AHÎRET ŞEHİTLERİ YIKANIR VE KEFENLENİRLER

Boğularak, yanarak, garîb, kimsesiz olarak, dıvâr ve enkâz altında kalarak ölenler ve ishâlden, tâ’ûndan [sârî hastalıklardan], 

lohusalıkda, 

sar’a hastalığında, 

Cum’a gecesinde ve gününde, 

din bilgilerini öğrenmekde, öğretmekde ve yaymakda iken ölenler 

ve âşık olup, aşkını, iffetini, nâmûsunu saklarken ölenler, 

zulm ile habs olunup ölenler, 

Allah rızâsı için müezzinlik yaparken, 

islâmiyyete uygun ticâret yaparken, 

çoluk çocuğuna din bilgisi öğretirken ve ibâdet yapmaları için çalışırken vefât edenler, 

hergün yirmibeş kerre (Allahümme bârik lî filmevt ve fî-mâ ba’d-el-mevt) okuyanlar, 

Duhâ ya’nî kuşluk nemâzı kılanlar, 

her ay üç gün oruc tutanlar, 

yolculukda da vitr nemâzını terk etmiyenler, 

ölüm hastalığında, kırk kerre (Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü min-ez-zâlimîn) okuyanlar, 

her gece Yasîn okuyanlar, 

abdestli olarak yatanlar, 

devâmlı olarak mudârâ edenler [ya’nî dîni korumak için dünyâlık verenler], 

gıdâ maddeleri getirip ucuza satanlar, 

soğukda gusl abdesti alınca hastalanıp ölenler, 

her sabâh veyâ akşam devâmlı olarak üç kerre (E’ûzü billâhissemî’il’alîmi mineş-şeytânirracîm) ile (Haşr) sûresinin sonunu [Hüvallahüllezî..yi] okuyanlar (Âhıret şehîdi) olurlar. 


[Tâm şehîd yıkanmaz. Kefene sarılmaz. Kefen mikdârından fazla olan elbisesi soyulup, çamaşırı ile defn olunur. Cenâze nemâzı, Hanefîde kılınır. Şâfi’î mezhebinde kılınmaz. Âhıretde de şehîd sevâbına kavuşurlar. 

ÂHİRET ŞEHÎDLERİ İSE YIKANIR VE KEFENLENİRLER]

[Bu yazının temamı Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye kitabının 998. Sahifesindedir.]

Nefsimi müdâfaa edecek değilim

Zamânın hükümdârı bir gün Zünnûn-i Mısrî hazretlerini, hakkındaki ithamların aslını öğrenmek için huzûruna çağırttı.


Hükümdârın yanına götürülürken yolda bir ihtiyarla karşılaştı. İhtiyar, Zünnûn-i Mısrî hazretlerine bakarak; "Şimdi seni hükümdârın yanına çıkartacaklar. Sakın ondan korkma, onu üstün görme, asıl korkulacak Allahü teâlâdır. Kendini haklı göstermeye çalışma. Yapılan ithamlar dışında isen, sana haksızlık yapılmışsa Allahü teâlâya sığın, seni kurtarır." dedi.


Hükümdârın karşısına çıkarılınca, hükümdar; "Senin için zındıktır, doğru yoldan ayrıldı, kâfirdir, diyorlar. Bu ithamlara karşı ne dersin?" diye sordu.


Zünnûn-i Mısrî hazretleri; "Ne söyleyeyim. Hayır, değilim desem, bana bu isnâdı yapmış olan müslümanları itham etmiş, onların yalancı olduklarını söylemiş olurum. Evet, öyledir desem, yalan söylemiş olurum. Bu bakımdan siz reyinize mürâcaat ediniz ve hükmünüzü buna göre veriniz. Ben nefsimden yana olup, onu müdâfaa edecek değilim." dedi.


Bunun üzerine, hükümdâr biraz düşünüp; "Bu kimse yapılan iftirâlardan uzaktır." diyerek onu serbest bıraktı.

DÜNYÂ NEDİR?

Hasan-ı Basrî' hazretlerinin Ömer bin Abdülazîz'e yazdığı bir mektûb şöyledir:


“Şüphesiz ki dünyâ, geçip gidilecek bir konaktır. Ebedî kalacak yer değildir. Dünyâda zenginlik ona dalmamaktır. Üzerinde yaşayanlar her an birer birer ölmektedir. Onu üstün tutan zillete, toplayan fakîrliğe düşer. Dünyâ zehir gibidir. Onu bilmeyen yer, o da onu helak eder (öldürür). Dünyâda, yaralı olup da yarasını tedâvi ile uğraşan kimse gibi ol. Yaralı kimse yarasının azmasından korkarak perhiz yapar, daha şiddetli acıya düşmemek için çekdiği acıya sabreder. Tuzakları süsler altında gizlenmiş olan şu gaflet dünyâsından sakın. Ona dalma! Bitmeyen arzularla gönüller çeken sözlerle süslenmiş, nicelerini aldatıp, kendine meftun etmiştir. Süslenmiş gelin gibidir. Gözler ona bakmakta, kalbler ona hayran, nefisler ona âşık, o ise âşıklarını helak ediyor. Yaşayanlar ölenlerden, sonrakiler öncekilerden ibret almıyor. Ârif olanlar bile bu husûsta dalgındır. Ona düşkün olan, ondan dünyalık elde eder. Fakat aşırı giden aldanır, âhırete gideceğini, dönüşünü unutur. Kalbi dünyâya dalar ve ayağı kayar. Sonra da büyük bir pişmanlığa ve derin bir hasrete düşer.”

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ, kullarına ve bütün dünyaya, *Dîni* ni öğretmek için, bizi *Vâsıta*kılmış. Hepimizi yâni. 


Kimimiz *Paket* yaparız, kimimiz *Yazarız*, kimimiz *Satarız*, kimimiz postâneye götürürüz. Hepimiz *Hizmet* ediyoruz. 


Bu, ne büyük *Ni’met* dir efendim. Eshâb-ı kirâmın *Vazîfe* si bu. Eshâb-ı kirâm niçin çok *Yüksek* dir, niçin çok *Şerefli* dir? Çünkü hepsi de, islâmiyet yolunda çalışdılar. 


*İslâmı* yaymak için uğraşdılar. Canlarını *Fedâ* et-diler. Taa Mekke’den, Medîne’den kalkdılar. İstanbul’a geldiler. 


Meselâ *Hazret-i Hâlid*, yâni *Eyüp Sultân* hazretleri. Hepsi de, dîn-i islâm uğrunda canlarını *Fedâ* etdiler. Niçin? Allahın dînini *Yaymak* için. 


Biz de öyle çalışıyoruz Elhamdülillâh. Allahü teâlânın dînini *Yaymak* için uğraşıyoruz kardeşim. Allah da bize *Yardım* ediyor. 

● ● ● 

Birgün Süleymâniye câmiine namâza gitdim, hocalar toplanmışlar, *Müzik* çalışıyorlardı. Çıkarken, yaşlı bir kadıncağız geldi. *Mevlîd* okutacakmış. 


Kapıda bir çocuk vardı, ona hocayı sordu. O da; *Biraz bekle, ders yapıyorlar*, dedi. 


Ben dedim ki; *Anneciğim*, bunlar Beyoğlu ndan öğretmen getirmişler, *Müzik* çalışıyorlar, bunlara *Mevlîd* okutulmaz. Sizin mahallenizde tanıdık *Hâfız* yok mu? 


Kadıncağız *Var* dedi, çok memnun oldu. Allah râzı olsun deyip gitdi. 

● ● ● 

Hadîs-i şerîf var kardeşim. *Cömerd* in ikrâmını alın, yiyin, *Şifâ* olur. *Hasîs in verdiğini almayın, yemeyin, *Zehir* olur. *Cömert* lik, güzel bir *Huy*. 


Mekkî Efendi de anlatırdı. Derdi ki: *Cömertlik*, Cennetde olan bir *Ağaç* dır. Bu ağacın kökü *Cennet* de, dalları ise dünyâdadır. 


Bu dallar, *Cömert leri kendilerine yapıştırır ve *Cennete* çekerler. Onlar istese de, istemese de, o dallara *Yapışır* lar. *Cimrilik* de bir *Ağaç* dır.


Onun da kökü *Cehennem* de, dalları dünyâdadır. Bu dallar da, *Cimri* leri kendine yapıştırır ve *Cehenneme* çeker, yine mıknatıs gibi. *Mekkî âbi* böyle anlatırdı efendim.

Mâlik bin Dînâr'a ders veren çocuk!

Mâlik bin Dînâr hazretleri, evliyânın büyüklerindendir. Künyesi Ebû Yahyâ, lakabı Zeynüddîn’dir. Benî Süleym kabîlesindendir. Basra’da doğdu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. 748 (H.131) târihinde Basra’da vefât etti... HASAN-I BASRİ’YE TALEBE OLDU...

Mâlik bin Dînâr, gençliğinde mal mülk sâhibi bir zengin yiğitti. Hasan-ı Basrî hazretlerine talebe olunca, bütün mallarını ve parasını, fakir talebelere harcadı. Kalbinden Allahü teâlânın aşkından başka her şeyin sevgisini çıkardı. 

Bir gün kendisine; “Dünyâda en güzel kazanç nedir?” dediler. Cevap olarak; “Şu üç şey dünyâda en güzel kazançtır. 1) Allahü teâlânın sevgili kullarının sohbetinde bulunmak ve din kardeşleri ile sohbet etmek, 2) Geceleri teheccüd namazı kılmak ve doya doya Kur’ân-ı kerîm okumak, 3) Allahü teâlâyı hiç unutmayıp, O’nu zikretmek, anmak” buyurdu.

Yine bir gün; “Kimin gözü ve gönlü, şu fânî hayattan ebedî hayat için iyi bir ders almamış ise, onun kalbi perdeli ve ameli azdır” buyurdu...

Mâlik bin Dînâr hazretleri bir hâtırasını şöyle anlatır: 

“Bir gün toprakla oynayıp bâzan gülen bâzan ağlayan bir çocuğa rastladım. Önce çocuğa selâm vermek istedim. Fakat kibirden selâm vermedim. Hemen nefsime; ‘Ey nefis! Peygamber efendimiz büyüklere de küçüklere de selâm verirdi’ diyerek çocuğa selâm verdim. Çocuk; 

-Ve aleyküm selâm, ey Mâlik bin Dînâr! diye cevap verdi. Hayret içinde kalarak çocuğa; 

-Sen beni hiç görmediğin halde nasıl tanıdın? diye sordum. Çocuk; 

-Ruhlar âleminde benim rûhumla senin rûhun karşılaştı. Orada bizi Allahü teâlâ karşılaştırdı, dedi. Çocuğa; 

-Akıl ile nefs arasında ne fark var? diye sorunca, çocuk; 

-Nefsin seni selâmdan men etti. Aklın ise seni selâm vermeye teşvik etti, diye cevap verdi. 

-Sen neden toprakla oynuyorsun? diye sordum. Çocuk; 

-Topraktan yaratıldık, yine toprağa karışacağız, dedi. Ben yine; 

-Seni bâzan ağlarken, bâzan gülerken görüyorum. Sebebi nedir? diye sordum; 

-Rabbimin azâb edeceğini hatırladığım zaman ağlıyorum. Rahmetini hatırladığım zamansa tebessüm ediyorum, dedi. 

-Ey oğul! Senin hangi günâhın var ki ağlıyorsun? diye sorunca, çocuk; 

-Ey Mâlik! Böyle söyleme. Zîrâ ben, anam ateş yakarken, küçük odun olmadan, büyüklerin tutuşmadığını gördüm, diye cevap verdi... 

Bunları söyledikten sonra “Allah” diye feryad edip ruhunu oracıkta teslim etti.”

Son nefes korkusu

 Din büyüklerimizin en çok korktuğu şey, son nefes olmuştur.

Meselâ; Ahmed ibni Hanbel hazretleri, tam sekerât hâlindeyen, birden 3 defa "Olmaz! Olmaz! Olmaz!" diye bağırıp, tekrar yatağa düşer. Oğlu yanına yaklaşıp sorar:

- Babacığım,"Olmaz!" diye bağırmanızın sebebi neydi?

- Melûn şeytan, "Müslümanlığı bırak, Hıristiyan ol, Cennete gideceksin!" dedi. Ben de; "Olmaz!" dedim. O defolup gitti der ve Kelime-i şehâdet getirip vefât eder...

Cüneyd-i Bağdadi hazretleri de, ölümüne yakın ağlamaya başlar. Talebeleri, neden ağladığını sorunca da buyurdu ki;

- Sonumdan korkuyorum. İnsanın ameli, ince bir iplikle tavana asılmış gibidir. Her zaman öyle gider ve gelir. Amelim yok demiyorum, ama sabit değil, nerede duracağı bilinmez. Allah korusun, sol tarafta durursa ne olur benim hâlim? Onu düşünüp ağlıyorum. Sonunda Kelime-i şehâdet getirip vefât etti...

İşte her mümin de, bu büyük zatlar gibi son nefesinde îmânsız gitmekten korkup çok duâ etmeli, Allahü teâlânın rahmetinden de ümidini kesmemelidir.

Nefsini hak ile meşgul et

 İmam Şafii Hazretleri  buyuruyorki: 


Sufiler ile arkadaşlık ettim. Onlardan sadece iki cümle istifadem oldu. 


* ''Vakit kılıç gibidir, sen onu kesmezsen o seni keser.''


* ''Nefsini hak ile meşgul et yoksa o seni batıl ile meşgul eder.''

Şükretmek nasıl olur?

Şükür, her nimetin Allah’tan geldiğini bilip yerinde sarf etmek ve dille de hamd etmektir. Şükür, kendini o nimete layık görmemektir. Şükür, nimeti değil, nimeti vereni görmektir. Nimet sahibinin emirlerine uyup yasakladıklarından sakınmaktır. Bu da, kalb, dil ve diğer azalarla olur. Kalble iyiliğe niyet eder. Dille hamd eder, şükrünü açıklar. Uzuvlarla şükürse, Allahü teâlânın verdiği nimetleri, onun sevdiği ve istediği yerlerde kullanmaktır.


Allahü teâlâya layıkıyla şükretmek mümkün değilse de, şunlar yapılırsa, şükredilmiş kabul edilir:


1- Bütün nimetlerin Allahü teâlâdan geldiğini bilmek. Allahü teâlâ, Musa aleyhisselama buyurdu ki:

(Bir kimse, kendine verdiğim nimeti benden bilip kendinden bilmezse, nimetlerin şükrünü eda etmiş olur. Bir kimse de, rızkını kendi çalışmasıyla bilip, benden bilmezse, nimetin şükrünü eda etmemiş olur.) [İ. Gazali]


2- Nimetleri Allahü teâlânın istediği şekilde kullanmak. Mesela gözün şükrü, ibretle bakmak, harama bakmamak ve Müslümanların, arkadaşların kusurunu görmemektir. Kulağın şükrü, iyi şeyler dinlemek, kötü şeyleri, söylenilen ayıpları dinlememektir.


3- Kendimiz dinin emir ve yasaklarına uyarken, diğer insanların da bu nimetten istifade etmesini, hidayete ermelerini sağlamak için çalışmak.


4- Allahü teâlâ bir kula çeşitli nimetler verince, kulun buna layık olmadığını düşünüp utanması şükür olur. Şükürdeki kusurunu bilmesi de şükür olur. Şükredemiyoruz diye özür beyan etmesi de şükürdür. (Allahü teâlâ, kusurlarımı örtüyor) demesi de şükürdür. Şükür vazifesini yerine getirmenin Allahü teâlânın bir lütfu olduğunu düşünmek de şükürdür.


5- Allahü teâlânın verdiği her şeye razı olmak.


6- Nimetlerden istifade edildiği müddetçe, Allahü teâlâya isyan etmemek.


7- Yapılan iyiliği anıp ihsan edeni övmek, yani dille de Elhamdülillah demek.


8- Bir hadis-i şerif meali şöyledir:

(“Allahümme mâ esbaha bi min ni’metin ev bi-ehadin min halkıke, fe minke vahdeke, lâ şerike leke, fe lekel hamdü ve lekeşşükr” duasını, gündüz okuyan o günün, akşam okuyan o gecenin şükrünü ifa etmiş olur.) [M. Rabbani 3/17] (Akşam okurken, esbaha yerine emsâ denir.)


9- Vasıtalara da şükretmek. Allahü teâlâ nimetlerini, rızkımızı birileri vasıtasıyla gönderiyor. Onlara teşekkür etmekle de, Allahü teâlâya şükretmiş oluruz. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(İnsanlara teşekkür etmeyen Allahü teâlâya şükretmemiş olur.) [İ. Ahmed]

Vefâ

Son derece vefâkâr idiler. En başta İslâm âlimleri ve Osmanlılara “Osmanlılar olmasaydı, biz şimdi Müslüman ve Ehl-i sünnet olamazdık” derlerdi. Hocası Seyyid Abdülhakîm Efendinin talebeleri ve aile efrâdına hürmet ve ihsanlarda bulunmayı bir vefâ vecibesi addederlerdi. Bursa’da gezerken rastladıkları, aldığı emre rağmen, sahurda suları kesmeyen ve kendilerine bir bardak çay ikram eden su deposu bekçisini, maaş kuyruğunda sırasını kendilerine veren yüzbaşıyı vefatlarına kadar unutmadılar ve ruhlarına okudular. Hısım akrabayı arayıp sorar; talebelerini gönderip bir arzuları varsa, yerine getirmeye çalışırlardı.

İşbu hikmetli ve faziletli yazı, büyük islam âlimi merhum ve mağfur Hüseyin Hilmi Işık Efendinin mümtaz ve kıymetli talebelerinden nakildir Efendim..

Öfkelenme

Usul'ül-Kâfî kitabında nakledilir:


Bir adam, çölden Medine'ye geldi ve Resul-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimizin huzuruna çıktı. O'ndan bir nasihatte bulunmasını istedi. 


Resul-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz ona "Öfkelenme" buyurdu ve bundan fazla bir şey söylemedi. 


Adam kabilesine döndü. Kendisinin yokluğunda, kendi kabilesinin gençleri, diğer kabilenin hayvanlarını çalmışlar, bu sebeple iki kabile birbiriyle kavgaya hazırlanmışlar. Bunu işitince hemen silahını kuşandı ve kavgaya hazırlandı. 


Bu sırada Resul-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimizin "öfkelenme" sözünü hatırladı. "Şimdi o söze ittiba etmenin tam zamanı" diye kendi kendine düşündü. Düşman kabilenin reisini çağırdı.


Dedi ki, "Bu kavga ne içindir? Cahil gençlerimizin verdiği ziyana bakılırsa, ben kendi malımdan zararı ödemeye hazırım. Küçük bir şey için birbirimizin kanını dökmenin bir faydası yoktur."


Diğer kabile, adamın akıllıca sözlerini işittikten sonra, gayret ve mertlikleri tahrik oldu ve "Biz senden az değiliz, madem ki durum böyledir, biz de kendi iddiamızdan vazgeçeriz." dediler. 


Böylece Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) bir sözüne uymakla birçok kişinin hayatı kurtuldu.

Bayramzâde Zekeriyyâ Efendi

Ankaralı Zekeriyyâ Efendi (Bayramzâde) Osmanlı Devletinin yirmi birinci şeyhülislâmıdır. Ankaralı Bayram Efendi’nin oğludur. 920 (m. 1514) senesinde Ankara’da doğdu. İlk tahsilini memleketinde ağabeyi Ya’kûb Efendi’nin yanında tamamladı. Sonra İstanbul’a gelerek, Arabzâde ile Abdülbâkî ve Ma’lûl Emîr Efendi’den ders aldı... 

NAHCİVAN SEFERİNE KATILDI

Emîr Efendi, Bayramzâde’yi çok severdi. Beraberinde onu Mısır’a götürdü. Orada, büyük âlim Ali bin Gânim el-Makdîsî’nin derslerine devam ettiler...

İstanbul’a dönüşünden sonra, Bursa’daki Hamza Bey Medresesi’ne müderris olarak ta’yin edilen Zekeriyyâ Efendi, 961 (m. 1554) senesinde Cihân Pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân Hân’ın mâiyetinde Nahcivân Seferine katıldı. Harb sonrasında ise Bursa’da Kaplıca Medresesi’ne ta’yin edildi.

İlimdeki yüksekliğini kabûl ettiren Bayramzâde’yi zamanının âlimleri çok medhettiler. Önce Edirne’de Üç Şerefeli Câmi Medresesi’ne oradan da İstanbul’a, Sahn-ı semân Medresesi’ne müderris olarak tayin oldu. Daha sonra da Sultan Selim Câmii Medresesi’ne getirildi. Bir sene sonra da Haleb kadılığına ta’yin edildi. Daha sonra da sırasıyla, Bursa ve İstanbul kadılıklarında bulundu. Bu esnada, üçüncü defâ İstanbul’un nüfus ve emlâk sayımını yaptırdı. 989 (m. 1581) senesinde Anadolu kadıaskerliğine terfî ettirildi. Bu vazîfesinde az kalıp, 991 (m. 1583)’de emekliye ayrıldı. Altı sene sonra bir hac dönüşü tekrar me’mûriyet hizmetine alınıp, Rumeli kadıaskerliğine ta’yin edildi. Bu vazîfesine devam ederken, Bostanzâde Mehmed Efendi’nin yerine şeyhülislâm oldu... 


RÜYÂSI GERÇEK OLDU...

Bir yıl, iki ay, iki gün şeyhülislâmlık makamında kalan Zekeriyyâ Efendi 1001 (m. 1593) senesi Şevval ayının onsekizinci günü, Sultan Üçüncü Murâd'ın hil’at giydirdiği bir sırada vefât etti. Vefâtından bir gece evvel, Resûlullah’ı rü’yâsında görüp, kendisine; “Ey Zekeriyyâ, yârın sen Sultan ile buluşur ve bir elbise giyersin. Sonra da bizim yanımızda olursun!” buyurdu. Uyandığında hayretler içinde kaldı. Rü’yâsı aynen gerçekleşti. Vefat ederken yanındakilere bu rüyasını anlattı ve ruhunu teslim etti. Sultan Selim Câmii civârında yaptırdığı “Dâr-ül-hadîs”in haziresine defnedildi.