*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Ben 1932 de *Eczâcı subayı* çıkdım. *Yıldız* ları takdım, *Sırmalı* elbise giydim ve doğruca *Efendi* hazretlerine gitdim. Yanına oturdum. Hiç sesini çıkarmadı Mübârek.
Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine hizmet eden *Şâkir Efendi* vardı sâdece. Şâkir Efendi kimdir, biliyor musunuz? Anlatayım. Efendi hazretleri *Van* dan İstanbul’a *Hicret* ederken çok *Sıkıntı* çekmişler.
1919 da, birinci *Cihân* harbinin sonlarında, *Ermeni* ler çok müslümânları kesmişler. *Rus* lardan aldıkları *Silâh* larla müslümân köylerini basmışlar.
İşte o zaman Efendi hazretleri, *Yüzelli* kişilik kafilesini alarak *Hicret* için yola çıkıyor.
Evvelâ *Irak*’a, sonra *Musul*’a, Musul’dan *Adana* ya. Adana’dan *Eskişehir*’e. Eskişehir’den de *İstanbul*’a geliyor Mübârek.
İstanbul’a gelene kadar *Otuz* kişi kalmışlar, *Yüzyirmi* kişi yolda *vefat* etmiş. *Yaya* olarak, aç susuz, *Para* yok.
Ne *Sıkıntı* lar çekmişler. Efendi hazretleri İstanbul’a gelirken *Eskişehir* de kalmış. Bizim Abdülhakîm *Asker* deyken, ben *Eskişehir*’e gitdim.
Orada bir *Câmi* ye girdim. *Kurşunlu* câmiine. Yaşlı birine sordum. *Abdülhakîm Efendi hazretleri bu câmiye de geldi mi?* dedim.
O da; Evet, bu *Câmi* de kaldı. İşte şu *Oda* larda kalıyorlardı. Hattâ, oğlu *Enver* vardı. Burada vefât etdi. Cenâzeyi kaldıracak *Para* ları da *Yok* du.
Sabahleyin *Cemâat* gelsin de, *Cenâze* yi kaldırsın diye sabaha kadar *Oğlu* nun başında bekledi. Çok *Sıkıntı* lar çekdi. Hiçbir baba, Onun yapdığını yapamaz, dedi.
Ermeniler çok müslümân kesmişler o devirde. Efendi hazretlerinin oğlu *Mekkî Efendi* şöyle anlatırdı:
Van’dan *Hicret* ederken, gencecik *Kadın* lar, kucaklarında *Bebek* leri, hızlı ve hiç durmadan yürürlerdi. Durmak, dinlenmek yok. Çünkü arkadan *Ermeni* ler kovalıyor.
Bir müddet sonra o kadınlar, *Çocuk* larını taşıyamaz hâle gelince, *Yavru* larını bir *Ağaç* altına bırakıp, *Yola* devâm ederlermiş.
Çoğu kadınların *Elin* de, *Kucağı* nda ve *Karnı* nda yedi sekiz tâne *Çocuk* ları var. Üstelik *Eşyâ* ları da var. Yorulunca, eşyâları *Tek tek* atıyorlarmış.
Çocukları da *Taşıyamaz* duruma gelince, arkadan gelen daha *Güçlü* birileri alsın diye, mecbûren bir *Ağacın* altına bırakırlarmış. Ne yapsınlar? Bırakmasalar, zâten *Kendi* leri de, *Çocuk* ları da *Ölecek*.
Çünkü *Düşman* peşlerinde. İşte hep böyle *Ağaç* ların altında yatan, *Kundak* da veyâ bir iki yaşlarında *Bebek* ler ve *Çocuk* lar görürdük, diye anlatırdı Mekkî Efendi.
● ● ●
Ben Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin yanında, yeni *Sırmalı* subay elbiselerimle otururken, *Şâkir Efendi* kapıyı açıp içeriye girdi.
Beni öyle görünce; *Ooo, Hilmi âbi sen subay mı oldun? Amân da subay elbisesi ne kadar yakışmış sana!* dedi.
Sonra döndü Efendi hazretlerine; *Efendim baksanıza Hilmi âbiye, sırmalı yıldızları takmış, ne güzel de yakışmış değil mi efendim?* dedi. Efendi hiç cevap vermedi.
O tekrar; *Efendim bir kerre baksanıza Hilmi âbiye, ne olmuş?* dedi. Bu sefer Efendi ona döndü;
*Sen Hilmi’nin yıldızlarını yeni mi görüyorsun? Hilmi yıldızlarını üç sene evvel takdı!* dedi.
Hakîkaten, ben Efendi hazretlerini, *Üç sene* evvel, onsekiz yaşımda iken *Görmüş* düm. Amân ne hoşuma gitdi.
Demek ki, Efendi hazretlerini görmek; *Hakîkî Yıldızı* takmakmış. Yâni, *Kabûl* edilmekmiş. Bu, benim için en büyük bir *Müjde* oldu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder