Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Gökyüzünde bir yer yokdur ki, *İblîs* oraya secde etmemiş olsun. Yedi kat göklerde, secde etmediği bir karış yer yok. İkiyüzbin sene böyle ibâdet etdi ve meleklere *Hocalık* yapdı. 


Melekler, ona sorarlardı. *Dîni*, o kadar çok biliyordu. Yâni hem *İlmi* vardı, hem de *Ameli*. Ama *ihlâsı* yokdu. İhlâs olmayınca, o ilim ve o amel, onda *Gurûr* ve *Kibir* meydana getirdi. 


Böylece Allahü teâlânın; *Âdeme karşı secde edin!* emrine îtirâz etdi. 


Dedi ki: *Niçin secde edecekmişim? Ben ondan kıymetliyim, ben ondan makbûlüm. O, nihâyet bir çamur*, dedi. 


İşte bu *Kıyâs*, bu kendini beğenmek, bu *Kibir* sebebiyle Allahın emrini beğenmedi, karşı geldi ve ebedî *Cehennemlik* oldu. 


Allah celle celâlüh, eğer bir kulunu *severse*, pek çok kulunu, onun için *Fedâ* eder, hattâ *Yakar* efendim. Pek çok kulunu, o sevdiği kul için *Telef* eder. 


Nasıl mı? Meselâ o sevdiği kula *İftirâ* ederler, hakkında *dedikodu* yaparlar, daha *Kötü şeyler* yaparlar. O sevdiği zât, *Sabr*’eder, ama öbürleri de *Helâk* olurlar. 


Çünkü bir mü'mini kırmak, mü’mini incitmek, gücendirmek, *Kâbe’yi* yıkmakdan daha büyük *Günah*’dır. Onu yapanlar helâk olur, ama o mü’minin lehine olur. 


Onun için kardeşim, ne biz yanalım, ne de bizim yüzümüzden bir başkası yansın, tehlikeli çünkü. Peygamber Efendimiz aleyhisselâm; *Susan kurtuldu*, buyuruyor. Hadîs-i şerîf bu. 


Peygamberimiz çıkdı, islâmiyeti *Teblîğ* etdi. Ama kendi yakın akrabâları dâhil inanmadılar, hakâret etdiler, düşmanlık yapdılar. 


Ama Cehenneme gitdiler. Ne oldu? Onun uğruna, pek çok insanları helâk etdi cenâb-ı Hak. 


Kimileri *Hâbil* gibi *Peki!* der, hizmet eder. Kimi de *Kâbil* gibi *Hayır!* der, îtirâz eder ve helâk olur. Velhâsıl herkes hür irâdesiyle iş yapar ve karşılığını da görür efendim.

Şernûbî hazretleri

 Şernûbî hazretleri Osmanlı velîlerindendir. İsmi Ahmed bin Osman'dır. Mısır'ın Şernûb kasabasında doğdu. Bir gece rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. 

Peygamber Efendimiz ona;

"Ey Ahmed! İstanbul'da Şeyh Nûreddîn'e git, ondan tasavvuf ilmini öğren. Zirâ kendisi bu zamanda âriflerin reisidir" buyurdu.

Bu emir üzerine İstanbul'a giden Şernûbî hazretleri Şeyh Nûreddîn'in huzûruna vardı. Onun tarîkat silsilesi ise Seyyid İbrâhim Düsûkî'ye dayanır. Evliyâ bir zat olan Şeyh Nûreddîn onu görünce; "Merhaba Ey Peygamber efendimizin emri ile gelen kimse! Merhaba ey derviş oğlu derviş!" buyurdu... Şeyh Nûreddîn'in sohbet ve hizmetinde bulunarak tasavvuf yolunda ilerledi. İcazet ve hilâfet vererek memleketine gönderdi.

Bir müddet sonra talebelerinden birkaç kişi ile birlikte İstanbul'a gitmek üzere yola çıktı. Mısır'ın Dimyat iskelesinden bir gemiye bindi. Günler süren bir yolculuktan sonra Antalya civârında bir yere çıktılar. Bu sırada ağır hastalığa tutulan Şernûbî orada vefât etti. O sabah erkenden vefât ettiği beldedeki câminin imâmı, Şernûbî'nin vefât ettiği eve giderek; " Vefât eden Şeyh'in gaslini, yıkamasını ben yapacağım. Çünkü dün gece rüyâmda Fahr-i kâinât Efendimiz böyle emir buyurdu" dedi. Cenazesini yıkayıp namazını kıldıktan sonra, câmi yakınında bir yere defnettiler.

Bu mübarek zat sohbetlerinde buyurdu ki:

"Tövbe, Müslüman olsun olmasın, her akıllı kimsenin ihtiyâcı olan bir şeydir. Bir iş yapan ve onun kötü olduğunu gören herkesin pişman olup, tövbe etmesi vâcib olur. Tövbe etmezse kendine zulüm etmiş olur."

" Üzerine farz olan ilimlerden bir meseleyi öğrenmek insana, bütün dünyâdaki kazançların hepsinden yapacağı ve ele geçireceği altın ve gümüşlerinden daha iyi ve üstündür. Tövbe eden ve etmeyen herkese, ilim öğrenmekten daha iyi hiçbir şey yoktur. İşlerin hepsi ilim ile doğru olur ve ilimsiz hiçbir iş yapılmaz."

"Tasavvuf büyükleri, öyle zâtlardır ki, günahkâr, serserî, hırsız, bid'at sâhibi, yolunu şaşırmış vesaire kimseleri kendilerine benzetir, düzeltirler. Bu Allah adamlarının, kendilerine has güzel koku ve renkleri olur. O kokuyu ve rengi tadan, onlara benzer."

" Kendi zan ve kafasına göre davranarak, başkalarını düzeltmeye çalışmak, çoğu zaman fayda yerine zarar hâsıl edebilir. Bunun için çok dikkatli ve uyanık olmalı, bir kimsenin seâdetine vesîle olayım derken, o kimsenin-hattâ kendinin bile felâketine sebep olmamalıdır."

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir gün gelecek, herkes birer birer öbür tarafa gidecek. Cenâb-ı Hak hepimize hayrlı ölümler nasîb etsin. Başkalarının en büyük huzûrsuzluğu, *Ölüm korkusu*’dur. 


Hâlbuki biz, *Hani, nerde o gün?* diyoruz. Mevlânâ’nın *Şeb-i arûs* dediği gibi. Nerede o gün? Efendi hazretlerine, Peygamber Efendimize, Allaha kavuşmak. 


Bundan daha *Güzel* bir şey olur mu? Bundan daha *Güzel* bir gün olur mu? 


Bir mü’min bir mü’mine *Selâm* verirken, o anda kalbinden, bütün peygamberlere de, bütün meleklere de, Evliyânın hepsine de selâm veriyorum, diye düşünürse, bunların hepsi, o mü’minin selâmına *Cevap* verirler. 


Ancak o anda, bâzı melekler *Kıyâm*’da, kimi de *Secde*’de olduğundan, bunlar cevap veremez. Bütün meleklere diye düşündüğünden, bunların yerine de *Allahü teâlâ* cevap verir. 


Efendi hazretleri, bize bunu böylece anlatır ve peşinden; *Keşke diğer meleklerin yerine de Allahü teâlâ cevap verseydi*, buyururdu. 


Efendim, bir *Tefsîr*’de okudum. Bir mü’min kabre girdiği zaman, Allahü teâlâ ona Cennetden bir *Hûri* gönderecek. 


*Cennet hûrisi*, o mü’mine; Sen dünyâda iken şunu şunu sevindirdin, ferahlandırdın, o günden beri seni bekliyorum, diyecek. 


O mü’min, o hûrinin gerdanlığına bakacak nasıl bir şey diye. O arada, gözü *İncilere* takılacak. Elini uzatacak, fakat her an kopabilir. 


Gerdanlığa hafifce dokununca, *İp* kopacak efendim. Zâten *kopsun* diye bağlanmış. Parmağıyla hafif dokununca, *İp* kopacak ve bütün *İnciler* kabre dağılacak. 


Mü’min çok üzülecek, utanacak, mahcup olacak, çok sıkılacak. Bu sefer utancından, eğilip tek tek o *İncileri* toplıyacak. Son *İnci’yi* aldığı zaman, kabir hayâtı bitecek. 


Halbuki aradan yüzlerce, belki binlerce sene geçti. Sırf o mümin kabirde *Meşgûl* olsun, sıkılmasın, biraz da *Utansın* diye efendim. Bütün incileri toplar, kabir hayâtı da biter.

Maşuk ve aşık

 Beyt:

Eğer ma'şuktan olmazsa muhabbet âşıka,

Âşığın uğraşması ma'şuka kavuşturamaz.

[Reşahât, sf: 90] 

Hutbenin şartları

Hutbenin şartları: Hamd, Salavat, Nasîhat, dua, kıraat olmak üzere, aralarında yabancı bir kelâm edilmeden arabî olarak okunmasıdır.

[Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî]

Hanımını sev

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Hazret-i Ömer* zamânında bir müslümân, hanımıyla geçinemezmiş kardeşim. Bir gün yine onunla tartışdıkdan sonra, hışımla evden çıkıp, hanımını şikâyet etmek üzere halîfe hazret-i Ömere gitmiş. 


Tam kapısını çalacakmış ki, içeriden avaz avaz bağıran bir *Kadın sesi* duymuş. Meğer hazret-i Ömerin hanımıymış o bağıran. *Allah Allah!* demiş kendi kendine. 


Ben ne için geldim, ne ile karşılaşdım. Tam kapıdan dönüyormuş ki, hazret-i Ömer görüp çağırmış o adamı ve niçin geldiğini sormuş. 


O, söylemek istememiş tabii. Ama Halîfe ısrâr edince söylemiş mecbûren. Hazret-i Ömer, o kimseye nasîhat etmiş. Demiş ki: 


Zevcemin, benim üzerimde çok hakkı var. Öyle ki, onun bana hizmetlerini saymakla bitiremem. Onun için bu gibi durumlarda susar, cevap vermem. 


Hem sonra namazını kılan ve nâmûsunu koruyan bir hanım, *Sâliha* hanımdır. İnsan hanımını severse, onun her hâlini *Güzel* görür. Çirkinliklerini görmez. 


Hattâ hoş olmıyan hâllerinden bile *hoşlanır*. Ayrıca ben, hanımımı çok seviyorum. Sen de öyle ol. Hanımını se-versen, râhat edersin. Böyle nasîhat etmiş efendim.


Hazret-i Ömerin bu sözleri adama te’sîr etmiş olacak ki, hanımıyla artık hiç *Kavga* etmemiş. Hattâ onu sevmiş ve *Gül* gibi geçinip gitmişler. 


Yâ kardeşim, hazret-i Ömerin buyurduğu gibi, insan her şeye rağmen hanımını sevmeli. Evliliğin temeli, karşılıklı *Sevgi*’dir. Eğer bu sevgi varsa, o ev *Cennet* olur. Sevgi yoksa, *Cehenneme* döner. 


İnsan hanımını severse, onun her hâlini *Güzel* görür. Çirkinliklerini görmez. Nitekim büyükler; *Haselel ülfet, batalel külfet!* buyurmuşlar. 


Ne demek bu? Yâni *Ülfet* hâsıl olursa, *Külfet* bâtıl olur. Ülfet, muhabbet demekdir. Külfet de, hoşa gitmiyen hâllerdir.

MESÂİL VE MEBÂHİS-İ MÜTEFERRİKA (Çeşitli mes'eleler ve bahisler)

 * Cenâb-ı Hakka mahsûs bir sıfâtı insana, insana mahsûs olan bir sıfâtı  Cenâb-ı Hakka söylemek ilâhî gadaba sebeb olur. Mahz-ı küfürdür. [Tam küfürdür].

* Allah'ın kahrından merhamet sıfâtına îman,tevhîd ve tâat ve ibâdete devamla ilticâ etmelidir.

* Allahu teâlânın kahrını ve gazabını iki şey intâc eder: İmansızlık, ibâdetsizlik.

* Yemeği yedikten sonra: "Elhamdü lillahillezi et'amenî hâzihit-taâm ve rezekanî min gayri havlin velâ kuvvet", diyen kimsenin günâhları afv olunur.

* Namazdan sonra üç defa: "Estağfirullahellezî lâ ilâhe illâ hüvel hayyel-kayyûm" denir.

* Sabah ve akşam yirmi beş defâ "Estağfirullahellezî lâ ilâhe illâ hüverrahmanürrahîm elhayyel-kayyümellezî lâ yemûtu ve etûbü ileyh, Rabbiğfirlî."

* Gizli ve zelîlâne olmak duada kabûle sebebdir.

* Dua ederken kendi şanına lâyık olanı istemelidir. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî'nin (kuddise sirruh) istediği sana lâyık değildir.

* Duada, peygamberlik rutbesi, göklere yükselmek istenilmez. 

* Yüksek sesle dua edilemez.

* Duanın reddinden [kabûl olunmamasından] büyük belâ yoktur.

* Duada, amellerine bakıp havf  [korku] ve fadlına bakıp ümid lâzımdır. Her ne vakit dua etmek istersen, evvelâ sadaka ver.

* Rahmet-i ilâhî muhsinlere yakındır. Cenâb-ı Hakkın rububiyyetini tasdîk etmek, kendi ubûdiyetini tasdîk ve ikrâr etmek ve zât-ı ilâhînin rububiyyetini tefekkür etmek ihsândır.

* Duada kabûle vesîle salavat-ı şerîfe getirmektir.

* Umûr-ı diniyyede [din işlerinde] inanmak lâzımdır. Anlamak lâzım değildir.

* Murâd-ı ilâhî irâde-i ilâhîden tehalluf etmez [ayrılmaz]. İrâde ile o iş vuku' bulur.

* Âdet-i ilâhiye öyle câri olmuştur ki, enbiyâ-i izamı tekzîb eden [yalanlayan] kavim hakkında, zamanı gelince, derhal irâde-i ilâhi zuhûr ederek, azâb nuzûl eder gelir]. Allahın azâbı nuzûl edince dua kabûl olunmaz.

* Haramdan korkan zâhiddir. Şübheliden korkarsa velîdir.

* Cihad-ı ekber, Cenâb-ı Hakkı bilmek ve tanımaktır.

* Cenâb-ı Hak bir kimseyi severse, o kimsenin kalbinde bir nur halk eder de onunla dînini tanıtır ve sevdirir, fakîh yapar.

* Hutbenin şartları: Hamd, Salavat, Nasîhat, dua, kıraat olmak üzere, aralarında yabancı bir kelâm edilmeden arabî olarak okunmasıdır.

* Sihir, bir şeyin hakîkatinden çıkarılmasıdır. Sihir edenin vefâtıyla hakîkatine dönüşür.

* Mu'cize ise, değişmez.

* Sihir ilmi vardır. Okuması câiz, yapması câiz değildir.

* Hamd, ibâdât ile o hakîkî ni'met vereni bilmektir.

* Hamd, zât-ı ilâhiyi vasfetmektir. Diğer ma'nâsı şükürdür.

* Şükr, Cenâb-ı Hakkın ihsânına, verdiği ni'meti Onun yolunda, emrinde kullanmaktır.

* Bir müslümanı korkutacak bir halde -yalan, iftira, zulüm gibi birisi bulunsa, iki bin sene Cennetten uzak kalır". Hadîs-i şerîf.

* Resûlullah'dan (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) rivâyet olunur: Sabah namazından sonra bu duayı yüz defa okuyanın Cenâb-ı Hak on güne kadar hâcetini görür: "Allahümme innî es'elüke bi-enneke entellahü lâ ilâhe illâ ente-l-vâhid-ül-ehad-ül-ferdüs-samed ellezi lem yelid ve lem yûled ve lem yekün lehü küfüven ehad.

* İşbu duayı -ki hadîs-i şerîfdir- kaîde-ı ahîrede tehıyyat ve salavât-ı şerîfelerden sonra okumağı Efendi hazretleri tavsiye buyurmuştur: "Allahümme innî eûzü bike minazâb-il kabri ve min azâb-in-nâr ve min fitnet-il mehyâ vel-memât ve min fitnet-il mesîhid-deccâl."

* Tevazu ve zillet duada kabûlü mûcibdir.

[Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyâtı, 2.cild, sf: 131-132-133]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eyüp Sultân’da o yörenin en meşhur şeyhi, *Hüseyin Efendi* vardı. Abdülhakîm Efendi hazretleri İstanbul’a gelip de Eyüp Sultâna yerleşince, Hüseyin Efendi merak etmiş. 


Kendi kendine; *Benden büyük şeyh olur mu, kimmiş bu Vanlı? Gidip bir göreyim*, demiş. Efendi Hazretlerinin yanına cübbeyle, sarıkla gelmiş, kendini tanıtmış. 


Efendi hazretleri; *Buyurun*, deyip, yanına oturtmuşlar. Herkes bir geri kaymış. Hüseyin Efendi, içinden; *Benim kıymetimi bildi, yanına oturtdu*, demiş. 


Fakat az sonra biri daha gelince, onu da yanına oturtmuş. Hüseyin Efendi de dâhil, herkes bir geri kaymış. Başkası gelince yine öyle olmuş. 


Hüseyin Efendi gide gide, kendini kapının eşiğinde bulmuş. Fakat bu arada hiç duymadığı önemli bilgiler öğrenmiş. Ertesi gün, *Cübbe*’yi, *Sarığı* çıkarmış.


Büyük bir tevâzu içinde Efendi hazretlerine gelmiş. Efendi hazretleri onu görünce sormuşlar: *Hüseyin Efendi sen misin, niçin geldin?* buyurmuş. 


Hüseyin Efendi de cevâben; *Efendim, ben şeyh değil, yâşeyh mişim, size kul köle olmağa geldim*, demiş. O vakitler Anadolu’da merkeplere, *yâşeyh* denirmiş. 


Bir gün vaaz esnâsında, İmâm-ı Rabbânî hazretleri mi daha büyükdür, yoksa Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri mi? diye Efendi hazretlerine sordular. 


O da, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerini sâatlerce anlatdı. Biz içimizden; *İmâm-ı Rabbânî hazretlerini kim bilir kaç sâat anlatır*, diye düşündük. 


Efendi hazretleri en sonunda; *Fakat ben, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin âşıkıyım*, buyurarak bir cümlede anlatdılar. 


İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Müceddid-i elf’dir. Ab-dülkâdir-i Geylânî hazretleri, Müceddid-i müey’dir. 


Elf, (bin) demekdir. Müey ise (yüz) demekdir. Biri, yüz senede gelen mücedditdir, diğeri bin senede gelen mü-cedditdir. Aralarındaki fark, Elf ile Müey arasındaki fark gibidir.

Pîrimiz Seyyid Taha hayattadır

Vaktiyle Derviş Bey diye biri, Müküs kaymakamıydı... Bir gün bir suç işledi... Erzincan Müşiri de onu vazifeden aldı ve hapsedilmesi için emir çıkarttı.

Derviş Bey çaresizdi...

Seyyid Fehim hazretlerine gidip “Efendim, vazifeden alındım ve hapsedileceğim... Erzincan Müşirine bir mektup yazsanız da beni affetse” diye arz etti.

Seyyid Fehim de;

“Pîrimiz Seyyid Taha hayattadır. Ona arz et, o hâlleder” dedi.

Derviş Bey Nehri'ye koştu.

Ve arz etti bunu o büyüğe.

Seyyid Taha “Üzülme… İnşallah işin hâllolur” buyurdu ve müşire bir mektup yazıp verdi Derviş Bey’e.

Derviş Bey mektubu aldı.

Ve acele Erzincan’a vardı.

Vakit gece yarısıydı... "Şimdi bir otele ineyim, mektubu yarın arz ederim" dedi.

Bir otele yaklaşırken iki memurun beklediğini gördü kapı önünde... Meğer her otelin önünde iki memur bekliyormuş kendisini.

Sordu memurlar:

“Derviş Bey siz misiniz?”

“Evet, benim.”

“Buyurun, müşir bey sizi bekliyor” dediler.

Müşir, Derviş Bey’in boynuna sarılıp; “Seyyid Taha, sekiz gecedir rüyama giriyor ve ‘Sana, çok sevdiğim birini gönderiyorum... İşini hâllet’ diye emrediyor” dedi.

Ve mektubu aldı.

Açıp okudu... Saygıyla öpüp sürdü yüzüne gözüne… Derviş Bey'i affedip gönderdi eski vazifesine...

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir mü’minin, mahşerde hesâbı görülüyor. Ne hazindir ki, sevâbı *Azıcık*, günâhları *Dağ* gibi. Melekler, o mü’mini tam Cehenneme götürecekleri zaman, gökden bir *Torba* inip, sağ kefeye düşüyor.


O torbanın ağırlığından, sevâblar *Dağ* gibi çoğalıyor. Allahü teâlâ, meleklere; *Terâziye bakın!* buyuruyor. Melekler terâziye bakıyorlar ki, sevaplar çoğalmış. 


Hayret içinde; *Bir torba imdâda yetişdi*, diyorlar. Ama bunun hikmetini merak edip, Rabbimize soruyorlar. Cenâb-ı Hak meleklere buyuruyor ki: 


Benim bir *dostum* vefât etmişdi. Bu da oradaydı, kabrine iki kürek *Toprak* atdı. Benim *Velî* kuluma, benim *dostuma* bu kadar hizmet etdiği için, kendisini affetdim, buyuruyor. 


Yâ kardeşim, bu kadarcık hizmetin netîcesi böyle olursa, bir düşünün. Ya hayâtdayken hizmet etdiyse? Ya ona bir bardak *Su* verdiyse, *Yemek* yedirdiyse, bir işini gördüyse, *Kitaplarını* dağıttıysa, düşünün artık. 


Ehl-i sünnet âlimleri çok *Büyük*’dür kardeşim. Çok ilim sâhibidirler, çok fazîletlidirler. Peki efendim, bu âlimler niye çok büyükdür? 


Çünkü bunlar, o kadar *Mütevâzı* insanlardır ki, onlar mütevâzı oldukça, Allah onları *Yükseltir*. O hâlde, âlim ne kadar alçak gönüllü olursa, o kadar yükselir. 


Aksine, kendini ne kadar *İyi* bilmeye kalkışırsa, Allah indinde ve insanların nazarında o kadar kaybeder. Bir insan kendini ne kadar *Büyük* görürse, kibirlenirse.


*Ben bilirim*, diye başını kaldırırsa, çenesinin altından, mânevî bir zincirle onu aşağı çekerler. O vakit Allah indinde ve insanların gözünde *Küçülür*. Sâdece kendisi, kendisini büyük görür. 


Bir insan da ne kadar *Mütevâzı* olursa, kendini *küçük* görürse, başını ne kadar *aşağı* indirirse, kibirlenmezse, başının üzerinden, mânevî bir zincirle onu *Yukarı* asılırlar.


Kendisini, sâdece kendisi *küçük* görür. Fakat o kişi, Allah indinde ve insanların gözünde, *Büyük* ve *Kıymetli*’dir.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Hindistân'a *Enver âbi* ile gitdiğimiz zaman, büyüklerin kabirlerini ziyâret etdik. Böyle mübârek kabirlerden, ancak *mürşid-i kâmil*’ler istifâde edebilir. 


Çünkü başkaları doğru dürüst *Râbıta* bile yapamıyor ki, nasıl istifâde edebilsin. Ama *Enver âbi* istifâde etdi efendim. 


Allahü teâlâ, her şeyden önce Peygamber Efendimizin *Rûh’u* nu yaratmışdır. Peygamber Efendimiz, bir gün Eshâb-ı kirâmın yanına gelmişler. 


O sırada sahâbîler, *Yaş*’dan bahs ediyorlarmış. Peygamber Efendimiz; *Ne konuşuyordunuz, mevzû neydi?* buyurmuş. 


Eshâb-ı kirâm da, birbirlerinin yaşından konuşduklarını arz etmişler. Peygamber Efendimizin Eshâbı, birkaç amcası hâriç, hepsi yaşça Efendimizden *Küçük*’müş. 


Peygamber aleyhisselâm, karşısında oturan hazret-i Abbâs’a; *Hangimiz büyüğüz?* diye sormuşlar. 


Amcası da; Yâ Resûlallah, sen her şeyden *Büyük*'sün. Ben sizden, yalnız üç yaş *Eski*’yim demiş. 


Peygamber Efendimize karşı, *Büyük* kelimesini kullanmazlarmış. Peygamber Efendimiz, Cebrâil aleyhisselâma bir kere, *Kardeşim Cebrâil*, dedi.


Cebrâil aleyhisselâm; *Ben senin ağabeyinim, niye bana kardeşim diyorsun?* demiş. Peygamber Efendimiz Ona, *Kaç yaşındasın?* buyurmuş. 


Cebrâil aleyhisselâm da; *Gökde bir Yıldız vardır, 360 bin senede bir görülür. Ben bu yıldızı, 360 bin defâ gördüm*, demiş. 


Peygamber Efendimiz, Cebrâil aleyhisselâma; *Şimdi o yıldızı görsen tanır mısın?* buyurup, hemen o yıldızın şekline girmiş. 


Cebrâil aleyhisselâm o yıldızı görüp, hemen tanımış. Meğer o *Yıldız*, Peygamber Efendimizin *Rûh’u* imiş.