HÜLÂSA VE LÂHIKA
[Özet ve Ek]
Resûlullah'ın (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) yolunda canını fedâ, mal ve menâlini bezl ile yardımcı olan bil-umum Eshâb-ı kirâmın (rıdvanullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) isimlerini ta'zîm ve hurmetle yâd etmek [saygıyla anmak] üzerimize vâcibdir. Ayrıca şanlarına yakışmayan ve yaraşmayan sözleri konuşmak ve dile almak, asla câiz değildir. Buna cür'et edenler sapıktır ve vebâldedir.
Peygamberi (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) sevenlere, Eshabını da sevmek vâcibdir. Zirâ Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Eshâbımı seven, beni sevdiği için sever, onları sevmeyip, onlara düşmanlık edenler, bana düşman olduğu için düşmanlık eder. Onları inciten, beni incitmiş olur, bu sûretle bana ezâ ve cefâ edip, hâtırımı kıran da, muhakkak Allahu teâlâyı incitmiş olur. Hiç şübhe yoktur ki, Hak teâlâyı inciten, onun azabına ve kahrına giriftâr olur [tutulur]" buyurdular.
Ve yine buyurdular: "Hak celle ve alâ Bir kuluna hayır murâd ederse dâimâ Eshâbımın sevgisini kalbine indirir ve can-ü gönülden Eshâbımı sever".
Hal böyle olunca, Resûlullahın eshabı arasında meydana gelen münazaa ve münâkaşaları başkanlık sevgisi ve nefislerinin hevâ ve heveslerine bağlayıp onlara dil uzatan ve böyle itikad edenin bu hali, o bedbahtın nifâk ve şakî olduğuna alâmettir.
Zirâ Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün eshabının nefisleri tertemiz olup, sohbet ile müşerref ve o sohbetin bereketleriyle nefsin istekleri, taassub [inad], başkanlık sevdası ve dünya makamları arzusu gibi şâibelerden münezzeh ve mutahhar [beri ve temiz], hırs, kin, garaz ve sâir nefsin rezîl ahlâkından müberra' olmuşlardır.
İz'an ve insâf lâzımdır ki, bir kimse bu ümmetin evliyâsından birinin sohbetine yetişip birkaç gün sohbetinde bulunarak, o sohbet sebebiyle ahlâk-ı hamîde ve faziletlerinden istifâze ve istifâde edenlere yedi iklimde beha [değer] biçilmezken, nasıl olur da Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân), Resûl-i ekreme (sallallahü aleyhi ve sellem) büyük muhabbetleri sebebi ile, onun uğrunda can, mal, mülk, evlâd, ezvâc, peder, vâlide [baba, ana] ve vatanlarını terk ve fedâ edip, uzun zaman sohbetlerinde bulunarak her bakımdan feyz ve ilme kavuşarak ahlâk-ı peygamberî ile ahlâklanıp, ahlâk-ı rezîleden temizlenmiş ve nefisleri tezkiyeye ve itminana kavuşmuş iken, kendi aralarında meydana gelen müşâ-cere ve münâkaşalara, bir takım maksadlı kimselerin, kendi nefislerine benzeterek söyledikleri ve yazdıkları gibi, çirkin ve yakışıksız ifâdeler kullanılsın, Hâşâ sümme hâşâ!
Peygamberin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) Eshabı hakkında böyle şeyler tasavvur etmek [hatırına getirmek] asla ve kat'a [kesinlikle] câiz değildir.
Bu kötü düşünceliler, bilmezler mi ki, Eshâb-ı kirâma buğz edenler, doğrudan doğruya Server-i Âlem'e (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) buğz ve adâvet [düşmanlık] etmiş oluyorlar. Ve onlara noksanlık isnâd etmek Fahr-i Âlem'e (sallallahü aleyhi ve sellem) noksanlık isnâd edilmiş olur.
Bunun içindir ki, din büyükleri: "Sahabeye ta'zîm ve tevkîr etmeyen [saygı göstermeyen] Resûlullah'a îman etmemiş olur" demişlerdir.
Cemel [deve] ve Sıffîn hâdiseleri, ta'n ve teşnî [dil uzatma ve ağzını bozma] sebebi değildir. Her iki tarafta bulunanların cümlesi mazûr ve belki mecûrdurlar [sevaba kavuşmuşlardır]. Zirâ hadîs-i şerîfde vârid olduğuna göre, ictihâdında hatâ eden müctehide bir ve isâbet edene iki sevab vardır.
Şübhe yoktur ki, o büyükler arasında vâkı' olan münâkaşa ve hadiseler dünyevî emel ve ihtiraslar sebebiyle olmayıp, sırf ictihâda binâen meydana gelmiştir. İmam Kurtubî'nin Tezkiresinin Muhtasarının yüzyirmi üçüncü sahîfesinde İmam Şa'rânî diyor ki:
Muâviye ve Alî'nin (radıyallahü anhüma) savaşları, ictihadlarının birbirine muhalif olmasından doğan dînî bir mes'ele idi. Dünyevî değildi ki, mezmûm [çirkin, ayıblı] olsun. Belki dinî olduğundan memdûh ve makbûl idi.
İmam Kurtubî ve Abdülvehhâb Şa'rânî ki -bu dînin büyüklerindendir- yine aynı sahîfede bildiriyorlar: Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz buyurmuşlardır ki: " Benden sonra Eshabım arasında fitne çıkacak, kıtal ve muhârebe olacaktır. Benimle olan sohbetlerinden dolayı Cenâb-ı Hak onları afv ve mağfiret eder. Onlardan sonra müslüman iki fırka arasında, bunların muharebeleri gibi, vâkı' olacak fitnede iki taraftan hiç kimse ma'zûr değildir". Zirâ onlarda sohbet yoktur. Ya'nî Sahabe değillerdir. Zirâ insan sevdiği ile haşr olur.
Eshâb-ı kirâmın hepsi esasen Server-i Âlem'i (sallallahü aleyhi ve sellem) severdi. Yine bu sahîfede yazılı olan bir hadîs-i şerîf gösteriyor ki, sahabenin aralarındaki muharebelerde öldüren de, ölen de Cennetliktir.
Sahabe-i kirâm efendilerimizin cümlesi büyük müctehidlerdir. Bir müctehid, her ne kadar, kendinden yüksek bir başka müctehidin, ictihâdına uymayan ictihadda bulunsa da, yine de kendi ictihâdı ile amel etmesi, üzerine farzdır. Bir başkasını taklîd etmesi ve ona uyması câiz değildir.
İmam-ı A'zamın şâkirdleri [talebesi] olan İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed ve kezâ İmam Şâfi'nin tilmizinden olan Ebû Sevr ve Müznî'nin, üstâdlarının reyine muhâlif ne kadar [çok] ictihâdları vardır.
Onların haram dediğine halâl ve halâl dediğine haram demişlerdir. Ve bunlara, günah işlediler ve hata ettiler denilmez ve diyen de yoktur. Zirâ ihtilâfları ictihâdla alâkalıdır ve kendileri müctehiddir. Netice-i kelâm:
İmam Ali'nin (radıyallahü anh) Mu'âviye ve Amr İbni As'dan (radıyallahü anhümâ) efdal [daha üstün] ve a'lem [daha bilgili] olup, onlardan üstün olduğunu gösteren daha birçok fazîlet ve kemaller ile mütehalli [süslenmiş, bezenmiş] bulunması ve ictihaddaki isâbet ve kudret derecesi, düşünce ve tefekküründeki metanet ve sağlamlığı hususuna müncer olur ki, buna da biz, evet, doğrudur, deriz. Lâkin onlar da sahabe idi ve bu yüzden hepsi müctehid idiler. İmam Ali'nin (radıyallahü anh) doğru görüşünü ve hakka isâbet eden ictihâdını taklîd eylemeleri câiz değildi. Belki kendi rey ve ictihadlarının muktezâsıyla [gereği ile] amel etmeleri lâzım ve vâcib idi.
Burada hatıra bir düşünce gelebilir: Cemel ve Sıffîn vak'alarında İmam Alî (kerremallahü vecheh) ile beraber Muhacir ve Ensâr'dan pek çok Sahabe-i kirâm da var idi ki, bunlar da Hazreti Ali'nin (radıyallahü anh) re'yi hilâfına ictihâd etmeyip, ona mutî ve münkad olup, müctehid oldukları halde imama ittiba'ı [hazreti Ali'ye uyumayı] vacîb bildiler. Bu da gösteriyor ki, muhaliflerin ittiba' etmemeleri, her ne kadar ictihâd sebebi ile olsa da, yine İmam Ali'ye (radıyallahü anh) uymaları vâcib idi.
Cevâb olarak deriz ki, İmam Alîye (kerremallahü vecheh) muvâfakat edip ittiba' edenler, taklîdle muvâfakat etmeyip, ictihâdlarının, uyuşmasından dolayı imama tâbi' olmuşlardır. Çünkü onların ictihadları İmam Ali'ye (radıyallahü anh) ittibaı vâcib göstermiş olduğundan, bu ictihadları da imamın ictihadına uygun olmuştur. Bunun içindir ki, Eshâb-ı kirâmın büyükleri ictihadları icâbı, hakkı tahsîl maksadıyla [doğruyu bulmak için] niza' ve cidaller [münâkaşalar ve muhârebeler] yaparak bunca kan döktüler.
Hasıl-ı kelâm o vakit Eshâb-ı kirâm efendilerimiz üç bölük oldular. Bir kısmı hakkı, İmam Ali (radıyallahü anh) tarafında görüp ona ittibâ'ı vâcib bildiler. Bir kısmı da Muâviye (radıyallahü anh) tarafını haklı görüp ona muvafakat edip İmam Ali'ye (radıyallahü anh) muhalefette bulundular. Üçüncü kısım her iki tarafın reyine itibâr göstermeyip, tarafsız kalmışlar, sükûnet ve selâmeti tercih etmişlerdir.
Bu üç bölüğünde hareketleri isabet ve hak olup, ma'fû ve mecrûrlardır. [Afv edilmiş ve sevaba kavuşmuştur].
Burada bir sual hatıra gelebilir: Bu takrîr ve beyandan anlaşıldığına göre, İmam Ali (radıyallahü anh) ile harb edenlerin hareketleri hak ise, bu meşhûr olana aykırıdır. Zirâ hak İmam Ali'nin (kerremallahü vecheh) tarafında olup, berikiler ma'fû ve belki de me'cûr olmakla beraber muhtîdirler [hatalıdırlar]. İslâm kitablarının çoğunda da böyle değil midir?
Cevab olarak deriz ki, İmam Şâfiî ve Ömer İbni Abdülazîz gibi din büyükleri Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâbından hiç birine hatalı demeği câiz görmediler. Yine büyükler buyurmuşlardır: " Büyüklere hatâ nisbet etmek hatadır". Ve haklarında red veya kabûl, haklı veya haksız gibi sözlerle dilini uzatarak ağzını açmak büyük küstahlıktır.
Cenâb-ı Hakkın bizlere fermanı şu yoldadır ki, onların kanlarını hedere ve akıtmağa ellerimizi bulaştırmak nasıl ki en şeni' [alçakça işlenmiş] bir cinâyet ise, Eshâb-ı kirâma haklı-haksız isnadlarla dillerimizi bulaştırmak da asla ve kat'a câiz değildir. En doğru yolda işte budur. Delilleri tedkîk ve iyice anlayan, vak'aları inceden inceye araştırdıktan sonra, hakîkatte hak İmam Alî (kerremallahü vecheh) iledir ve muhalifleri hatâdadır, demeleri ve hükm etmeleri şu şekilde takyîd olunur ki, eğer İmam Ali'nin (radıyallahü anh) muhalifleri ahval ve vaziyeti enine boyuna ve derinlemesine mulâhaza edip düşünseler, meseleyi esaslı münâzaralarla müzâkere [etüt] etmiş olsalardı, itikadlarıından dönmeleri mümkündü. Nitekim Cemel vak'asında, Zübeyr (radıyallahü anh) sonraları, esas mes'eleyi dikkatle teftîş ve tefehhus eyleyip [iyice inceleyip araştırınca] işin hakîkatini etraflıca mülahaza eyledi ve müşâcere ve münâzaadan pişman oldu, vaz geçti. İşte hakîkat itikad ve hüküm budur. Yoksa İmam Alî (radıyallahü anh) ve beraberinde bulunanlar hak üzere ve muhâribleri olan Âişe-i Sıddîka (radıyallahü anhâ) ve ona uyanlar batıl işle meşgul oldular demek ve onlara hatâ isnâd etmek asla câiz olamaz.
Hulâsa-i kelâm bu mes'ele şerîatte fer'-i [itikadla alâkalı olmayan] fıkhî bir mes'eledir ve ictihadlardaki ihtilâflardan ibârettir.
Her ne kadar bu zamanda kalbleri bâtınî [iç] hastalıkları ile hasta bir çok kimse, Muâviye ve Amr bin Âs (radıyallahü anhümâ) haklarında uzun dillilik ederek hürmetsizlikte bulunsalar da, meselenin hakîkati, yukarıda açıkladığımız ve anlattığımızdan öte bir şey değildir.
Bu şekilde olan kimseler anlamaz ve düşünmezler mi ki, Sahabe-i kirâmdan birini incitmek ve kusur isnâdıyla haklarında lâyık olmayan sözler söylemek, bizzât Server-i Âlem'e (sallallahü aleyhi ve sellem) ezâ ve kusur isnâd etmektir. Allahu teâla bizi böylelerinin şerlerinden korusun.
Şifâ-ı Şerîf'de Mâlik bin Enes'den naklen buyuruluyor ki: Muâviye ve Amr İbni Âs'a (radıyallahü anhümâ) kâfir veya dalâlet ehli diyen, yahud söven veya teşni' [ağır sözlerle] dil uzatan kimse, ne demişse, o odur ve söyledikleri aynen kendisine döner. Bu habis [çirkin] sözler insanların yanında söylenirse, söyleyeni şiddetle cezâlandırmak lâzımdır.
Allahu teâlâdan din, dünyâ ve âhırette afiyet ister ve Ondan kerîm olan Peygamberinin hurmetine, haklarında: "Onları seven mümin ve müttaki, onları sevmeyen münâfık ve şakîdir [kâfir veya facirdir]" buyurulan Eshâbının muhabbetini kalbimize doldurmasını dileriz. Âmin.
(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh")
[Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı, 2.cild, sf: 552-...-557]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder