Farzı yapmak,haramdan kaçınmak için hile-i şer’iyye olur

 Hüseyin Hilmi Işık efendi anlattı: “Vaktiyle kadınlara da vaaz veren bir Münib efendi vardı.Yolda yürürken etekleri yerde sürüklenir;kadınlar eteklerini tutarlardı.Babası da meşhur Erzurumlu hoca idi.Vaaz verirken ağladığı için,ağlamış hoca derlerdi.Osmanlılar zamanında Ayasofya Medresesi’nde müderrismiş.Müderris nasıl oluyor diye merak ettim ve bir kere ziyaretine gittim. 


Konuşma esnasında dedi ki: İslamiyet‘te hile-i şer’iyye vardır. Mesela zekat verecek bir zengin, birkaç altın değerinde altından bir külçeyi zekat olarak hesap eder.Bir çuval buğdayın içine koyar.O çuvalı, fakire,bu benim zekatım diyerek verir.İçinde külçe olduğu belli değil. Sonra fakire der ki; Sen bu kadar buğdayı ne yapacaksın,bana sat der. Onu fakirden satın alır.Külçe gene geri gelir.Zekat verilmiş olur. Buna hile-i şer’iyye derler’ dedi. Ben de Abdulhakim Arvasi hazretlerine gittiğimde bunu anlattım.Efendi hazretleri, ‘Allah Allah! Allahu Taala‘yı aldatmak mı istiyorlar? Allahu Teala aldanmaz.Dinden çıkmak için, farzdan kaçmak için hile-i şer’iyye olmaz.Farzı yapmak,haramdan kaçınmak için hile-i şer’iyye olur. Yoksa yalnızca o bir çuval buğday zekat verilmiş olur.’ buyurdu.”


Sevanihü’l-Efkar‘da Abdülhakim Arvasi hazretleri buyuruyor ki: “Musul’da bazı tacirler, zekatda havli tamam olmadan (bir sene dolmadan) evvel (malı başkasına)hibe eder, mülkünden çıkarır;sonra alır. Bu suretle hile eder;ribaya girer.Bu, sirkattir (hırsızlıktır).

RİYÂ EHLİNİN İKİ MUSİBETİ

MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Aziz: Riyâ ehlinin iki türlü musibeti ve mahşer gününde iki türlü rüsvâlığı vardır. Birinci musibeti, cennet riyâ ehlinin elinden çıkar. Eğer, işlediği amelleri ihlâs ile yani sırf Hak için işlerse, cennette ebedî sultanlığa nail olur. Riyâ ile işleyenler ise, bundan mahrum kalır. Ne büyük ne korkunç bir musibet, ölüm üstüne ölüm. Dünya hayatında kişiye, (İyi adam, zahit adam, sâlih adam, sofi adam, Hâccül-haremeyn) denilsin de yarın mahşer yerinde zühdünü, amellerini, haccını yüzüne vursunlar. Ne feci âkibet! Mahşer halkı arasında ne büyük mahcubiyet ne büyük zarar. Mahrum, mahzun, horluk ve utanç içinde cehenneme gitmek! Mevlâ, cümlemizi korusun.  

Cehenneme götürülüp çeşitli azaplar çektikten başka kafirler ve fâsıklar da bunlara laf atıp sataşırlar: 

— “Hani, siz dünyada iken biz Muhammed ümmetindeniz, derdiniz. Bize yan yan bakar, hatta içinizden söver, kâfir diye beğenmezdiniz. Mescitlere gidip namaz kılardınız, sarık sarıp ucunu sarkıtır cakalı cakalı gezerdiniz, zikir meclislerinde başlarınızı sallardınız, bizler de sizleri görür ve ne mutlu şu adamlara diye imrenirdik. Ne oldu, bunca amellerinizden hiç faydalanamadınız mı? Neden buralara düştünüz?” derler.  

Riyâ ehli de ağlayıp, saçlarını başlarını yolarak dövünürler: 

— “Ne bilelim? Gerçi, biz dünyada ibadet ve tâat ederdik ama halkın (Ne hoş ne güzel şu müslüman kişi.) demesi de hoşumuza giderdi. Böyle diyenleri ve bizi övenleri duydukça, içimizden böbürlenir ve kibirlenirdik. İtibar ve hürmet gördükçe, koltuklarımız kabarır, amellerimizle övünürdük. Meğer, bütün o davranışlarımız ve düşüncelerimiz hep riyâ imiş, halk beğensin, sofu insan desin diye ibadet etmek şirk imiş. Ne bilelim ki, ibadet ve tâat sırf Hak için olmalı imiş. Gaflet ettik, aldandık, bu zararlara ve bu azaplara uğradık. Bizimle ibadet edenlerden birçoğu ihlâs ile amel ettiklerinden ve halkın iyi veya kötü demelerine aldırış etmediklerinden cennet nimetlerine ve ilâhi ikramlara mazhar oldular,” derler.  

Kâfirler ve fâsıklar, bunlarla alay ederler:  

— “Size şeyhleriniz ve zamanınızın âlimleri, riyanın kötülüğünü anlatmadılar mı? Halkın iyi veya kötü demesine aldırış etmemeyi, onlar desinler diye amelde bulunmamayı öğretmediler mi? Ahiret zararlarını, bu felâket ve mahcubiyeti söylemediler mi? Riyânın şirk ve riyâ ehlinin müşrik olduğunu bildirmediler mi?  

Riyâ yüzünden cehenneme atılanlar, bu haklı sözler karşısında itiraf ederler:  

— “Evet, şeyhlerimiz ve âlimlerimiz bizlere daima amellerimizi sırf Hak için işlememizi, halkın iyi veya kötü demelerine aldırış etmemeyi ihtar eder, bugünlerimizi de bildirir, belâlara uğrarsınız, derlerdi ama biz onların sözlerini tutmazdık. Halkın hürmet ve itibar etmesi bize hoş gelirdi.” diye ağlaşır ve feryat ederler. 


O kadar ağlarlar ki, gözlerinde yaşlar tükenir, kan dökmeye başlarlar, kan da tükenir fakat feryatları tükenmez: 

— “Ah ne olaydı, biz kendimizi dünyada iken harap etseydik. Orada iken bizi dövseler de sövseler de aldırmasaydık. Dünya izzetlerini ve hürmetlerini horlukla değişseydik. Tek bu haller başımıza gelmeseydi,” derler.  


Ey kardeş: Ahiretteki bu zarar, büyük zarardır. Bu mahcubiyet, büyük mahcubiyettir. Bunları dil ile anlatmak, kalemle yazmak mümkün değildir. Ne var ki, senin bu zararlardan ve bu mahcubiyetlerden hâlâ haberin yok, hâlâ dünya izzet ve hürmetine aldanıyorsun, hâlâ kesretten (çokluktan) kurtulamıyorsun, hâlâ şöhret peşinde koşuyorsun. 

Bir türlü hakka yönelemiyor ve amellerini ihlâsa götüremiyorsun. İhlâsa götürebilmek için de hiçbir gayret ve fedakârlıkta bulunmuyorsun. Bir halvete çekilip, karanlık gecelerde gözyaşı dökemiyor, başını secdeye, yüzünü toprağa vurup o yüce dergâha halini arz edemiyor, İhlâs ve tazarrû ile niyazda bulunmuyorsun ki, Hak teâlânın İsrâ sûresin de: “Kitabını oku, Bugün, hesabını görmeye nefsin yeter.” diyeceğini hiç düşünüyor musun? 

Düşünüyorsan, bu fâni lezzetlerden o bâki lezzetlere neden özenmiyorsun? Neden, bu dünya izzetine ldanıyorsun? Bir gün, horlukla Azrail aleyhisselâmın darbesini yiyip bu cihandan gideceğini aklına getiriyor musun? Oraya gidince ne yapacaksın? Bu derde ölmeden bir çare arasan, bulsan olmaz mı? Huzur-u hakka bu kara yüzle varmak reva mıdır? Eğer, bir parçacık gayretin varsa, bu âlemde iken kendini belirsiz hale getir, amellerini ihlâsa götür, Allah ile ol, halkın hürmet ve itibarından kaç!  

Ey kardeş: Riyâ ehlinin bir rüsvalığını daha haber vereyim. Bir kişi, riyâ ile bir amel işleyince, o ameli alır göklere çıkarırlar ve Hak teâlâ hazretlerine arz ederler. Hak teâlâ buyurur:  

— “Geri götürün bu ameli ve sahibinin yüzüne vurun? Bu amel sahibinin muradı ben değilim. O ameli kimin için işlemişse, varsın karşılığını da ondan alsın. Bu amele şirk karışmıştır, bana lâyık değildir. Ben ortaklık ameli kabul etmem. Bu amelin sahibi cehenneme lâyıktır.” 

Bu ameli, derhal alır ve sahibinin yüzüne vururlar, o amel sahibi bütün melekler arasında rezil olur. Ne büyük rezilliktir ki, bir kişi Hak teâlâ katından kovulsun! Bunca melekler arasında ameli yüzüne vurulsun! Bundan büyük rezillik olur mu?  

Riyâ ehlinin bir rezilliği de mahşer yerinde olacaktır. Hak teâlânın adı ile hâkim olduğu, bütün yaratılmışların hesap vermek üzere huzurda bulunduğu, her kişinin anası, babası, konu-komşusu, dost-düşmanı, artık veya eksik yüz yirmi dört bin Nebinin, dört yüz tabaka erenlerin ve velilerin, gelmiş geçmiş bütün Müslümanların hazır bulunarak Hak teâlâ hazretlerine karşı el pençe durduğu o büyük gün, büyük bir divan kurulur. Orada herkese lâyık olduğu muamele yapılır ve adalet tatbik olunurken, Hak teâlâ riyâ ehline dört ad ile hitap buyurur ki, o adlarla hiç kimseye hitap buyurmamıştır.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumî hazretleri)

Ömürden bir gün daha geçti

(Hüseyin Hilmi Işık Efendi ve damadı Enver Ören)

Ömürler su gibi geçiyor. Her gün akşam eve geldiğimde Mübarek Hocamız “Allah rahmet eylesin” iki şeyi her akşam tekrarlıyorlardı. Bir tanesi; ya kardeşim, ömürden bir gün daha geçti. Bugün hepimizin ömründen bir yaprak düştü. Ömrümüzden bir gün gitti. İkincisi; kardeşim, bu dünya fâni. Fâni demek, yok demektir, yok. Biz varlıkları, dünyada gördüğümüz gibi biliyoruz. Ama gerçekte bir şeyin varlığı varsa, onun devamlı olması lazımdır. İnsan demek, gâfil demektir. O mükemmel dediğimiz insanın beynindeki bir tıkanıklık veyahut da böbreğindeki tıkanıklık, insanı ne hallere getiriyor.

Biraz imanı olan bile dünyayı sevemez

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu zamanda, *Dünyâ*’nın bu kadar *Kötü*’lüğünü görünce, onu sevmemek daha *Kolay*. Hattâ biraz *Îmân*’ı olan bile dünyâyı sevemez, biraz *Akl*’ı olan bile sevemez. 


Bir büyük *Evliyâ zât*’dan *Feyz* alan kimse, hiç *Dünyâ*’yı sevebilir mi? Herkes kendine baksın. *Büyük*’lerden istifâde edip edemediğini *Buna* göre anlasın. 


Büyüklerin *Sohbet*’ine kavuşan, *Seâdet*’e kavuşur. Ya *Sevgi*’sine kavuşan ne olur? Peki, o *Büyük*’lere kavuşamazsak ne yapacağız? 


O zaman *Vâris*’lerinden *İstifâde* edeceğiz. Vârisleri de yoksa, *Köle*’lerinden, o da yoksa *Kitap*’larından istifâde edeceğiz. 


Onların *Basdığı* yerlerde, hattâ *Bakdığı* yerlerde bile, gözlerinin *Nûr*’u vardır şimdi. Kim *Severek* bakarsa, oradan *Feyz* alır efendim. 


*Sözleri*’nden olduğu gibi, *Hareket*’lerinden de istifâde edilir. Ama *Sevmek* şartıyle. Ne demek sevmek? Yâni Onun *Yolu*’nda olmak, Onun sevdiklerini *Sevmek* demekdir. 


*El mer’u mea men ehabbe*. Bu, büyük bir *Müjde*’dir bize. Hadîs-i şerîfdir. Yâni herkes, dünyâda *Kimi* seviyorsa, âhiretde *Onun* yanında olacak. 


İnşallah *Biz* de âhiretde, o *Büyük*’lerin yanında olacağız efendim. Bizi bırakmazlar inşallah. Çünkü *Kerîm*, kereminden vazgeçmez. 


Bir talebede *İki* husûsiyyet olması lâzımdır. Birincisi, *Edeb* ve *Saygı*’dır. İkincisi, dünyâlık olarak eline ne kadar *Servet* ve *Şöhret* geçerse geçsin, *Tevâzû* sâhibi olmasıdır. 

● ● ● 

*Cumâ* günleri, mevtâların *Ruh*’ları, tanıdıklarına, evlâtlarına gelir ve bir *Hediye* beklerler. Bir *Yâsin-i şerîf* okusa da, *Sevâb*’ını bana hediye etse! diye beklerler.


*Şâh-ı Nakşibend* hazretleri buyuruyorlar ki: *Dindâr* bir arkadaşla berâber olmak, *Evliyâ* kabirlerine gitmekden daha *Fazîlet*’lidir. Neden? *Görüşüyor*’sun çünkü. 


Bu dînin aslı, bizzât *Görmek*’dir, bizzât *Görüşmek*’dir, *Sohbet*’inde bulunmakdır. *Eshâb-ı kirâm*’ın derecesine hiç kimsenin ulaşamamasının *Sebeb*’i de, işte budur. 


Çünkü *Onlar*, Resûlullah Efendimizle *Bizzât* görüşüyorlardı, konuşuyorlardı, *Sohbet*’ini dinliyorlardı. Bütün *Üstün*’lükler, büyüklerin *Sohbet*’inde mevcûddur kardeşim.

LÂ TAHZEN! - ÜZÜLME!

Irmağa deniz, denize okyanus sığmaz.

“Aşık” olmayana anlatsan da “Ben” “Sen” anlamaz.

Hakka ulaşmak için yoldur desen kimse inanmaz!..

Gönlünde zerre-i miskal Şems olmayan;

Yanmaz, yanamaz!..

Ayağın kırıldı diye üzülme!

Allah senden aldığı ayak yerine belki sana kanat verecek.

Kuyu dibinde kaldın diye üzülme!

Yusuf kuyudan çıktı da Mısır’a sultan oldu, unutma!

İstediğin bir şey; olursa bir hayır,

Olmazsa bin Hayır Ara!..

Geçmiş ve gelecek insana göredir.

Yoksa hakikat âlemi birdir. Bu âlem bir rüyadır.

Zanna kapılma ey can! Rüyada elin kesilse de korkma, elin yerindedir.

Dünya bir rüya ise, başına gelen felaketler de geçicidir.

Neden çok üzülürsün ki?

Herşey üstüne gelip seni dayanamayacağın bir noktaya getirdiğinde sakın vaz geçme:

– Çünkü orası gidişatın değişeceği yerdir.

Bu âlemin, bu kâinatın kitabı sensin:

Aç da kendini oku ey can!

Kâinatın en uzak köşesi, senin içinde ufak bir nokta!..

Ama sen bunun farkında bile değilsin.

Derdin ne olursa olsun korkma!

Yeter ki umudun Allah olsun!..

Herkes bir şeye güvenirken;

Senin güvencen de Allah olsun.

Hiçbir günah, Allah’ın yüce merhametinden büyük değildir ama;

Sen yine de günah işlememeye bak!

Lâ tahzen! (Üzülme!)

Derdin ne olursa olsun bir abdest al, nefes gibi!..

Ve bir seccade ser odanın bir kösesine, otur ve ağla ,

Dilersen hiç konuşma!..

O seni ve dertlerini senden daha iyi biliyor unutma.

Dua ederken O’na kırık bir gönülle el kaldır.

Çünkü Allah’ın merhamet ve ihsanı, gönlü kırık kişiye doğru uçar.

Sopayla kilime vuranın gayesi, kilimi dövmek değil, tozu kovmaktır.

Allah tozunu alıyor diye, niye kederlenirsin EY CAN!?

Lâ tahzen! (Üzülme!)

Bir şey olmuyorsa:

Ya daha iyisi olacağı için,

Ya da gerçekten olmaması gerektiği için olmuyordur.

Şu uçan kuşlara bak! Ne ekerler, ne biçerler!..

Onların rızkına kefil olan Allah; seni mi ihmal edecek sanırsın!

Yeter ki sen istemeyi bil!..

Belalar sağanak yağmurlar gibi yağar.

Ancak başını ona tutabilenler aşk kaydına geçerler.

Belâ yolunda muayyen bir menzildir âşık.

Her nereden gam kervanı gelse de.

Aşk derdinde olan kişi;

Baş derdinde değildir.

Yapılma, yıkılmadadır;

Topluluk, dağınıklıkta;

Düzeltme, kırılmada;

Murat, muratsızlıktadır;

Varlık, yoklukta gizlidir!..

Ne kötüdür insanın aklıyla yüreği arasında çaresiz kalması.

Ne kötüdür zamanın bir an kadar yakın,

Bir asır kadar uzak olması.

Ve bilir misin?

Ne acıdır insanın bildiğini anlatamaması..

“Ben” deyip susması!..

“Sen” deyip ağlamaklı olması!..

Eğer sen Hak yolunda yürürsen, senin yolunu açar, kolaylaştırırlar.

Eğer Hakk”ın varlığında yok olursan, seni gerçek varlığa döndürürler.

Benlikten kurtulursan o kadar büyürsün ki âleme sığmazsın.

İşte o zaman seni sana, sensiz gösterirler.

Sevginin diğer bir adı da sabırdır:

Açlığa sabredersin adı “oruç” olur.

Acıya sabredersin adı “metanet” olur.

İnsanlara sabredersin adı “hoşgörü” olur.

Dileğe sabredersin adı “dua” olur.

Duygulara sabredersin adı “gözyaşı” olur.

Özleme sabredersin adı “hasret” olur.

Sevgiye sabredersin adı “Aşk” olur!..

Ne istersem ben Mevlâ’dan isterim.

Verirse yüceliğidir. Vermezse İmtihanımdır!..

Allah’tan bir şey istersen:

Kapı Açılır, sen Yeterki Vurmayı Bil!..

Ne Zaman dersen bilemem ama,

Açılmaz diye umutsuz olma,

Yeterki O Kapıda Durmayı Bil!..


Mevlâna Celâleddin-i Rûmî

(Kuddise sirruh)

Varlığını göz önünde bulundurmaya, tarikat ehli şirk demişlerdir

 Varlığını göz önünde bulundurmaya, tarikat ehli şirk demişlerdir. Nerede kaldı ki,bir kimse kendini iyi sıfatlarla sıfatlanmış bilsin de,kendine herhangi bir mevcutdan daha iyi desin. Bu başlı başına uluhiyyet iddiasına kalkışmaktır ve ebedi lanete sebep olur. (Bundan Allah’a sığınırız) Nitekim, İblis: ”Ben ondan (Adem aleyhisselam) iyiyim.”dedi ve bu sözü rahmetten ebedi kovulmasına sebep oldu.


O halde müritlerin çokluğuna ve teveccühün tesirine aldanmamalıdır. O tesir başka yerden olabilir. Öyle bilmelidir ve muhakkak başka yerdedir. Dünya malını hiç kimseden, bilhassa talebe ve müridden hiç kabul etmeyiniz. Az olsun çok olsun bu böyledir. 


Muhammed aleyhisselam’ın şeriatinde,ne kendinizin ne de müritlerinizin söz veya işinde,zahirde veya batında kıl ucu kadar gevşekliğe ve eksikliğe cevap cevaz vermeyiniz. Çünkü yüz binlerce keşif ve keramet, bu sünnet-i seniyyeye uymak nimet ve devleti yanında bir arpa kadar kalmaktadır. Hatta deriz ki eğer keşif ve kerametler şeriate bağlılığı arttırmıyorsa zarar içinde zarar,bela içinde beladır.


Mevlana Halid-i Bağdadi kuddise sirruhu

Bize tefsîr kitaplarına göre amel etmek emredilmedi

 Bize tefsîr kitaplarına göre amel etmek emredilmedi. Fıkıh kitaplarına tâbi olmamız emredildi. 

(Hâdimî hazretleri)

Sigaranın haram olmadığına dair bir VESİKA

Hac farizasını eda etmek için yola çıkan Seyyid Fehim Arvasi kuddise sirruhu güzergahında bulunan Câmi-ül-Ezher Medresesine uğrayıp bir odaya girdiler.Odada  etrâfında çok sayıda kitaplar ve önünde bir kağıt olduğu halde bir zatın oturduğunu gördüler.Âlim, kitaplara bakıyor fakat önündeki kağıda bir şey yazamıyordu. Zat, başını kaldırıp; "Sizin okumanız var mıdır?" diye sordu. Seyyid Fehim hazretleri ilimle bir miktar meşgul olduğunu bildirdi.Zat; "Siz bu kağıttaki yazının manasını bilir misiniz?"dedi. "Evet" cevabını alınca, hayret etti ve; "Hayret! Câmiü'l-Ezher Medresesi (Üniversitesi) bütün şubeleri (fakülteleri) ile bir haftadan beri bu meselenin halli için tatil edildi.Reisü'l-ulema başta olmak üzere bütün âlimler gece-gündüz çalışmaktadır. Bu yazının mana ve mefhumunu anlamaktan aciz kaldı" dedi. Seyyid Fehim hazretleri; "Basit bir meseledir" buyurunca, zat daha çok hayret etti.


Seyyid Fehim hazretleri anlaşılamayan meseleyi izah etmeye başladı. Hayretler vâdisinde dolaşan zat, saygıyla kalkıp elini öptükten sonra, hemen kağıt kalem alıp Fehim-i Arvasi hazretlerinin izahını yazdı.Adresini alarak tekrar ellerini öptü ve ayrıldı.Seyyid Fehim hazretleri de Hacı Ömer Efendiyle birlikte kiraladıkları eve döndü.


Bir müddet sonra Câmiu'l-Ezher Medresesi Reisü'l-ulemâsının (rektörü) gönderdiği dört âlim çıkageldi. Reisü'l-ulemâ tarafından Câmiu'l-Ezhere davet edildiğini ifade ettiler.Seyyid Fehim hazretleri daveti kabul buyurup, gitti.Büyük bir salonda Reisü'l-ulemâ başta olmak üzere beş yüze yakın âlim büyük bir saygı ile kendisini karşıladılar.Seyyid Fehim hazretleriyle Reisü'l-ulemâ yan yana oturdular. Reisü'l-ulemâ, Seyyid Fehim hazretlerine; "Efendi hazretleri! Tam istenen şekilde açıkladığınız mesele, Câmiü'l-Ezherce müşkil ve manası anlaşılamayan bir mesele hâline gelmişti.Cenab-ı Hakk'ın yardımıyla bu müşkilâttan bizleri kurtardınız. Câmiü'l-Ezher size sonsuz şükrân borçludur" dedi.Birçok müşkil meselelerin halledildiği sualli cevaplı sohbet, saatlerce devam etti. Bu sırada Seyyid Fehim hazretleri, yanındaki Hacı Ömer Efendiden tütün çubuğunu doldurmasını ve yakmasını istedi. Hacı Ömer Efendinin hazırladığı çubuktan birkaç nefes çekip yerine koydu. Reisü'l-ulemâ, Seyyid Fehim hazretlerinden müsaade isteyip; "Birkaç nefes de ben çekebilir miyim?" dedi. Seyyid Fehim hazretleri müsaade ettikten sonra birkaç nefes de Reisü'l-ulemâ çekti. Fakat bu sırada salondaki âlimler arasında fısıltılar başladı. İki âlim gelerek Reisü'l-ulemâ'ya; "Efendim tütün içmenin kesin haram olduğuna dair dört fetva vermiştiniz. Şimdi içiyorsunuz, hikmeti nedir?" diye sordular. Reisü'l-ulemâ cevaben; "Yemin ederim ki bizim ilmimiz bu zatın ilmi yanında denizde bir damla gibidir. Verâ ve takvamız da bu zatın verâ ve takvâsı yanında yok gibidir.Demek ki yanılmışım. Haram değilmiş. Haram ve günah olsaydı, bu zat ağzına koyar mıydı? Siz serbestsiniz. Benden haram olduğunu duyan herkese haram olmadığını duyurunuz" dedi.


Vefat ettiği günün ikindi namazını oturarak kılan Seyyid Fehim hazretlerinin mübarek vücutları secdeden mübarek başını kaldıramayacak derecede zayıflamıştı. Oğlu Seyyid Muhammed Emin Efendinin yardımıyla başını secdeden kaldırabiliyordu.O sırada renk renk, çeşit çeşit kuşlar geldiler, havada sıra sıra durarak herkesin hissettiği şekilde hüzünlerini izhâr ettiler. O esnada gaybdan bir ses; 

Yâ eyyetühennefsü'l-mutmeinneh." âyet-i kerimesini sonuna kadar okudu.Secdeden başını kaldırıp "Er-Refiku'l-a'lâ" dedikten ve sesli bir kelime-i tevhidden sonra 1895 senesi Şevval ayının on beşinci salı günü ruhlarını teslim ettiler.

Rükû tesbihinde dikkat edilmesi gereken nokta

Rükû tesbihinde dikkat edilmesi gereken nokta 

Nassa dayanan hükümler zamanla değişmez

 Mecelle’nin Dürer-ül-hükkam şerhinde (Zamanın değişmesi ile, örf ve âdete dayanan hükümler değişebilir. Nassa dayanan hükümler zamanla değişmez) deniyor.

Nakli esas almayan tefsirler bâtıldır

 İslam âlimlerinin büyüklerinden ibni Hacer-i Mekki hazretleri bir fetvasında buyuruyor ki:

İslam âlimlerinin tefsirlerinden almayıp da, kendi anladığını ve kendi görüşlerini tefsir olarak yazan ehliyetsiz kimselerin tefsirlerini milletin önüne sürenlere mahkemeler mani olmalıdır! Böyle nakli esas almayan tefsirler bâtıldır, bozuktur. Bu tefsirleri milletin önüne süren din adamları sapıktır. Başkalarını da doğru yoldan saptırmaya çalışmaktadır.

 (Fetava-yı hadisiyye)