki, yâ Zübeyr! Yürü. Nevfelin haberini hâtununa söylemeye kim dayanabilir ki, ben söyleyeyim. Mübarek eli ile ardına işâret edip, geçti, gitti. 


Ondan sonra hazret-i Ali (radıyallahü teâlâ anh) geldi. Ona da hâtun varıp dedi. Yâ Betûlün [hazret-i Fâtımânın] zevci. Nevfel ne oldu. Hazret-i Alî (radıyallahü teâlâ anh) ağlayıp, yanındakiler de ağladılar. Ammâr bin Yâser yanında yürür idi. Ona dedi ki; Nevfelin haberini hâtununa nasıl söyleyebilirim. Eli ile ardına işâret etti; geçti. Ondan sonra hazret-i Osman (radıyallahü teâlâ anh) geldi. Hâtun Ona varıp, sordu. Hazret-i Osmân ağlayıp, yanında olanlar da ağladılar. O da eliyle işâret edip, geçti, gitti. Ondan sonra hazret-i Ömer (radıyallahü teâlâ anh) geldi. Hâtun ona da varıp sordu. Hazret-i Ömer de cevap vermeyip, geriye işâret edip, geçti, gitti. Ondan sonra Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü teâlâ anh) geldi. 


Mû’az bin Cebel (radıyallahü teâlâ anh) der ki: Ben hazret-i Ebû Bekrin, rikâbında [üzengisi karşısında] yürürdüm. Bana bakıp, tebessüm ederdi. Zübeyrden gayri geride kimse de kalmamıştı. Çünkü, hâtun onlara da sordu. O yâr-i gârı Mustafâ [yani Resûlün mağara arkadaşı], yüksek sırların kaynağı olan Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü teâlâ anh) mübarek sakalını avucuna alıp, gönlü perişan olarak, parmağını dişine dokundurup, Hak sübhânehü ve teâlâ dergâhına teveccüh edip, dedi ki; yâ Rabbî! Bir gönül ki, yıkmaktan Habîbi ekremîn sakındı. Hazret-i Alî, hazret-i Osmân, hazret-i Ömer kaçındılar. Ben müşkil durumda kaldım. Eğer ifşâ edersem, yani Nevfelin şehâdet haberini verirsem, Habibine muhâlefet etmiş olurum. Eğer geri kaldı, geliyor desem, yalan söylerim. Doğru söylesem hâtırı [gönlü] yıkılır. Doğru söylemesem din yıkılır. Gönülden dedi ki, yâ Rabbî! Bana da bir söz ilhâm eyle; yâ müşkilimi sen çöz ki, miskînenin gönlü tesellî olsun deyip, Hakka bağlanıp, dergâha yüz tutup, (Yâ ALLAH) deyince, o ânda yaydan ok çıkar gibi, kılıncı elinde Nevfel süratle gelip, hazret-i Ebû Bekre selâm verdi. (Buyur) yâ Sıddîk, beni mi istersin, dedi. Mübarek elini açıp, Alîye (radıyallahü anh), sonra Sahâbe-i güzîne yetişti ve selâm verdi. Bunlar bu hâli görüp, dehşet içinde kalıp, atlarından düşeyazdılar. Ondan sonra Nevfel nice yıllar ömür sürdü. Evvelki oğullarından gayri iki oğlu daha oldu. Sonra Yemâme cenginde şehîd oldu.”


[Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn]