1- Riyâziyye

 Riyâziyye, matematik, geometri ve astronomi ilmlerinden ibâretdir. Bunların hiçbirinin ne müsbet ne de menfî yönden, dînî mes’elelerle bir alâkası yokdur. Bunlar, aklî delîller ile isbât edilen şeylerdir. Anlaşılıp öğrenildikden sonra, inkâra yer kalmaz. Fekat bu ilmlerden iki mahzûrlu durum ortaya çıkmışdır.


Birinci musîbet, bu ilmlerle uğraşan kimse, bunlarda gördüğü incelikleri ve delîlleri hayretle karşılar. Bu sebeble felsefecilere karşı takdîr hissi uyanır. Felsefecilerin bütün ilmleri açık ve kuvvetli delîle dayanmak bakımından bu ilmler gibidir zan eder. Sonra, felsefecilerin Allahü teâlâyı inkâr etdiklerini, küfrlerini, ma’neviyâta kıymet vermediklerini, sağdan soldan işitir ve sırf onları taklîd etmek sebebiyle kâfir olur. Kendi kendine, din hak birşey olsaydı, matematik ilminde bu kadar ilm sâhibi olan büyük insanlarca ma’lûm olurdu, onlara gizli kalmazdı der. Onların inkârını işitince, dîni inkâr etmenin doğru olduğuna kanâ’at getirir. Başka hiçbir dayanağı olmadığı hâlde, sâdece böyle bir düşünce ile doğru yoldan çıkmış nice kimseler gördüm.


Onları taklîd ile, doğru yoldan ayrılan bir kimseye: Bir ilmde mâhir olan kimsenin diğer ilmlerde de mâhir olması îcâb etmez. Fıkh ve kelâm ilmlerini iyi bilen bir kimsenin, tıp ilminde de mütehassıs olması îcâb etmez. Diğer tarafdan, aklî ilmleri bilmeyen bir kimsenin, nahv ilmlerini de bilmediği iddi’â edilemez. Her ilmin erbâbı vardır ve o ilmde ilerlemişdir. Diğerlerini geçmişdir. Bunlar ba’zan başka ilmlerde câhil durumuna düşerler. Eskilerin matematiğe âid sözleri delîle dayanır. Fekat ilâhiyyâta dâir sözleri tahmîne dayanır. Bunu ancak onunla meşgûl olup, tecribe eden anlar diyerek açıklanılsa, bunu anlamaz ve kabûl etmez. Nefsinin ağır basması, kendini akllı göstermekden hoşlanması ve tenbellik arzûları gibi hâller, o kimseyi bütün ilmlerde felsefecilere iyi gözle bakmaya ve bunda ısrâr etmeye sevk eder. Bu durum ise, büyük bir felâketdir.


Bu sebeble, bu ilmlerle fazla meşgûl olanları men’ etmek lâzımdır. Her ne kadar bu ilmlerin din ile alâkası yoksa da, felsefecilerin ilmlerinin başlangıcı olduğu için,felsefecilerin uğursuzluğu ve kötülüğü, o kimselere de bulaşır. Bununla fazla meşgûl olanlar arasında dinden çıkmayan, takvâ geminden sıyrılmayan, ya’nî takvâdan uzaklaşmıyan pek az kimse vardır.


İkinci musîbet, islâm dîninde samîmî olan kimseler sebebiyle doğmuşdur. Bunlar, felsefecilere âid bütün ilmleri red etmeyi dîne hizmet saydılar. Böylece, onların bütün ilmlerini red edip, câhil olduklarını iddi’â etdiler. Hattâ onların güneş ve ay tutulması ile alâkalı sözlerini kabûl etmediler. Bu iddi’âların dîne muhâlif olduğunu söylediler. Câhillere yakışan bu iddi’âları, güneşin ve ayın tutulmasını kesin delîllerle bilen kimse işitince, kendi delîlinde şübheye düşmez. Fekat islâm dîninin kat’î delîlleri tanımadığını, câhillik üzerine kurulduğunu zan eder ve felsefeye karşı sevgisi artar. İslâmiyyetden yüz çevirir. Bu ilmleri red etmekle, islâmiyyete hizmet yapdıklarını zan edenlerin, din aleyhinde işledikleri cinâyet çok büyükdür. İslâmiyyetde bu ilmler hakkında müsbet ve menfî birşey bildirilmemişdir. Bu ilmlerde de dînî mes’elelere dokunacak birşey yokdur.


Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” şöyle buyurmuşdur: (Ay ve güneş, Allahü teâlânın varlığını ve birliğini gösteren iki mahlûkudur. Kimsenin ölmesi ve kalmasıyla tutulmazlar. Onları görünce, Allahı hâtırlayınız.) Bu hadîs-i şerîfde güneşin ve ayın hareket etdiklerini ve bu hareketleri sırasında yanyana veyâ karşı karşıya geldiklerini bildiren hesâba dayalı astronomi ilmini red eden hiçbir hükm yokdur. Bu hadîs-i şerîfin sonu olarak gösterilen, “Ancak, Allah bir şeye tecellî etdiği zemân, o şey ona baş eğer” cümlesi mu’teber hadîs kitâblarında yokdur. İşte riyâziyye ilminin hikmeti ve mahzûru budur.

Eser: El-münkızü mined-dalâl

Müellif: İmâm-ı Gazâlî 

Terceme: Hüseyn Hilmi IŞIK

Felsefenin Gayesi

 Felsefenin gâyesi nedir, kötülenen ve kötülenmeyen kısmları hangisidir. Felsefeciler hangi sözleri ile küfre düşer, hangi sözleriyle küfre düşmezler. Hangi sözlerinde bid’at ehlinden sayılırlar, hangilerinde sayılmazlar. Kendi bâtıl sözlerini kabûl etdirebilmek için, hak ehlinin sözlerinden kendi sözlerine karışdırdıkları sözler nelerdir. Bu sözlerden halk nasıl nefret etmişdir. Hakîkatlerin sarrafı olanlar, felsefecilerin sözleri içine karışdırdıkları hâlis gerçeği yanlış ve karışık olandan nasıl ayırt etmişlerdir? Bu husûsları açıklayacağım.


Kelâm ilmini öğrendikden sonra, felsefe bilgilerini incelemeye başladım. İyice anladım ki, bir ilmdeki fesad ve bozukluğu, ancak o ilmi derinlemesine inceleyen kimse anlayabilir. O ilme öyle vâkıf olmalı ki, o ilmin en âliminin ilmine eşid hâle gelmeli. Hattâ onu da geçmelidir. O ilmin ehlinin ulaşamadığı derinlikleri ve tehlükeleri tesbît edebilmelidir. Ancak o zemân o ilmin bozuk olduğuna dâir iddi’âsının doğru olduğu ortaya çıkar. İslâm âlimlerinden, felsefeyi derinlemesine incelemek için, gayret sarf edenini görmedim. Kelâm âlimlerinin kitâblarında felsefecilerin sözlerini çürütmek için yazılmış olan sözlerde tenâkuz ve ehemmiyyetsiz ifâdeler vardı. Bunlarla ilmlerin inceliklerine vâkıf olduklarını iddi’â edenler şöyle dursun, a’vâmdan bir kimsenin dahî iknâsı düşünülemez. Nihâyet anladım ki, bir yolun hakîkatını tam anlamadan onu red etmek, karanlığa taş atmak gibidir.


Bu sebeble, hiçbir hocadan yardım taleb etmeden, felsefeye âid kitâbları incelemek sûretiyle, ciddî bir çalışmaya sarıldım. Dînî ilmlerde kitâb yazmak ve ders vermekden geri kalan vaktleri, felsefeyi incelemeye ayırdım.Hâlbuki,o sıralarda Bağdâdda üçyüz talebeye ders veriyordum. Boş vaktlerimdeki çalışmalarımla Allahü teâlâ beni iki seneden az bir zemân içinde, felsefe bilgilerinin nihâyetine ulaşdırdı. Bu bilgileri inceleyip, anladıkdan sonra, bir seneye yakın üzerinde düşünmeye devâm etdim. Tekrâr tekrâr inceleyip, derinliklerini ve tehlükelerini araşdırdım.


Sonunda, felsefedeki hakîkî ve hayâlî olan yönlere, karışıklıklara, aldatmalara hiçbir şübhe kalmayacak şeklde vâkıf oldum. Şimdi felsefenin ve felsefecilerin hikâyesini benden dinle: Onları birkaç sınıf, bilgilerini de birkaç kısm hâlinde buldum. Onların eskileri ile sonrakileri arasında, hakîkate uzak ve yakın olmak bakımından büyük farklılıklar bulunmakla berâber, hepsi de küfr ve ilhâd damgasını taşırlar


Felsefecilerin Sınıfları ve Küfür Üzre Bulunmaları


Felsefeciler, fırkalarının çeşidi çok olmasına rağmen, üç kısma ayrılırlar.


1- Dehriyyûn,


2- Tabî’iyyûn,


3- İlâhiyyûn.


Dehriyyûn: Felsefecilerin en eski gurubudur. Kâinâtı idâre eden kudret ve ilm sâhibi bir yaratıcının varlığını, ya’nî Allahü teâlâyı inkâr etmişlerdir. Âlemin bir yaratıcı tarafından değil de, öteden beri kendiliğinden mevcûd olduğunu, canlının menîden, menînin de canlıdan meydâna geldiğini, böylece ebedî olarak devâm edeceğini iddi’â etmişlerdir. Bu kısm felsefeciler zındıkdırlar.


Tabî’iyyûn (Tabî’atcılar): Bunlar ekseriyyetle tabî’at âleminden, hayvanların ve bitkilerin şaşılacak hâllerinden bahs ederler. Canlıların organlarını inceleyen anatomi ilmiyle çok meşgûl olurlar. Canlıların yaratılışında, Allahü teâlânın kudretini ve eşsiz hikmetini görerek, şaşkınlıklarını gizleyemezler. Herşeyin gâye ve maksadına hâkim, hikmet ve kudret sâhibi olan Allahü teâlâya inanmak mecbûriyyetinde kalırlar. Anatomi ilmiyle canlıların organlarının hayrete düşüren fâidelerini inceleyen herkes, hayvanların yapılarını böyle yaratan Allahü teâlânın insan vücûdunu dahâ mükemmel yaratdığı hakkında kesin bilgiye sâhib olur.


Bu kısm felsefeciler, dahâ çok tabî’atla alâkalı araşdırma yapdıkları için, hayvânî kuvvetlerin düzgün ve mükemmel olmasında, mîzâcın uygunluk içinde olmasının büyük te’sîri bulunduğuna kanâ’at getirdiler. Böylece insandaki idrâk ve akl kuvvetinin, insanın mîzâcına [tabî’atına,yapısına] bağlı olduğunu zan etdiler. Mîzâcın (tabî’atın, yapısının) bozulmasıyla onun da yok olacağını kabûl etdiler. Yok olan şey, bir dahâ var olamaz dediler. Bu sebeble bunlar, nefs ölür, bir dahâ dönmez fikrine sâhib oldular ve âhıret yokdur, dediler. Cenneti, Cehennemi, kıyâmeti ve hesâbı inkâr etdiler. İbâdet için sevâb, günâhdan dolayı azâb olacağını kabûl etmediler. Gemsiz, başı boş kaldılar. Hayvanlar gibi şehvetlere daldılar. Bunlar da zındıkdırlar. Çünki, îmânın aslı, Allahü teâlâya ve âhırete inanmakdır. Her ne kadar Allahü teâlânın varlığına ve sıfatlarına inandılarsa da, âhıreti inkâr etdiler.


İlâhiyyûn: Bunlar dahâ sonra gelmiş olan felsefecilerdir. Bunlardan biri de Eflâtûnun hocası olan Sokratdır. Eflâtûn ise, Aristonun hocasıdır. Aristo, mantık ilmini tertîb ederek, felsefe bilgilerini özetleyip, kolayca istifâde edilir hâle getirmişdir.


İlâhiyyûn kısmında olan felsefeciler, dehriyyûn ve tabî’iyyûn sınıfından olan felsefecileri red etdiler.Onların bozuk fikrlerini,başkalarına söz bırakmayacak şeklde ortaya koymuşlardır. Allahü teâlâ onları birbiriyle çarpışdırdı. Kur’ân-ı kerîmde, Ahzâb sûresi 25.ci âyet-i kerîmesinde, meâlen, (Allah, muhârebe yükünü mü’minlerden kaldırdı…) buyurulduğu gibi, mü’minlerin onları red etmek için uğraşmasına lüzûm kalmadı.


Sonra Aristo, Eflâtûnun, Sokratın ve dahâ önce yaşamış olan ilâhiyyûn felsefecilerinin görüşlerini şiddetle red etdi. Onların hepsinden uzaklaşıp, ayrı bir yol tutdu. Buna rağmen, onların küfr ve bid’at olan ba’zı fikrlerini kabûl etdi. Kendini bu çeşid düşüncelerden kurtaramadı. Bu sebeble hem bunları, hem ibni Sînâ, Fârâbî ve başkaları gibi, onlara uyan kimseleri tekfir etmek vâcib oldu. Şunu da ilâve edelim ki, Aristonun ilmini hiçbir felesof, İbni Sînâ ve Fârâbî kadar bize tam nakletmeğe muvaffak olamamışdır. Diğerlerinin naklleri hep karışık ve hatâlıdır. Okuyanlar anlayamaz ve zihnleri karışır. Anlaşılmayan bir şey nasıl red veyâ kabûl edilebilir?


İbni Sînânın ve Fârâbînin nakllerine göre, Aristonun bizce ma’lûm olan bütün felsefesi üç kısma ayrılır. Bir kısmı küfr, bir kısmı bid’atdir. Bir kısmının da inkârı aslâ îcâb etmez. Şimdi bunları açıklayalım:


Felsefî bilgiler, ulaşmak istediğimiz maksada göre altı kısmdır: Riyâziyye, mantık, tabî’iyye, ilâhiyye, siyâsiyye, ahlâk.

Eser: El-münkızü mined-dalâl

Müellif: İmâm-ı Gazâlî 

Terceme: Hüseyn Hilmi IŞIK

Kelâm İlminin Gayesi ve Özü

 Önce kelâm ilmi tahsîline başlayıp, bu ilmi esâslı bir şeklde öğrendim. Bu ilmde mütehassıs olan âlimlerin kitâblarını inceledim. Bu ilme dâir yazmak istediğim kitâbları yazdım. Gördüm ki, kelâm ilmi, kendi gâyesini yerine getirmek bakımından kâfî geliyordu. Fekat benim maksadımı yerine getirmiyordu. Çünki bu ilmin gâyesi, Ehl-i sünnet i’tikâdını muhâfaza etmek, bid’at ehlinin bunu bozmasından korumakdır. Allahü teâlâ, Resûlu Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla doğru i’tikâdı bildirdi.Kur’ân-ı kerîmde ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîflerinde bildirildiği gibi, kulların dünyâ ve âhıret se’âdetini sağlayacakdır.


Dahâ sonra, şeytân bid’at ehline, sünnete muhâlif birtakım vesveseler verdi. Onlar da bu vesveseleri yaydılar. Neredeyse müslimânların doğru i’tikâdını bozacaklardı. Allahü teâlâ, kelâm âlimlerini yaratdı. Onlar, Ehl-i sünnete muhâlif olan bid’at ehlinin bozuk inanışlarını gâyet güzel bir şeklde ortaya çıkarıp, çürüten, bir âlim zümresi oldular. İşte kelâm ilmi ve kelâm âlimleri böyle meydâna geldi.


Kelâm âlimlerinden bir kısmı, Allahü teâlânın kendilerine ihsân etdiği hizmetin kıymetini bildiler. Ehl-i sünnet i’tikâdını iyi müdâfe’a etdiler. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdiği bu i’tikâdı korudular. Tam bir gayretle bid’atlere mâni’ oldular. Ancak, bu vazîfeyi yaparken, hasımları tarafından ileri sürülen ba’zı mukaddemâta (prensiblere) dayanarak cevâb vermişlerdir.Bunu benimsemelerinin sebebi;yâ taklîdden dolayı, yâhud da icmâ-i ümmet veyâ Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygunluğundan dolayıdır. Hasımlarının ileri sürdükleri düşüncelerde birbirine ters düşen şeyleri meydâna çıkarmak, kabûl etdikleri esâsların ortaya çıkardığı yanlış sonuçlarla onları susdurmak gibi şeylerle meşgûl oldular.Açıkca anlaşılan delîle ihtiyâcı olmayan sözlerden başka sözleri kabûl etmeyenler için, bu usûlün fâidesi pek azdır. Bu sebeble kelâm ilmi, beni kâfî derecede tatmîn etmedi. Şikâyetci olduğum derdime çâre olmadı. Evet, kelâm ilmi ortaya çıkdıkdan sonra, bu ilmle meşgûl olanlar çoğalınca, bir müddet sonra, bir tarafdan sünnet-i seniyyenin müdâfe’asını yaparken, bir tarafdan da eşyânın hakîkatlerini anlatmağa özendiler. Cevherden, a’razdan ve bunların hükmlerinden bahs etmeğe başladılar. Fekat, bu konu kelâm ilminin gâyesi olmadığından, kelâm ilmi asl gâyesinden uzak kaldı. Bu sebeble insanlar arasında i’tikâddaki ihtilâflardan doğan şaşkınlık karanlığını ortadan kaldıramadı. Benden başkası için, böyle bir gâye gerçekleşmiş olabilir. Hattâ insanlardan bir kısmında böyle bir gâyenin gerçekleşmiş olduğundan şübhe etmem. Fekat, bunun isbâta muhtâc ve açık bilgilerden olmayan ba’zı noktalarda taklîd ile karışık olduğu da meydândadır. Ben burada kendi hâlimden bahs ediyorum. Gâyem, kelâm ilminden şifâ bulanları kınamak ve onlara i’tirâz değildir. Şifâ veren ilâclar, hastalığın farklılığına göre değişir. Nice ilâclar vardır ki, bir hastaya fâideli olurken, diğer bir hastaya zararlı olur.

Eser: El-münkızü mined-dalâl

Müellif: İmâm-ı Gazâlî 

Terceme: Hüseyn Hilmi IŞIK

Safsataya İ’tibar ve İlmleri Red edişim

 Sonra bilgilerimi inceledim. Kendimde duyu organlarımla elde etdiğim, delîle muhtâc olmayan açık bilgilerden (on sayısı üç sayısından büyükdür gibi) başka güvenilecek kesin bilgi bulamadım. Ümîdsizliğe düşdüm. Kendi kendime dedim ki: Duyu organlarıyla anlaşılan ve açık olan bilgilerden başka müşkilleri çözecek başka bir vâsıta kalmadı. O hâlde önce bu bilgileri inceleyip, sağlamlık derecelerini anlamalıyım. Böylece duyu organlarına güvenim, açık bilinen bilgilerde yanılmakdan emîn oluşum ve taklîde dayanan eski bilgilerime güvenim gibi midir. Yoksa pekçok kimsenin şübhe götüren ve isbâtı gerekdiren bilgileri gibi midir. Bunların hangisi olduğunu sağlam bir şeklde öğrenmem gerekirdi. Bu sebeble, duyu organlarıyla bilinen ve zarûriyât, ya’nî açıkca bilinen bilgiler üzerinde gâyet ciddî bir şeklde düşünmeye başladım. Kendimi bu bilgiler husûsunda şübheye düşürmenin mümkin olup, olmayacağını araşdırdım.


Duyu organları ile elde etdiğim bilgiler hakkında şübhelerim artıp, bunlarla da hatâ yapmanın mümkin olduğu kanâ’atine vardım. Devâmlı artan şübhelerim üzerine, kendi kendime dedim ki: Duyu organlarının en kuvvetlisi gözdür. Göz, gölgenin durduğuna, hiç hareket etmediğine hükm verir. Hâlbuki bir müddet tecrîbeden sonra, gölgenin hareket etdiği anlaşılır. Gölgenin hareketi fark edilecek şeklde olmayıp, yavaş yavaşdır. Öyle ki, hareketsiz kaldığı hiçbir an yokdur. Yine göz, yıldızları bir altın lira büyüklüğünde görür. Hâlbuki astronomi ve hendese ilmleri ile, o yıldızın, üzerinde yaşadığımız dünyâdan dahâ büyük olduğu anlaşılır. Göz yanıldığı gibi, diğer duyu organları da yanılır. Duyu organlarının kendi bilgilerine göre verdikleri hükmlerin yanlış olduğunu, akl, savunmaya imkân bırakmayacak şeklde gösterir.


Bunun üzerine, artık duyu organlarına da güvenim sarsıldı. Son derece açık olan aklî ilmlerden başka bir şeye güvenim kalmadı. On sayısı, üç sayısından büyükdür. Bir şey hem var, hem yok ve bir şey hem hâdis, ya’nî sonradan var olan, hem de kadîm, başlangıcı olmayan olamaz. Her aklın tereddütsüz kabûl edeceği husûslarda olduğu gibi, aklî ilmlere güvenilir, dedim.


Buna cevâb olarak mahsûsât, ya’nî duyu organları dedi ki: Aklî ilmlere nasıl güvenebilirsin. Hâlbuki bundan önce duyu organlarına güveniyordun. Akl hâkimi geldi, bizim yanılabileceğimizi söyleyip, bizi yalanladı. Eğer akl olmasaydı, sen devâmlı olarak ve ısrârla bizi tasdîk edecekdin. Şimdi muhtemeldir ki, aklın da ötesinde bir başka hâkim vardır. O ortaya çıkarsa, aklın duyu organlarını yalanladığı gibi, o da aklın yanıldığını söyler. Aklın yanıldığını söyleyecek böyle bir hâkimi bilmemen, onun yok olduğunu göstermez.


Bu cevâb karşısında nefsim durakladı. Sonra, verdiği şübheyi kuvvetlendirmek için, şöyle dedi: Görmez misin ki, uykuda iken, rü’yâda ba’zı şeyleri görüyorsun. Bir takım hâlleri hayâl ediyorsun. Onların hakîkat olduğunu kabûl ediyorsun. Uykuda iken, rü’yâda gördüklerin hakkında bir şübheye düşmüyorsun. Fekat uyanınca, rü’yâda inandığın şeylerin hiçbirinin aslı olmadığını anlıyorsun. O hâlde, aklın ile anlayıp, inandığın bilgilerin, sâdece içinde bulunduğun hâl sebebiyle sana doğru gibi gelmiş olmadığını nereden biliyorsun. Mümkindir ki, sende başka hâl meydâna gelir de, rü’yâda gördüğünü uyanınca kabûl etmediğin gibi, aklınla anladığın şeylerin de aslı olmayan bir takım hayâller olduğunun farkına varırsın. Yâhud da, sana gelecek olan bu hâl, tesavvuf ehlinin hâli gibi olabilir. Zîrâ, tesavvuf ehli, “Biz istigrak hâlinde [ma’nevî hâllere dalınca], duyu organlarının te’sîrinden kurtulup, akl ile anlaşılamıyan hâlleri müşâhede ederiz (görürüz),” demişlerdir. Belki bu hâl ölüm hâli de olabilir. Zîrâ, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar) buyurdu. Kesin olarak bellidir ki, dünyâ hayâtı, âhırete nisbetle bir uyku gibidir. İnsan öldüğü zemân, dünyâda göremediği bir takım şeyler ona zâhir olur. O hâlde iken ona şöyle hitâb edilir: (Bu günden gafletde idin. Şimdi senden perdeni açdık, artık bugün gözün keskindir.) (Kaf sûresi, 22.ci âyet-i kerîmesinin meâli.)


Bu vesveseler kalbimde yer etdi. Bundan kurtulmak için, bir çâre aradım. Fekat, mümkin olmadı. Çünki bu vesveseleri ancak delîl ile giderebilirdim. Delîl de ancak apaçık anlaşılan bilgiler olabilirdi. Bu bilgiler, sağlam olmayınca, onlara güvenilmeyince, delîl olarak kabûl edilemezdi. Bu hâlden kurtulmak mümkin olmadı. İki ay kadar devâm etdi. Safsata yoluna kapılmışdım. Fekat bundan kimseye bahsetmiyordum. Nihâyet Allahü teâlâ, beni bu hâlden kurtardı. Eski hâlime döndüm. Zarûriyyâtın, ya’nî delîle muhtâc olmayan açık bilgilerin güvenilirliğine emîn oldum. Bu hâle, delîller vâsıtasıyla ulaşmadım. Bu, Allahü teâlânın kalbime ihsân etdiği bir nûr ile oldu. Bu nûr, pekçok ilmin kaynağıdır. Hakîkate ulaşmanın sâdece delîller ile olduğunu zan edenler, Allahü teâlânın geniş rahmetini daraltmış olurlar. Âyet-i kerîmede meâlen buyuruldu ki: (Allah, kimi hidâyete erdirmek dilerse, onun göğsünü islâma açar, gönlüne genişlik verir…) (En’âm sûresi 25). Bu âyet-i kerîmede geçen açma ve genişletme ma’nâsındaki “şerh” kelimesinden murâdın ne olduğu Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” sorulunca: (O, Allahü teâlânın kalbe akıtdığı bir nûrdur) buyurdu. Bunun alâmeti nedir diye sorulunca da: (Fânî olan dünyâdan yüz çevirip, ebedî vatan olan âhırete yönelmekdir) buyurdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir başka hadîs-i şerîfinde, bu nûr ile alâkalı olarak şöyle buyurdu: (Allahü teâlâ kullarını karanlık içinde yaratdı. Sonra da onların üzerine kendi nûrundan serpdi.) Ya’nî Allahü teâlâ, insanları ve cinleri, tabi’atlarını, zulmetli nefs-i emmârenin hoşlanılmayacak hâlleri altında yaratdı. Sonra, üzerlerine ma’rifet ve hidâyet nûru yaydı.


İşte hakîkatlere kavuşmayı bu nûrdan aramak lâzımdır. Bu nûr, zemân zemân, Allahü teâlânın kereminden fışkırır. Buna kavuşmak için, dikkatli olmak lâzımdır. Nitekim, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Hayâtınızın ba’zı günlerinde Rabbinizin lutfları zuhûr eder, onlara kavuşmak için, dikkatli ve uyanık olun) buyurdu.


Bunları anlatmakdan maksad, hakîkatı aramakda çok gayretli olmanın, hattâ araşdırılması îcâb etmiyen şeylere varıncaya kadar uzanan ciddî bir çalışmanın lüzûmunu göstermekdir. Şübhesiz ki, çok olan şeyleri araşdırmak îcâb etmez. Çünki onlar, hâzırdır. Apaçık olan şeyler araşdırılınca, onlar kaybolur, gizlenir. Bir kimse, araşdırılması îcâb etmiyen şeyleri araşdırdı diye, araşdırılması îcâb eden şeyleri araşdırmakda kusûr etmekle suçlanamaz.


Hakikati Arayanların Kısmları


Allahü teâlâ, lutfü ve keremi ile, beni hakîkat olmadığı hâlde hakîkat gibi görünen şeylere i’tibâr etmek hastalığından kurtardı. Böylece, hakîkati arayanların dört kısma ayrıldığını gördüm.


1- Kelâm âlimleri: Bunlar, rey, ya’nî düşünerek elde edilen hükm ve istidlâl, ya’nî delîl ile anlamaya sâhib olduklarını iddi’â ederler.


2- Bâtınîler: Bunlar, hakîkatin ma’sûm bir imâmın ta’lîmi ile, ya’nî bildirmesi ile öğrenilebileceğini, hakîkatı ondan anladıklarını iddi’â edenlerdir.


– Felsefeciler: Bunlar, mantık ve burhân, ya’nî kesin delîl sâhibi olduklarını iddi’â ederler.


4- Sûfîler: Bunlar, tesavvuf ehli olup, Allahü teâlânın seçilmiş kulları, keşf ve müşâhede sâhibi olduklarını söylemişlerdir.


Kendi kendime dedim ki, hakkı arayanlar, bu dört grubun dışında olamazlar. Bu mesleklerin erbâbı, hakîkatı arama yolundadırlar. Eğer, hakîkat bu dört sınıf mensûblarının dışında ise, hakîkate ulaşma ümîdi kalmaz. Taklîdi terk etdikden sonra, tekrâr taklîde dönmeye ümîd ve imkân yokdur. Çünki, taklîdin şartlarından birisi de, taklîdcinin taklîdci olduğunu bilmemesidir. (Taklîdci olduğunun farkında bulunmamasıdır.) Taklîdci olan kimse, taklîdci olduğunu bilirse, onun taklîd bardağı kırılır. Geride kalan parçaları, ateşde eritilip, başka bir kalıba dökülmedikce, tekrâr bardak hâline getirilemez.


Bahsi geçen dört gurubun düşüncelerini ve özelliklerini dikkatle araşdırmaya başladım.İlk önce,kelâm ilmini,sonra felsefe yolunu,dahâ sonra bâtınîlerin ta’lîmâtını, en sonunda da tesavvuf ehlinin yolunu inceledim.

Eser: El-münkızü mined-dalâl

Müellif: İmâm-ı Gazâlî 

Terceme: Hüseyn Hilmi IŞIK

EL-MÜNKIZÜ MİN-EDDALÂL

Bismillâhirrahmânirrahîm


Her kitâbın ve makâlenin başında, kendisine hamd ile başlanan Allahü teâlâya hamd ederim. Risâlet ve nübüvvet sâhibi Muhammed Mustafâya “sallallahü aleyhi ve sellem”, âline ve eshâbına “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” salât ve selâm olsun!


Ey din kardeşim! Benden ilmlerin gâyesini ve sırlarını, mezheblerin insanı helâke götürenlerini ve özelliklerini açıklamamı istedin. Birbirine zıt olan çeşidli fırkaların ve yolların arasından hakkı bulup, ortaya çıkarmak için çekdiğim sıkıntıları, taklîdden kurtulup, doğru i’tikâda nasıl ulaşdığımı bildirmemi istedin.


Önce kelâm ilminden fâidelendiğim noktaları, ikinci olarak hakîkate ulaşmakda, sâdece ma’sûm kabûl etdikleri imâmlarını taklîd etmeyi kâfî gören ehl-i ta’lîmin (ismâ’îliyye, bâtıniyye fırkasının) yollarını nasıl bulduğumu soruyorsun. Üçüncü olarak da, hakîr ve hafîf gördüğüm felsefecilerin yollarını soruyorsun.Netîce olarak tesavvuf yolunu beğenip, kabûl etdiğimi, tesavvuf ehlinin sözlerini ve hâllerini incelediğimde, öğrendiğim hakîkatlerin bende bırakdığı intibâları soruyorsun.


Yine Bağdâdda pek çok talebeye ders verip, ilmi yaymakda iken, bundan niçin vazgeçdiğimi, uzun bir aradan sonra Nişâbura dönüp, tekrâr ilm öğretmeğe başlamamın sebebini açıklamamı istedin.


Bunları sormakdaki samîmiyyetine inanarak, arzûnu yerine getirmek için cevâbını yazıyorum. Bu husûsda Allahü teâlâdan yardım diler, ona tevekkül ederim. Muvaffak etmesi için düâ ederim. Ona sığınarak derim ki: Allahü teâlâ sizi doğru yolda bulunmağa, muvaffak etsin. Hakîkate boyun eğmenizi kolaylaşdırsın. İnsanların, çeşidli din ve milletlerde bulunuşu ve bir ümmetin çeşidli fırkalara ayrılması, bir çok insanın içinde boğulduğu derin bir denizdir. Çok az insan bu denizde boğulmakdan kurtulmuşdur. Her fırka, kendinin doğru yolda olduğunu zan eder. [Mü’minûn sûresi 53.cü] Âyet-i kerîmesinde meâlen: (Her fırka kendi din ve mezhebine güveniyor, hak olduğuna inanıyor) buyuruldu. Bütün sözleri hakîkat olan ve Peygamberlerin en üstünü olan Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, kendi ümmetinin de fırkalara ayrılacağını bildirmiş ve (Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacakdır. Bunlardan yalnız bir fırkası kurtulacak) buyurmuşdur. Peygamber efendimizin haber verdiği gibi oldu. [Eshâb-ı kirâm, kurtulan fırkanın kimler olduğunu sorunca, Peygamber efendimiz, (Cehennemden kurtulan fırka, benim ve eshâbımın gitdiği yolda gidenlerdir) buyurdu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurduğu gibi oldu.]


Gençliğimin ilk yıllarından ya’nî yirmi yaşımdan önceki bülûg çağıma yakın bir zemândan beri ki, hep bu derin denizin dalgalarıyla mücâdele ediyordum. Cesâretle derinliklerine dalıyordum. Her dürlü karmaşık mes’elelerle uğraşıyordum. Bütün güçlükleri yenmeye çalışıyor, her uçuruma atlıyordum. Her fırkanın i’tikâdını inceliyor, mezhebine âid sırları ortaya çıkarmaya uğraşıyordum. Hangisinin hak, hangisinin bâtıl, hangisinin Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetine uygun ve hangisinin bid’at üzerine kurulmuş olduğunu öğrenmeye çalışıyordum.


Şimdi elli yaşımı geçmiş bulunuyorum. Bâtınîliğin bütün gizliliklerine varıncaya kadar inceledim. Zâhiriyyeye mensûb olanların tutduğu yolun neden ibâret olduğunu araşdırdım. Her felsefecinin felsefesinin iç yüzünü araşdırdım. Her kelâmcının sözünü ve mücâdelesinin netîcesini anlamak için gayret etdim. Bir tesavvuf ehlinin kalb temizliğine nasıl ulaşdığının sırrını anlamaya çalışdım. Bir âbidin çok ibâdet etmesinin ona ne sağladığını araşdırdım. Allahü teâlâya inanmayan bir zındıkın, bu inkâra cür’et etmesinin sebebini inceledim.


Gençliğimin ilk yıllarından beri, hakîkatleri kavramaya çok arzûlu olmam, yaratılışımdan gelen bir âdetimdir. Bu benim elimde değildir. Allahü teâlânın bana ihsân etdiği bir hâldir. Bu sâyede, i’tikâdda taklîdden kurtuldum. Çocukluğumda örf ve âdete dayanan akîdeden sıyrıldım. Çünki, hıristiyan çocuklarının hıristiyan, yehûdî çocuklarının yehûdî, müslimân çocuklarının da müslimân olduğunu gördüm. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir hadîs-i şerîfde, (Bütün çocuklar müslimânlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları hıristiyan, yehûdî ve mecûsî yapar) buyurdu.


Asl yaratılışın hakîkatını ve anneyi, babayı, hocayı taklîd etmekle elde edilen akîdelerin, inançların esâsını araşdırmayı istedim. Bu taklîd ile inanmanın başlangıcı telkîn ile idi. Telkîn ile başlayan bu taklîdleri birbirinden ayırmak için, içime bir arzû düşdü. Hâlbuki bunların hangisinin hak, hangisinin bâtıl olduğu husûsunda ihtilâflar vardı. Bunu nasıl yapabilirim diye düşündüm. Dedim ki, benim asl arzûm, işlerin hakîkatini bilmekdir. O hâlde, önce ilmin hakîkatini bilmem lâzımdır. Öyleyse ilmin hakîkati nedir? Nihâyet ilmin hakîkati bana şöyle zâhir oldu. Yakîni sağlayan ilm öyle bir ilmdir ki, onunla bilinen şeyler açıkca anlaşılır. Aslâ şübhe kalmaz.


O ilmde yanlışlık ve hatâ bulunmaz. Kalb böyle bir ihtimâle imkân bulamaz. Hatâdan emîn olmak için, ilm öyle kuvvetli olmalıdır ki, birisi bu ilmin bâtıl olduğunu iddi’â etse, da’vâsının doğruluğunu isbât için taşı altın, değneği yılan hâline getirse, bu durum o ilme sâhib olan kimseyi aslâ şübheye düşürmez. Ben on sayısının üç sayısından büyük olduğunu bildiğim hâlde, birisi üç sayısı on sayısından büyükdür. Bu sözüme inanman için, değneği yılan hâline getireceğim dese, bunu yapsa, ben de görsem, bu sebeble bilgimde bir şübhe meydâna gelmez. Ancak o kimsenin bu işi nasıl yapdığına şaşarım.


Dahâ sonra anladım ki, bu şeklde kesin olarak bilmediğim ilme güvenilmez. Şek ve şübhe bulunan ilm, kesin ilm (ilm-i yakîn) değildir.

Eser: El-münkızü mined-dalâl

Müellif: İmâm-ı Gazâlî 

Terceme: Hüseyn Hilmi IŞIK

ABDÜLFETTÂH-I BAĞDÂDÎ AKRÎ "Kuddise Sirruh" Hazretleri

 İstanbul’daki âlim ve evliyânın en büyüklerinden. 1192 (m. 1778) senesinde doğan Abdülfettâh Efendi, Tasavvufda pek yüksek derecelerin sâhibi olduğu gibi, fıkıh ilminde de büyük âlim idi. 1281 (m. 1864) senesinde Muharrem ayının 9. günü vefât etti. Küçük yaşta Bağdat’ın ileri gelen âlimlerinden ilim öğrenmeye başladı. Çok zekî idi. Kısa sürede Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Genç yaşta tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerinde ve o zamanın fen ilimlerinde mütehassıs bir âlim oldu. Bu zâhirî ilimlerin yanısıra, bâtın ilmi olan tasavvufta da yetişmek istiyordu. Kendileri Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerine talebe oldu. Verilen her vazîfeyi ânında yapardı. Nefsinin hiçbir arzusunu yapmaz, arzu etmediği şeyleri yapardı. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla mübahların fazlasını dahi terkederdi. Gelen sıkıntılara, verenin Allahü teâlâ olduğunu düşünerek sevinirdi. Hocası onun bu güzel hasletlerini bildiği için, ona en zor işleri yaptırırdı. Yolculukta herhangi bir vasıtaya, binmesini yasaklamıştı. Vazifeli olarak İstanbul’a iki defa yaya gitmişti. Bu tahammülü sayesinde, hocasının iltifâtlarına, feyz ve bereketli teveccühlerine mazhar oldu.  Çok hizmetlerde bulundu. Çok fâidelere kavuştu. Hilâfet-i mutlaka ile şereflendi. Şeyh Abdullah-ı Hirâti vefât edince, onun yerine geçti. Her yerden akın akın talebeler, onun ilminin bir damlasına kavuşmak için geliyordu.  Mevlânâ Hâlid hazretleri, onu İstanbul’a gönderdi.

Abdülfettâh hazretleri, İstanbul’un Üsküdar semtinde Karacaahmed Kabristanı ile Bağlarbaşı arasında, Nûh Kuyusu mevkiindeki dergâha yerleşti. Kısa zamanda, devlet erkânından vezirler, komutanlar, paşalar, âlimler, velîler onun talebesi olmak için etrafını doldurdular. Mezarı, Üsküdar’da, Eski Vâlide Câmii’nden Karacaahmed Mezarlığına çıkan yol ile, Selimiye-Bağlarbaşı Caddesinin kesiştiği köşedeki, Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey’in kabristanındadır. Eyyûb Sultan’da medfûn bulunan Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb-el-Ensârî ve diğer Eshâb-ı Kirâm (Radıyallahüanhüm) hâriç, İstanbul’un en yüksek üç evliyâsından biri de Abdülfettâh-ı Akrî hazretleridir. Diğerleri ise Edirnekapı-Eyyûb arasındaki Murâd-ı Münzâvî ile Zeyrek’deki Muhammed Emîn Tokâdî hazretleridir.

1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye (971), 2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi  (1-290 ), 3) Rehber Ansiklopedisi  (1-63), 4) Şems-üş-şümûs

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendi hazretleri hastalanmışdı, *Doktor* geldi. Muâyeneden sonra Efendi hazretleri başladı *Anatomi*’den konuşmaya.


*Damar*’lar nasıl çalışıyor, *Kan* nasıl hareket ediyor, *Akciğer*’in vazîfesi ne? *Böbrek* ne iş yapıyor? Doktor dinledi, dinledi. şaşırdı efendim. 


Siz bunları nereden biliyorsunuz? dedi. Efendi buyurdu ki: *Ben elli bin cilt kitap okudum, anatomi, astronomi dâhil*. Böyle buyurdu Mübârek. 

● ● ● 

İyilik yapmak *Sevap*’dır, ama iyilik yapmaya *Mecbur* değiliz kardeşim. İmkânımız varsa, yaparız. Yapmazsak, *Günah* olmaz. Yârın âhiretde; *Niçin iyilik yapmadın?* diye sorulmaz. 


Yaparsak, *Sevap* kazanırız, yapmazsak, *Günah* yok. Fakaaat hiç kimseye *Kötülük* yapmaya hakkımız *Yok*’dur. Yaparsak, günaha gireriz. Helâllaşmazsak, *Âhiret*’de sıkıntı olur, zor kalkarız altından. 

● ● ● 

Kardeşim, hepiniz *Yer*’de oturmuşsunuz. Hâlbuki sizin yeriniz orası değil. Sizin yeriniz, benim *Başımın üstü*’nde. Çünkü Allah celle celâlüh, *Elmas*’ı çöplüğe koymaz. Sizin kalpleriniz, birer *Cevher*. 


Siz, *Seçilmiş*’siniz. Hem müslümânsınız, hem ehl-i sünnetsiniz, hem bu *Yol*’un büyüklerini *Tanıyor* ve *Seviyor*’sunuz, hem de Allahın dînine *Hizmet* ediyorsunuz. Kalkın, yukarıya oturun! 

● ● ● 

Fâtiha-i şerîf, *Şifâ*’dır efendim. Ya Bizzât şifâ olur, veyâ şifâ olacak *Sebep*’leri insanın ayağına getirir. Onun için *Fâtiha*, anahtardır. 


*Ölüm hasta*’larını hastânede bırakmamak lâzım. Böyle hastaları eve getirmeli, yanında *Yâsin-i şerîf* okumalı. 


Bunları *İlmihâl*’de yazdık, oradan okuyup tatbîk etmeli. Bunlar, hastanın *Îmân*’la ölmesine faydalı olur kardeşim. Allahü teâlâ, *Elmas*’ı ve *Cevher*’i, çöplüğe koymaz. 


Eğer sizin kalpleriniz *Çöplük* olsaydı, Cenâb-ı Hak Kendi *Sevgi*’sini, Habîbinin *Sevgi*’sini, sevgili kullarının *Sevgi*’sini bu kalplere koyar mıydı? Elbette koymazdı.

Hilmi, sen bu şarkıyı dinledin mi?

Mübarek Hocamız, bize teşriflerinin bir defasında anlatmışlardı. Efendi Hazretleriyle, Mübarek Hocamız, Eyüb’den dergaha beraber çıktıkları bir zamanda, dergaha yaklaşınca, Piyerloti çay bahçesinde, gramofondan bir kadının şarkı söylediğini duymuşlar. Bir müddet sonra, Efendi hazretleri Hocamıza sormuş “Hilmi, sen bu şarkıyı dinledin mi?”. Hocamız hemen ”hayr efendim, dinlemedim” demişler. Efendi Hazretleri “Ben dinledim, fekat nağmelerini değil, sözlerini dinledim. Sözleri tam benim hâlime göre” buyurmuşlar. Mübarek Hocamız “Efendinin hâtırası olarak, biz bu şarkının sözlerinin ilk iki satırını, İslâm Ahlâkı kitabımıza koyduk efendim”. (40 ncı sahifede)

Şarkının sözleri şöyle;

Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben hâlime,

titrerim mücrim gibi, bakdıkça istikbâlime!

Perde-i zulmet çekilmiş korkarım ikbâlime,

titrerim mücrim gibi, bakdıkça istikbâlime!

Hocamız devam ederek “Bir gün dergaha gitmişdim. Dış kapıya vardığımda, şadırvanın yanında, Efendi ile bir bey ayakda konuşuyorlardı. Hemen kendimi göstermemek için kapının arkasına geçdim. Seslerini duymuyordum. Bir müddet sonra bu bey ayrıldı. Efendi hazretleri, benim geldiğimi görmüş ve “Gel Hilmi gel. Bu bey benim akrabamdır. Akrabadan gelen sıkıntıya katlanmakdan başka çare yoktur” buyurdular.

Osmân Nûrî Osmânağaoğlu

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendim ben Efendi hazretlerini tanıdığım zamanlar çok *Öfkeli*’ydim. Gençdim o vakitler. Biri namaz kılmadı mı, *Kızar*’dım, hattâ boğacağım gelirdi onu. Nasıl *Namaz kılmaz?* diye öfkelenirdim. 


Bir kadın da *Açık* olunca, yine çok sinirlenirdim. Niçin *Açık* geziyor, niçin *Örtün*’müyor? diye kızardım efendim. Elimde değildi bu. 


Ama Efendi hazretlerini tanıdıkdan sonra, o hâllerim *Gitdi*, hiç *Kalmadı*. Şimdi hep *Ağlamak* geliyor içimden. Sinirlenmek yerine *Üzülüyor*’um, kızmak yerine *Acıyor*’um efendim. 


Bilmiyene kızılır mı? Ona acınır. Öğrensin diye *Kitap* verilir. Bunları Efendi’den öğrendik, O *Kızmaz*’dı, *Üzülür*’dü. Herşeyi Ondan öğrendik efendim, *Îmân*’ımızı bile Ona *Borçlu*’yuz. 


Bir mü’min, Allahın bir kulunu *Sevindir*’se, birinin kalbine *Neş’e* verse, bundan, Cenâb-ı Hak *Râzı* olur, *Hoşnûd* olur. Çünkü Allahın kulunu, Allahın yaratdığı bir *Kul’u* sevindiriyorsun. 


Cenâb-ı Hakkın bu *Rızâ*’sı, bu *Hoşnûd*’luğu, gökden yere bir *Ampül* olarak inmiş olsa, onun nûrunda, ışığında *Güneş* kararır efendim. Niçin? O’nun bir kulunu sevindirdiği için. 


İnsanları *Sevindir*’mek böyle kıymetli işte. Çünkü Allahın kulunu sevindiriyorsun. İsterse *Kâfir* olsun. Allahü teâlâ, kulları için *İyâl’im* buyuruyor. 


*Evlâd*’a yapılan, *Baba*’ya yapılmış gibidir. Allahın kulunu sevindirirsek, Allahü teâlâ *Hoşnûd* olur. Aksi olursa, *Tehlike’li*. Allahın bir kulunu incitirsen, *Allah* incinir. 

● ● ● 

İslâm âlimlerinin âdeti, *Kitap*’dan söylemekdir efendim. Bilseler de *Kitâb*’a bakarlar, kitapdan naklederler. Efendi hazretleri de vaaz vereceği zaman birkaç *Kitap*’la gelirdi kürsüye. 


Onlara bakıp da anlatırdı. Peki bilmiyor muydu? *Biliyor*’du, ama âdeti böyleydi. *Kitap*’dan konuşurdu. Şimdikiler ne yapıyor? *Kafa*’dan konuşuyor, öyle olunca da hiç *Te’sîr*’i olmuyor.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Kim, birine bir bardak *Su* verse, yâni bir bardak su verecek kadar ona *Hizmet* etse, mutlak sûretde Allahü teâlâ, o kuluna bir *Hizmetçi* yaratır.


Ve o hizmetçi, bu kula hem *Dünyâ*’da, hem de *Âhiret*’de *Hizmet* eder. Hadîs-i şerîfdir bu ve kıyâmete kadar geçerlidir. 


*Men hademe hudime*. Ne demek bu? Yâni herkes misâfirini, kendi *İmkân*’ına göre ağırlar. Allahü teâlâ da, kendine *Lâyık* olan şekilde ağırlar. 


*Cennet*, hiçbir ibâdetin *Karşılığı* değildir. Cennet, *İhsân-ı ilâhî*’dir. Peki, bütün bu yapdığımız ibâdetler nedir? Bunlar, birer *Sebep*’dir. Cenâb-ı Hak dünyâda ve âhiretde, hiçbir şeyi *Sebep*’siz yaratmaz. 


*İbâdet*’ler de, Cennete girmek için birer *Sebep*’dir. Allahü teâlâ, *Cennet*’ini, bu sebebe yapışanlara, sebebe yapışdığı için, *İhsân-ı ilâhî* olarak verecekdir. 


Meselâ, *İki kişi* namaz kılıyor, Cenâb-ı Hak birininkini *Kabul* ediyor, diğerininkini *Etmiyor*. 


Onun için, bizim dînimizde *Amel* ölçü değildir. Lâzımdır, ama *Ölçü* değildir. Çünkü biri, *Allah için* kılar, öbürü, *Kullar beğensin* diye kılar. Bu ikisi bir olur mu?


Allahü teâlânın kulları, *Ben yanıyorum!* derken, biz burada *Su* içemeyiz efendim. Şu anda, kabristânlarda, toprağın altında, bir kısım insanlar *Yanıyor*. 


Çünkü kabirler, ya *Cennet bahçesi*’dir, yâhut da *Cehennem çukur*’u. Yâni bâzı kabirlerde şimdi *Cehennem ateşi* var ve o ateşde yananlar, şu an *Feryâd* ediyorlar. 


Bu *Feryât* seslerini biz duymuyoruz, ama *Hayvan*’lar duyuyor efendim. Allahü teâlâ, bizi *Ehl-i sünnet* yaratmış. 


Efendimiz aleyhisselâm buyuruyor ki: Benim ümmetim *Yetmiş üç* fırkaya ayrılacak. Bunun bir tânesi *Doğru yol*’da olacak. Onlar da, benim ve Eshâbımın *Yolu*’nda olanlardır. 


Elhamdülillah, Cenâb-ı Hak bizleri, bu *Ehl-i sünnet* fıkasından eyledi. Diğer yetmiş iki fırka, *Dalâlet*’de. Onlar *Cehenneme* gidecekler. 


Ama Efendimiz aleyhisselâm *Ümmet*’im buyurduğu için, onlardan *Îmân*’ı olanlar, sonunda gene kurtulacak.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eskiden, babamın evinde iken, biz akşamları *(çay)* içmeyi bilmezdik. Sâdece kahvaltıda çay içerdik. Çay içmeyi dahî Efendi hazretlerinden öğrendik. 


Efendi hazretlerinden duymadığımız hiçbir şeyi söylemiyoruz kardeşim. Efendi hazretleri, tek *(şeker)* ile açık *(çay)* içerlerdi. Ziyâ bey üç şeker, Hâlid bey koyu ve tek şeker. 


Efendi hazretleri bana; *(Kendine de çay dök)* derdi. Karşılıklı içerdik. Yine bir sabah, ezânlar henüz okunmamışdı ki, dergâha gitdim. Efendi hazretleri *(sofra)* da oturuyordu. 


Bakdım, sofrada *çay*, *ekmek* ve Van'dan gelen *(otlu peynir)* var. Efendi hazretleri peynire piynir derdi. 


Bana; *(Gel, berâber yiyelim)* buyurdular. Peynir ekmek yiyip, çay içdik. Onun tadı, hâlâ damaklarımda, hiç unutamıyorum. 


İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyorlar ki: *(Kelime-i tevhîdi)* terâzinin bir kefesine koysalar, diğer kefeye de, yedi kat yerler ve yedi kat gökler dolusu *(günâh)* ları koysalar, kelime-i tevhîd *ağır* gelir. 


Böyle buyuruyor. Hattâ efendim, *(kelime-i tevhîd)* in yanında, o kadar çok günahlar, bir *damla* gibi kalır. Bunu, akıl anlıyamaz. 


Büyükler böyle buyuruyorsa, doğrudur. Öyleyse inanacağız. Zâten âhiretde herşeyin *(hakîkati)* ortaya çıkacak. O zaman herkes anlıyacak. 


Mahşerde bir insanın hesâbı görülüyor. Günâhları *(ağır)* basınca, melekler onu Cehenneme doğru götürüyorlar. 


Adam başlıyor ağlamaya. Diyorlar ki, niye ağlıyorsun? Cevâben; Ben Rabbimden, bunu *(ümit)* etmiyordum, diyor. Ne ümit ediyordun? diyorlar. 


Beni Cehenneme atmaz sanıyordum. Cehenneme gideceğimi *(hiç)* düşünmemişdim, diyor. O esnâda Efendimiz aleyhisselâm geliyor.


Ve sevap kefesine bir *(kâğıt)* bırakıyor. O anda sevâblar *(ağır)* basıyor. Melekler o kâğıdı alıp bakıyorlar ki, üzerinde salevât-ı şerîfe yazılı. 


Efendimiz aleyhisselâm, o meleklere; Bu mü’min, bana çok *(salevât-ı şerîfe)* getirirdi, deyince, melekler donup kalıyorlar. 


Allahü teâlâ; Peygamberime *(salevât-ı şerîfe)* getiren bir kulumu, ben nasıl ateşe atarım? buyuruyor. Melekler, o mü’mini *(Cennete)* götürüyorlar.