İlim sahibi olmaksızın tefsir okuyanların imanı gider

Mamak'ta Kızılay'ın Maske Fabrikası'nda Cemal isminde genç bir işçi vardı. Babası Diyanet İşleri Reisliği'nde Heyet-i Müşavere Azâsı Konyalı Eyüb Necati Perhiz idi. Oğlu yaramazmış; okumamış; maske fabrikasına işçi vermişti. Alâkadar oldum. Çocuk düzelme gösterdi. Hâlindeki değişikliği gören babası bunun hikmetini sormuş. O da "Bizim bir kumandanımız var. Çok kibar birisidir. Efendimsiz konuşmaya alışırım da, ona da öyle konuşurum diye korkuyorum" demiş. Babası şaşırmış. "Ben onu ziyaret edeyim" demiş. Cemal geldi, bana söyledi. "Babam sizi ziyaret etmek istiyor" dedi. Ben de "Babanız kimdir?" diye sordum. Kim olduğunu söyledi. Ben, "Ba-banız yaşlıdır. Buraya gelmesi de uygun değildir. Ben ona gideyim" dedim.


O zamanlar Sıhhiye semtindeki Diyanet İşleri Reisliği'ne gittim. Buradaki heyet-i müşâvere âzâlığı, zamanında çok yüksek bir vazife idi. Efendi Hazretleri'nin biraderi Tâhâ Efendi vaktiyle burada âzâ idi. Gittiğimde, o zamanki Diyanet İşleri Reisi Rıfat Börekçi'yi de gördüm. Hükümetin adamı idi. Bir odadan çıktı, diğer odaya girerken önümden geçti. Gördüm, tokalaştık. Başında sarık, ufak tefek, çocuk gibi bir adamdı. Benim için hademeye ten-bihde bulundu. Hademe beni bir odaya aldı. Odada beş-altı kişi vardı. Beni görünce hepsi ayağa kalktılar. Ben o zaman yüzbaşıydım. Cemal, beni babasına "İşte efendim, benim beraber çalıştığım yüzbaşı" diye takdim etti. O bana iltifatlarda bulundu. "Sizi tebrik ederim. Benim oğlumu adam ediyorsunuz. Size bir hediye vereceğim" dedi. Oda-daki bir dolabı açtı. Hademeyi çağırdı. Hademe gelip, Elmalılı Hamdi Efendi'nin 9 cilt tefsirini çıkardı. Baktım ki bunları taşımaya imkân yok. Bir hamala verdim, istasyona kadar taşıdı. İstasyondan trenle Mamak'a götürdüm. Ma-mak'ta trenden indikten sonra da yine bir hamala verdim, eve getirdim. "Anne, bak bunlar Kur'an-ı kerim tefsiridir. Sakın abdestsiz ellemeyin" dedim. Birkaç gün sonra İstanbul'a gelmiştim. Bu hadiseyi, Efendi Hazretleri'ne anlattım. Buyurdu ki, "Sakın o tefsiri okuma; hatta eve gidince, hepsini yak! İlim sahibi olmaksızın, tefsir okuyanların imanı gider" buyurdu. Ben de hocamın sözüne ittiba ettim.


Bu Cemal'i sonradan arattım. Bandırma'da vefat ettiğini; oğlunun subay çıktığını öğrendim.


Tabiat Bilgisi Kitabı


Kızılay'ın Mamak'taki Maske Fabrikası, gaz maskesi yapar; Genel Kurmay da bunları satın alırdı. Biz de beş altı kişi satın alma komisyonunda idik. Komisyonun reisi paşa idi; ama onun bir işe karıştığı yoktu. İşi görenler, hep yüzbaşılardı. Birgün bütün komisyon âzâları, Cemal adında bir yüzbaşının odasında oturuyorduk. Bu Cemal, dine muhalif idi. Maske fabrikasının da Necati Bey isminde bize bağlı bir ticaret müdürü vardı. Ticaret mektebi mezunu bir gençti. Onun da üç dört tane kâtibi vardı. Böylece odada sekiz on kişi oturduk, sohbet ediyorduk. Necati Bey, "Ben annemden babamdan görmüştüm; Cuma geceleri ölmüşlerimize Yasin okurdum. Sonradan anladım ki, Yasin, orta mekteplerde okutulan tarih, coğrafya, tabiat bilgisi kitabı gibi bir şeymiş. İsâ Peygamber nasıl kaçmış; Yahudiler nasıl kovalamış; o zaman Müslümanlar, Yahudilerle nasıl harb etmişler, yerden otlar nasıl çıkar, dünya nasıl döner, böyle şeyleri anlatıyor. Bunların ölüye ne faydası olur? Binaenaleyh, ben onu okumaktan vazgeçtim" dedi. Bu söyledikleri, Yüzbaşı Cemal'in hoşuna gidiyor, kah kah gülüyordu.


Ben dayanamayıp, "Sen Yasin-i şerîf sûresinin, tarih, coğrafya, tabiat bilgisi kitabı gibi olduğunu nereden anladın?" diye sordum. "Tefsirde okudum" dedi. "Hangi tefsirde okudun?" diye sordum. "Elmalılı tefsirinde" dedi. Öyle deyince Abdülhakîm Efendi Hazretleri'nin sözü hâtırıma geldi. "Bu tefsiri okuyan câhillerin imanı gider” buyurmuştu. İşte bu da öyle câhildi. O tefsiri okuduğu için, ana yuvasından almış olduğu ve senelerce titizlikle sakladığı kıymetli imanını kaybetti. Câhil olduğu için, okuduğu tefsir, irtidadına sebep olan şüpheleri meydana getirdi. Kur'an-ı Kerîme hakaret etti. Allah kelâmını, insanların kitabına benzetti. Halbuki Yasin-i şerîf sûresi Kur'an-ı Kerîmin kalbidir. Efendi Hazretleri, böyle söylerdi. Görülüyor ki, uydurma, anlamadan yazılan tefsîrleri ve tercemeleri bir yana bırakalım, meşhur tefsîrler bile, ehlinden başkasına zararlı olmaktadır.


Dipnot:

Bununla beraber Hilmi Işık Efendi, kitaplarında zaman zaman Elmalılı Hamdi Efendi'nin tefsirine referans vermiş; Seâdet-i Ebediyye'nin hâl tercemeleri kısmında da kendisini şöyle tasvir etmiştir: "ELMALILI HAMDÎ rahmetullahi teâlâ aleyh: Muhammed Hamdi bin Nu'mân, Antalyanın Elmalı kazâsında [1294] de tevellüd, 1361 [m. 1942] de, İs-tanbulda vefât etdi. Erenköydedir. Sultân ikinci Abdülhamîd hân zemânında yetişen din adamıdır. Zemânının âlimi idi. Tefsîri meşhûrdur." Şu halde, Seyyid Abdülhakîm Efendi'nin bahsi geçen ikazı, kitaba bir hakaret değil; dinî ilimler bakımından henüz yetişme devresinde olan kimselerin, yanlış tesir ve telkine uğraması endişesiyledir.

[Ebedî Seâdet yolunda bir ömür HÜSEYN HİLMİ IŞIK, sf: 114-115-116]

Bir şartla kabul ederim

 Bu sırada Abdülhakîm Efendi Hazretleri bizim hanımın bulunduğu odaya gelip iki eliyle kapının iki yanına dayanarak fikrini sormuş. Bizim hanım, annesinin arkasına saklanmış. Sonra annesinin arkasından çıkıp Efendi Hazretleri'ne, "Efen-dim, bir şartla kabul ederim" demiş. Efendi Hazretleri, "Ne bu şart?" buyurmuşlar. "Bana şefaat edeceğinize söz verirseniz kabul ederim" demiş. Efendi Hazretleri de söz vermişler. Bizim hanım bu sefer sened istemiş. Efendi Hazretleri, bir kâğıda "Sîret'e ve Sîret'i sevenlere inşallah âhirette şefaat edeceğim" diye yazıp vermişler. Bu kâğıdı bizim hanım sandığında hâlâ saklar. Efendi Hazretleri'nin bizim hanıma, annesinden bile daha çok teveccühleri vardı. Öyle ki yazdığı tebrik ve mektuplarda bizim hanıma iltifatlar ederdi. O da bunları titizlikle saklardı.


Küçükken bir defasında Çamlıca Tepesi'ne gezmeye gidilmişti. Burada Efendi Hazretleri ona, "Melek misin, hûri misin? Ne meleksin, ne hûrisin; hem meleksin, hem hûrisin" meâlinde Farsça bir beyit ile hitab ettiler. Efendi Hazretleri, dergâh-daki hanımlara, "Bugün Ziya Bey gelecek. Siz işinizi gücünüzü bırakın Sîret ile alâkadar olun" derdi. O ise, Efendi Hazretleri'nin peşinden ayrılmaz; hatta Efendi Hazretleri'nin karyolası altına salıncak gererek bebekleri ile oynardı. Efendi Haz-retleri, onun için "Nefise-i Sîret, hasene-i sûretin cemal-i mübârekesini gören zevât, bahtiyardır" diye iltifat buyururdu.

(Ebedî Seâdet yolunda bir ömür HÜSEYN HİLMİ IŞIK, sf: 119-120)

O zaman onu sana Rabbimden istedim

 Evlilik işini arzettiğim günlerdi. Evlerine gittiğimde Abdülhakîm Efendi Hazret-leri, "Seni kaç kere evlendireceğiz?" dediler ve "Bir gün seninle yürürken, [Ziyâ Bey'in kızı] Sîret, dergâhta mezarlıklar arasında oynuyordu. O zaman çok küçüktü. Ben onun elini senin eline verdim ve o zaman onu sana rabbimden istedim. Ümid ederim ki o da verdi" buyurdular. Ben de "İnşallah evvelâ sizin huzurunuzda iyi bir insan olur, lâyık olurum" dedim. "Kâmil olurum" diyemedim, utandım.


Bir defasında da gittiğimde, Abdülhakîm Efendi Hazretleri yine kaylûleye yatmıştı. Şakir Abi ile haber gönderdim. "İçeri gelsin!" buyurmuş. Yatak odasına girdim. Küçük bir karyola, karyolanın üstünde de cibinlik vardı. Efendi Hazretleri yatıyordu. Ben içe-riye girince, kalkıp oturdu. Biraz sonra karyolanın eteği kıpırdamağa başladı. Pencere kapalı, rüzgâr yok, ama karyolanın eteği sallanıyor. Biraz sonra karyolanın eteği tama-men kalktı ve altından beş-altı yaşlarında bir kız çocuğu çıktı. Efendi Hazretleri, "Bu çocuğu tanıyor musun?" buyurdu. "Tanıyorum efendim, Ziya Bey'in kızı" dedim. Efendi Hazretleri güldü. Kim bilir, o günlerden görmüş de sormuştu.

(Ebedî Seâdet yolunda bir ömür HÜSEYN HİLMİ IŞIK, sf:119)

Hüseyin Hilmi Işık Efendi'nin Vefası

İlk mektebde okuyordum. Ulûm-i dîniyye dersinde, diğer mevzuların yanı sıra namaz sureleri de öğretilirdi. Hocamız Tâhir Efendi, bir gün Kureyş suresini oku-tuyordu. Sıra bana gelince (Liylâfi) şeklinde okudum. Hemen, "Evlâdım, onu (Liî-lâfi) diyerek oku. Aradaki (i) harfini atlama!" diyerek müdahale etti. Bana bir harf öğrettiği için, o günden beri kendisine dua ederim.

(Ebedî Seâdet yolunda bir ömür HÜSEYN HİLMİ IŞIK, sf:15)

Es'ad Efendi, bir tesbih mikdârı dahî zikr edemez!

 Abdülhakîm Arvasî hazretlerinin oğlu Seyyid Ahmed-i Mekkî-i Arvâsî "Kuddise Sirruh" Hazretleri anlatıyor: Peder-i âlîlerim ile İstanbul'a geldikten bir müddet sonra Erbil'li Es'ad Efendi'yi ziyarete gittik. Erbil'li Es'ad Efendi, tanıdığı hâlde îcâb eden hürmetin ve edebin asgarîsini dahî göstermedi. Kendisi dîvânda, yüksekte oturduğu hâlde babamı kapının yanında bir yerde oturttu. Es'ad Efendi'nin oturduğu dîvâna bitişik duvârda Yâ Seyyidem Tâhâ!" yazılı bir levha asılıydı. Babam, "Bu 'Seyyidem Tâhâ' dediğiniz bizim bildiğimiz Seyyid Taha Hazretleri midir?" diye su'âl edince, Erbil'li Es'ad Efendi, "O, Tâhâ-i Hariridir! Seyyid Tâhâ Hazretleri'nin halîfesidir." dedi. Babam, "Bendeniz, Seyyid Tâhâ Hazretleri'nin herbir halîfesini hâl tercümeleriyle, menkıbeleriyle bilirim; içlerinde bu ismde bir zât yoktur!" dediler. Es'ad Efendi, "O, Seyyid Tâha dan rüyâda halîfelik almıştır." dedi. Biraz sonra kalktık ve ayrıldık. Babam, "Erbil'li Es'ad Efendi o kadar câhildir ki, halîfeliğin rüyada değil, uyanık iken ve yazılı olarak verileceğini dahî bilmeyecek kadar câhildir! Bu cehâletinde, kusûruna bakılmaz. Zîrâ Sultan Abdülhamid Hân merhûm tahta geçince, bu zât, Serây'ın etrafında dolaşırdı ve Serây'daki hizmetkâr kadınlara fâl bakardı. Merhûm Pâdişâh, bunun için bunu İstanbul'dan uzaklaştırdı. Merhûm Padişah tahtdan indirilince de tekrâr İstanbul'a geldi. Ancak, bu def'a 'şeyh' olarak İstanbul'a geldi. Eh, zemân değişti; dünkü fâlcılar, bugün şeyh oldu. Bize mu'âmelesine gelince; evet, en kaba bir Kürd hocasına yapılsa bile ayb sayılacak hareketde bulundu. Es'ad Efendi, bir tesbih mikdârı dahî zikr edemez! Nerede kaldı ki şeyhlik etsin

Kur'ân-ı Kerîm, erkekler için dört kadın ile evlenmeye izn vermiştir

 Kur'ân-ı Kerîm, erkekler için dört kadın ile evlenmeye izn vermiştir. Bu müsaadeyi beğenmeyenin, îmânı gider. Müsa'id olan, dört kadın ile evlenir. Şartları müsâ'id olmayan, bir kadınla iktifâ eder.

Seyyid Abdülhakîm Arvasî kuddise sırruh

Elmalı Tefsiri

 Bir gün Abdülhakîm Efendi Hazretleri ile Kaşgarî Câmii'nin bahçesinde oturuyorduk. Efendi Hazretleri  anlatmaya başladı: "Geçen gün [Galata] Köprü'den Bayezid Câmii'ne vaaza gidiyordum. Tramvaya bindim. Tramvay doluydu. Bir boş yere oturdum. Tramvay Sultanahmed'e geldi. Burada yanımdaki yolcu indi; yerine yeni binen birisi oturdu. Bana selâm verdi. Bir de baktım ki, Elmalılı Hamdi Efendi. Kendisi Sultan Hamid zamanında yetişmiş din âlimlerindendir. Vaktiyle benim zamanımda Medresetü'l-Mütehassısîn'de mantık müderrisi idi. Kendisiyle biraz konuştuktan sonra, bana Kur'an-ı kerîmden bir âyet-i kerîme okudu. "Efendim, malum, Ben bir tefsir yazıyorum. Bu âyetin tefsirini, diğer tefsirlere göre yazarsam, gençler anlamaz, itiraz ederler. Gençlerin kafasına uygun bir şekilde bunu nasıl tefsir edeyim? " diye sordu. Ben de dedim ki, 'Vah vah, sen demek ki gençliğin kafasına göre tefsir yazacaksın! Tefsir kitapları ne yazıyorsa, öyle yaz! Tefsir kitaplarını din imamları, müfessirîn-i kirâm yazmıştır. Bu bilgiler hep, Resûlullah efendimizden gelmiştir.' dedim. Cevap vermedi."

Hayri Aytepe Paşa, bir gün Efendi Hazretleri'ne, "Hangi tefsiri tavsiye buyurursunuz?" diye sordu. Efendi Hazretleri, "Tefsir okuma! İlmihal oku; Mektûbât oku; Reşahât oku!" buyurdu. "Efendim, bazı meclislerde soruyorlar, cevap vermek mecburiyetinde kalıyorum?" deyince; "Çok lâzımsa Mevâkib oku! buyurdu. [910/1505'de vefat eden Heratlı Hüseyn Vâiz Kâşifî'nin Farsça Mevâhib-i Aliyye adlı meşhur tefsîrini 1246/1830 senesinde Kırımlı İsmail Ferruh Efendi Türkçe'ye tercüme edip, Mevâkib ismini vermiştir.]

[Ebedî Seâdet yolunda bir ömür HÜSEYN HİLMİ IŞIK, Sf:114]

Büyük İslam alimi Hüseyin Hilmi Işık Efendi

Bizzat Seyyid Abdülhakîm Arvâsî  hazretleri tarafından yetiştirilmiş olan büyük İslâm alimi Hüseyin Hilmi Işık Efendi "rahmetullahi aleyh".

Mezhepsiz olmamak için Hanefi mezhebinin hükmüne uyarak imam arkasında Fatiha okumadım

 ***İmam-ı Rabbani “kuddise sirruh” hazretleri buyuruyor ki: 

Namazda kıraat farzdır ve hadis-i şerifte (Fatihasız namaz olmaz) buyuruluyor. Neden Hanefilerin, hakiki kıraati [cemaatin hepsinin okumasını] bırakıp, kıraati hükmiye [İmamın okuyup, cemaatin susmasına] karar vermelerinin sebebini tam anlayamadım. İmam arkasında sükut etmeye dair açık bir delil bulamadım. Buna rağmen, mezhebime uyarak imam arkasında Fatiha okumadım. Çünkü, delili zayıf diye, mezhebimin hükmü ile amel etmemenin ilhad olduğunu biliyordum. Mezhepsiz olmamak için Hanefi mezhebinin hükmüne uyarak imam arkasında Fatiha okumadım. Nihayet Allahü teâlâ, mezhebe uymanın bereketi ile, Hanefi mezhebinde imama uyan cemaatin kıraati terk etmelerindeki hakikati izhar eyledi. İmam, sanki cemaatin dilinden okuyor. Bu şuna benzer: Bir köy halkı, köyün ortak bir meselesi için, köylünün tamamı kaymakama gitmez. Birkaç kişilik bir heyet seçerler. Bu heyetin hep bir ağızdan meseleyi anlatmaları da doğru olmaz. İçlerinden birini, temsilci seçerler. Temsilci, istekler aynı olduğu için, hepsinin dili ile ihtiyaçlarını arz eder. Kendilerine temsilci kabul ettikleri bu kimse, onların adına konuşur. Seçilen bu temsilcinin hepsinin adına ihtiyaçlarını arz etmesi şeklinde olan, cemaatin hükmi konuşması, onların hakiki konuşmalarından daha iyidir. İmam ile cemaatin hâli de böyledir.

 (Mebde ve Mead f.30)

Her zaman çok istiğfâr okumalıdır

Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "İstiğfâr duasına devam edeni, Allahü teâlâ dertlerden kurtarır ve ummadığı yerden rızıklandırır."


Evliyanın büyüklerinden Muhammed Ma’sûm-ı Fârûkî hazretleri buyuruyor ki: 

 

Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (İstiğfâr duasına devam edeni, Allahü teâlâ dertlerden kurtarır ve ummadığı yerden rızıklandırır.) Bu fakîr [Muhammed Ma’sûm], her gün, farz namazlardan sonra, üç kerre istiğfâr duası okuyorum. İstigfâr duası, (Estağfirullahel’azîm, ellezî lâ ilâhe illâ hüvel-hayyel-kayyûme ve etûbü ileyh)dir. Bu duayı okuduktan sonra, yalnız istiğfâr (Estağfirullah) okuyarak yetmişe tamamlıyorum. Ölümden başka, her dertten kurtarır. Eceli gelenin de, ağrısız, sıkıntısız ölmesine yardım eder.

 

İstiğfâr duasından sonra, (Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzâlimîn ve ene abdin zâlimin li nefsihî lâ yemlikü li nefsihî mevten velâ hayâten velâ nüşûrâ. Hasbünallahü ve ni’mel-vekîl, ni’mel-mevlâ ve ni’men-nasîr. Velâ havle velâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil-azîm!) okunur. 

 

Hükûmet adamlarından ve başkalarından gelen zulümler, elemler, yalnız zâhire [bedene ve dimâga]dır. Bâtına [kalbe] sirâyet etmez. Âhirette sevap verilmesine, dünyada bâtının nûrunun artmasına sebep olurlar. İnsandan insanlık sıfatları zâil olmaz. Bâtın, Allah'tan gelen şeylerden râzı iken, zâhir üzülür. Dertlerin, belâların gitmesi için, kalb ile istiğfâr okumak çok faydalıdır. Çok tecrübe edilmiştir...

 

(Merâkil-felâh) kitabındaki hadîs-i şerîfte, (Her namazdan sonra, üç kerre [Estağfirullahel’azîm ellezî lâ ilâhe illâ huvel-hayyel-kayyûme ve etûbü ileyh] okuyanın bütün günâhları affolur) buyuruldu.]  Bu fakîr [Muhammed Ma’sûm] farz namazlardan sonra, yetmiş kerre istiğfâr okuyorum. Hadîs-i şerîfe uyarak, üç defa (Estagfirullahel’azîm ellezî lâ ilâhe illâ huv el-hayyelkayyûme ve etûbü ileyh) okudukdan sonra, gerisinde yalniz (Estagfirullah) diyorum. Bunun manası, (Beni affet Allahım!) demektir.

 

(Meâricül-hidâye) kitabında diyor ki: (İstiğfârlardan meşhûr olanı, Peygamberimizden haber verilen, (Bir kimse, [Estağfirullahel’azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüv-er-rahmanürrahîm el-hayy-ül-kayyûmüllezî lâ-yemûtü ve etûbü ileyh. Rabbiğfir lî] istigfâr duasını yirmibeş kerre okursa, odasında, âilesinde, evinde ve şehrinde hiç kazâ, belâ olmaz)dır. Bunu ayrıca her sabah ve akşam da üç kerre okumalıdır.

 

(Tergîb-üs-salât) kitabının 123. sayfasında yazılı hadîs-i şerifte, (Cuma günü sabah namazından önce, üç kerre istiğfâr duasını, yani [Estağfirullahel’azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüv-el-hayyel kayyûm ve etûbü ileyh] okuyan kimsenin ve anasının ve babasının günâhları affolur) buyuruldu...

 

Her gün yatınca, (Yâ Allah, yâ Allah, Estağfirullah min külli mâ kerihallah) çok okuyup, sonunda bir kelime-i tevhîd okumalıdır.

Bunu bilerekten "habis rûh"a muhabbet eden kâfirdir

 Cenâb-ı Hakk, mahlûkâtı yaratınca, bir "Mustafa" yarattı ki, "Habib-i Ekremi"dir. Bir de buna mukabil, "mustafen-minh" yarattı ki, "tortu" demekdir. Hîçbir ciheti iyi değildir. Mahlûkât, şâkûlî bir daire farz olunursa, "mustafa" zirvede en yüce noktadır. Mukâbil olan en sefîl, alçak nokta ise, "mustafen-minh"dir ki, "habîs rûh"dur; "kemâl" ismi, "mustafen-minh"likde ya'ni rada'etde ve habâsetde kemâle geldiği içindir. Bunu bilerekten "habis rûh"a muhabbet eden, kâfirdir. Bilmeyenler, ma'zûrdur. Bilmemek de imkânsızdır; meğer ki kör ola. Bunlara buğz ve düşmanlık, büyük ibadetdir.


Seyyid Abdulhakîm Arvâsî kuddise sırruh