"Akl"ın tefsîri: Akl, derk etmek, anlamak kuvvetidir. Hakkı bâtıldan fark ve temyîz etmek için yaratılmıştır. Hakkı bâtıla iltibas etmek, karıştırmak isti 'dâdında bulunan insânda, cinnde, meleklerde bu kuvvet yaratılmıştır. Allâhü Teâlânın zâtında ve zâtına aid bilgilerde hakkın bâtıl ile karıştırılması olamayacağından, o bilgilerde akl tek başına huccet, sened olamaz. Mahlûkâta âid bilgilerde, mahlûkâtın hakkı bâtıl ile karıştırmaları mümkin olduğundan, bu bilgilerde aklın işe karışması doğru olur. Rubûbiyyet, Rabblik mutlak vahdet olduğundan, mahlûk olan aklın bu makâmda işi yoktur; haddi değildir. Bir de akl, kıyâs âleti olup Allâhü Teâlâ'nın ma'rifetinde, Allâhü Teâlâya âid bilgilerde kıyâs, aklın ölçüsü merdûddur, câ'iz değildir. Kıyas, Allâhü Teâlâ'nın mahlûkâtı hakkında câ'iz ve cârîdir. Savâb, doğru kıyas etti ise, sevâb kazanır; hatâ etti ise, ma'zûr olur. Hakk Sübhanehû ve Teâlâ ile alakalı mes'elelerde kıyâs olsa, şâhid ile gâ'ib olana istidlál etmek lazım gelir ki, şâhidden gâ'ibe istidlâl, ittifakla fâsiddir. Yalnız, Allâhü Teâlâ'nın vücudunu, varlığını isbât etmekte aklın bir çeşît medhali vardır. Bu mes'elenin idrak edilmesi, gâyet gâmızdır; zordur. Evvelâ aklın müşekkik olmasının ve mütevâtî olmasının ne demek olduğunu anlayalım: "Mütevâtî", "bir cins içinde bulunan ferdlerin herbirinde müsâvî mikdârda mevcûd sıfať" demektir. İnsanlık ve hayvanlık sıfatları böyledir. "İnsanlık" sıfatı en yüce bir insan ile en aşağı bir insânda müsâvîdir, birdir. Meselâ bir peygamberde ve bir Freng kâfirinde insanlık, müsâvîdir. Birisi peygamber olmakla ve kâfir olan da kâfir olmak i'tibârıyla dahâ çok, dahâ kuvvetli, dahâ sâbit değildir. Bir peygamberin insanlığı ile bir kâfirin insanlığı arasında bir fark yoktur. Cem-şîd gibi büyük bir pâdişâh ile âlemin en ücrâ bir köyündeki bir çobânın insanlığı müsavidir. Ya'ni Cem-Şid'deki insanlık, çobândaki insanlıktan üstün değildir, insanlık i'tibarıyla her ikisi de eşittir.
"Müşekkik"in ta'rifi: "Bir cinsin ferdleri arasında müsavi mikdarda olmayan bir ma'na, bir sıfat"dır. İlm gibi.. İlm, âlimlerin ba'zısında çok, ba'zı ferdlerinde azdır. Yüksek fenn ilmleri sâhibi büyük bir âlimin ilmi ve idrâki, köylü bir âlimin ilminden ve idrâkinden elbette daha çoktur, daha parlaktır. Hâl böyle olunca ilmî meselelerin inkişafında hangi alimin ilmine tâm i'timâd olunur? Elbette en büyük, ilmi çok fennler sahibi alimin ilmine daha fazla i'timâd edilir. O âlimin üstünde bir âlim zuhür ederse, derhal onun ilmine i'timâd çok olur.
Efendim; şimdi "akl" denen cevher, insanlık gibi mütevâti mi oldu veyâhûd ilm gibi müşekkik mi oldu? Elbette müşekkiktir. Bundan ötürü kendi nev'inin ferdleri arasında müsavî olmadı. Müsavi olmadığından, en yükseği ile en düşüğü arasında binlerce derece vardır. Şu halde "Aklın kabûl edebileceği cümlesi nasıl doğru olabilir? Hem, hangi akl? Ya'nî kimin aklı? En ziyade akılı olan kimsenin aklı mı, yoksa akllı denilen kimsenin aklı mı? Akl, kendi nev'i içinde "akl-ı selim" ve "akl-ı sakîm" olmak üzere iki kısmdır. Bunların her ikisi de akldır. Tâm selîm akl hiç hatâ etmez, hiç yanılmaz. Pişmanlığı icab ettirecek hiçbir hareketde bulunmaz. Düşündüğü şeylerde aslâ hatâ etmez. Hep doğru, isabetli ve akıbeti iyi işler yapar. Doğru düşünür, her doğru yolu bulur; hiçbir suretle pişmanlığı îcâb ettirici hareketde bulunmaz. İşlediği hep savabdır. isabetlidir. Bu çeşît akl, ancak peygamberlerde "aleyhimüssalâtü vesselâm" bulunur. Tâm selîm akl sahibi peygamberler, teşebbüs buyurdukları her işte muvaffak olmuşlardır. Pişmanlığı ve hüsrânı îcâb ettiren hiçbir şeyde bulunmamışlardır. Derece olarak bu akllara yakin akl Ashab-i Kirâm'ın, Tâbi'în'in, Teba-i Tâbi'în'in ve mertebelerine göre din imâmlarının "rıdvânullâhi teâlâ aleyhim ecme'în" akllarıdır. Bunların aklları, İlâhi hükmlere yakın akllardır. Onun için bunların zemânında İslâm âlemi genişliyordu ve müslimânların sayısı artıyordu. Âlemin hâllerine vakıf olanlar, bunu ziyâdesiyle tasdik etmeye mecbûr olurlar.
"Asl-ı sakîm'in tefsîri: Sakîm ya'ni kısa, devamı yanılan akllardır. Düşündükleri şeylerde, yaptıkları işlerde ekseriyyetle yanlış düşünürler ve yanlış yaparlar. Melâleti, melâmeti, hasâreti ve nedâmeti mücib olurlar. Te'essüfleri, telehhüfleri ya'nî eseflenmeleri ve üzülmeleri artar. Akl-ı selim ile akl-ı sakîm arasında muhtelif birçok mertebe vardır. Bunu da ifade etmek lazım gelir ki, mü'minin dînî aklı ve dünyevi aklı olduğu gibi, kâfirin dahî dînî aklı ve dünyevî aklı vardır. Kâfirin dünyevî aklı, dini aklından kamil olduğu gibi, mü'minin dînî aklı, dünyevi aklından kâmildir, üstündür. Bu dahi dâ'imi ve müstemirr değildir. En çok lazım olan, dînî akldır. Zira, din sabitdir, karar etmiştir ve dâ'imîdir. Dünya ise herhalde fanidir ve muvakkatdir. Elbette fani islerdeki akl, sabit ve devamlı olan islerdeki akla tercih edilemez. Bu tafsilata dikkat nazarıyla nazar ve te'emmül edilirse, aklın, islerde ve bilhassa din işlerinde esas delîl, huccet ve yegâne kıyas olamayacağı tebeyyün etmiş, apaçık ortaya çıkmış olur. Din ümûrunda, işlerinde akla istinad edilemez. Zirâ akl, bir karârda değildir. Akllar birbirinin zıddı ve aksi olduğu gibi, bir adamın aklı dahî gâh savâb, doğru, isabetli ve gâh hatâlı olur. Ekseriyyetle de hatâ olur. En akllı farz edilen zât, değil dîn işlerinde, ihtisas sahibi olduğu, mütahassısı bulunduğu dünyâ işlerinde bile çok hatalar eder. Büyük kısmı hatalı olan akllara nasıl i'timâd olunur?! Sâbit ve dâ'im olan dîn işleri nasıl olur da ona havâle olunur? İnsanların hilkatlerinin ve ahlâklarının başka başka olması gibi, aklları, tabî'atleri ve işleri dahî başka başkadır. Birisinin aklına, tabî'atine muvâfık ve mutâbık olan, diğerinin aklına, tabî'atine göre hîç de muvafık ve mutâbık olmayabilir. Bundan ötürü akl, dîn işlerinde tâm huccet olamaz. Ancak, akl ile beraber Şer'-i Şerîf kâmil, tâm huccet olur. Onun için "Dînini ve îmânını beşerî fikrlerin neticelerine ve aklın bakışlarının semerelerine bağlamaktan çok sakın, çok hazer et!" buyurmuşlardır. Akl, huccetdir; fakat "hucceť" olmasından murâd, "akl-ı selîm"dir; her akl değildir. Elhâsıl, selîm akllardan başka akllar müstekîm olmadıklarından, onların bir şey'i kabûl edip etmemelerinde bir be's, kâle alınır bir tarafları yoktur. Selîm akllar, peygamberlerin akllarıdır. Dîn hükmlerinin hepsi o akllar için delîllerin en açıkları, en parlaklarıdır. Bu akllar için delîle hâcet olmadığı gibi, beyyineye, huccete dahî hâcet yoktur.
(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder