KÂDI MUHAMMED ZÂHİD HAZRETLERİ

Evliyânın büyüklerinden, insanları Hakka da’vet eden, doğru yolu göstererek saadete kavuşturan ve “Silsile-i âliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin ondokuzuncusudur. Semerkandlı olup, doğum târihi bilinmemektedir. 936 (m. 1529) senesinde Semerkand’a bağlı Hisâr’ın Vahş köyünde vefât etti. Kabr-i şerîfi oradadır.

Kâdı Muhammed Zâhid Semerkandî, silsile-i âliyye büyüklerinden olan Ya’kûb-ı Çerhî hazretlerinin kızının oğlu olup, torunudur. Hocası, her ilimde söz sahibi Ubeydüllah-i Ahrâr’dır. Bu hocasının sohbetine kavuşmadan önce, çok gayretler sarfedip, nefs mücâhedesi yaptı. Nefsini ıslâh etmek için uğraştı. Bu hâli yıllarca sürdü. Daha sonra Ubeydüllah-i Ahrâr’a 883 (m. 1429) senesinde talebe oldu. Oniki sene sohbetinde ve hizmetinde bulundu. Ondan feyz alarak kemâle erdi. Vefâtından sonra da yerine irşâd makamına geçip, insanlara feyz vermek üzere halîfesi oldu.

Kâdı Muhammed Zâhid, “Silsilet-ül-ârifîn” adlı eserinde, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine talebe olmasını şöyle anlatmıştır: “Hocama talebe oluşum şöyle vukû’ bulmuştu: Şeyh Ni’metullah adında bir ilim talebesi ile Semerkand’dan Hirat’a ilim öğrenmek için yola çıkmıştık. Şâdmân köyüne varınca, havanın çok sıcak olması sebebiyle, günlerce o köyde kaldık. Biz burada iken, Ubeydüllah-i Ahrâr bu köye teşrîf etti. Bir ikindi vakti ziyâretine gittik. Bana; “Sen neredensin?” dedi. “Semerkand’danım” dedim. Sonra sohbete başladı. Çok güzel konuşuyordu. Konuşması sırasında benim kalbimden ve hatırımdan geçen şeyleri bir bir saydı. Hirat’a gitmek için yola çıkmamın sebebini de söyledi. Bunun üzerine kalbim ona tamamen tutuldu. Sonra bana dedi ki: “Eğer maksadın ilim öğrenmekse, o iş burada kolaydır.” iyice anladım ve kanâat getirdim ki, benim hatırımdan geçen şeyleri biliyordu. Buna rağmen kalbimden Hirat’a gitme arzusu çıkmadı. Bu düşüncemi de keşfedip anladı. Sonra kalkıp bana doğru yaklaştı ve; “Hirat’a gitmekten maksadın nedir? Söyle bana, ilim mi öğrenmek, yoksa tasavvufda mı yetişmek istiyorsun?” dedi. Heybetinden dehşete kapıldım ve sustum. Yanımdaki yol arkadaşım cevap verip; “Onun asıl maksadı Hirat’a gidip tasavvuf yoluna girmektir, ilim öğrenmeye gidiyorum demesi, bu maksadını gizlemek içindir” dedi. O da tebessüm etti. Bunun üzerine; “Eğer böyle ise, çok iyi ve güzeldir” dedi. Sonra beni alıp, bahçesine doğru götürdü, insanların gözünden kayboluncaya kadar yürüdük. Sonra durdu, elimi tuttu. Elimi tutar tutmaz, ben kendimden geçmeye başladım. Ben kendimi kaybedinceye ve kendimden geçinceye kadar tuttu. Ayıldığım zaman bana dedi ki: “Herhalde sen benim yazımı okuyabilirsin.” Sonra cebinden bir kâğıt çıkarıp okuduktan sonra katladı ve bana verdi. “Bunu muhafaza et. Bunda ibâdetin hakîkati, itaat, huşû’ ve Allahü teâlânın azameti karşısında insanın acizliği yazılıdır. Bu saadet, Allahü teâlânın muhabbetiyle ve O’nun Resûlü Seyyid-ül-evvelîn vel-âhırîne ( aleyhisselâm ) tâbi olmakla ele geçer. Bunun için, din ilimlerine vâris olan âlimlerin sohbetinde bulun. Onlardan fâideli ilim öğren. Tâ ki Resûlullaha ( aleyhisselâm ) tâbi olmak sûretiyle ma’rifet-i ilâhiyyeye kavuşasın. Ulemâ-i sû’dan (kötü din adamlarından) uzak dur. Çünkü onlar, dîni dünyâ malı toplamak için ve makama, mevkîye kavuşmak için âlet ederler. Helâl, haram ayırmadan bulduğunu yiyen ve dîne uygun olmayan işler yapan sapık tarikatçılardan uzak dur. Yine Ehl-i sünnet i’tikâdına uymayan sapık kimselerden de uzak dur!” Sonra Fâtiha-i şerîfe okudu ve bana Hirat’a gitmem için izin verdi. Bundan sonra emri üzerine yola çıktım. Mevlânâ Sa’düddîn Kaşgârî’ye götürmem için bir mektûp verdi. Mektûba, bana yardımcı olup, korumasını yazmıştı. Bunu görünce, kalbimi tamamen bir muhabbet, ihlâs sardı. Fakat Hirat’a gitme azmim kırılmadı, vazgeçmedim. Mektûbu alıp yola çıktım. Yolda ilerledikçe, bindiğim hayvan yavaşladı, gücü kalmadı. Yol almaktan âciz kaldım.

Buhârâ’ya altı fersah (36 km. kadar) mesafe kalmıştı ki, yolun bu kısmında şiddetli bir göz ağrısına tutuldum. Günlerce orada kaldım, iyileşince yola çıktım. Bu sefer humma hastalığına tutuldum. O zaman anladım ki, eğer yola devam edersem helak olacağım! Gitmekten vazgeçip, Ubeydüllah-i Ahrâr’ın yanına dönüp, onun sohbetinde ve hizmetinde bulunmaya karar verdim ve geri döndüm. Taşkend’e vardığım zaman, kitaplarımı, eşyamı ve binek hayvanımı bir arkadaşıma emânet olarak bıraktım. Bu sırada Ubeydüllah-i Ahrâr’ın talebelerinden biriyle karşılaştım. Ona; “Gel, beraberce Ubeydüllah-i Ahrâr’ı ziyârete gidelim” dedim. Bana; “Binek hayvanın ve kitapların nerede?” dedi. “Bir arkadaşıma emânet olarak bıraktım” dedim. “Git onları benim eve getirip, bırak. Sonra beraberce ziyârete gideriz” dedi. Ben onları almak üzere giderken, bir de baktım ki, birisi bana; “Hayvanın ve eşyâların kayboldu!” dedi. Hayret ettim, oturup düşünmeye başladım ve kalbimden; “Herhalde gelir gelmez ilk önce ziyâretine gitmediğim için Ubeydüllah-i Ahrâr bana kırıldı. Bu sebeple bineğim ve eşyâlarım kayboldu” düşüncesi geçti. Herşeyden önce onu ziyârete gitmeye karar verdim. Tam bu sırada birisi gelip; “Binek hayvanın ve eşyaların bulundu” dedi. Emânet bıraktığım kimsenin yanına gittim. Bana dedi ki: “Ey Muhammed! Senin binek hayvanını emânet aldığımda, onu bir yere bağladım. Biraz sonra gözden kayboldu. Aramaya başladım, bulamadım. Üzgün üzgün geri döndüm. Dönerken bir de gördüm ki, senin binek hayvanın sokak ortasında, insanlar arasında üzerindeki eşya ile beraber aynen duruyordu. Hayret ettim, bu kadar kalabalık arasında ona kimse dokunmamıştı.” Sonra binek hayvanımı ve eşyâlarımı alıp Semerkand’a Ubeydüllah-i Ahrâr’ın yanına gittim. Huzûruna varınca, bana bakıp tebessüm ederek; “Hoş geldin” dedi. Bundan sonra sohbetine ve hizmetine devam edip, yanından ayrılmadım.”

Kâdı Muhammed Zâhid hazretleri, asrının âlimlerinin en büyüklerinden olup, tasavvuf ilminde ve hâllerinde mütehassıs ve ilâhî sırların gizliliklerine vâkıf idi. Kendinden sonra, kız kardeşinin oğlu Derviş Muhammed, yetiştirdiği velîler arasında en büyüğüdür.

Muhammed Zâhid’in (kuddise sirruh) “Mesmûât-ı Mevlânâ Kâdı Muhammed Zâhid” ve “Silsilet-ül-ârifîn” adlı eserleri meşhûrdur. “Mesmûât” adlı eserinde, hocası Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri’nin sohbetlerinde dinlediklerini toplamıştır. Fârisî lisânda yazdığı bu eseri 155 varak olup, Süleymâniye Kütüphânesi’nde vardır. Bu eserinden ba’zı bölümler:

“İnsanın yaratılmasından maksad, kulluk yapmasıdır. Kulluğun aslı ve özü ise, her halükârda Allahü teâlâyı unutmamak, gâfil olmamak, tazarru (yalvarma) ve huşû’ (korku) içinde bulunmaktır.”

“İbâdet ile ubudiyet (kulluk) arasındaki fark; ibâdet, dinin emrettiği vazîfeleri yapmak; ubudiyet ise, kalbin gafletten uzak ve dâima Rabbini ta’zim eder hâlde olmasıdır.”

“Temkin makamına kavuşmak için, zarûretsiz söz söylememek lâzımdır. Çok gülmek ve çok konuşmak kalbi öldürür. Temkin makamı, huzûr ve agâh! (gafletten uzak) olmaktan ibârettir ki, bu hâl, gözdeki görme, kulaktaki işitme vasfı gibi hiç kaybolmamalıdır. Kendisini Allahü teâlânın her ân gördüğünü bilmelidir. Böyle bir hâle gelen kimsenin konuşması gerekir. Bu hâle kavuştuktan sonra, (insanları irşâd için) konuşmaması gaflettir. Gaflet ise, kalbin ölmesi demektir. Kalbin gafletten uzak olması, huzûr ve agâh! olmasıyladır. Bu nisbetin sahibi çok çalışmalı, ihtimâm göstermeli ve bu nisbet zamanını iyi muhafaza etmelidir.”

Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri buyurdu ki: “Emr-i ma’rûfu ve nehyi münkeri öyle yapmalı ki, ondan netice alınsın. Bunu yaparken, insanların anlıyacağı şekilde yapmak lâzımdır. Hadîs-i şerîfte; “İnsanlara, akılları derecesinde konuş” buyuruldu.” Bir defasında Moğol Hanlarından biri Ubeydüllah-i Ahrâr’ın huzûruna gelmişti. Müslüman olmayan bu Hân, domuz eti yerdi. Ona domuz eti yemek İslâmiyette haramdır dese, yemekten vazgeçmeyecekti. Ona dedi ki; “Domuz etini yemek birçok haysiyyeti kaybettirir. Çünkü hayvanlardan sâdece domuz, dişisini kıskanmaz. Onun etini yemek, insanda gayret ve hamiyyeti yok eder” dedi ve gayretin üstünlüğünü anlattı. O Hân bunu çok ma’kûl bulup, kendisi yemekten vazgeçtiği gibi, askerlerinin de domuz eti yemelerini yasakladı.”

“Gençlik zamanı fırsat ve ganîmettir. Bu kıymetli zamanı ve nefesleri saadet vesilesi yapmayana yazıklar olsun. Se’âdet arayan kimse, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) ahlâkı ile ahlâklanmalıdır. Hilm (yumuşaklık), kerem, cömertlik, tevâzu, Îsâr ve diğer ahlâk-ı hamide olan şeylerle ahlâklanmalıdır. Husûsen kalbde Allahtan başka hiçbir şeye bağlılık kalmamasına (mâsivânın terkine) çok çalışmak lâzımdır. Büyükler, “Kalbi mâsivâdan korumak lâzımdır” buyurdular. Bunun için de “Kalb bir ayna gibidir. Karşısına gelen herşeyi gösterir. Kalbden mâsivâ silinip atıldığı zaman, kalbde Allah sevgisinden başka hiçbir şey kalmaz” buyurmuşlardır.”

“Nefsinin isteklerinden, hevâsından uzak dur. Başkasının (nefsinin) emri altına girme ki, Allahü teâlânın rızâsına kavuşasın.”

“Akıllı kimse, bir işi bir haftada veya bir ayda bitiren, dünyâya âit fâideleri kısa zamanda elde eden kimse değildir. Akıllı o kimse ki, bütün çalışmasını ve gayretini dinin emirlerine uymaya sarfeden, işlerini âhırette fâide verecek şekilde yapandır. Bundan daha akıllı kimse ise, bütün gayretini sarfederek, Allahü teâlâdan başka herşeyden yüz çeviren, onları kalbinden çıkarandır. Böyle yapan kimse, Allahü teâlânın rızâsına kavuşur.”

“Himmet, bütün düşünceyi bir iş üzerinde toplamaktır. Büyükler buyurdular ki: “Bir işin hâsıl olması veya bir belânın kalkması için tamamen Allahü teâlâya yönelip istenirse, maksada kavuşulur.” Meselâ hasta olan veya hastası olan kimse; “Yâ Şâfî” diyerek Allahü teâlâya yalvarır, himmetini şifâ hâsıl olması için sarfederse, şifâ bulur. Fakir düşüp çaresiz kalınca, Allahü teâlânın isimlerinden olan “Ganî” ismini, “Yâ Ganî” diyerek söyleyip yalvarırsa, fakirlikten kurtulur. Allahü teâlânın isimlerini söyleyerek O’na yönelmek, kurtuluşa erdirir. Himmetin te’sîri çok büyüktür. Eğer bir kimse yükselmek ve hakîkî saadete kavuşmak için himmet sarfetse, buna kavuşur. Fakat himmetini dünyâ lezzetleri için sarfederse, yolunu şaşırır. Büyükler buyurmuşlardır ki: “Kur’ân-ı kerîme ve himmete karşı durmak mümkün değildir, durulamaz!”

Eğer bir kâfir bile düşüncesini, himmetini bir işin hâsıl olması için toplayıp devamlı o işin hâsıl olmasını istese, taleb ettiği şeye gösterdiği himmet sebebiyle kavuşur. Himmeti, te’sîrini gösterir.

Peygamberler (aleyhimüsselâm), bütün varlıkları ile Allahü teâlâya yönelerek himmetlerini sarfedip, savaşlarda düşmanlarını perişan etmişlerdir, İbrâhim aleyhisselâmın ateşe atılırken gösterdiği tam himmet üzerine, Allahü teâlâ ateşe; “Ey ateş, İbrâhim’e serin ve selâmet ol!” (Enbiyâ-69) buyurdu ve ateş onu yakmadı.”

“Dervişlik, yalnız bir yere çekilip oturmak, gökte uçmak, dağda ve mağarada bulunmak değildir. Dervişlik; gönlü, mâsivâdan, ya’nî Allahü teâlâdan başka herşeyden çevirmektir.”

“Dünyâya düşkün olmayanlarla, âhıret adamlarıyla oturmak, beraber bulunmak, çok te’sîrli ve fâidelidir. Önce te’sîri anlaşılmasa bile, doğan bir çocuğun hergün yavaş yavaş büyüdüğü gibi, insan yavaş yavaş dünyâya düşkün olmaktan kurtulur.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder