Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Tevbe

 Din-i islâmda tevbeden daha mühim ve ziyâde müşkül [çok zor] bir ibâdet yoktur.


Tevbenin birinci rüknü [şartı] nedâmettir [pişmanlıktır]. Ciddî nedâmet, büyük helâke sebeb olmuş ihtiyârî bir kabahatten daha büyük bir pişmanlık ve nedâmet hissi duymaktır.


İkinci rüknü, bir daha o cürme avdet etmemek [o günâha dönmemek] azminde bulunmaktır. Ciddî ve hakîkî bir azim ve o azim de kararlılık ve metanet etmek.


Tevbenin üçüncü rüknü, sırf Hak teâlânın rubûbiyyet hakkını edâ etmek; ne dünyevî, ne de uhrevî bir maksad için olmamak.


Bu üç rükün tedrîcen hâsıl olur. Bir anda olmaz ve işlenebilen günâhlarda olur.  Kudretin hâricinde hiçbir kimse mükellef değildir. Bu bildirilenleri göz önünde bulundurmak sühûlete [kolaylığa] sebeb olur.

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh")

Eshâb-ı kirâm arasında vâkı' olan münâkaşa ve hadiseler

 HÜLÂSA VE LÂHIKA

       [Özet ve Ek]

Resûlullah'ın (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) yolunda canını fedâ, mal ve menâlini bezl ile yardımcı olan bil-umum Eshâb-ı kirâmın (rıdvanullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) isimlerini ta'zîm ve hurmetle yâd etmek [saygıyla anmak] üzerimize vâcibdir. Ayrıca şanlarına yakışmayan ve yaraşmayan sözleri konuşmak ve dile almak, asla câiz değildir. Buna cür'et edenler sapıktır ve vebâldedir.

Peygamberi (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) sevenlere, Eshabını da sevmek vâcibdir. Zirâ Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Eshâbımı seven, beni sevdiği için sever, onları sevmeyip, onlara düşmanlık edenler, bana düşman olduğu için düşmanlık eder. Onları inciten, beni incitmiş olur, bu sûretle bana ezâ ve cefâ edip, hâtırımı kıran da, muhakkak Allahu teâlâyı incitmiş olur. Hiç şübhe yoktur ki, Hak teâlâyı inciten, onun azabına ve kahrına giriftâr olur [tutulur]" buyurdular.

Ve yine buyurdular: "Hak celle ve alâ Bir kuluna hayır murâd ederse dâimâ Eshâbımın sevgisini kalbine indirir ve can-ü gönülden Eshâbımı sever".

Hal böyle olunca, Resûlullahın eshabı arasında meydana gelen münazaa ve münâkaşaları başkanlık sevgisi ve nefislerinin hevâ ve heveslerine bağlayıp onlara dil uzatan ve böyle itikad edenin bu hali, o bedbahtın nifâk ve şakî olduğuna alâmettir.

Zirâ Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün eshabının nefisleri tertemiz olup, sohbet ile müşerref ve o sohbetin bereketleriyle nefsin istekleri, taassub [inad], başkanlık sevdası ve dünya makamları arzusu gibi şâibelerden münezzeh ve mutahhar [beri ve temiz], hırs, kin, garaz ve sâir nefsin rezîl ahlâkından müberra' olmuşlardır.

İz'an ve insâf lâzımdır ki, bir kimse bu ümmetin evliyâsından birinin sohbetine yetişip birkaç gün sohbetinde bulunarak, o sohbet sebebiyle ahlâk-ı hamîde ve faziletlerinden istifâze ve istifâde edenlere yedi iklimde beha [değer] biçilmezken, nasıl olur da Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân), Resûl-i ekreme (sallallahü aleyhi ve sellem) büyük muhabbetleri sebebi ile, onun uğrunda can, mal, mülk, evlâd, ezvâc, peder, vâlide [baba, ana] ve vatanlarını terk ve fedâ edip, uzun zaman sohbetlerinde bulunarak her bakımdan feyz ve ilme kavuşarak ahlâk-ı peygamberî ile ahlâklanıp, ahlâk-ı rezîleden temizlenmiş ve nefisleri tezkiyeye ve itminana kavuşmuş iken, kendi aralarında meydana gelen müşâ-cere ve münâkaşalara, bir takım maksadlı kimselerin, kendi nefislerine benzeterek söyledikleri ve yazdıkları gibi, çirkin ve yakışıksız ifâdeler kullanılsın, Hâşâ sümme hâşâ!

Peygamberin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) Eshabı hakkında böyle şeyler tasavvur etmek [hatırına getirmek] asla ve kat'a [kesinlikle] câiz değildir.

Bu kötü düşünceliler, bilmezler mi ki, Eshâb-ı kirâma buğz edenler, doğrudan doğruya Server-i Âlem'e (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) buğz ve adâvet [düşmanlık] etmiş oluyorlar. Ve onlara noksanlık isnâd etmek Fahr-i Âlem'e (sallallahü aleyhi ve sellem) noksanlık isnâd edilmiş olur.

Bunun içindir ki, din büyükleri: "Sahabeye ta'zîm ve tevkîr etmeyen [saygı göstermeyen] Resûlullah'a îman etmemiş olur" demişlerdir.

Cemel [deve] ve Sıffîn hâdiseleri, ta'n ve teşnî [dil uzatma ve ağzını bozma] sebebi değildir. Her iki tarafta bulunanların cümlesi mazûr ve belki mecûrdurlar [sevaba kavuşmuşlardır]. Zirâ hadîs-i şerîfde vârid olduğuna göre, ictihâdında hatâ eden müctehide bir ve isâbet edene iki sevab vardır.

Şübhe yoktur ki, o büyükler arasında vâkı' olan münâkaşa ve hadiseler dünyevî emel ve ihtiraslar sebebiyle olmayıp, sırf ictihâda binâen meydana gelmiştir. İmam Kurtubî'nin Tezkiresinin Muhtasarının yüzyirmi üçüncü sahîfesinde İmam Şa'rânî diyor ki:

Muâviye ve Alî'nin (radıyallahü anhüma) savaşları, ictihadlarının birbirine muhalif olmasından doğan dînî bir mes'ele idi. Dünyevî değildi ki, mezmûm [çirkin, ayıblı] olsun. Belki dinî olduğundan memdûh ve makbûl idi.

İmam Kurtubî ve Abdülvehhâb Şa'rânî ki -bu dînin büyüklerindendir- yine aynı sahîfede bildiriyorlar: Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz buyurmuşlardır ki: " Benden sonra Eshabım arasında fitne çıkacak, kıtal ve muhârebe olacaktır. Benimle olan sohbetlerinden dolayı Cenâb-ı Hak onları afv ve mağfiret eder. Onlardan sonra müslüman iki fırka arasında, bunların muharebeleri gibi, vâkı' olacak fitnede iki taraftan hiç kimse ma'zûr değildir". Zirâ onlarda sohbet yoktur. Ya'nî Sahabe değillerdir. Zirâ insan sevdiği ile haşr olur.

Eshâb-ı kirâmın hepsi esasen Server-i Âlem'i (sallallahü aleyhi ve sellem) severdi. Yine bu sahîfede yazılı olan bir hadîs-i şerîf gösteriyor ki, sahabenin aralarındaki muharebelerde öldüren de, ölen de Cennetliktir.

Sahabe-i kirâm efendilerimizin cümlesi büyük müctehidlerdir. Bir müctehid, her ne kadar, kendinden yüksek bir başka müctehidin, ictihâdına uymayan ictihadda bulunsa da, yine de kendi ictihâdı ile amel etmesi, üzerine farzdır. Bir başkasını taklîd etmesi ve ona uyması câiz değildir.

İmam-ı A'zamın şâkirdleri [talebesi] olan İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed ve kezâ İmam Şâfi'nin tilmizinden olan Ebû Sevr ve Müznî'nin, üstâdlarının reyine muhâlif ne kadar [çok] ictihâdları vardır.

Onların haram dediğine halâl ve halâl dediğine haram demişlerdir. Ve bunlara, günah işlediler ve hata ettiler denilmez ve diyen de yoktur. Zirâ ihtilâfları ictihâdla alâkalıdır ve kendileri müctehiddir. Netice-i kelâm:

İmam Ali'nin (radıyallahü anh) Mu'âviye ve Amr İbni As'dan (radıyallahü anhümâ) efdal [daha üstün] ve a'lem [daha bilgili] olup, onlardan üstün olduğunu gösteren daha birçok fazîlet ve kemaller ile mütehalli [süslenmiş, bezenmiş] bulunması ve ictihaddaki isâbet ve kudret derecesi, düşünce ve tefekküründeki metanet ve sağlamlığı hususuna müncer olur ki, buna da biz, evet, doğrudur, deriz. Lâkin onlar da sahabe idi ve bu yüzden hepsi müctehid idiler. İmam Ali'nin (radıyallahü anh) doğru görüşünü ve hakka isâbet eden ictihâdını taklîd eylemeleri câiz değildi. Belki kendi rey ve ictihadlarının muktezâsıyla [gereği ile] amel etmeleri lâzım ve vâcib idi.

Burada hatıra bir düşünce gelebilir: Cemel ve Sıffîn vak'alarında İmam Alî (kerremallahü vecheh) ile beraber Muhacir ve Ensâr'dan pek çok Sahabe-i kirâm da var idi ki, bunlar da Hazreti Ali'nin (radıyallahü anh) re'yi hilâfına ictihâd etmeyip, ona mutî ve münkad olup, müctehid oldukları halde imama ittiba'ı [hazreti Ali'ye uyumayı] vacîb bildiler. Bu da gösteriyor ki, muhaliflerin ittiba' etmemeleri, her ne kadar ictihâd sebebi ile olsa da, yine İmam Ali'ye (radıyallahü anh) uymaları vâcib idi.

Cevâb olarak deriz ki, İmam Alîye (kerremallahü vecheh) muvâfakat edip ittiba' edenler, taklîdle muvâfakat etmeyip, ictihâdlarının, uyuşmasından dolayı imama tâbi' olmuşlardır. Çünkü onların ictihadları İmam Ali'ye (radıyallahü anh) ittibaı vâcib göstermiş olduğundan, bu ictihadları da imamın ictihadına uygun olmuştur. Bunun içindir ki, Eshâb-ı kirâmın büyükleri ictihadları icâbı, hakkı tahsîl maksadıyla [doğruyu bulmak için] niza' ve cidaller [münâkaşalar ve muhârebeler] yaparak bunca kan döktüler.

Hasıl-ı kelâm o vakit Eshâb-ı kirâm efendilerimiz üç bölük oldular. Bir kısmı hakkı, İmam Ali (radıyallahü anh) tarafında görüp ona ittibâ'ı vâcib bildiler. Bir kısmı da Muâviye (radıyallahü anh) tarafını haklı görüp ona muvafakat edip İmam Ali'ye (radıyallahü anh) muhalefette bulundular. Üçüncü kısım her iki tarafın reyine itibâr göstermeyip, tarafsız kalmışlar, sükûnet ve selâmeti tercih etmişlerdir.

Bu üç bölüğünde hareketleri isabet ve hak olup, ma'fû ve mecrûrlardır. [Afv edilmiş ve sevaba kavuşmuştur].

Burada bir sual hatıra gelebilir: Bu takrîr ve beyandan anlaşıldığına göre, İmam Ali (radıyallahü anh) ile harb edenlerin hareketleri hak ise, bu meşhûr olana aykırıdır. Zirâ hak İmam Ali'nin (kerremallahü vecheh) tarafında olup, berikiler ma'fû ve belki de me'cûr olmakla beraber muhtîdirler [hatalıdırlar]. İslâm kitablarının çoğunda da böyle değil midir? 

Cevab olarak deriz ki, İmam Şâfiî ve Ömer İbni Abdülazîz gibi din büyükleri Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâbından hiç birine hatalı demeği câiz görmediler. Yine büyükler buyurmuşlardır: " Büyüklere hatâ nisbet etmek hatadır". Ve haklarında red veya kabûl, haklı veya haksız gibi sözlerle dilini uzatarak ağzını açmak büyük küstahlıktır.

Cenâb-ı Hakkın bizlere fermanı şu yoldadır ki, onların kanlarını hedere ve akıtmağa ellerimizi bulaştırmak nasıl ki en şeni' [alçakça işlenmiş] bir cinâyet ise, Eshâb-ı kirâma haklı-haksız isnadlarla dillerimizi bulaştırmak da asla ve kat'a câiz değildir. En doğru yolda işte budur. Delilleri tedkîk ve iyice anlayan, vak'aları inceden inceye araştırdıktan sonra, hakîkatte hak İmam Alî (kerremallahü vecheh) iledir ve muhalifleri hatâdadır, demeleri ve hükm etmeleri şu şekilde takyîd olunur ki, eğer İmam Ali'nin (radıyallahü anh) muhalifleri ahval ve vaziyeti enine boyuna ve derinlemesine mulâhaza edip düşünseler, meseleyi esaslı münâzaralarla müzâkere [etüt] etmiş olsalardı, itikadlarıından dönmeleri mümkündü. Nitekim Cemel vak'asında, Zübeyr (radıyallahü anh) sonraları, esas mes'eleyi dikkatle teftîş ve tefehhus eyleyip [iyice inceleyip araştırınca] işin hakîkatini etraflıca mülahaza eyledi ve müşâcere ve münâzaadan pişman oldu, vaz geçti. İşte hakîkat itikad ve hüküm budur. Yoksa İmam Alî (radıyallahü anh) ve beraberinde bulunanlar hak üzere ve muhâribleri olan Âişe-i Sıddîka (radıyallahü anhâ) ve ona uyanlar batıl işle meşgul oldular demek ve onlara hatâ isnâd etmek asla câiz olamaz.

Hulâsa-i kelâm bu mes'ele şerîatte fer'-i [itikadla alâkalı olmayan] fıkhî bir mes'eledir ve ictihadlardaki ihtilâflardan ibârettir.

Her ne kadar bu zamanda kalbleri bâtınî [iç] hastalıkları ile hasta bir çok kimse, Muâviye ve Amr bin Âs (radıyallahü anhümâ) haklarında uzun dillilik ederek hürmetsizlikte bulunsalar da, meselenin hakîkati, yukarıda açıkladığımız ve anlattığımızdan öte bir şey değildir.

Bu şekilde olan kimseler anlamaz ve düşünmezler mi ki, Sahabe-i kirâmdan birini incitmek ve kusur isnâdıyla haklarında lâyık olmayan sözler söylemek, bizzât Server-i Âlem'e (sallallahü aleyhi ve sellem) ezâ ve kusur isnâd etmektir. Allahu teâla bizi böylelerinin şerlerinden korusun. 

Şifâ-ı Şerîf'de Mâlik bin Enes'den naklen buyuruluyor ki: Muâviye ve Amr İbni Âs'a (radıyallahü anhümâ) kâfir veya dalâlet ehli diyen, yahud söven veya teşni' [ağır sözlerle] dil uzatan kimse, ne demişse, o odur ve söyledikleri aynen kendisine döner. Bu habis [çirkin] sözler insanların yanında söylenirse, söyleyeni şiddetle cezâlandırmak lâzımdır.

Allahu teâlâdan din, dünyâ ve âhırette afiyet ister ve Ondan kerîm olan Peygamberinin hurmetine, haklarında: "Onları seven mümin ve müttaki, onları sevmeyen münâfık ve şakîdir [kâfir veya facirdir]" buyurulan Eshâbının muhabbetini kalbimize doldurmasını dileriz. Âmin.

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh")

[Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı, 2.cild, sf: 552-...-557]

O nûr sönünce bütün câmiler zulmette kaldı

 Bâyezid câmi-i şerîfindeki Kadî Beydâvî tefsîri dersinin, rahatsızlıkları sebebiyle inkıtaından sonra kendilerini ziyarete gittiğimde sekiz-on ahibba ile şadırvan yanında sohbet ederken ahibbadan bir zât... geldi. Elini öpüp bir kenara oturdu. Bir müddet sonra bir sırasını bulup: Efendim, bana bir hâl oldu. Câmiler bana karanlık geliyor. Hangi câmiye girsem, sıkılıyorum. Dışarı çıkmak istiyorum diyen nefsinden vâkı' şikâyete Îşân (kuddise sirruh):

"Senin gördüğün zulûmât, Bâyezid câmiindeki dersin kesilmesiyle, nûrun sönmüş olmasıdır. O dersin nûru, yalnız o câmi'i değil, bütün câmileri tenvîr ederdi. O nûr sönünce bütün câmiler zulmette kaldı " cevabını verdiler. 

Âcizâne kanâatim odur ki, o nûrun sönmesiyle, yalnız İstanbul câmileri değil, üç ma'lûm mescîd-i şerîf müstesnâ, bütün dünya câmileri karanlıkta kaldı. Çünkü Efendi hazretlerinin buyurduğu gibi, -ki dersin sonunda söylerdi- bu dersin bir mislini, bütün İslâm memleketlerini sayarak, Hind kıt'ası hâriç, hiçbir yerde bulamazsınız sözleri, belirtilen beyâna bir huccettir. Bu vesîle ile bir hüsn-ü hâteme ve büyük müjde olarak şu mühim husûsu da belirtmek istedim:

'El-mer'ü mea men ehabbe" [Kişi sevdiği iledir] hadîs-i şerîfindeki sırrın, Îşân'ın (kuddise sirruh) bütün dost ve muhibleri hakkında tecelli etmiş olmasıdır.


15-Rebi'ülevvel- 1404 [1983]

El-fakîr pür taksîr bende-i Îşân

Ahmed Nûreddin 


[Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı, 2.cild, sf: 270]

Mürtedler ve hayırlı iş

 - Mürtedler sabaha kadar hayırlı bir işin zuhuru [olması] için konuşsalar, tahakkukunda o iş şer olarak zuhûr eder. Mürtedler bir şerrin zuhûrunu temenni etseler, o şer iş kendiliğinden tahakkuk eder. [Îşân mürtedler derken, ervâh-ı habîse diye de ilâve etmiştir].

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh")

[Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı, 2.cild, sf: 269]

Tefsîr yazmak kim, biz kimiz

 -Bir kış günü, zamanın şöhretlilerinden biri ziyaretlerine gelerek âdâb-ı ziyâreti edâdan sonra: "Efendim, ben bir tefsîr yazdım [Yâsîn Sûresi tefsîridir], getireyim de tedkîk buyurun" dedi. Îşân (kuddise sirruh): "Tefsîr yazmak kim,biz kimiz. Getirirsen, yanan sobayı işaretle, şu sobaya atar, yakarım" buyurup [:S..., biz bu karargâhda nöbetçi onbaşısı gibiyiz. O büyük kumandanlar gitti. Onların yerini tutamayız. Bizim vazîfemiz, bu karargâha yabancıları sokmamaktır. Onların yaptıklarında ne kusur ve eksiklik buldunuz ki, tefsîr yazmak ihtiyâcını hissettiniz] yollu daha çok şeyler söylediler.

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh")

[Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı, 2.cild, sf: 268-269]

Şerefe kadeh kaldırmak küfürdür

 -İşrette, (içki meclisinde) şerefe kadeh kaldırmak küfürdür.

- Üç küçük günâh, aralarında kefâret-i mûcib bir hal olmaksızın -tevbe, sadaka, tesbîh gibi - ictima' ederse [bir araya gelirse] büyük günâha girerler. Îşân (kuddise sirruh) bunu söyledikten sonra, keşke söylemeseydim, dediler.

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh")

[Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı, 2.cild, sf: 268]

Eshab-ı kirâm ile pek güzel bir gün geçirdik

 Yükümüz cam, merkeb topal, yolumuz çok uzun.

Perşembe günü 1347, ezanî sâat 9. Sa'dabadda eshab-ı kirâm ile pek güzel bir gün geçirdik.

Abdülhakîm

[Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı, 2.cild, sf: 419]

Hak verirse kabiliyet şart değil

 Fârisi beytler:

Bu kalbin çaresi nihâyet ihsândadır,

Hak verirse, kabiliyet şart değil,

Belki kabiliyetin şartı, Onun vermesidir,

Vermek öz ise, kabiliyet kabuktur.


(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

[Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı, 2.cild,sf: 419]

Mevcûdât ve ma'dumât

 *Bütün âlem, ya'nî mevcûdât, ma'dumâta [yokluklara] göre, bir zerrenin bir deniz yanındaki yeri gibidir. Mevcûdât mütenâhîdir [sonludur]. Madumât nihayetsizdir.

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

[Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı, 2.cild, sf: 156]

Peygamber efendimizin ilmi

Hak celle ve alânın Server-i Âlem'e bildirdiği ilim pek azdır. Bununla beraber ins ve cin ve melâike ve bütün mahlûkatının ilimlerinin toplamı, Server-i Âlem'in ilmine göre bir damla suyun bir denize nisbeti [oranı] gibidir.

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

[Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı, 2.cild,sf: 122-123]

Kâdî Beydâvî müfessirlerin baş tâcıdır

Dinde reformcu, *Kelbî tefsîri gibi tefsîrlerde uydurma hadîsler vardır sözünde haklı* ise de, *(Beydâvînin tefsîri de böyledir)* sözü, kesin olarak yanlışdır. 


Büyük âlim Abdülhakîm Efendi buyurdu ki, ( *Kâdî Beydâvî hazretleri ismine ve düâsına yakışacak kadar yüksekdir*. *Müfessirlerin baş tâcıdır. Tefsîr ilminde en büyük makâma yükselmişdir.* Her meslekde seneddir. Her fende mâhir, her üsûlde burhân, önceki ve sonraki âlimlere göre sağlam, kuvvetli ve yüksek tanınmışdır. *Böyle derin bir âlimin tefsîrinde uydurma hadîs var demek, büyük ve alçakca bir iftirâdır. Dinde derin bir uçurum açmakdır.* Böyle sözleri söyliyenin dili, inananın kalbi, dinliyenin kulakları tutuşsa yeridir. Acabâ, bu büyük ilm sâhibi, uydurma hadîsleri sahîhlerinden ayıramazmı idi? Evet diyenlere ne demelidir? *Yoksa uydurma hadîs yazacak kadar ve böyle yapanlar için Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdiği ağır cezâlara aldırış etmiyecek kadar, dîninin kuvveti ve Allahdan korkusu yokmu idi?* Yokdu demek, ne kadar şenâ’at, çirkinlik olur. Böyle söyliyen kimsenin dar havsalası, kalın kafası, bu hadîs-i şerîflerdeki ma’nâları çok gördüğü için, mevdû’ demekden başka çâre bulamaz.


Faideli Bilgiler -Sayfa 107,108

Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin postnişini olduğu Kaşgarî dergahı ve görev yaptığı medrese

1-Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin postnişini olduğu Kaşgarî dergahının girişi.

2-Kaşgari Camiinin dış görünüşü.

3-Efendi hazretlerinin tasavvuf kürsüsü müderrisi olarak görev yaptığı Medrese-i Mütehassisin.

Kaynak:

Mustafa Miyasoğlu

Necip Fazıl ile Abdülhakim Arvasinin Sohbetleri

SEYYİD ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ HAZRETLERİ

Ruh bilgilerinin, tasavvuf ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîlerinden. 1865 (H.1281)'te Van vilâyetinin Başkale kasabasında doğdu. 1943 (H.1362)'de Ankara'da vefât etti. Kabri, Ankara yakınındaki Bağlum kasabasındadır.

İmâm-ı Ali Rızâ bin Mûsâ Kâzım soyundan olup seyyiddir. Hazret-i Ali'ye kadar bütün babaları âlim ve velî idi. Birçoğu zamânının kutbu, devrinin en büyük evliyâsı ve rehberiydi. Babası Seyyid Mustafa, Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin oğlu Seyyid Ubeydullah'ın halîfesiydi. Gördüğü kimsenin hangi namazı kılmadığını, Allahü teâlânın ihsânı ile yüzünden anlardı. Dînin emir ve yasaklarına bağlılıkta fevkalâde titiz, din bilgilerini yaymada gayretli ve çok cömertti. Âlimlere, bilhassa on yedinci asırda Hindistan'ın Siyalkut şehrinde ıslâm âlemini her yönüyle ışıklandırmış olan Abdülhakîm Siyalkûtî hazretlerine pekçok muhabbeti vardı. Bir oğlu olursa ona Abdülhakîm ismini verecekti. Seyyid Mustafa Efendinin bir oğlu olduğu gece, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin torunlarından büyük âlim Seyyid Tâhâ hazretlerinin küçük birâderi Abdülhakîm Efendi kendisinde misâfirdi. Seyyid Mustafa Efendinin içindeki dileğine bu ilâhî hikmet de eklenince, doğan oğluna Abdülhakîm ismini verdi.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî ilk bilgileri babasının yanında öğrendi. Sonra Başkale'de ibtidâî ve rüştiye mekteplerini bitirdi ve o zaman ilim ve irfan merkezi olan Irak'ın çeşitli şehirlerinde, Müküs kazâsında yüksek âlimlerden, Arap ve Fars dili ve edebiyatı, mantık, münâzara, kelâm, ilâhî ve tabiî hikmet, fen ve matematik, tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf dersleri aldı. Nehrî'de gördüğü bir rüyâ üzerine tahsîline daha büyük ehemmiyet verdi. Bu rüyâyı şöyle anlatmaktadır:

Nehrî isimli kasabada din ve fen ilimleri üzerine tahsil görüyordum. Ramazan ayını âilemle birlikte geçirmek üzere memleketime döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsîl ettiğim zamanlardı. Ramazan ayının on beşinci Salı gecesi, rüyâda Allah'ın Resûlünü gördüm. Yüce bir taht üzerinde risâlet makâmında oturmuşlardı. O'nun heybet ve celâli karşısında dehşete düşmüş, yere bakarken, arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma yanaştı. Göz ucuyla kendisine baktım. Kısaya yakın orta boylu, top sakallı, aydınlık alınlı bir zât... Bu zât sağ kulağıma işitilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz meselelerinden bir suâl sordu: "Hayz zamânında bir kadının, câmiye girmesi uygun değilken, iki kapılı bir câminin bir kapısından girip öbür kapısından çıkmakta şer'an serbest midir?" Allah Resûlünün heybetlerinden büzülmüştüm. Suâli tekrar sormaması için gâyet yavaşca ve alçak bir sesle; "Dînin sâhibi hazırdır, buradadır." diye cevap verdim. Maksadım, şerîat sâhibinin huzûrunda kimsenin din meselelerine el atamayacağını anlatmaktı. Resûlullah efendimiz, ses işitilemeyecek bir mesâfede bulunmalarına rağmen cevâbımı duydular. Durmadan; "Cevap veriniz!" diye üst üste iki defâ emir buyurdular.

Ertesi gün, öğle namazı vaktinde pederimin câmiye geliş yolları üzerinde durdum. Kendilerine bir şeyi arzedeceğimi hissederek yanıma geldiler. Rüyâmı anlattım. Yüzlerine büyük bir sevinç dalgası yayılırken; "Seni müjdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve din bilgilerini tebliğe memur buyurdular. ınşâallah âlim olursun! Bütün gücünle çalış." diyerek rüyâmı tâbir etti. Babama; "Kâinâtın efendisi huzûrunda, bunca din meselesi dururken bana hayz bahsinden suâl açılmasının ve cevâbının tarafımdan verilmesi hakkındaki Resûlullah'ın emrinin hikmeti nedir?" diye sordum şu cevâbı verdi:

"Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru olduğu için böyle bir suâl, senin ileride din ilimleri bakımından çok yükseleceğine işârettir.

Bu rüyâdan sonra, on sene müddetle, Cumâ gecelerinden başka hiç bir geceyi yorgan altında geçirdiğimi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık îcâbı uykuyu kitap üzerinde geçirdim. ınsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalıştım.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri, öğrendiği fıkıh, tefsîr gibi ilimlerin yanında kendisini mânevî yoldan yetiştirecek bir rehbere kavuşma arzusu ile yanıyordu. Diğer taraftan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin halîfesi Seyyid Fehîm-i Arvâsî, rüyâsında Allahü teâlânın Resûlünü gördü. Peygamber efendimiz kendisine; "Abdülhakîm'in terbiyesini sana ısmarladım." buyurmuştu.

Nihâyet Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri 1878 (H.1295) yılında Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin huzûruna kavuştu ve hocasından aldığı ilk emir, tövbe ve istihâre oldu. ıstihârede şöyle bir rüyâ gördü:

Seyyid Tâhâ hazretleri, câmide, talebesi Seyyid Fehîm'e şu emri veriyordu: "Abdülhakîm'i al, elbisesini soy, cevâzimât-ı hams çeşmelerinde kendi elinle tamâmen yıka! Sonra ikimize de imâm olsun!.. Seyyid Fehîm hazretleri onu alıp cevâzımât-ı hams çeşmelerinde yıkıyor, o da elini onun omuzuna koyarak, sağ ayağını kendisi için serilmiş olan seccâdeye bırakıyordu.

Bu rüyâ onun talebeliğe kabûl edildiğine dâir gâyet açıktı. Tâbire muhtaç kısmı sâdece cevâzımât-ı hams tâbiri idi. Cevâzım cezm'in çoğulu olup kat'î, kesin demektir. Hams yâni beş adedi ise âlem-i emrin, latîfenin tasfiyesine işâret olduğu açıktı. Rüyânın başka tâbire muhtaç olmayan açıklığı ayrı bir ilâhî lütuf ve sonsuz bir ihsândı.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, gördüğü bu rüyânın tesiri ile büyük bir aşkla ilim tahsîl edip, ilimde ilerlediği gibi, Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve teveccühleri ile gönlünü nurlandırdı. 1882 (H.1300)'de zâhirî ilimlerde icâzet aldıktan sonra, 1888 (H.1305)'de tasavvufta Nakşibendî yolundan icâzet aldı. Ancak Nakşî tarîkatında H. 1000 târihinden sonrakiler ilk asırdakilere benzer olduğuna dâir işâretler bulunduğundan, Nakşîlikten mezun olanlar, Kübreviyye, Sühreverdiyye, Kâdiriyye ve Çeştiyye tarîkatlerinden de mezun sayılıyordu. Abdülhakîm Arvâsî hazretleri de mürşîdi Seyyid Fehîm hazretleri tarafından Nakşibendî, Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî ve Çeştî tarîkatlerinden de icâzet aldı.

Bundan sonra memleketi Arvas'a dönen Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin burada büyük ilmî faâliyetleri oldu. Bunu kendileri şöyle anlatmaktadır:

Memleketimizde, mevcut medreselerden ayrı olarak, bana miras kalan mallardan bir medrese yaptırdım. Mevcut kitaplara ilâve sûretiyle zengin bir kütüphâne kurdum. Talebenin yiyeceği, giyeceği, yatacağı, yakacağı tarafıma ait olmak üzere de o medresede 29 yıl ders okuttum. Birçok âlim ve fâdıl yetiştirdim. Bunları gönderdiğim yerler âdetâ irfan nûruyla doldu. O civarda medresemiz ilim feyziyle şöhret buldu. Vâlilerin, üst kademedeki memurların, bilhassa uzak yerlerdeki âlimlerin bile övgüyle, sitâyişle bahsettikleri bir ilim merkezi oldu. Medresemizden yetişen ilim adamlarının okumalarına mahsus kitapları ıstanbul'dan getirtiyordum. Medresemin bağlıları bu kitapları aşîretler ve kabîlelere gönderip onları ilim nûruyla aydınlatırlardı. Mezunlarımızdan bâzıları vilâyet, sancak ve kaza merkezlerinde müftî olarak vazîfelendirilirdi. ıçlerinden muhtaç olanları ev eşyâlarını tedârik ederek evlendiriyordum. ıran'ın sınır boyundaki halk bu kişilerin gayretleri sâyesinde Sünnîlikte devâm ediyorlar ve kendilerini görenler, ıslâma bağlılıkları karşısında hayrete düşüyorlardı.

Seyyid Abdülhakîm Efendi, 1897 yılında hac vazîfesi ile Hicaz'a geldiğinde önce Medîne'ye gelip Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Yanında Hacı Ömer Efendi isimli eşraftan bir zât vardı. Onunla berâber bir gece, mübârek Ravza'da akşam namazından sonra, yüzünü saâdet şebekesine döndürmüş, son derece edeb ve hürmet içerisinde beklerken, sağ tarafında oturan Hacı Ömer Efendi kulağına eğilip yavaşça:

"Refikam, şu anda özür sâhibidir. Peygamber Mescidini ziyârete gelemez. Bâb-üs-Selâm'dan girerek Peygamber huzûrunda bir selâm verip, Bâb-ı Cibrîl'den çıkmasına şer'an müsâde var mıdır?" dedi.

Seyyid Abdülhakîm hazretleri o anda 25 yıl önceki rüyânın hatırına gelmesi ile korkuyla sarsıldı. Hacı Ömer Efendinin yüzüne bir daha baktı. Evet 25 yıl önce rüyâsında gördüğü şahıs da bu şahıstı. Yavaşça:

"Bu suâlin cevâbına mezun olmak şöyle dursun, bilakis memurum!" buyurdu. Ancak rüyâda olduğu gibi Resûlullah efendimizin huzûrunda bulunduğundan cevap vermekte mazur olduğunu bildirdi. Bâb-ı Rahme'den dışarı çıktıktan sonra hem meseleyi cevaplandırdı ve hem de rüyâyı tafsilâtı ile anlattı.

şeyh Abdülhakîm Efendi 1907'deki haccı sırasında büyük evliyâ şeyh Ziyâ Mâsum'un yüksek iltifatlarına mazhar oldular. Birlikte vedâ tavâfını yaparlarken şeyh Ziyâ Masum hazretleri kendisine:

"Mürşidin Seyyid Fehîm hazretleri tarafından Nakşibendî, Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî, Çeştî tarîkatlerinden memur ve mezun olduğun gibi ilâveten sana Üveysîlik yüksek yolundan da icâzet verdim." buyurdular.

Seyyid Abdülhakîm Efendinin ikinci haccından dönüşünden bir müddet sonra doğuda karışıklıklar başgöstermeye başladı. 1914 yılında Birinci Dünyâ harbinin başlarında Rus askeri ıran tarafından gelerek Doğu Anadolu'yu işgâle başladı. Bir taraftan da Ermenileri silahlandırarak masum Türk halkı üzerine kışkırtıyorlardı. Bu acıklı günleri o mübârek zât şöyle nakletmektedir:

Hızla silâhlanan Ermeniler, Müslümanların mallarını yağma etmeye koyuldular. O sırada bizim evimizi de tamamiyle yağmaladılar, soydular ve hiçbir şey bırakmadılar. Kışın başlangıcı sıralarında, âile efrâdımız, yakındaki dağ ve köylere kaçıp sığınmaktan başka çare bulamadılar. On gün sonra Allahü teâlânın lütfu ve inâyeti ile kasaba geri alındı ve âilece oraya dönüldü. O kış, malsız ve imkânsız olarak günü gününe yaşadık ve bin zorlukla bahara girdik. Mayıs ayında düşman kasabamıza bir saatlik mesafeye yaklaştığından hükümet tahliye emrini verdi. Tekrar dağlara ve çöllere döştük. Evlerimizi, çarşılarımızı, medreselerimizi, câmilerimizi tamamiyle yakıp kül ettiklerini haber aldık. Bu vaziyetten sonra bize hicret yolu göründü. Düşman istilâsına devam ederek Van, şafak ve Nurduz'u ele geçirmişti. Keldânî aşîretleri ile Ermeniler dünyânın yaratılışından beri görülmedik zulüm ve vahşete yol açıyorlardı. Hicret edenlere Masiru adındaki bir dereden yol bulup gitmekten başka çâre kalmamıştı. Bu istikâmete yol veren bir derenin iki yanındaki düzlükte çoğu kadın ve çocuktan ibâret olan birkaç bin nüfus dağlara sığınmıştı. Zîrâ eli silah tutanların hemen hepsi Erzurum taraflarında ve cephede bulunuyorlardı. Tamamen müdâfaasız kimselerden meydana gelen göç topluluğu bir ana-baba günü manzarasıyla yol alıyordu. Ermeni fedâileri ise Nurduz'dan beri bu perişan muhacirleri takip ediyor, genç kız ve kadınları esir edip götürüyor, büyük bir kısmını şehîd ediyor, kalanları tekrar takibe koyuluyordu. Zaho'nun dağ ve çöllerinde muhacirlerin yüzde yetmişi açlıktan can verip ve hatta hayvanlara ve kuşlara yem oldular. Memleketinde hanedan seviyesinde ve zengin olanlar hicrette mahv ve perişan oldular.

Bizimle beraber yirmi dokuz köyün ihtiyarları, kadınları ve çocukları ıssız çöl ve dağlarda elimize ne geçerse yiyip bin türlü meşakkat ve zahmetle o sene Haziranın birinci gecesi Ravandız'a girdik. Memleketimiz soğuk iklimlerden olduğu hâlde Ravandız gibi harareti 45 dereceden ziyâde bir yerde 90 gün oturduk. Eylülün ikinci günü Erbil'e çoğumuz hasta olarak girdik. Kardeşim Seyyid ıbrâhim Efendiyi kara toprakta Allah'ın rahmetine bıraktığımız gibi, şeyhler hanedanı adını alan 9 erkek kardeşi ve 4 amcamın kız ve erkek değerli fertlerini Erbil ve civarında toprağa verdik. Ekim ayının dokuzuncu günü Musul'a vardık. Burada meşhur Celilîzâdelerin yaş bakımından büyüğü bulunan Hacı Emin Efendi tarafından o vaktin rayicine göre, aylık otuz altın lira kirası olan yirmi odalı, harem ve selamlık daireleri, bedelsiz olarak bize ihsan edildi.

Burada on sekiz ay kadar oturduktan sonra, ayrılmak üzere vedâ ederken, gönlümüzü hoş ederek; "Bu evde kırk sene otursaydınız, yine kirâ almazdım." dedi. Allahü teâlâ kendisinden râzı olsun.

Devamlı olarak, Bağdat'ta Gavs-ı âzam Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin türbesi civarında oturup orasını vatan edinmek arzusunda bulundumsa da, o civarlarda ingiliz muharebeleri pek şiddetlenmiş bulunduğundan, geçici olarak, yine Musul'da kaldık. Daha sonra nüfusumuz yüz elli iken ancak altmış altı nüfusla, çöl ve sahraları, Allah'ın yardımıyla aşarak Adana'ya geldik. Adana'da çeşitli hastalıklar sebebiyle defn ettiğimiz nüfustan kalan 20 kişi ile Eskişehir'e geldik. Bunlardan bir kısmı Konya'da kaldılar. Geçim darlığından büyük sıkıntı içinde yaşadılar. Biz ise 1918 senesinin Nisan ayı ortalarında istanbul'a geldik. Dâhiliye Nezareti (ıçişleri Bakanlığı) müsteşarı olup sonra Evkaf Nazırı olan ulemâdan Hayri Efendi tarafından, şu anda sağlık ocağı olarak kullanılan Eyyûb Sultan Yazılı Medresede yerleştirildik. Dağılmış âile efrâdımı, Allah'ın inâyeti ile orada toplamaya muvaffak oldum. ıstanbul'a bu sûretle sevk-i ilâhî ile geldik. Yollarda görülen meşakkat ve sıkıntılar son buldu.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri daha sonra Gümüşsuyu Tepesindeki Kaşgari Dergâhının şeyhliği, imâmlığı ve vâizliği ile vazîfelendirildi. Bu arada 5 Ağustos 1919'da Sultan Vahideddîn Han tarafından Süleymâniye Medresesine tasavvuf müderrisi (ordinaryüs profesörü) olarak da tâyin edildi. Böylece hem çeşitli câmilerde vâz ederek ve hem de üniversitede hoca olarak ıslâmiyeti yaymaya, din düşmanlarını susturmaya ve sindirmeye başladı.

Seyyid Abdülhakîm Efendi din bilgilerinde ve tasavvufun ince bilgilerinde çok derin idi. Üniversite mensupları, fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormaya gelir, sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca, cevâbını alır, sormaya lüzum kalmadan, o bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi. Teveccühünü, sevgisini kazananlar, sayısız kerâmetler görürdü. Çok mütevâzi, pek alçak gönüllü idi. Ben dediği hiç işitilmemişti. ıslâm âlimlerinin adı geçtiği zaman:

"Bizler o büyüklerin yanında hazır olsak sorulmayız, gâib olsak aranmayız." ve;"Bizler o büyüklerin yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz." buyururdu. Halbuki kendisi bu bilgilerin mütehassısı idi.

Sultan Vahideddîn Han kendilerini çok sever, takdîr ederdi ve duâlarını isterdi. Nitekim Abdülhakîm Efendi hazretleri şöyle anlattı:

Memleketin işgâl altında bulunduğu ve kurtuluş savaşının başladığı günlerdi. Beşiktaş'ta Sinanpaşa Câmiinde vâz edip çıkıyordum. Kapı önünde duran bir saray arabasından, kibar bir bey inip; "El melikü yakraükesselâm ve yed'ûke iletta'âm." yâni "Sultan sana selâm ediyor ve seni iftara çağırıyor." dedi. Araba ile saraya gittik. Istanbul'un seçilmiş vâizleri, imâmları çağırılmıştı. Yemekten sonra ser müsâhib geldi. Sultanın selâmı var. Hepinizden ricâ ediyor. Anadolu'da kâfirlerle çarpışan kuvây-ı milliyenin gâlib gelmesi için duâ etmenizi ve Anadolu'daki mücâhidlere para ve duâ ile yardım etmeleri, eli silah tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik etmenizi ricâ ediyor, dedi. Bu emir üzerine çok kimseyi Anadolu'ya gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebeb oldum.

Bir defâsında da Sultan Vahideddîn Han, Ramazân-ı şerîf ayında Hırka-ı seâdetin bulunduğu odayı ziyâret edecekti. Seyyid Abdülhakîm Efendi'yi de dâvet etti. Diğer ileri gelen devlet adamları ve din adamları da oradaydı. Bu vakanın devâmını hizmetlerini gören şakir Efendi şöyle nakletmektedir:

Sultan tam Hırka-i seâdetin bulunduğu odanın kapısına gelince, Abdülhakîm Efendi nerededir? diye sordu. Oradaki kalabalık birbirlerine bakıştılar. O isimde birisini tanımıyorlardı. Arkaya doğru haber verdiler. Efendi hazretleri, benim ismim Abdülhakîm'dir deyince, sultan sizi istiyor deyip, hemen yol açtılar. Sultan kendilerini bekleyip yanyana biri dünyâ, biri âhiret sultanı olarak, Sultanü'l-enbiyâ Peygamber efendimizin seâdetli hırkalarının bulunduğu odaya girdiler. Berâberce ziyâret ettiler. Çıkınca Sultan bereket sayarak orada olanlara birer mendil, ona ise iki mendil hediye etmişler. Ben dış kapıda Efendi'yi bekliyordum. Geldiler ve ziyâretlerini anlattılar. "Sultan herkese bir mendil verdi, bana iki tane verdi. Birisi senindir." deyip birini bana verdiler.


SEYYİD ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ HAZRETLERİ -2


Abdülhakim Arvasi hazretleri siyasete hiç karışmamış, siyasi fırkalara bağlanmamıştır. Bölücülüğe karşıydı. Talebeleri kendisine tekkelerin kapatılması ile ilgili olarak sorduklarında:

"Hükümet, tekkeleri değil, boş mekanları kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan kapatmışlardı" demiştir. Bu muazzam görüş, o günlerin umumi manada tekke ve dergah tipine ait teşhislerin en güzelidir.


Kanunlara uymakta çok titiz davranır, konuşmalarında da bunu tavsiye ederdi.


Abdülhakim Efendinin yemesi, içmesi, yatması, kalkması, konuşması, susması, gülmesi, ağlaması hep İslamiyet’e ve Resulullah efendimizin hâline uygundu. Onun yemesini gören sanki âdet yerini bulsun diye yiyor zannederdi. Az yer, lokmaları küçük alır ve yavaş yerdi. Yakınları onu otuz senedir kaylule yaparken veya yatarken bir defa olsun sırt üstü veya sol tarafına dönüp yatmadığını söylemişlerdir. Hep sağ yanı üzerine yatar, sağ elinin içini sağ yanağı altına koyar, öyle yatardı. Her hâli istikamet üzere idi. "İstikamet yani Allahü teâlânın beğendiği doğru yol üzere olmak kerametin üstündedir" sözünü sık sık tekrar ederdi.


Çok mütevazı, pek alçak gönüllü idi. Ben dediği hiç işitilmemişti. İslam âlimlerinin adı geçtiği zaman:

"Bizler o büyüklerin yanında hazır olsak sorulmayız, gaib olsak aranmayız." Ve, "Bizler o büyüklerin yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz" buyururdu. Halbuki kendisi bu bilgilerin mütehassısı idi.


Abdülhakim Arvasi hazretlerinin kıymetli sözlerinden bazıları:

"Her peygamber, kendi zamanında, kendi mekanında, kendi kavminin hepsinden, her bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselam ise her zamanda her memlekette, yani dünya yaratıldığı günden kıyamet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek, bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan Onun üstünde değildir. Bu olamayacak bir şey değildir. Dilediğini yapan, her istediğini yaratan, Onu böyle yaratmıştır. Hiçbir insanın Onu methedecek gücü yoktur. Hiçbir insanın Onu tenkit edecek iktidarı yoktur."


"Hak teâlânın hakimliğini tanıdığınız, emaneti ve emniyeti bozmayarak çalıştığınız zaman, birbirinizi ne kadar sevecek, birbirinize ne kadar bağlı kardeşler olacaksınız. Sizin o kardeşliğinizden Allah’ın merhameti neler yaratacaktır. Kavuştuğunuz her nimet, hep Hakk'a imanın hasıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlânın merhamet ve ihsanıdır. Gördüğünüz her musibet ve felaket de; hep kızgınlığın, nefretin ve düşmanlığın neticesidir. Bunlar ise hakkı tanımamanın, zulüm ve haksızlık etmenin cezasıdır."


"Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür."


"Evliyanın sözünde rabbani tesir vardır."


"İnsanı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakk'a karşı şirk ve müşrikliktir. İlim ve fen ilerlediği halde, insanlığın ufuklarını sarmış olan fesat karanlığı hep şirkin, imansızlığın, vahdetsizliğin ve sevişmezliğin neticesidir. Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ızdırap ve felaketten kurtulamaz. Hakk'ı tanımadıkça, Hakk'ı sevmedikçe, Hak teâlâyı hakim bilip, Ona kulluk etmedikçe, insanlar, birbiri ile sevişemez. Hak'dan ve Hak yolundan başka her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur."


"Müslümanların öğrenmesi lazım olan bilgilere Ulum-i İslamiyye (Müslümanlık Bilgileri) denir. İslam dininin emrettiği bu bilgileri Resulullah aleyhisselam ikiye ayırmıştır. Biri, "ulum-i nakliyye", yani din bilgileri; diğeri "ulum-i akliyye" yani fen bilgileridir, buyurmuştur. Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.


Bunlar da ikiye ayrılır: "Ulum-i aliyye" yani yüksek din bilgileri ve "ulum-i ibtidaiyye" yani alet ilimleri. İslam ilimlerinin ikinci kısmı olan akıl bilgilerinin yani tecrübi ilimlerin iyi öğrenilmesi, ince ve derin din bilgilerinin kolay ve açık anlaşılmasına yardım eder. Riyazi fizik öğrenmek, din bilgilerini kuvvetlendirir. Astronomi, aritmetik ve geometri, dine yardımcı bilgilerdir. Tecrübi fizikteki (tecrübe ve isbat edilenlere esasen uymayan) birkaç yanlış teori ve hipotezden başka hepsi dine uymakta, imanı kuvvetlendirmektedir. İlahi fizik (metafizik) bilgilerinden, çürük, bozuk olanları dine uymaz. Bu ilimler öğrenilince, din bilgilerinin akli ilimlere uyan ve akli bilgilerle çözülmeyen yerleri ve sebepleri meydana çıkar ve akla uygun sanılmayan, aklın erişemediği meselelerin inkâr edilemeyeceği anlaşılır."


"Kur'an-ı kerimden ve Resul aleyhisselamın hadis-i şeriflerinden sonra en kıymetli kitap, İmam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat kitabıdır. Hanefi mezhebinde en mükemmel ve en kıymetli fıkıh kitabı, İbni Abidin'in Dürrül-Muhtar haşiyesidir. Şafii’de Tuhfet-ül-Muhtac kitabıdır."


"İslam dini, Allahü teâlânın, Cebrail ismindeki melek vasıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselama gönderdiği, insanların, dünyada ve ahirette rahat ve mesut olmalarını sağlayan, usul ve kaidelerdir. Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslamiyet’in içindedir. Eski dinlerin görünür görünmez bütün iyiliklerini, İslamiyet, kendinde toplamıştır. Bütün saadetler, muvaffakiyetler ondadır. Yanılmayan, şaşırmayan, akılların kabul edeceği esaslardan ve ahlaktan ibarettir. Yaradılışında kusursuz olanlar onu reddetmez ve nefret etmez, İslamiyet’in içinde hiçbir zarar yoktur. İslamiyet’in dışında hiçbir menfaat yoktur ve olamaz."


"Son zamanlarda, tekkeler cahillerin eline düştü. Dinden, imandan haberi olmayanlara şeyh denildi. Din düşmanları da, bu şeyhlerin sözlerini, oyunlarını ele alarak dine hurafeler karışmıştır, dedi. Halbuki bozuk tarikatçıların sözlerini, işlerini din sanmak, bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmak, çok yanlıştır. Dini bilmemek, anlamamaktır. Dinde söz sahibi olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerini tanımak, o büyüklerin kitaplarını okuyup, iyi anlayabilmek ve bildiğini yapmak lazımdır. Böyle bir âlim bulunmazsa, din düşmanları, meydanı boş bulup, din adamı şekline girer. Vaazları ile, kitapları ile, gençlerin imanını çalarak millet ve memleketi felakete götürürler."


"Temiz ve yeni elbise giyiniz. Gittiğiniz yerlerde, ahlakınızla, sözlerinizle, İslam’ın vakarını, kıymetini gösterdiğiniz gibi, giyiminizle de saygı ve ilgi toplayınız."


"Çeşitli, lezzetli yemeklerle ve tatlı, soğuk şerbetlerle bedenlerinizi rahat ve hoş tutunuz."


"Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lazımdır. Mesela buğday hasıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lazımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın bu âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ sevdiği insanlara iyilik, ikram olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için bunlara, âdetini bozarak sebepsiz şeyler yaratıyor."


"Tek vakit namazımı kaçırmaktansa, bin kere ölmeyi tercih ederim."


"Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart altında olursa olsun mutlaka namaz kılın."


“En büyük edep, ilahi hududu muhafazadır, gözetmektir."


"Allahü teâlâ bir kuluna iman vermişse ona daha ne vermemiştir. İman vermemişse ona daha ne vermiştir!”


"Bizim meclisimizde bulunanlar, sükut içinde otursalar ve sükuttan başka bir şey görmeseler bile, din bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar."


“Kur'an-ı kerim şifadır. Fakat şifa, suyun geldiği boruya tâbidir. Pis borudan şifa gelmez.”


“Gerçek keramet, kerametin gizlenmesidir. Bunun dışında görünenler, velinin irade ve ihtiyarı ile değildir. İlahi hikmet öyle gerektiriyor demektir.”


“Allahü teâlâ sırrını eminine verir. Bilen söylemez, söyleyen bilmez.”


“Ahmaklık, hatada ısrar etmektir.”


“Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.”


“Allahü teâlâ dilediğini yapar. İster sebepli ister sebepsiz, dilediği gibi azap veya lütfeder. Güzel ve doğru Onun dilediğidir.”


“Allahü teâlâ bize rahmetiyle muamele etsin. Adaletiyle muamele ederse yanarız.”


“Riya olmasın diye cemaatten kaçanlar ayrı bir riya içindedirler.”


“İlim cehli izale eder, yok eder, ahmaklığı değil.”


“Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi, iman eksikliğidir.”


Talebelerinden bazıları o ilim deryası büyük veliden şu sözleri ve menkıbeleri nakletmişlerdir.


Talebelerinden Hâfız Hüseyin Efendi anlatır:

Tahsilimi İstanbul'da yaptım. Arabi ve Farisi'yi iyi bilirdim. Her toplulukta söz sahibiydim. Bir gün beni Abdülhakim Arvasi hazretlerine götürdüler. Maksadım orada da söz sahibi olmaktı. Kendisine çok yakın bir sandalyeye oturdum. Sohbete başladı. Hemen sonra sandalyede oturmaktan haya edip, yere indim. Sohbette, hiç bilmediğim, duymadığım şeyleri anlatıyordu. Yakınında yere oturmaktan da haya edip biraz geri çekildim. Biraz daha biraz daha derken nihayet kendimi kapının önünde buldum. Nerede ise kapıdan dışarı çıkacak hâle gelmiştim. Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş talebeleri olan biriydim. Seyyid Abdülhakimi görünce ancak talebe olacağımı anladım ve talebelerime:

"Seyyid Abdülhakim Efendiyi görünce, tanıyınca şeyhliğin ne olduğunu anladım, eteğine yapışmaktan başka işim kalmadı" dedim. O büyük zata talebe olmakla şereflendim.


Otuz yıl boyunca yanından ayrılmayan yakını Şakir Efendi anlatır:

Bir sabah dergahın mescidinde namaz kılıyorduk. Efendi ile ikimizdik. Her zamanki gibi beni imam yaptılar. Mescidin giriş kısmı baştan başa camekân olduğundan girişteki sofa şeklinde oturma yerinden mescidin içi apaçık görülürdü. Biz namaza hazırlanırken zevcem de gelip sofa kısmında çaylarımızı hazırlamaya koyulmuştu. Namaz ve dua bitince, sofaya geçtik. Gördük ki semaverin etrafında iki çay bardağı yerine bir sürü bardak. Zevceme, bu kadar bardağa lüzum olmadığını söyleyip, niçin ikiden çok bardak getirdin, deyince, şu cevabı aldım: "Hayret! Arkanızda büyük bir cemaat vardı. Şimdi dağılmış."


Talebelerinden İlyas Efendi anlatır:

Bir gün yaşlı bir kadın marangoz dükkanıma gelip; "Bir odalı evim var. İkinci bir oda yaptırıyorum. Kiraya verip onunla geçineceğim. Bedelini kira parasından vermek üzere, bana bir kapı ve pencere yapar mısın?" dedi. Yarın gel, konuşuruz dedim. Maksadım, Seyyid Abdülhakim Efendi'ye gidip danışmaktı. İkindi vakti dergâhlarına gittim. Hâlimi sordular. "Müşteri geliyor mu?" dediler. "Geliyor" dedim. Fakat sormak için gittiğim kadını unutmuştum. "Sipariş veren oluyor mu?" dediler. "Bugün yok" dedim. "Kadın müşterileriniz oluyor mu?" buyurdular. Gene hatırlamadım. Bunun üzerine; "Bugün gelen kadının işini gör!" buyurdular. Ancak o zaman hatırlayabildim.


Bir gün Bayezid Camiinde vaaz verirlerken konu ile hiç ilgisi olmadığı halde; "Sizden biriniz, eve gidip, çocuğunu çatıya kiremitler üzerine çıkmış, güvercin kovalar görürse, bağırmadan, güzellikle, yavrum bak sana neler getirdim, şeker aldım, desin, onu tutup içeri aldıktan sonra azarlasın" buyurdu. Vaazı dinleyen Akhisarlı bir zat içinden şimdi bunun da ne ilgisi var diye geçirdi. Vaazdan sonra evine gidince baktı ki çocuğu evin damına çıkmış, kiremitler üzerinde güvercin yakalamak peşinde, nerede ise kenardan düşecek halde. Çocuk küçük olup üç-dört yaşındaydı. Hemen Abdülhakim Efendinin nasihatlerini hatırladı ve öyle yaptı. Çocuk düşmekten kurtuldu.


Necib Fazıl Kısakürek anlatır:

Sene 1941... Almanlar sınırımızda. Ben, bir gazetede çıkan yazılarımda da üstüne bastığım gibi, İkinci Dünya Harbine girmemizin bir an meselesi olduğuna kâniim. Bu meseleyi huzurlarında savunuyorum. Lütfen dinliyorlar. Etraflarında yakınlarından birkaç kişi ve avukat Mahmud Veziroğlu isminde kendisini sevenlerden bir zat... Harbe sürüklenmek mecburiyetimizi riyazi bir vâkıa hâlinde gösteriyor ve anlatıyorum. Sonuna kadar dinledikten sonra buyurdular ki: "Harbe girilmez. Yalnız Birinci Cihan Harbinde olduğu gibi pahalılık olmasa, vesika usulü çıkmasa." Buyurdukları gibi oldu. Harbe girmedik. Fakat pahalılık, vesika usulü milleti kavurdu. Mahmud Bey, bana bu kerameti sık sık tekrar eder ve; "Müthiş, müthiş!.. herkes harbi beklerken; "Harbe girilmez" ve kimse vesika usulünü beklemezken "O olacak" buyurmaları büyük keramet" derdi.


Faruk Bey anlatır:

Bundan yıllarca evvel, oğlum Nevzad, o zamanlar oturduğumuz apartman katının balkonundan aşağıya, beton bir zemin üzerine düştü. Çocuğu koma hâlinde bir hastaneye yetiştirdik. Ayıldı. Fakat akli melekelerini kaybetmiş haldeydi. İstanbul'a götürdük. Bütün mütehassıs sinir ve akıl doktorlarına gösterdik. Hemen hepsi ümit göremediklerini söylediler. Bir Rum doktor erken bunama teşhisini koydu ve şifası yok hükmünü bastı. Büluğ çağındaki çocuğumu, büyük amcası Abdülhakim Efendinin kollarına teslim ettim. Çocuk tekkede kırk gün kaldı. Bu müddet içinde, onu nazarlarından ayırmadılar. Sadece; "Mahzunum, mahzunum!" diye içlenerek işi, Allahü teâlâya havale ettiler. Kırk gün sonra Nevzad, hiç bir zaman sahip olmadığı maddi ve manevi bir sıhhate kavuştu. Hukuk Fakültesini bitirdi. Uzun yıllar DSİ'de avukatlık yaptı, oradan emekli oldu. Abdülhakim Efendi, biraderzadeleri olan Faruk Işık Efendiyi çok severdi. Birisini methetmek isteseydi; "Faruk hariç hepimizden iyidir" derdi. Kabri, Abdülhakim Arvasi'nin ayak ucundadır.


Bayezid Camiinde; Erzincan zelzele felaketinden bir hafta kadar önce: "Allahü teâlâ, zinanın aşikâr olduğu yerlere zelzele ile ceza verir. Erzincan gibi" buyurmuşlar. Kimse o esnada bu manayı anlayamamış, ama bir hafta sonra, duyanlar bu büyük bir kerametti, anlayamadık demişlerdir.


Talebelerinden Tahir Efendi anlatır:

Abdülhakim Efendi hazretleri buyurdular ki: "Evliyanın huzuruna dolu giden boş, boş giden dolu döner." Bir gün bana; "Tahir Efendi, evinde kitap kalmasın, kitapları evden çıkar, başkalarına ver" buyurdular. Eve gittim. Kıymetli kitaplarıma kıyamadım. Emirleri yerine gelsin diye, birkaç kitap verdim. Yatsıdan sonra yattım. Abdülhakim Efendiyi gördüm. "Tahir, kitapları evden çıkardın mı?" buyurdular. Kalktım. Abdest aldım. İki rekat namaz kıldım. Yine yattım. Daha uyuyamamıştım. Abdülhakim Efendi geldi. "Hâlâ kitapları evde mi saklıyorsun?" buyurup, celâllendi. Korktum. Hemen kalkıp, bütün kitaplarımı evden çıkardım. Geldim yattım. Ancak uyuyabildim. Sonradan anladım ki, bizi terbiye etmek için, kitaplardan uzaklaştırıp, bende olanları alıp, kendinde olanları bize vermek için bu yolu seçmişlerdi.


Ne zaman Abdülhakim Efendi hazretlerine gitsem, Ziya Bey yanında otururdu. Ziya Beye bir kitap verir, okuturlar ve izah ederlerdi. Bir gün yine öyle bir sohbette, Ziya Beye kitap okutup, kendileri izah ediyordu. İçimden, benim Arabi ve Farisim Ziya Beyden iyidir. Niçin hep ona okuturlar da, bana hiç okutmazlar diye geçti. O gece rüyada Abdülhakim Efendinin huzurunda idim. Gene Ziya Beye bir kitap vermişler, okutuyorlardı. Ama Ziya Beyi sarıklı, âlim kıyafetinde gördüm. Abdülhakim Efendi, Ziya Beyi bana gösterip; "Biz, boşuna emek vermeyiz" buyurdular. Uyanınca o düşünceme çok pişman oldum.


Bir gün Abdülhakim Efendiye gidiyordum. Yolda, kendi kendime, Abdülhakim Efendiye arz edeyim, evliyalıkta yükselmek büyük iş, bizim küçük gayretimizle elde edilmez, himmet buyursunlar teveccüh eylesinler de, o yüksek makamlara beni kavuştursunlar diye düşünüyordum. Vardım. Bahçede yalnız oturuyorlardı. Selam verip ellerini öptüm. Yüzüme bakıp; "Tahir, şu ağaç ne ağacıdır?" buyurdu. "Manolya" dedim. "Şu nedir?" buyurdu. "Gül" dedim. "Ya Tahir, bunların suyu bir, havası bir, toprağı bir de, niçin boyları farklıdır? Mesela şu çimene ne yapılsa gül ağacı olabilir mi, gül de, manolya kadar büyür mü?" buyurdu. "Hayır efendim" dedim. "Demek ki, farklılık istidatlarından kabiliyetten geliyor. Ve demek ki, çim; ot, gül gibi, gül de manolya gibi olmaz!" buyurup tekrar bana baktılar. "Kusurumu bağışlayın efendim" dedim.


Diş hekimi emekli albay Sabri Bey anlatır:

Abdülhakim Efendi, arada bir bana, teyemmüm nasıl yapılır diye göstererek öğretirdi. Kendi kendime, şimdi su olmayan yer yok, acaba neden bu kadar teyemmüm üzerinde duruyor derdim. Vefatından otuz sene sonra, ellerimde yara çıktı. Hatta bir başparmağımı kestiler. Doktorlar ellerine su vurmayacaksın dediler. Üç sene teyemmümle yani onların gösterdiği şekilde teyemmüm ederek namaz kılmak zorunda kaldım.


Halid Turhan Bey anlatır:

Bir gün ziyaretlerine gitmiştim. Kütüphanelerinden bir kitap çekip, bir yerini açıp bana verdiler ve; "Buyurun, okuyun!" buyurdular. Arapça idi. Okumaya çalıştım. Yanlış okuyunca düzeltirlerdi. Bir daha okuttular ve gene yanlışlarımı düzelttiler. Sonra; "Türkçeye çevirin!" buyurdular. Takıldığım çok ibareler oldu. Yardım ettiler, hatta kendileri tercüme ettiler. Bir daha okutup, bir daha tercüme ettirdiler. İyice anlamıştım. Vefatlarından yirmi sene kadar sonra, kütüphane müdürlüğü için, Ankara'da imtihana girdim. İmtihanda elime bir Arapça kitap verdiler ve bir yerini açıp, okuyun dediler. Bir de ne göreyim, Abdülhakim Efendinin verdiği kitap ve açtıkları sayfa değil mi? Okudum, tercüme ettim. İmtihanı kazandım. Kütüphane müdürü oldum. Ama imtihandan çıkınca, Efendinin bu büyük ve açık kerametini görünce hüngür hüngür ağladım.


Kur'an-ı kerîmi herkes anlayamaz

Seyyid Abdülhakim Efendi "kuddise sirruh" buyurdu ki, (ibâdet, emrleri yapmak demekdir. Kur 'ân-ı kerîmi, hutbeyi okumak ibâdetdir. Bunlarin ma' nâsini anlamak emr olunmadi. Bunları anlamak, ibâdet degildir. Kur'ân-ı kerîmi anlamak için, yetmisiki yardımcı ilmi ve sekiz temel ilmi ögrenmek lâzımdir. Ancak, bundan sonra, Kur'ân-ı kerîmi anlamaga isti'dâd hâsıl olup, cenâb-ı Hak, ihsân ederse, anlıyabilir. Herkes anlamalidir demek, dîne müdâhene etmek olur. Kur'an-ı kerîmi anlamak için, isti'dâdi çok olan on sene, orta olan elli sene çalışmak lâzımdır.

Bizim gibi az olanlar ise, yüz sene de çalışsak anlıyamayz. İslâmiyyetde ilm diye, fâideli bilgilere denir. Faideli ilm, se'âdet-i ebediyyeyi elde etmeğe, ya' nì Allahù tealânin rızâsını kazanmaya vesile olan ilmdir ki, bunlara, (islâm bilgileri) denir).

ÎMÂNIN KUVVETİNDEN

Hâbil Efendi diye, vardı ki bir terzisi,

Pek çoktu Efendi'ye, bağlılığı, sevgisi.

 

O'na öyle ihlâsla, bağlıydı ki o hattâ,

Böyle hâlis bağlılık, az bulunur hayatta.

 

Bir gün ziyâretine, giderken Efendi'nin,

Düşündü ki gidince, sorayım şunu ilkin.

 

Diyeyim ki: "Efendim, istemiyorum ama,

Çok kötü düşünceler, geliyor hâtırıma.

 

Hiç kurtulamıyorum, ben bu vesveselerden,

Îmânıma bir zarar, gelir mi bu şeylerden?"

 

Bunları düşünerek, vardı huzurlarına,

Girince, sohbetini, kesti ve baktı ona.

 

Ve hemen buyurdu ki: "Bir müslümanın eğer,

Hâtırına gelirse, çok fenâ düşünceler,

 

Onun kötülüğüne, bir işaret değildir,

Îmânının kuvvetli, olduğuna delîldir."

 

Henüz suâl etmeden, almıştı cevâbını,

Efendi, daha sonra, ikmâl etti vâzını.

Allahü teâlâ onu zayi etmedi

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Birgün *Fransız* büyük elçisi, yardımcıları ile birlikde *Piyerloti* de kahve içiyor. Oradan aşağı inerlerken Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin *Câmisi* ni ve *Evini* görüyor. Diyor ki: *Burası nedir?* 


Diyorlar ki: Efendim, burda bir İslâm âlimi oturuyor. Büyükelçi; *Allah Allah, gitsek kabûl eder mi?* diye soruyor. Soralım diyorlar. Ve gidip soruyorlar. 


*Efendi* hazretleri kabûl ediyor ve onları, gâyet *Şık* bir kıyâfetle karşılıyorlar, berâber *Çay* içiyorlar. Hâl hâtır sordukdan sonra *Efendi* hazretleri buyurmuşlar ki: 


*Siz Alman’lara mağlup oldunuz. Onlar Pârise girdi. Bu mağlûbiyetinizin sebebini biliyor musunuz?* 


Büyükelçi, *Bilmiyorum* demiş. Efendi hazretleri, *Peki öyleyse ben söyliyeyim!* buyurmuş ve şöyle anlatmış:


Siz *Krallığı* bırakdınız, *Demokrasi* ye geçdiniz. Hâlbuki kral, *Baba* gibidir, ülkesine *Sâhip* dir ve milletine bir *Baba* şefkatiyle bakar. 


Ama dört senede bir *Seçimle* gelen kişiler, daha yarısındayken, *Kendi* hesaplarını yapmaya başlar. Memleket meselesi, *İkinci* dereceye kalır. Kaybetmenizin sebebi işte budur, buyurmuş. 


Adam hayret içinde ayağa kalkmış ve *Vallahi doğru!* demiş. *Siz bunları nerden biliyorsunuz?* demiş. İşte böyle kardeşim. Bu büyükler, herşeyi, herkesden daha iyi bilirler. 

********

Efendi hazretleri, *Ben zâyi oldum!* buyurdu. Bu *Cümle* yi kullandılar kardeşim. Bizzât işittim. Ben zâyi oldum, buyurdu. *Efendi* hazretlerinin bu sözü, *Gayretullaha* dokundu. 


Yâni Allahü teâlâ; *Ey kulum, ben seni hiç zâyi eder miyim!* buyurdu. Ve işte bütün bu *Âbiler*, bütün bu *Hizmetler* ondan sonra meydana geldi. 


Bütün dünyaya, milyonlarca *Kitâbın* dağılması, hep Efendi hazretlerinin; *Ben zâyi oldum!* hicrânı ile neş’et etdi kardeşim. 


Velhâsıl bütün bu *Hizmet* ler, bu *Gayret* ler, hep Efendi’nin *Bereketi*, Onun *Himmeti* ile meydana geldi kardeşim. Allahü teâlâ, Onu *Zâyi* etmedi.

Çay ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri

Abdülhakîm Arvasi Efendi Hazretleri ,çayı çok severdi. Yoğurtla beraber ve tek şekerli açık içerdi. Saatin aksi istikâmetinde karıştırır; dibinde biraz şeker kalınca karıştırmayı bırakırdı. Çay bittiğinde dibinde şeker de kalmamış olurdu. Çayı, bardağı baş, üçüncü ve dördüncü parmaklarının arasına kıstırarak içerdi. Çay “lebrenk (dudak renginde), lebrîz (dudaktan taşan) ve lebsûz (dudak yakan) olmalı” derdi ve “bir bardak ne kadar küçük ve ince olursa, çayın lezzeti o kadar büyük olur” buyururdu. [Seyyid Fehim efendi çayı çok sever ve buyururdu ki: “Çay, Resulullah efendimizin zamanında olsaydı, sünnet olurdu. Çünki sohbete sebeptir.”] Tütün içmez, ancak zaman zaman mübahlığını göstermek üzere eline çubuk alıp bir iki nefes çektiği olurdu. Yoğurdu çok sever, üzerine bal koyup yerdi. Ehibbâdan Râmi’de terzi Muhyiddin efendi taze yoğurt getirirdi. Van’dan otlu peynir gelirdi. Efendi hazretleri peynir demezdi de, şark şivesiyle “piynir” derdi. Hatta peynirleri alır, ekmek lokmasını iki kat edip sarar, öyle yerlerdi. Ekseriya sabah kahvaltısında çay, yoğurt, peynir ve domates bulunurdu. Efendi hazretleri bamya yemeğini ve domates dolmasını severdi. Yağda yumurtayı da severdi, üzerine yoğurt kordu. “Kızgın yağın zehirine karşı yoğurt panzehirdir” buyururdu. Makarnanın ve pilavın üzerine eliyle peynir ufalardı. Tabağına yemeği az alır; ekmeği bunun üzerine bükerek parçalar; severse yine alır; yutmadan yeni lokmayı yemezdi. Havucu da çok severler; “Al sarıyı, ver sarıyı” [yani bir havuç tanesi bir altın da olsa, alın] buyururlardı. Zeytinyağlı pek yemezlerdi. Dergâhda yemekler Van’dan gelme sade yağ veya Urfa yağı ile yapılırdı. Efendi hazretleri, “yemeği gösteren yağıdır” derdi. Abdülhakîm efendi, yemeklerden sonra, şu düâyı okurdu: (El-hamdülillâhillezî eşbe’anâ ve ervânâ min-gayri-havlin minnâ ve lâ kuvveh. Allahümme at’im-hüm kemâ at’amûnâ!). Efendi hazretleri masada ve ayrı ayrı tabaklarda yemek yerler, çatal-kaşık kullanırlar, günde birden çok öğün ve bir öğünde birkaç çeşit yemek yerlerdi. Va’zlarında ve hususî sohbetlerinde sık sık: Temiz ve yeni elbise giyiniz! Mevkı’ ve hürmet sâhibi olan kimseler gibi giyininiz! Halâl olan elbiseleri ve yemekleri ve şerbetleri lüzûmu kadar kullanınız! Gitdiğiniz yerlerde ahlâkınızla, sözlerinizle islâmın vekarını, kıymetini gösterdiğiniz gibi, giyinmenizle de saygı ve ilgi toplayınız! Çeşidli, lezzetli yemeklerle ve tatlı, soğuk şerbetlerle bedeninizi, nefslerinizi râhat ve hoş tutunuz!” buyururdu.

Hazret-i Hâlid Bin Zeyd Eba Eyyub-ül Ensari hazretlerini görmek ister misin ?

 Seyyid Abdülhakîm Arvasi Hazretleri bir cuma namazını müteakip Hazret-i Hâlid Bin Zeyd Eba Eyyub-ül Ensari, yani Eyyub Sultan Hazretleri'nin kabr-i şerifini ziyaret etti. Müridlerinden Abdülkâdir Efendi de beraberlerinde idi. O gün Seyyid Abdülhakîm Efendi Hazretleri inbisat hâlinde idi. Abdülkadir Efendi'ye, "Hazreti Hâlid’i görmek ister misin?" buyurdu. Abdülkâdir Efendi "âh keşke," dedi. "Otur, dizini dizime değdir ve gözlerini yum" buyurdu. Abdülkâdir Efendi öyle yaptı. Bir de ne görsün? Resulullah'ın Mihmandarı Hazret-i Hâlid Eba Eyyub-ül Ensari kabrinden aslî hey'eti üzere çıktı. Güzel yüzlü, seyrek sakallı, uzunca boylu idi. Seyyid Abdülhakim Efendi ile konuşuyordu. Bu hal uzun sürdü. Seyyid Abdülhakîm Efendi: "Haydi, kalk gidelim" buyurduğu zaman müezzin ikindi ezanını okumakta idi.

YÛSUF ZİYÂ AKIŞIK BEY

Son devir âlimlerinden. Bosna, Foça’da 1886’da doğdu. Derici Ahmed Beyin oğludur. Dedesi Zülfikâr Paşa, Akkoyunlu soyundandır. İyi bir tahsil gördü. Yaşayışı, ilmi, edebi herkese örnek olacak şekildeydi. Gâyet vakarlı ve sabırlıydı. Son asrın zâhir ve bâtın ilimlerinde kâmil ve dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mâhir büyük âlim Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin sohbet ve hizmetinde bulunurdu. Çok sevilir ve beğenilirdi. Aldığı feyzlerin bereketiyle kemâl derecelere ulaştı. Halk içinde Hak’la berâberdi.

Yûsuf Ziyâ Bey yakınlarından birine şöyle anlatmıştı: “Rüyâda Abdülhakîm Efendinin elinin ayasını öpmüştüm. Ertesi günü, Eyüpsultan’daki evine giderek, rüyâmı anlatmak istedim. Her zaman olduğu gibi eline öpmek için eğildiğimde, mübârek elini, ayası yukarı doğru olarak uzattı ve “Akşam rüyânda öptüğün gibi öp!” dedi ve iltifât buyurdu.”

Son derece cömert olan Yûsuf Ziyâ Bey, hocaları Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin “Yâ Rabbî! Bu Ziyâ kuluna her türlü nîmetlerini ihsân eyle!” duâsına mazhar olmuştur.

Yûsuf Ziyâ Bey, Vefâ’daki Karamürsel Kumaş Fabrikasının uzun zaman müdürlüğünü yaptı. İdâreciliği, meslekteki bilgisi örnekti. Çalıştırdığı yüzlerce Müslüman fakirin sığınağıydı. Cömertliği ve merhâmeti herkes tarafından takdir edilirdi. İşçilerin her şeyiyle ilgilenir, onlara müşfik bir baba gibi davranırdı. Tekstil Sanâyiinde çalışmaları, gayretleri devlet adamlarınca da beğenilir, takdir edilirdi.

Kendisini ziyârete gelen temiz gençlerden biri ne kıyâmetle alâkalı bir suâline verdikleri cevapta; “Bir insanın ömrü boyunca söylediği her sözün, yaptığı her işin, her hareketin hesâbının yapıldığı o günde, ebedî azaptan kurtulabilenlere imrenilerek, büyük kahraman, diye bakılacaktır.” dedi.

Peygamber efendimizin torunları olan Seyyidleri çok sever, hürmet gösterirdi. Bunlardan biri de Seyyid Fehim’in (kuddise sirruh) torunlarından Seyyid Tâhâ idi. Seyyid Tâhâ, Van’dan her gelişinde, muhakkak Yûsuf Ziyâ Beyi ziyâret ederlerdi. Böyle ziyâretlerden birinde, berâberce son devrin hattatlarından Safi Beye gittiler. Hasta olan Safi Bey gelen misâfirlerden şöyle bir ricâda bulundu. “Seyyid Fehîm Efendinin kabrinde gül vardır. Ondan mektupla birkaç yaprak gönderin. Ziyâ Beye gözlerime, ağzıma kalbime koymalarını vasiyet edeceğim. İnşallah yetiştirirsiniz.” Aradan zaman geçti. Bir ziyâretlerinde açılmış gülü gören Seyyid Tâhâ ricâyı hemen hatırladı. Gül yapraklarını koparıp mektupla gönderdi. Ziyâ Bey mektubu aldığında açmadan telefondan Hattat Safi Beyin vefât haberini aldı. Mektubu açtığında Safi Beyin vasiyet ettiği gül yapraklarını gördü. Cenâzeye gidip arzularını yerine getirdi.

(Yegâne evladı Sîret Nefise hanım, tam bir Osmanlı hanımefendisi olup iffet ve asalet timsaliydi.. 1940 senesinde Hüseyin Hilmi Işık ile evlenmiştir. 28 Şubat 2009 tarihinde vefat etmiş ve Eyüpsultan’da zevcinin yanına defnedilmiştir.)

Yûsuf Ziyâ Akışık 1958’de İstanbul Fâtih’te vefât etti. Kabirleri Edirnekapı Kabristanındadır.

Fotoğraf: Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri, Necip Fazıl ve Yusuf Ziya Bey (sağ başta ayakta)

Kaynak: Yeni Rehber Ansiklopedisi, Cild-20, Sh.280

Allahü Teala rahmet eylesin, mekanı Cennet bahçesi derecesi âli olsun inşaallah. Amin...

Allah adamına peki diyenin kurtulmamak ihtimâli yokdur

Seyyid Abdülhakim Arvâsi hazretleri “kuddise sirruh” buyurmuşlar ki; Bir mü’min İslâmiyyetin tamâmını öğrense, tamamı ile amel etse, bunun kurtulmak ihtimâli vardır. Fekat bir Allah adamına peki diyenin, yapdığı kusûrlara rağmen, kurtulmamak ihtimâli yokdur.


Herşeyin kıymeti, zıddı ile anlaşılır. Gece olmasa gündüzün, hastalık olmasa sıhhatin kıymeti bilinmez. Kötüler olmasa, iyilerin kıymeti bilinmez.


Dünyâyı tanıyan ondan soğur, âhireti tanıyan ona ısınır. Hak teâlâyı tanıyan, O’nun rızâsını tercih eder.