HALÎFE MUSTAFA



Halife Mustafa (kaddesallahu teala sirreh) Seyyid Tâhâ  (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerinin halîfesi idi.

“Müminin ferasetinden sakının! Çünkü o Allah’ın nuruyla bakar.” 

hadîs-i şerifinin ma’nâsına kavuşmuş mü’min-i kâmil ve mürşid-i kâmil idi. Öyle ki evliyâlık nûru ile bir kimsenin yüzüne baksa, mesela hangi namazı kaçırdığını anlardı.

İlm ve ma’rifet ehli olup, çok kerim ve kuvvetli amel sahibi idi. Dînin yayılması için bütün varlığı ile çalışırdı. 

Âlimleri çok sevdiğinden, fazîletli büyük âlim Abdülhakîm Siyalkutî (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerinin ismini evladına verdi.

İşte o evladı mürşid-i kâmil-i mükemmil Esseyyid Abdülhakim Arvâsî (kaddesallahu teala sirreh) hazretleri idi.

Allahu teala şefaatlerini ihsan buyursun.

Amin.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


On sene evvel, *Beylerbeyi* nde oturuyordum. Birkaç sene oturduk. Orada Beylerbeyi serâyının *Bekçi* lerinden biri ile *Ahbap* olduk, yaşlı bir adamdı. Birgün dedi ki: 


Sultân Abdülhamîd Cennet mekân, Beylerbeyi serâyında iken, *Polis* ler Onu nöbetle bekliyorlardı. Polisin birinin, o gece *Çocuğu* dünyâya gelecekmiş. 


Tesâdüf, o gece de *Nöbetçi*. Birkaç çocuğu var, ailesi kalabalık. İttihatçılar zamânında herşey *Pahalı*. Polis, yarına ne olacağını bilemiyor. *Parası* da yok. Düşünüyor, taşınıyor. 


En son diyor ki: Böyle *Sıkıntı* içinde yaşamakdansa, yârın sabah, nöbeti *Teslîm* etdikden sonra, rıhtımdan kendimi denize atıp *Öleyim*, bu sıkıntılı hayâtdan kurtulayım. 


Adamcağız, böyle *Karar* veriyor. Tam nöbeti teslîm etmeye birkaç dakîka kala, yukarıdan *Pencere* açılıyor. Sultân Hamîd Cennet mekân hazretleri pencereden sarkıyor. 


Aşağıya bir kese *Altın* atıyor ve; Evlât! evlât! Al şu *Kese* yi, sana hediyem olsun. Çoluk çocuğuna sarfedersin. Sakın *İntihâr* etmeye kalkışma, intihâr çok büyük *Günâh* dır! diyor.


Ve içeri çekiliyor. *Polis*, ağlıya ağlıya bunu bana anlatdı ve Sultân Hamîdin, Allahın bir *Velîsi*, Allahın bir *Evliyâsı* olduğunu, *Yemîn* ederek ve ağlıyarak söyledi. 

● ● ● 

*Edeb*, haddini bilmekdir. Benim *Sınır* ım ne? İşyerinde, evde, cemiyetde, her yerde, herkesin bir *Sınırı* vardır kardeşim. O sınıra *Riâyet* edilirse, dünyâ *Cennet* olur. 


Dikkat edin, bütün *Üzüntü* ler, bütün *Kavga* lar, hep *Sınır* tecâvüzünden oluyor. Evin hanımı, kendi *Sınırı* nı bilirse, erkek de kendi *Sınırı* nı aşmazsa, o ev *Cennet* olur. 


Peki efendim, bu *Sınır* nedir? İşte bu, bir *İlim* dir, bir *Bilgi* dir. Yâni öğrenecek. İşte bizim *İlmihâl*, açsın okusun. Bunu öğrenmiyen, *Sınır* tanımaz ve olanlar olur.


*İlim* çok mühim, ama önce *Îmân*. Velhâsıl îmân da, ibâdetler de, *İlme* bağlı, yâni *Bilme* ye bağlı. Peki, ilim nedir? İlim, *Kitap* okumakdır. 


Her zaman söylüyorum, hattâ *Vasiyet* ime de yazdım. Arkadaşlar, her *Gün* hiç olmazsa bir iki sayfa *Kitap* okusunlar! diye. 

 

Biz, *Tam İlmihâli*, rafda dursun diye yazmadık kardeşim. Önce biz okuyacağız, öğreneceğiz. Çünkü büyükler; *Bilmeden müslümânlık olmaz!* buyuruyorlar.

MERDİVENDEKİ EDEB



Seyyid Taha (kaddesallahu teala sirreh) hazretleri, kendisini Mevlana Halid-i Bağdadi'ye (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerine götüren velinimeti amcası Seyyid Abdullah-i Şemdînî hazretlerine bu büyük nimetin şükrü olarak, hep hürmet ve hizmet etti. Onu hep iyilikle andı ve ruhuna pek çok sevaplar hediye etti. 

Buyurdu ki: 

"Vefat ettiğimde benim kabrimi kabristanın en üst tarafına yapınız ki, sırf beni ziyarete gelenler, amcam Abdullah hazretlerinin kabrine uğramak mecburiyetinde kalsınlar. Onu da ziyaret ederek mübarek ruhuna sevaplar hediye etsinler." 

O kabristanın bir yolu vardır. Seyyid Abdullah'ın  (kaddesallahu teala sirreh) kabri giriştedir.

...

Fotoğrafta görülen türbe ve kabir Seyyid Abdullah-i Şemdînî (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerine ait olub, yukarı çıkan merdivenler ile Seyyid Tâhâ-i Hakkârî ile kardeşi ve halîfesi Seyyid Muhammed Sâlih (kaddesallahu teala esraruha) hazretlerinin kabirlerine ulaşılır.

...

Allahu teala şefaatlerini ihsan buyursun.

Amin.

Sofu Baba

Van evliyâsından. İsmi Mustafa Efendidir. Sofu Baba adıyla meşhûr oldu. Van eşrâfından Abdullah Tüfekçibaşızâde'nin torunu olup babasının adı Abdurrahmân Efendidir. On dokuzuncu yüzyılın son yarısında Van'da yaşadı. Kabr-i şerîfi İpek Yolu üzerinde olup, ziyâret mahallidir. Kabri yanında kendi adıyla anılan Sofu Baba Câmii vardır.


Mustafa Efendi gençliğinde evliyânın büyüklerinden ve Peygamber efendimizin soyundan olan Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerini tanımakla şereflendi. Tanıması şöyle anlatılır:


Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretleri her sene Van'a gelir, Şâbâniye mahallesindeki câmide halka vâz eder, ilim ve edep öğretirdi. Vâzlarına devâm edenler arasında Mustafa Efendi de vardı. Seyyid Fehîm hazretleri sıcak bir yaz günü dersine gelen talebeleri imtihan etmek maksadıyla; "Birisi olsa da Erek Dağından bir tabak kar getirse. Bir karlı su içseydik." buyurdu. Mustafa Efendi sessizce bu işe tâlib oldu. Binbir zorlukla kısa zamanda dağa gidip kar getirdi. O zaman Seyyid Fehîm hazretleri ona ismini sordu ve duâ etti. O sırada Mustafa Efendi'de bâzı haller görüldü ve ağlamaya başladı. Gönlü her şeyden boşalıp muhabbetle doldu. Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerine candan âşık oldu. Sonra hocası Van'da kaldığı müddetçe yanından hiç ayrılmadı.


Sofu Mustafa Efendi anlatır: Bir zaman Başkale'den Suvar Ağa ile birlikte Van'a koyun götürüyorduk. Dağda müthiş bir tipiye yakalandık. Dağ başında tipi fırtınası bir nevî ölüm demektir. O zaman endişe ile hocam Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerini hatırlayıp gözlerimi kapadım. Bir müddet o halde kaldım. Sonra gözlerimi açtım. Fırtınayı dinmiş gördüm. Daha sonra selâmetle Van'a geldik. Ben burada Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretlerine uğradım. Abdülhakîm Efendi beni görünce; "Çok mu korktunuz?" dedi. Ben sükût edince; "Nasıl olsa kurtulurdunuz. Hocasını hatırlayanın ve bağlılığı olanın endişesi yersizdir." buyurdu.


Sofu Baba'nın o târihte ışıklandırma için Arvas'a getirdiği yağ küpünün ve yakılan yağ ile isten kararmış duvarlarının hâlâ Arvas'taki medresede durduğu bildirilmektedir. Seyyid Fehîm hazretlerinin torunu rahmetli Tâhâ  Arvas Efendiye, dergâhı ziyâret edenlerce; "Neden bu şekilde bırakıldığı?" sorulduğunda o, Sofu Baba'nın getirdiği küpü göstererek; "Eski mânevî havanın dağılmaması için o zamanki durum silinmesin diye badana yaptırmaya kıyamadık." demiştir.


Sofu Baba'nın sülâlesinden Fehîm isminde birçok zât vardır. Sofu Baba'nın oğlu Sıtkı Efendi onun oğlu Ağabey diye bilinen Abdurrahmân Efendi, onun oğlu Fehîm Efendi, Fehîm Efendinin oğlu ise mahkeme zâbit kâtipliği yapmış olan Necmeddîn Efendidir.


HİÇ DÖNÜP BAKILIR MI HIZIR'A


Seyyid Fehîm hazretlerinin Van'dan ayrılmasından sonra Mustafa Efendi onun hasret ateşiyle sararıp soldu. Kimseye bakmaz ve sokağa çıkmaz olmuştu. Bunun üzerine kendisine Sofu dediler. Sofu Mustafa Efendi bir kış günü annesine; "Anneciğim heybemi hazırla Arvas'a gideceğim." dedi. Annesi durumunu ve hocasına olan derin sevgisini bildiğinden; "Etme oğlum bu karda kışta evden dışarı çıkılmaz. Aç kurtlar seni yerler. Gitme. Bahar yaklaşıyor. Biraz bekle. O zaman gidersin." dedi. Lâkin onun kararlı olduğunu anlayınca, çâresiz heybesini hazırladı. Mustafa Efendi hediye olarak Arvas'ta büyük ihtiyaç olan bir küp kandil yağı da alarak yola koyuldu. Soğuk dondururken, kurtlar yiyecek ararken dağ dere demeyip gece gündüz yola devâm etti. Yol, yüz kilometre kadardı.


Sofu Mustafa Efendi yüksek bir dağ tepesindeyken karşısına biri çıktı ve; "Oğlum! Aç isen sıcak yemek vereyim. Nereye gidiyorsan ben götüreyim." dedi. Genç âşık onunla oturup konuşmadı. Yoluna devâm etti. O devamlı Seyyid Fehîm hazretlerini düşünüyor, onun aşkı damarlarındaki kanı ısıtıyor, kendini ona o kadar yakın hissediyor, karşısındaki hayâlini; "Çabuk gel, seni bekliyorum." der halde görüyordu. Geri dönmek aklının ucundan geçmiyordu. Nihâyet bir akşam vakti Arvas Câmiinde ezân okundu. Seyyid Fehîm hazretleri mihrâba geçmeyip biraz durdu. Halbuki böyle yapmazlar, ezan okununca mihrâba geçer, imâm olur, huzûr içinde namaza dururdu. Talebeleri ve cemâat; "Bunda bir hikmet vardır." düşüncesinde iken Seyyid hazretleri; "Bir yolcumuz geliyor. Kendisi farkında değil ama nerede ise donacak." buyurdu. Hakîkaten biraz sonra kapıdan içeri Sofu MustafaEfendi girdi. Buzdan kardan bir adam gibiydi. Seyyid Fehîm hazretlerinin emriyle papuçlarını ve paltosunu çıkardılar. Sobayı yaktılar. Genç âşık kendine gelince hocasının o mübârek ellerini muhabbet ve eşsiz aşkı ile öptü, öptü. Ağladı öptü. Karada ölümle savaşan, kendini suya atmak için çırpınan bir balığın suya kavuşması, deryâya dalması gibi rahatladı. Herkes bu hâle şaşa kaldı. O zaman Seyyid Fehîm hazretleri âşık gence; "Peki yolda karşına çıkıp, sana yardım etmek isteyeni tanıdın mı? O Hızır aleyhisselâmdı. Niçin yardımını istemedin?" buyurdu. Âşık genç; "Efendim! Tanıdım size selâmı var, ama o anda sizinle öyle bir huzurda idim, kendimi bütün varlığımla size öyle vermiştim ki, Hızır aleyhisselâmla konuşmakta bir fayda görmedim. Ben ona güvenerek değil, aşkınıza tutunarak geliyordum. Her adımda size biraz daha yaklaşıyor, karşımda sizi daha net görüyor, himmetinizi her zerremde hissediyordum. Beni bana bırakmıyordunuz." dedi. Sonra namaza durdular.

MUHABBET KANDİLİ

Seyyid Fehîm Arvâsî (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerinin Van’da bulunduğu zamanlarda Mustafa isminde bir genç var idi. Seyyid Fehim hazretlerinin aşığı idi.

Seyyid Fehîm hazretlerinin Van'dan ayrılmasından sonra Mustafa Efendi onun hasret ateşiyle sararıp soldu. Bir kış günü annesinin hazırladığı heybesini sırtlayarak Arvas yollarına düştü... Hediye olarak da o günlerde Van'da büyük ihtiyaç duyulan bir küp kandil yağı aldı. Hocası buna çok sevinecekti...

Soğuk dondururken, etrafta aç kurtlar dolaşırken dağ dere demeyip gece gündüz yoluna devâm etti. Bitkin bir hâldeyken dağın tepesinde karşısına nur yüzlü bir zat çıktı ve;

-Oğlum! Aç isen sıcak yemek vereyim. Nereye gidiyorsan ben götüreyim, dedi. Genç âşık onunla oturup konuşmadı. Yoluna devâm etti...

Akşam olmuş, Arvas Câmiinde ezân okunmuştu. Seyyid Fehîm hazretleri mihrâba geçmeyip biraz durdu. Talebeleri ve cemâat; "Bunda bir hikmet vardır" düşüncesindeyken Seyyid hazretleri;

-Bir yolcumuz geliyor. Nerede ise donacak, buyurdu. Hakîkaten biraz sonra kapıdan içeri Sofu Mustafa Efendi girdi. Görüntüsü bir kardan adamı andırıyordu. Hemen sobanın ateşini çoğalttılar... Genç âşık kendine gelince hocasının o mübârek ellerini muhabbet ve eşsiz aşkı ile defalarca öptü, ağladı; ağladı öptü...

Seyyid Fehîm hazretleri bu âşık talebesine;

-Yolda karşına çıkıp, sana yardım etmek isteyen hazreti Hızır'dı. Niçin yardımını istemedin? diye sordu. Genç Mustafa;

-Efendim! Onu tanıdım ancak, o anda sizinle öyle bir huzura ermiştim ki, Hızır aleyhisselâmla konuşmakta bir fayda görmedim. Ben ona güvenerek değil, aşkınıza tutunarak geliyordum. Her adımda size biraz daha yaklaşıyor ve himmetinizi her zerremde hissediyordum. Zaten siz de beni bana bırakmıyordunuz ki, dedi... Sohbetten sonra hemen namaza durdular...

Sofu Baba'nın o târihte Van'dan getirdiği küp hâlâ Arvas'taki medresede bulunmakta ve görenlere "Bu küp içindeki yağıyla ancak aşk ateşiyle taşınabilir" dedirtmektedir...

İş bu Mustafa Efendi nam gence Sofu Baba da denir.

Not: 

Fotoğrafta, duvardaki muhafaza içinde görülen küp o kandil küpüdür.

Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin bir kerameti

 Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin sevenlerinden Halid Turan Bey, gençliğinde ziyarete gitmişti bu zatı.

Bir süre sohbet ettiler.

Büyük velî, kitaplıktan Arapça bir kitap çekti ve rastgele bir sayfa açıp;“Oku şu sayfayı!” dedi.

O da çat pat okumaya çalıştı. Mübârek zât, yanlışlarını düzeltip tekrar okuttu aynı yeri.

Sonra bir daha, bir daha… Tâ ki yanlışsız okuyuncaya kadar.

Bu iş tamam olunca;“Şimdi de tercüme et” dedi.

O başladı tercümeye. Yanlışları olunca büyük veli düzeltiyordu.

Tekrar tekrar okuttu...

Tâ ki hiç yanlışı kalmayıncaya kadar. Öyle ki; ezberlemişti o sayfayı.

İyi de niye böyle yapmıştı?

“Bir hikmeti vardır" dedi içinden...

Aradan nice yıllar geçti. Hocası göçtü dünyadan. Bir gün “kütüphane müdürlüğü” için imtihan açıldı. Bu da gidip girdi imtihana.

Çünkü iş arıyordu.

Hocalar bir Arabi kitaptan rastgele bir yer açıp “Şu sayfayı oku” dediler.

O, bu sayfayı gördü.

Donup kaldı birden...

Zira yıllar önce Efendi’nin tekrar tekrar okutup ezberlettiği sayfaydı bu.

Bir çırpıda okudu tabii.

Hocalar takdir edip “Okuman çok güzel, şimdi de tercüme et” dediler.

Takır takır yaptı tercümeyi de.

Birincilikle kazandı imtihanı.

Evine gelince hüngür hüngür ağladı!

Ve “Fâtihalar” gönderdi mübarek ruhuna.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Yakışıklı bir *Yahûdî* genci, Peygamber Efendimizin *Sohbeti* ne ara sıra gelir, dinlermiş. Peygamberimiz de ona; *Ey filân, îmân et de, bu güzel yüzün yanmasın!* dermiş. 


Bir gün de sohbette, îmân edenlere, Cennetde verilecek *Hûri* lerden bahsetmişler. O yahûdî genç; *Ben îmân edersem, onlardan bir tânesine kefîl olur musunuz?* diyor. 


Peygamberimiz de; *Sen müslümân ol, yetmiş tânesine kefilim!* buyuruyorlar. O da îmân ediyor ve birkaç gün sonra da *Vefât* ediyor efendim. 


Efendimiz, o *Genci* bizzât yıkıyor, kefenliyor ve mübârek elleriyle *Kabre* koyuyorlar. Kabirde normalden fazla kalıp da çıktıklarında, *Yorgun* ve *Bitkin* görülüyor.


Üstelik, mübârek gömleğinin de *Yırtılmış* olduğu farkediliyor. Sahâbîler *Merak* edip, sebebini sorduklarında, şöyle anlatıyorlar: 


O genci kabre koyunca, Cennetden *Yetmiş* tâne *Hûri* geldi, o genci paylaşamadılar, aralarında çekişdiler. Her biri, *O benim!*, *O benim!* diyordu. 


Çok *İzdiham* oldu. Bu arada gömleğimi de *Yırttılar*. Ellerinden *Zor* kurtuldum, buyuruyorlar. 

● ● ● 

Hergün, dünyadan gelen *Mektup* lardan otuz-kırk tâne okuyorum kardeşim. Anlıyorum ki, her yerde *Ehl-i sünnet* medreseleri var. Oralara bizim *Kitaplar* dan gönderiyoruz. 


Kitaplarımızı alıp da okuyanlar, bize cevap yazıp; *Siz hakîkî ehl-i sünneti, Resûlullahın yolunu yayıyorsunuz!* diyorlar. Çoğu yeri, vehhâbîler istîlâ etmiş. 


Bizim kitapları okuyanlar; Biz bunlara *Cevap* veremiyorduk. Ama sizin *Kitap* larınız gelince, şimdi cevap veriyoruz. Onlar, tutunamıyor, *Kaçıyor* diyorlar. 


Eeee, ne demiş büyükler: *Hak gelince, bâtıl gider*. Hak geldi, tabii tutunamayıp kaçacaklar. 

● ● ● 

Dünyâya *Gönül* bağlamamalı kardeşim. *Yolcu*, yolu tâmir etmekle uğraşmaz. 


Meselâ *Hacca* giden bir kişi, orada; *Şu evi, şu apartmanı alayım*, diye düşünmez. Çünkü bir müddet sonra *Geri* dönecek. Dünyâ hayâtı da böyle işte. 


İnsan vücûdu çok büyük bir varlık. Darwin bile; *Gözün yapısını düşündükçe tepem atacak gibi oluyor*, diyor. İnsanın vücûdu bile böyle olursa, ya *Ruh’u* nasıldır? 


Rûh, bir anda şarkdan garba gider. İnsan 60-70 senelik dünyâ için yaratılmış olamaz. İnsan, *Ebedî âlem* için yaratıldı. *Rûh*, cism değildir ve meleklerden *Üstün* dür.

Siz onları görseydiniz

 Hasan-ı Basri hazretleri, ilim ve faziletlerinden istifade ettiği 

Eshab-ı kiram ile kendi içinde bulunduğu nesli kıyas ederek:

"Siz onları görseydiniz mecnun, deli zannederdiniz. Onlar sizin iyilerinizi görseler; "Bunlar iyilik ve hayırdan nasipsiz kimselerdir", kötülerinizi görseler; "Bunlar da Müslüman mı?" derlerdi" buyurdu.

Nefs-i emmâreden kurtulmanın alâmeti

 Nefs-i emmâreden kurtulmanın alâmeti, insanlarin övmesi ile ayıplamasını, eșit görmektir. 

İnsanlarin rağbetine sevinip, aramamalarına, etrâfınızda dolaşmamalarına üzülmek, basitlik, büyük akılsızlık ve anlayışsızlıktır❗️

Hazret-i Mevlana Halid-i Bağdadi “kuddise siruh”

Ermeni mezaliminin şahidi olan Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri yaşadıklarını şöyle anlatıyor

 “1913 yılının Kasım ayının sonları, Aralık ayının başlarında Rus askeri İran’ın Selmas yönünden gelerek Hakkari sancağını istila ederken vatandaşımız olan Ermeniler silahlandılar.


Müslümanların menkul mallarının tamamını yağma ettikleri esnada bizim hanelerimizi de tamamen yağmaladılar.Kışın başlangıcında aile fertleri perişan olarak çevredeki köy ve dağlara firar ettiler.Evlerimizi, çarşımızı, medresemizi, camilerimizi tamamen yaktılar. O andan itibaren Muhacir olduk. Öte yandan eskiden beri İslam ehline kinleriyle ve düşmanlıklarıyla tanınan kan dökücü, Nasturiler silahlı bir şekilde bütün yolları tutmuşlardı. 

İçimizdeki Ermeniler ise evvelden beri tam silahlı ve teyakkuz halinde fırsat beklediklerinden bunlar da bu vaziyetten istifade ile İslam ahalisine saldırdılar ve alemin yaratılışından beri görülmeyen ve işitilmeyen bir vahşetle ve saldırılarla insanları öldürmeye,malları ve mülkleri yağmalamaya koyuldular.

Ermeni hunharları ellerine geçirdikleri genç kadın ve kızların çoğunu esir,büyük kısmını da şehid ederek bunlara ait eşyayı gasb etmişlerdir. 

Zaho ve Akra kazalarının ahalisinin yüzde yetmişi dağ başlarında açlıktan telef ve vahşi hayvanlara, yırtıcı kuşlara alef oldular. Bizimle beraber yirmi dokuz köyün ihtiyarları, kadınları ve çocukları ıssız çöllerden,ovalardan dağlardan ve derelerden bin türlü meşakkat ve zahmet çekerek aç bî ilaç halde Revandize girdik. Kadınların bir kısmı da çocuklarını, kucaklarına birer parça ekmek koyarak dağların ve kayaların arasında bıraktılar.

 Bunların çoğu öldü.Defn edilmeyerek meydanda kalanlar da çoktu. 1914 senesinde Erbil’e hasta olarak girdik.On erkek kardeşimi, dört amcamın en değerli erkek ve kız evladını da Allahu Teala’nın mağfiretine vedia olarak Erbil etrafında defnettik.

 Başkale’den hicretimizde 150 nüfus iken ancak 66 nüfusla Adana’ya gelebildik. Binlerce derin alimin, allamenin hayretlerinden ve taaccüblerinden parmaklarını ağızlarına götürdüğü Arvas köyündeki çeşitli ilimlere ve fenlere aid üç bin cild el yazması baha biçilemeyecek eser,maalesef Ermeniler tarafından yakılarak yok edilmiştir.

Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin seyr-i sülukunu tamamladığı mekân

 Seyyid Abdülhakim Arvasi "kuddise sirruh" hazretlerinin  seyr-i sülukunu tamamladığı mekan... (Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin Arvas mescidinin arka tarafında bulunan 70 gün süreyle 2 defa çile çektiği çilehanesi)