“Nevfel (radıyallahü anh) derler bir yiğit, iki oğlunu ve hatununu yanında getirip dedi ki, Yâ Resûlallah (sallallahü aleyhi ve sellem)! Ben dua edeyim, Siz amin deyiniz. Böylece duam kabul olsun. Hazret-i Server-i âlem, buyurdular ki, Sen söyle, ben amin diyeyim. Nevfel (radıyallahü anh) el kaldırıp, dedi ki: Yâ Rabbel âlemîn! Nevfel kuluna şehâdet müyesser eyle. Bu iki oğlunu yetim eyle. Vâlidelerini dul eyle. Ondan sonra varıp, silâhını kuşanıp, atına binip, düşmana karşı çıktı. Birçok kimseyi öldürüp, sonunda atını düşürdüler. Sonra kendini şehit ettiler. Zübeyr bin Avvâm (radıyallahü teâlâ anh) der ki, ben gelip Fahr-i kâinât hazretlerine Nevfelin şehâdetini bildirdim. Dedim ki, Allahü teâlâ gazânı Nevfel ile mübarek etsin. Nevfel şehîd olup, kana bulanıp, yatar. Hazret-i Resûl-i ekrem ve Nebiyyi muhteremin mubârek gözleri yaş ile doldu. Sonra oradaki Eshâb-ı kirâm ile beraber geldiler.
Sa’d bin Ebî Vakkas ok atıp, müşrikleri Nevfelin yanından dağıtdı. Resûlullah hazretleri gelip, başını dizi üzerine alıp, buyurdu ki: Allahü teâlâ sana rahmet etsin; yâ Nevfel! Şübhe yoktur ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ yarın kıyamet gününde, nidâ edip, buyurur. Sen Arşın altından çıkarsın. Başın sağ elinde olur. Damarlarından kan akar. Kokusu miskden güzel kokar. Sualsiz, hesapsız Cennete gidersin. Sonra Abdürrahmân bin Avf hazretlerine buyurdular. Örtü getirdiler. Sarıp, defnettiler. Sonra Resûlullah hazretleri, kalkıp parmaklarının üzerinde yürür idi. Sonra suâl ettiler. O Resûl-i Hüdâ (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki; Beni Peygamber gönderen Allahü teâlâya yemin ederim ki, Nevfel üzerine o kadar melek nâzil oldu ki, meleklerin çokluğundan ayağımı basacak yer bulamazdım. Bir melek gelip, kanadını ayağım altına döşedi. Ona bastım. Gazâ tamam olunca; hazret-i Resûl-i müctebâ (sallallahü aleyhi ve sellem), hergün varıp, Nevfelin kabrini ziyâret ederdi.
Zübeyr bin Avvâm (radıyallahü teâlâ anh) rivayet eder ki, sayısız ganimetler ile; gazâdan döndük. Mensûr, muzaffer olarak, Medîne-i münevvereye yöneldik. Medineyi yaklaşdıkda; Medine halkı hazret-i Resûl-i Ekremi karşılamaya çıkıp, hatunlar ve kızlar, def çalar, şiir okur, hazret-i Serveri medh ve senâ ederler idi. Tebessüm edip; Ensârın hâtunları ne iyidir, derler idi. Ansızın Nevfelin hâtunu iki oğlu ile gelip, Server-i kâinât hazretlerine selâm verip, üzengilerine yüz sürüp, gazânız mübarek olsun, dedikten sonra, dedi ki, yâ Resûlallah, Nevfelin hâli ne oldu. Hazret-i Fahr-i âlemin mübarek gözlerinden yaş revân olup, yanında olanlar da ağladılar. Zübeyr bin Avvâm, Server-i kâinâtın (sallallahü aleyhi ve sellem) üzengisi yakınında yürürdü. Ona buyurdu ki, yâ Zübeyr! Yürü. Nevfelin haberini hâtununa söylemeye kim dayanabilir ki, ben söyleyeyim. Mübarek eli ile ardına işâret edip, geçti, gitti.
Ondan sonra hazret-i Ali (radıyallahü teâlâ anh) geldi. Ona da hâtun varıp dedi. Yâ Betûlün [hazret-i Fâtımânın] zevci. Nevfel ne oldu. Hazret-i Alî (radıyallahü teâlâ anh) ağlayıp, yanındakiler de ağladılar. Ammâr bin Yâser yanında yürür idi. Ona dedi ki; Nevfelin haberini hâtununa nasıl söyleyebilirim. Eli ile ardına işâret etti; geçti. Ondan sonra hazret-i Osman (radıyallahü teâlâ anh) geldi. Hâtun Ona varıp, sordu. Hazret-i Osmân ağlayıp, yanında olanlar da ağladılar. O da eliyle işâret edip, geçti, gitti. Ondan sonra hazret-i Ömer (radıyallahü teâlâ anh) geldi. Hâtun ona da varıp sordu. Hazret-i Ömer de cevap vermeyip, geriye işâret edip, geçti, gitti. Ondan sonra Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü teâlâ anh) geldi.
Mû’az bin Cebel (radıyallahü teâlâ anh) der ki: Ben hazret-i Ebû Bekrin, rikâbında [üzengisi karşısında] yürürdüm. Bana bakıp, tebessüm ederdi. Zübeyrden gayri geride kimse de kalmamıştı. Çünkü, hâtun onlara da sordu. O yâr-i gârı Mustafâ [yani Resûlün mağara arkadaşı], yüksek sırların kaynağı olan Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü teâlâ anh) mübarek sakalını avucuna alıp, gönlü perişan olarak, parmağını dişine dokundurup, Hak sübhânehü ve teâlâ dergâhına teveccüh edip, dedi ki; yâ Rabbî! Bir gönül ki, yıkmaktan Habîbi ekremîn sakındı. Hazret-i Alî, hazret-i Osmân, hazret-i Ömer kaçındılar. Ben müşkil durumda kaldım. Eğer ifşâ edersem, yani Nevfelin şehâdet haberini verirsem, Habibine muhâlefet etmiş olurum. Eğer geri kaldı, geliyor desem, yalan söylerim. Doğru söylesem hâtırı [gönlü] yıkılır. Doğru söylemesem din yıkılır. Gönülden dedi ki, yâ Rabbî! Bana da bir söz ilhâm eyle; yâ müşkilimi sen çöz ki, miskînenin gönlü tesellî olsun deyip, Hakka bağlanıp, dergâha yüz tutup, (Yâ ALLAH) deyince, o ânda yaydan ok çıkar gibi, kılıncı elinde Nevfel süratle gelip, hazret-i Ebû Bekre selâm verdi. (Buyur) yâ Sıddîk, beni mi istersin, dedi. Mübarek elini açıp, Alîye (radıyallahü anh), sonra Sahâbe-i güzîne yetişti ve selâm verdi. Bunlar bu hâli görüp, dehşet içinde kalıp, atlarından düşeyazdılar. Ondan sonra Nevfel nice yıllar ömür sürdü. Evvelki oğullarından gayri iki oğlu daha oldu. Sonra Yemâme cenginde şehîd oldu.”
[Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn]