Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Zamânımızın en büyük *Cihâd*’ı, ehl-i sünnet *Kitap*’larını dağıtmakdır kardeşim. *Kur’ân-ı kerîm* okumak da çok *Sevap*’dır, çook. 


Niçin çok sevaptır? *Kelâm-ı ilâhî*’dir çünkü. Allahü teâlâ; *Benimle konuşmak istiyen, Kur’ân-ı kerîm okusun!* buyuruyor. 


Ne *Güzel* şey yâ Rabbî. Müslümânların her şeyi *Ni’met*’dir kardeşim. *Dünyâ*’da da ni’metdir, *Âhiret*’de de. Zâhiren *Sıkıntı*, hakîkatde ise *Rahmet*. 


İnsan, *Dîn*’ini öğrendiği *Hoca*’sını çok sevmelidir. Sevmek nasıl olur? Evliyâlardan biri diyor ki: Benim hocam *İmâm-ı Husrî* hazretleri, bir gün bir mecliste oturuyordu. 


Âlimlerden biri, hocamın bir *Sözü*’nü beğenmedi, Ona *Îtiraz* etdi. Ben bunu görünce çok üzüldüm.


*Hocam*’ın sözünü beğenmiyen bir *Adam*’ın yanında benim *İşim* yok! dedim ve kalkıp gitdim. İşte *Hoca*’ya muhabbet *Böyle* olur. 

● ● ●

Bir cemâatin içinde Allahü teâlâ en çok hangisini *Sever?* Meselâ şimdi bu *Oda*’da olanların içinde Allahü teâlâ en fazla kimi sever? 


Kim *Hizmet* ediyorsa, onu çok *Sever*. Neden? Çünkü *Seyyid-ül kavmi hâdimühüm!* buyuruldu. Ne demek bu?


Yâni bir cemâatin, bir topluluğun *Efendi*’si, en *İyisi*, onlara *Hizmet* edendir. Allahü teâlâ, hizmet edeni çok *Sever*. 

● ● ●

Acele etmek, *Şeytan*’dandır, yalnız *Namaz* müstesnâ. Vakit girince *Hemen* kılmalıdır. Gecikdikçe *Sevâbı* azalır. Başka şeylerde *Acele* yok! 


Eğilmek yok kardeşim, eğilmeyin. Öpülecek *Eller* nerde? Toprak altında. Onlar, toprak altında kaldılar. *Elim*’e geçse, ben de öpeceğim. 


(Bayramda) Sabah namâzında başladık *Teşrîk tekbîr*’lerini okumağa. Sabah namâzının farzında, *Selâm* verince, *Tekbîr* getireceğiz.


*Vâcib*’dir çünkü. Eğer unutursanız, ikindinin farzından sonra *Üç* defâ getirin. İkisi de unuttuklarınızın *Kazâ*’sı olur.

Cehennemin heybeti

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 


Şimdi ey aziz: Allah’ı bilen Allah’tan korkar.  Allah’ı bilmeyen Allah’tan korkmaz. 


“Ki, o gün cehennem de getirilmiştir.” (Fecr sûresi: 23) ayet-i kerimesi nâzil olduğu zaman, öyle rivayet ederler ki, Hazret-i Resulün mübarek renkleri değişti ve sarardı. Ashab-ı kiram, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin mübarek renginin değiştiğini görünce telâşa düştüler. Vardılar, Hz. Ali radıyallahu anh efendimize haber verdiler. Huzura geldi ve sordu;  

— Yâ Resûlallah! Acaba ne oldu ki, mübarek renginiz değişmiş?  


Resûl aleyhisselâm, bu âyeti okudurlar: (Ki, o gün cehennem de getirilmiştir.) Hz. Ali kerremallahu vechehu tekrar sordu:  

— Yâ Resûlallah! Cehennemi nasıl getirirler?  

Efendimiz buyurdu:  

— Yetmiş bin melek ve zebaniler tutup getirirlerken, eğer ellerinden bırakıverseler, bütün mahşer halkını yakar ve hiç kimse kurtulmaz. Hem, hiç kimse ona gözünü doğrultup bakamaz, o kadar heybetlidir.  


Kâ'ab-ül-ahbâr der ki: “Cehennemi getirirlerken, yakına geldiği sırada meleklerin ellerinden kurtularak bütün mahşer halkını kuşatır. Bu hali gören Nebiler ve Sıddıklar, yüzleri üstüne düşerek, başka bir şey dilemezler, illâ nefislerini dilerler.”  


Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, Hz. Ömer-ül-Faruk radıyallahu anh'a buyurdular ki: “Yâ İbn-i Hattâb! öyle kıyas eyle ki, eğer yetmiş Nebinin ameli kadar amelin olsa, o günde kurtuluş bulmazsın.”  


Cehennemi getirirken ellerinden bırakıverirler ve bütün mahşer halkını tamimiyle kuşatır eder, çevrelerini kaplayarak sırat köprüsünden başka hiçbir yol kalmaz. Hiç kimse, gidip cehennemi tutmaya cesaret edemez. Yalnız, Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, ileriye doğru yürür ve cehennemi zincirinden tutarak:  

— Dön yâ cehennem! Buyurur. Senin ehlin nasıl olsa sana gelecektir.  


Cehennem cevap verir:  

— Bırak beni yâ Resûlallah! der. Hak teâlâ, seni bana haram kılmıştır. Yâ Muhammed! Sen sâdık-ül-vâ'd-ül-eminsin ki, âlemlerin Rabbi sana Habibim diye buyurmuştur. Bırak beni, âsilere azap edeyim.  

Bu sırada, arş-ı âlâdan bir nida gelir:  

— Yâ cehennem! Habibim ne derse sözünü dinle.  

Cehennem, bu emr-i ilâhi üzerine derhal arşın kuzeyine çekilip bekler.

(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Kalbin hayâtı îmân iledir

 Herkes hâlinin ne olduğunu şu hadîs-i şerîf ile görsün: Kalbin hayâtı îmân iledir. Ölümü küfürledir. Sıhhati ibâdet ve tâat iledir. Hastalığı günâhla meşgûl olma iledir. Uyanıklığı Allahü teâlâyı zikretme iledir. Uyuması Allahü teâlâdan gâfil olma iledir.

(Muhammed Hilmi Efendi “rahmetullahi aleyh” hazretleri)

Kibir ve öfke

 Kibir ve öfke, insanın başına çok felâketler getirir.

(Lokman Hakîm “Rahmetullahi aleyh”)

Nefsim için en güvendiğim amel

 Nefsim için en güvendiğim amelim, Peygamber efendimizin eshabına Sevgi ve hurmetimdir.

(Bişr-i Hafi hazretleri)

SEYYİD ABDÜLKÂDİR GEYLÂNÎ HAZRETLERİ VEFATI

"Hayatta olduğunuz müddetçe, ömrü fırsat biliniz. Bir müddet sonra hayat kapısı kapanacak, bu dünyâdan ayrılacaksınız. Gücünüz yettiği müddetçe hayırlı işler yapmayı ganîmet biliniz. Tövbe kapısı açıkken ve elinizde bu imkân varken bunu fırsat biliniz. Tövbe ediniz. Duâ etmeye imkânınız varken, duâ ediniz. Sâlih kimselerle berâber olmayı fırsat biliniz."


Kabir ziyâretine dâir:


"Kabirleri ziyâret ediniz. Sâlih kimseleri de ziyâret ediniz. Hayırlı işler yapınız. Böyle yaparsanız, her şeyiniz düzelir."


Günahlardan sakınmak husûsunda:


"Mümin kimse küçük günahları da büyük görür. Peygamber efendimiz; "Mümin kimse, günahını dağ gibi görüp, kendi üzerine düşeceğinden korkar. Münafık ise, günâhını burnu üzerine konan ve hemen uçan sinek gibi görür." buyurdu."


Vefâtı: Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri vefât edeceği sırada, oğullarına buyurdu ki: "Yanımdan ayrılın! Çünkü zâhirde, görünüşte sizinle, bâtında sizden başkasıyla yâni Allahü teâla ile berâberim." Yine o esnâda buyurdular: "Yanımda sizden başkaları da vardır. Onlara yer açın. Onlara edebi gözetin. Burada büyük rahmet vardır. Onları sıkıştırmayın!" Yine; "Aleyküm-üs-selam ve rahmetullahi ve berekâtühü. Allahü teâlâ beni ve sizi magfiret etsin! Allahü teâlâ benim ve sizin tövbelerimizi kabûl etsin!" Bir gün bir gece hep böyle buyurdular.


Oğlu Şeyh Abdürrezzâk anlatır:


Gavs-ül âzam, o esnâda, ellerini kaldırıp, uzattı ve; "Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berekâtühü! Tövbe ediniz!" buyurdu.


Vefât ederken iki defâ; "Allahümme refîk al a'lâ." deyip; "Size geliyorum, size geliyorum." buyurdu. Tekrar buyurdu ki: "Durun!" Bunun ardından, ona ölüm ve sekerât hâli geldi. Bu hâlde iken; "Bana kimse bir şey sormasın. Ben, Allahü teâlânın ilminde bir hâlden başka bir hâle geçmekteyim." buyurdu.


Son anlarında, oğlu Abdülcebbâr; "Babacığım, bedenin acı duyuyor mu?" diye arz edince; "Bütün uzuvlarım acı içindedir. Yalnız kalbimde hiç acı ve elem yok. O, Allahü teâlâ iledir." buyurdu.


Oğlu Şeyh Abdülazîz; "Hastalığınız nasıldır?" diye sorunca; "Benim hastalığımı, insan, cin ve meleklerden hiçbiri bilmez ve anlayamaz. Allahü teâlânın ilmi, hükmü ile nâkıs olmaz. Hüküm değişir, ilim ise değişmez. Allahü teâlâ, dilediğini siler, dilediğini yazar. Ümm-ül-kitab O'ndadır, O'na yaptığından suâl olunmaz. Kullara ise, yaptıkları sorulur." buyurdu.


Daha sonra; "Kudret ile hâkim, kullarına ölüm ile gâlib olan Allahü teâlâ, her ayıp ve kusurdan münezzehdir. Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah!" Sonra da; "Allah Allah Allah..." deyip sonra sesini kesti, dilini damağına yapıştırıp, mübarek rûhunu teslim eyledi.


Vefâtı büyük bir üzüntüyle karşılandı. Cenâze namazını kılmak üzere, görülmemiş bir kalabalık toplandı. Cenâze namazını oğlu Abdülvehhâb kıldırdı. O kadar insan toplanmıştı ki, kalabalık sebebiyle ancak gece defn edilebildi. İnsanlar, büyük kalabalıklar hâlinde ziyâretine geldiler. Bu ziyâretler günlerce devâm etti.

HAZRETİ ÖMER'İN ADALETİ

“Medine ahalisi anlaşarak bir yere toplandılar. Ömer (radıyallahü teâlâ anh) hazretlerinin adâletini tecrübe etmek için anlaştılar. Aralarından bir yahudi çıktı. Ben sizin müşkilinizi hâl etmeye muktedirim, dedi. Onlar da buna bazı vaadlerde bulundular. 


Hazret-i Ömerin bir oğlu var idi. Bedenen çok zayıf kalmıştı. O yahudi, kendisini hekim tanıtıp, hazret-i Ömerin (radıyallahü teâlâ anh) oğlunun yanına vardı. Hâlini ve hâtırını sordu. O da, zayıflığından bir mikdâr hikâye yolu ile şikâyet etti. Mel’ûn yahudi tebessüm ederek, bunun ilâcı kolaydır, dedi. Bu da ilâcını istedi. Zira kalblerinde kin ve hile yoktu. Yahudi, önüne düşüp, odasına götürdü. Sonra bir sürahi şarap doldurup, şerbetdir diye önüne koydu. Bu senin derdine devadır. Bunu içtiğin gibi sıhhat bulursun, dedi. O da sözünü hakikat zan edip, şarap ne olduğunu görmediği için, o sürahideki şarabı içip, şarhoş oldu.


O yahudinin güzel bir kızı vardı. O kızı arz eyledi. Şarâbın tesiri ile şarhoş olduğundan, kıza sahib oldu. Bir zamandan sonra ayılıp, aklı başına gelince, yaptığı işlere pişmân oldu. Nedâmet ile tevbe ve istigfâr edip, evlerine geldi. Hikmet-i rabbani, o kız hâmile olup, çocuk doğdu. Sonra, mel’ûn yahudi, bir çok yahudiyi ve o çocuğu yanına alıp, Ömer (radıyallahü teâlâ anh) hazretlerinin yanına getirdiler. Dediler ki, yâ halîfe, senin oğlun, bizim kızımıza zorlayarak sâhib olup, bu çocuk hâsıl oldu. Biz bunu beslemeye mecbur değiliz. Hazret-i Ömer (radıyallahü teâlâ anh) bunu görünce, mübarek gönülleri perişan olup, oğlunu çağırdı ve bu durumu sordu. Oğlu da meydâna gelen hâdiseyi anlattı. Hazret-i Ömer (radıyallahü teâlâ anh) o masuma beyt-ül-mâldan nafaka tayin eyledi.


Sonra oğlunu aşağı alıp, dînin emri olan sopayı vurdurmaya başladı. Sopa sayısı kırk olduğu zaman, Eshâb-ı güzîn, Ömer (radıyallahü anh) hazretlerinin yanına gelip, rica ettiler. Yâ halîfe, oğlunuz hastadır, bu şekildeki sopaya tehammül edemez. İhsan eyle, bunun suçunu bize bağışla. Zira sesi, Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerinin sesine benzerdi. Eshâb-ı güzîn bunu, Ravda-i Mutahharaya götürüp, yüksek ses ile Kur’ân-ı azîmüşşânı okutup, kendileri dışarıdan dinlerler idi. Hazret-i Habîbullahın hasretinden ciğerlerini dağlarlar idi. Lütuf eyle, sesi hurmeti için suçunu afv eyle diye, ne şekilde söylediler ise, iltifât eylemedi. Allahü teâlânın hakkında hâtır olmaz. Ahirette çekmekten, dünyâda cezâsını bulmak iyidir, buyurdular. Altmış değnek olunca, babasına çağırdı ki, yâ baba, bir ân mehil ver ki, aziz annemin yüzünü göreyim, helallik dileyeyim. İltifât eylemeyip, yetmiş sopa olunca, çağırıp, yâ baba, işte ben ölüyorum. Mübarek yüzünü bana göster, görün ki, hasret gitmeyeyim, dedi. Hazret-i Ömer (radıyallahü teâlâ anh) mübarek yüzünü çevirip, gösterdi


Sopa sayısı seksen olunca rûhunu teslîm etti. Hazret-i Ömere öldüğünü bildirdiler. Buyurdu ki, ölüsüne yirmi değnek vurun ki, Hak emri yerini bulsun. Ondan sonra da yirmi değnek vurdular. Yüz tamam oldu. Sonra techîz ve tekfîni yapıp, götürüp defin eylediler. Sonra hazret-i Ömer (radıyallahü teâlâ anh) acabâ babalık hakkını yerine getirip, seni kurtardım mı. Allahü teâlânın huzûrunda hâlin nasıl oldu diye ağladı. O gece Eshâbdan birisi onu rüyada gördü. Sultân-ı kâinât (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerinin huzûr-u şerîfinde oturup, zevk ve sefâ ederdi. Bu sahâbîyi gördüğü gibi, kalkıp, güle-güle yanına geldi. Dedi ki, Allahü teâlâ babamdan râzı olsun ki, atalık hakkını yerine getirdi. Allahü teâlâya hamd olsun ki, devâmlı Fahr-i âlem (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerinin hizmet-i şerîflerinde olup, bir ân ayrılmıyorum. Dünyâ kahrından kurtulup, zevk ve safâ içine düştüm. Ertesi günü o sahâbî gelip, rüyada gördüğü hâli, hazret-i Ömere anlattı. Hazret-i Ömer (radıyallahü teâlâ anh) ağlamayı bırakıp, Allahü teâlânın inâyetine şükür secdesi eyledi (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în)”


[Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn]

Benim için beş vardır

_*Seyyid Abdulkadir-î Geylanî hazretleri* Benim için beş vardır. Onlarla yakıcı, öldürücü vebâ cinsi hastalıkların hararetini söndürürüm:_


*Lî hamsetün utfî bihâ narre-l vebâ-il hâtımâ,*

*El Mustafâ ve-l Mürtezâ ve-bnehümâ ve-l Fâtıma.*


_*Muhammed Mustafa* "salllahü teâla aleyhi vessellem" , *Ali-el Mürteza* "kerremallahü vecheh", *oğulları Hasen ve Hüseyin ve Fatıma* "radiyallahu teâla anhüm ecmain"_

Bizim kitaplarımızı alıp da okuyana Allahü teâlâ îmân nasîb eder

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki*:


Cenâb-ı Hak, bu *Sonsuz* olan *Ateş*’i söndürecek bir *Şey* yaratmış. Yâni bunun bir *İlâc*’ı var. Sonsuz ateşi söndüren bu ilâç nedir? 


*Lâ ilâhe İllallah Muhammedün resûlullah* kelâmıdır. Bu kelâmı, inanarak *Bir* defâ söyliyen için, o sonsuz *Ateş*, sonsuz olarak *Söner* efendim. 


Kalpdeki *Kir*’leri temizlemek için de ilâç; *Estağfirullah min külli mâ kerihallah* kelâmıdır. 


Bunları, hem *Kalb*’en, yâni inanarak, hem de *Fiil*’en, yâni ağızla söylemek lâzım kardeşim. 


Velhâsıl Cenâb-ı Hak, insanlar için iki *İlâç* yaratmış. Biri, *Kelime-i tevhîd*, diğeri de *İstiğfâr*. Bunlara, baha biçilmez efendim. 

● ● ●

Hedefi, maksadı *Allah*’ın rızâsı olmıyan kimse, Cehennem ve kabir *Azâb*’ından kurtulamaz. *Bid'at* çıkartan kimse de *Cehennem*’de yanacakdır. 


*Bismillâhillezî lâ yedurru me’asmihî şey’ün fil ardı velâ fissemâi*. Kim bu duâyı okursa, yerde ve gökde, ona aslâ bir *Zarar* gelmez. 


*Bismillâhillezî*, bu, öyle bir Besmeledir ki, *Lâ yedurru me’asmihî şey’ün fil ardı velâ fissemâi*. Gökde ve yerde, hiçbir şey o kula zarar veremez. 

● ● ● 

Bizim *Kitap*’larımızı alıp da okuyana, Allahü teâlâ *Îmân* nasîb eder. Hattâ *Seâdet-i Ebediyye* kitâbının evlerde bulunması bile, *Feyz* almaya sebep olur efendim. 


Yâni bizim *Kitap*’lar, birer *Mücevher* kardeşim. Çünkü kendimden bir şey yazmadım. Falanca kitapda *Şöyle*, filanca kitapda *Böyle* bildiriyor, diye yazdım. 


Velhâsıl bizim *Kitap*’lar, hep *İslâm Âlim*’lerinin yazılarıdır. Bizim ilâvelerimiz varsa, onlar da *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinden duyduğum, öğrendiğim *Bilgi*’lerdir.


İşte bizim kitaplar, hep o *Büyük*’lerin yazıları olduğu için, bütün dünyâ *Hayrân* kalıyor. Elhamdülillah, bunlar hep *Abdülhakim Efendi* hazretlerinin *Bereket*’i.


Onun *Himmet*’i kardeşim. Bizimle alâkası yok. *Abdülhakîm* Efendi hazretlerini görmeseydik, bu kitapların *İsmi*’ni bile işitmezdik, değil basdırmak.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Biz, çok *Şanslı*’yız kardeşim. Dünyâda yedi *Milyar* insan varsa, bunun *Bir* milyar kadarı *Müslümân*’dır. Bu bir milyar müslümânın da, yüzde doksanı *Bid’at Ehli*’dir. 


Geriye, *Yüzde On* kalıyor. Onun içinde de, neler vardır, neler. Onun için biz çok *Bahtiyâr*’ız kardeşim. 


Şu dünyâda en *Ahmak* kimse, *Rızk*’ından *Şüphe* edendir kardeşim. Rızık, *Mukadder*’dir. Yâni ezelde *Takdîr* edilmişdir. 


Hiç kimse *Rızk*’ını yemeden ölmez. Çocuk, daha anne karnındayken, *Cebrâil* aleyhisselâm gelir ve ona birkaç *Şey* söyler. 


Bir tânesi; Senin ömrün, şu kadar *Sene*, şu kadar *Ay*, şu kadar *Gün*, şu kadar *Saat*, hattâ şu kadar *Dakîka*, şu kadar *Sâniye*’dir, der. 

● ● ● 

*Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinin talebelerinden *Cevat bey* vardı. Muhârebede bir ara *Aklı* bozulmuş. Doktorlar; *Her an saldırabilir!* diye rapor vermişler. 


Ama kimseye de saldırmadı. Bir gün, *Abdülhakim Efendi*’nin sevdiklerinden *Mehmet Efendi*, *Cevat Bey*’i yemeğe *Dâvet* etdi. Biz de oradaydık. 


Cevat bey, baklava tepsisine bir avuç *Tuz* koydu. Bize de; *Sakın Söylemeyin!* diye işâret etdi. Ondan herkes çekinirdi. 


Ama çok da *Şakacı*’ydı. Tepsi ortaya konunca, *Tuzlu* tarafını Mehmet Efendi’nin önüne çevirdi ve *Önce ev sâhibi başlasın, bakalım nasıl?* dedi. 


Mehmet Efendi bir *Dilim* aldı, ağzı yüzü *Değişdi*. Yüzü değişince, Cevat bey sordu; *Bir şey mi var tadında yoksa?* dedi. 


Mehmet Efendi de; *Tadı da tuzu da yerinde!* dedi ve hemen dışarı çıkıp, *Kızları*’na seslendi. Biz anladık ki onlara *Kızacak*. Hemen çağırdık, hakîkati söyleyince, ferahladı. 

● ● ● 

*Abdülhakim Efendi* hazretleri buyurdu ki: Herkes, *Hac*’da bir *Duâ* eder, en çok *İstediği* şeyi ister, orada yalvarır. Ben de; *Yâ Rabbî, benden okuyanı âlim eyle!* diye duâ etdim, buyurdu. 


*Abdülhakim Efendi* hazretleri, bizi *Kendisi* çağırdı. O çağırmasaydı biz gidemezdik efendim. Bize her *Şey*’i, O öğretdi. Hiç yüzlerine bakamazdım.

TANIYOR MUSUN?

Bir adam Hazret-i Ömer’in yanında bir hususta şahitlikte bulunmuştu. Hazret-i Ömer ona, 


 ⁃ Ben seni tanımıyorum, seni tanıyan birini getir dedi. Orada bulunanlardan biri, 


 ⁃ Ben onu tanıyorum deyince Hazret-i Ömer, 


 ⁃ Nasıl bilirsin? diye sordu. O da, 


 ⁃ Emin ve âdil bir adam olarak tanıyorum cevabını verdi. Hazret-i Ömer tekrar sordu:


 ⁃ Gecesini gündüzünü bildiğin, yakın bir komşun mudur? 


 ⁃ Hayır. 


 ⁃ İnsanın takvasını ortaya koyan, muamelesidir. Bu adam, alışveriş yaptığın bir kimse midir? 


 ⁃ Hayır. 


 ⁃ Bununla, insanın ahlakının güzel veya çirkin olduğunu anlamaya imkan veren bir yolculuk yaptın mı? 


 ⁃ Hayır. Bunun üzerine Hazret-i Ömer, 


 ⁃ Sen onu tanımıyorsun dedi ve sonra da adama dönerek, (Git, seni tanıyan birini getir) buyurdu.

Muhammed İkbal kimdir?

İkbal, Pakistan’ın millî şairidir. 1905’te öğrenim için gittiği Avrupa’da üç yıl kaldı ve düşüncelerinde büyük değişiklikler oldu. 1908’de Lahor’a dönerek Felsefe ve İngiliz Edebiyatı öğretmenliği yaptı.


1923’te İngilizler kendisine “Sir” ünvanı verdi. Bu arada, meşhur şarkiyatçı İngiliz Sir Thomas Arnold ile tanıştı, kurduğu yakın dostluk İkbal’in düşüncesini etkiledi. Onun tavsiyesi üzerine Avrupa’ya gidip, burada felsefecilerden ders gördü. Bütün bunlar İkbal’in üzerinde büyük tesir yaptı. Ehl-i sünnet âlimlerinin tuttuğu doğru yolu bırakıp, Batılı müsteşriklerin metotlarına kaymasına sebep oldu.


İslâmiyet karşısında felsefe ve aklı ön planda tutan bu metotlar, İkbal’in düşünce ve fikirlerini de şekillendirerek, din konusunda kendine mahsus ve İslâm âlimleri tarafından reddedilen görüşler öne sürmesi neticesini de beraberinde getirdi.


İkbal’in İslâmda dinî düşüncenin yeniden kuruluşu adıyla tanınan, 1928’de Madras İslâm Derneğinin kurslarındaki konuşmaları, reformcu görüşlerle doludur. Onun bu reformcu görüşleri, İslamiyet’in nakil yoluna ters oluşu sebebiyle, âlimlerce kabul görmedi.


Eserlerinde, Abduh ve Efgani gibi mason reformcuların fikirlerine genişçe yer verdi. İkbal’in şahsiyetinin en önemli taraflarından biri de, İngilizlerin arzusuna uygun olarak, bağımsız Pakistan’ın kuruluşu için yaptığı çalışmalarıdır.


İngilizler, Pakistan’ı Hindistan’dan ayırıp küçük lokma hâlinde yutmak istiyorlardı. İkbal, 1931 ve 1932’de Londra’da yapılan toplantılara delege olarak çağrıldı ve burada da aynı fikri destekler konuşmalar yaptı. Yazdığı makale ve mektuplarda da ısrarla aynı fikri işledi.


İkbal, Cinnah’a yazdığı mektuplarda; İngiliz hükümetinin, Hindistan Müslümanlarının Pakistan adı altında ayrı bir devlet kurmalarını istediğini belirtti. İkbal’in bu çalışmaları, takdirle karşılanıp bağımsızlığın sembol şahsiyeti sayıldı.


Ölümünden 9 yıl sonra 1947’de Pakistan bağımsızlığına kavuştu. Bu bağımsızlık, Hindistan’da bir türlü tam hâkimiyet kuramayan İngilizlerin, Müslümanları parçalayarak hem Pakistan’a, hem de Hindistan’a daha kolay hâkim olmak için takip ettikleri bir siyasetin neticesidir.

 (Y. Rehber Ans.)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Eshâb-ı kirâm*’ın, çok üstünlükleri var. Çok *Meziyet*’leri var, çok *Kıymetli* insanlar. Allahü teâlâ onları, Kur’ân-ı kerimde, *Sûre-i Feth*’in son âyetinde methediyor: 


Ve Kur’ân-ı kerîmde; *Onlar, kâfirlere karşı çok sertdiler, ama birbirlerini çok seviyorlardı!* buyuruyor. 


*Ruhamâü beynehüm!* Yâni onlar, birbirlerine karşı çok merhametliydiler. Birbirlerini çok seviyorlardı. 


Demek ki; bizim de, Peygamberimizin *Ümmeti* olarak, en birinci *Vasf*’ımız, birbirimizi çok *Sevmemiz* olmalıdır. Neden? 


Çünkü *Eshâb-ı kirâm* efendilerimiz, Peygamber Efendimizin vefâtından sonra, *Sık sık* birbirlerinin evine *Ziyâret*’e gider ve; 


*Gel kardeşim, biraz Peygamber Efendimiz’den bahsedelim de îmân’ımız tâzelensin!* derlermiş. 


Bunlar, yâni *Eshâb-ı kirâm*, müctehidlerin *İlk*’leri, evliyâların *Şâh*’ı, âlimlerin *Âlâ*’sı, yâni her bakımdan *Kemâl*’de olan insanlardır. Birbirlerine diyorlardı ki: 


Hazret-i Peygamberin *Vefât*’ından sonra *Kalp*’lerimiz kararabilir. Gel biraz oturalım, Ondan bahsedelim, bir iki *Salevât-ı şerîfe* okuyalım, Onun hayâtından konuşalım da *Îmân*’ımız *Tâze*’lensin.


*Eshâb-ı kirâm* böyle derse, bizim gibi *Zavallı*’lara ne demek düşer? Cenâb-ı Hak, hepimizi, o *Büyük*’lerin şefâatine kavuşdursun kardeşim. 


*İmâm-ı Rabbânî* hazretleri; Kendini, değil ki bir *Müslümân*’dan, frenk *Kâfiri*’nden, hattâ uyuz *Köpek*’den üstün gören, Allahü teâlâya *Yol* bulamaz! buyuruyor. 


Ancak *Şeytan*, kendini başkalarından *Üstün* görür. *Ben daha iyi bilirim!* der. Onun için, hakîkî bir talebenin husûsiyeti, *Mütevâzı* ve *Edeb*’li olmasıdır. 


*Şâh-ı Nakşibend* hazretleri, onun için; Bu yolun başı *Edeb*, ortası *Edeb*, sonu yine *Edeb*’dir! buyurmuşlar. Hepimiz, bu hususta *Kusur*’luyuz kardeşim. 


Ama *Büyük*’ler affederler, kimsenin yüzüne *Vurmaz*’lar. *Abdülhakim Efendi* hazretleri, kusûrları hiç *Görmez*’di, hemen affederdi. *Büyük*’ler böyledir. 


Eğer affetmeseler, yanlarında *Kimse* kalmaz efendim. Onlar, *Allah* için hep yutkunurlar, *Sabr*’ederler, *Hoş* görürler. Yoksa, insanlar o *Büyük*’lerden uzaklaşır Allah korusun.

Biz herşeyimizi Abdülhakim Efendi hazretlerine borçluyuz

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben eğer *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerini görmeseydim, ya *Kör* idim, ya da *Şaşı*. Kördüm, çünkü *Îmân*’sız olurdum mâzallah. Şaşı idim, çünkü *Bid’at* ehli olurdum. 


Yâni *Bozuk* bir yola girer, doğru *Yol*’u bulamazdım efendim. Çünkü bu, öyle *Kolay* bulunabilecek bir şey değil. 


Biz, *Îmân*’ımız dâhil, her şeyimizi *Abdülhakim Efendi* hazretlerine *Borçlu*’yuz. Çünkü Onu görmeseydik, hiçbir *Şey*’den haberimiz olmıyacakdı.

● ● ● 

Bu dünyâ, *Sevgi* üzerine kurulmuşdur. Neden? Çünkü Cenâb-ı Hak, hiç bir şey yaratmadan önce buyurdu ki: *Tanınmayı sevdim!* Bakın, tanınmak istedim değil, tanınmayı *Sevdim*, buyuruyor. 


Yâni, kullarım beni *Tanısın* da *Şeref*’lensin istedim Onun için hepinizi *Yaratdım!* Öyle buyuruyor Cenâb-ı Hak. O hâlde bu işin temelinde, *Muhabbet* vardır. 


Onun için Allahü teâlâ, bütün Peygamberlere bir *İsim* vermişdir, ama bizim Peygamberimiz için *Sevgilim* buyurmuşdur, *Habîbim* demişdir. 


Onun için, bir yerde eğer *Sevgi* ve *Muhabbet* yoksa, orda *Geçim* olmaz. 


*Eshâb-ı kirâm* aleyhimürrıdvân, hazret-i Peygamberi o kadar seviyorlardı ki, Onun uğrunda *Can*’larını, *Mal*’larını, her *Şey*’lerini *Fedâ* ediyorlardı. 

● ● ● 

*Gıybet* edilen yere *Lânet* yağar efendim. Lânet yağacağına *Rahmet* yağsın, daha iyi değil mi? *Gıybet* çok kötü birşey. Efendimiz aleyhisselâm; 


*El-gıybetü eşeddü minez zinâ!* buyuruyor. Hadîs-i şerîfdir bu. Yâni *Gıybet* etmek, *Zinâ* etmekden daha büyük *Günâh*’dır. Neden? 


Çünkü *Kul hakkı* var bir kere. Öteki, *Allah* ile *Kul* arasında olan bir *Günâh*. Tövbe istiğfâr eder, *Afv*’olunur.  


Ama *Gıybet*’de, bir de *Kul* hakkı var. gidip bulacaksın, helâlleşeceksin, gönlünü alacaksın. Ya *Ölmüş*’se? Evlâtlarıyla helâlleşsen olmaz, *Para* işi değil çünkü.

Aşûre günü okunacak dua

3 kere okunacak dua.

Şeyh Şihâbüddin-i Sühreverdî'den menkûldür ki: 

“Her kim bu duâyı aşûre günü üç kerre okursa ölümden de emîn kılınır. Zîrâ o sene ölümü mukadder olan kimseye, bu duâyı bu veçhile okumak nasip olmaz. (Hâmiş) Duanın anlamı


Her türlü hamd alemlerin Rabbine

Salatü selam seyyidimiz Muhammed aleyhisselam ve aline ve asgabının tamamına olsun


"Ey Allah'ım! Sen Ebedî ve Kadîmsin[Kendinden evvel hiçbir varlık olmayan], varlığı, hayâtı devâmlı olan, kullarına keremi ziyâde, merhameti, ni'metler bağışlaması sonsuz, yalnız Sensin Allahım! İşte bu yeni yıldır ki, ben, bu yıl boyunca, huzûrundan kovulmuş şeytândan korumanı ve dâimâ kötülüğü emreden nefsime gâlip olmam için yardımını ve beni Sana yaklaştıran işlerle meşgûl olmamı Senden dilerim ey celâl ve ikrâm sâhibi Allahım. Ey merhametlilerin en merhametlisi, rahmetinle muâmele eyle."

Amin. MUHARREM DUASI:

“Bismillâhirrahmânirrahîm. Elhamdü lillahi Rabbil-âlemîn. Ves-salâtü

ves-selâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.

Allahümme Entel-Ebediyyül-Kadîm. El-Hayyül-Kerîm. El-Hannânül-Mennân.

Ve hâzihî senetün cedîdetün, es"elüke fîhel"ısmete

mineş-şeytânir-racîm, vel-avne alâ hâzihin-nefsil-emmâreti bis-sûi

vel-iştigâle bimâ yukarribünî ileyke, yâ zel-celâli vel-ikrâm,

bi-rahmetike yâ erhamer-râhimîn. Ve sallallahü ve selleme alâ

seyyidinâ ve nebiyyinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve Ehli

beytihî ecmain''

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eshâb-ı kirâmın hepsi *Şehîd*’dir kardeşim. Neden? Allah yolunda *Cihâd* etdikleri için. Dîn-i islâmı *Yaymak* için Arabistânı terk etdiler. Allah yolunda *Cihâd* için yürüdüler ve *Şehîd* oldular. 


Bizim *Âbiler* de hepsi *Şehîd* olacaklar, yatakda ölseler bile. Niçin? Allah *Yolu*’nda yürüdükleri için. Şehitler, ölürken hiç *Acı* çekmezler. Daha doğrusu öldüklerinin farkına bile varmazlar.


*Nevm-ül âlimi ibâdetün*. Ne demek bu? Âlimin uykusu *İbâdet*’dir. *Âlim*, çok kitap okuyan, çok şey bilen değil efendim. *Âlim*, hakkı bâtıldan ayırandır. Yâni bu *Doğru*, bu *Yanlış* diyebilendir. 


Biz zâten *Abdulhakim Arvasi Efendi* hazretlerinden bunu öğrendik. Bu *Sevilir*, bu *Sevilmez*. O hâlde bütün arkadaşlarımız *Âlim*’dir, uykuları *İbâdet*’dir. Bu ni’mete nasıl şükredilir kardeşim? 


Abdulhakim Efendi hazretleri buyururdu ki: Bu *Büyük*'ler ankâ kuşu gibidir. *Ankâ* kuşunun nerde olduğu belli değil. *İsmi* var, *Kendi*’si yok. İşte *Büyük*'ler, böyledir kardeşim. 


Çok *Az*’dırlar, ama çok *Kıymetli*’dirler. Onları, ancak *Nasîb*’i olanlar görebilir. Bu *Büyük*’lere kavuşmak, büyük *Ni’met*. O Büyüklere kavuşamıyan, *Talebe*’lerine kavuşursa, yine büyük *Ni’met*’dir. 


Hele *Kitap*’larına kavuşursa, çok büyük *Ni’met*’dir. Yalnız isimlerine kavuşsa, gene ni’metdir. O Büyüklerin *İsim*’leri söylendiği zaman, Allahü teâlâ *Hâtır*’lanır kardeşim. 


Çünkü onların, *Dünyâ* ile hiç alâkaları yok. *İlgi*’leri yok. Kalplerinde hiç dünyâ *Sevgi*’si yok. Bunun için o *Büyük*’ler anıldığı zaman, *Allah* hâtıra gelir. 


*Allahü teâlâ*’nın hâtırlandığı yere de *Rahmet* yağar. Rahmet yağar ne demek? Yâni orada bulunanların hepsi *Afv*’edilir. Bir mü’minin, dünyâda kavuşacağı en büyük makâm da, *Afv*’a uğramakdır zâten.

İHLAS İLE “LA İLAHE İLLALLAH” DENİLDİĞİNDE GÜNAHLARININ BAĞIŞLANMASI

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Fahr-i kâinat aleyhi ekmel-üt-tahiyyat efendimiz buyururlar:  

— “Allâh kıyamet günü mizanın önünde ümmetimden birini seçip bütün mahlukatın önüne çıkarır. Bu kişinin önüne amellerinin kayıtlı bulunduğu doksan dokuz defter açılır. Her defterin büyüklük ve uzunluğu gözün alabildiği kadardır. Fakat, hiç birisinde bu kulun salih bir ameli görülmez. Bütün beratları günahlarla dopdoludur. Bu kişi, utanarak başını önüne eğer ve âciz bir şekilde öylece kalır.” Allâh:

¬— “Ey kulum! Bu defterlerde yazılı olan herhangi bir şeyi inkâr ediyor musun, sana bir haksızlık yapılmış mı?” diye sorar. 

— Kişi titreyerek: “Hâşâ Yâ Rabbi, sen kuluna zulmetmezsin” der. 

— Hâk Teâlâ: “Benim kullarıma zulümüm yoktur. Senin benim katımda -hüsn-ü itikadın vardır- diye bir berat daha olacak” der. Derhal, O berat bulunur ve kulun eline sunulur. O berat ta da “LA ÎLÂHE İLLALLAH” yazılıdır. Hak teâlâ, ferman buyurur:  

— “Ey kulum! O günah beratlarını bir yana bırak, var şimdi bu beratı koysunlar.” 

O kişi, inleyerek teraziye gider, Hak teâlânın buyurduğu gibi bu berat da tartılır ve üzerinde LA ÎLÂHE İLLALLAH yazılı bulunan bu berat, diğer tüm günah beratlarından ağır gelir. Zira, o kul bir kere ihlâs ile LA ÎLÂHE İLLALLAH demiştir. 

Hak teâlâ irade buyurur.  

— “Ey kulum! Bir kere ihlâs ile LA İLÂHE İLLALLAH demen sebebiyle, bütün günahlarını affettim. Yürü cennetime, ye, iç, rahat et.”  


Gelin zikredelim ol Zül-Celal’i, 

Ki, gönülden süren oldur melali; 

Veli zikrin haramından sakın kim, 

Sefa vere sana anın helâli.


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Din kimden öğrenilir ?

 Gözü ağrıyan bir kimse, kime başvurur?Bekçiye mi, avukata mı, matematik öğretmenine mi, yoksa göz mütehassısı olan doktora mı?Elbette göz mütehassısa gider.İşte dinini öğrenmek isteyenin de avukata, matematikçiye, gazeteye, sinemaya değil, din mütehassısına başvurması lazımdır evladım.Bunlar hakiki İslam âlimleridir ki, böyle âlim olabilmek için zamanın fen bilgilerini iyi bilmek, fen ve edebiyat fakültelerinden diploma alıp, ayrıca doktorası, ihtisası olmak, Kur’an-ı kerimi ve mânâlarını ezberden bilmek, binlerce hadis-i şerifi ve mânâlarını ezbere bilmek lazımdır.Bitmedi. Ayrıca İslam’ın yirmi ana ilminde mütehassıs olmak ve bunların kolları olan seksen ilmi iyi bilmek, bu ilimlerde ictihad derecesine yükselmek, dört mezhebin inceliklerini kavramış olmak, tasavvufun en yüksek derecesi olan (Vilayet-i hassa-i Muhammediyye) makamına erişmiş olmak da lazımdır...

(Seyyid Ahmet Mekki Efendi “rahmetullahi aleyh” hazretleri)

EY NEFSİM!

“Ey nefsim! Akllı olduğunu iddia ediyorsun ve sana ahmak diyenlere kızıyorsun. Hâlbuki, senden dahâ ahmak kim var ki, ömrünü boş şeylerle, gülüp eğlenmekle geçiriyorsun. Senin hâlin, şu kâtile benzer ki, polislerin, kendisini aradıklarını ve yakalayınca, idâm edeceklerini bildiği hâlde, zamanını eğlence ile geçiriyor. Bundan dahâ ahmak kimse olur mu? 


Ey nefsim! Ecel sana yaklaşmakta, Cennet ve Cehennemden biri, seni beklemektedir. Ecelinin, bugün gelmeyeceği ne malum? Bugün gelmezse, bir gün elbette gelecek. Başına gelecek şeyi, geldi bil! Çünkü, ölüm kimseye vakit tayin etmemiş ve gece veyâ gündüz, çabuk veyâ geç, yazın veyâ kışın gelirim dememişdir. Herkese ânsızın gelir ve hiç ummadığı zamânda gelir. İşte ona hâzırlanmadın ise, bundan dahâ büyük ahmaklık olur mu? O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Günâhlara dalmışsın. Allahü teâlâ, bu hâlini görmüyor sanıyorsan, kâfirsin! Eğer gördüğüne inanıyorsan, çok cüretkâr ve hayâsızsın ki, Onun görmesine ehemmiyyet vermiyorsun! O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Hizmetçin sana itaat etmezse, ona nasıl kızarsın! O hâlde, Allahü teâlânın sana kızmıyacağından nasıl emîn oluyorsun! Eğer Onun azâbını hafîf görüyorsan, parmağını aleve tut! Yâhud, kızgın güneş altında bir sâat otur! Yâhud da, hamam halvetinde fazlaca kal da, zavallılığını, dayanamıyacağını anla! Yok eğer, dünyâda yapdıklarına cezâ vermiyecek sanıyorsan, Kur’ân-ı kerîme ve yüzyirmidörtbinden ziyâde Peygambere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” inanmamış oluyorsun ve hepsini yalancı yapmış oluyorsun. Çünki, Allahü teâlâ, Nisâ sûresinin yüzyirmiikinci âyetinde meâlen, (Günâh işliyen, cezâsını çekecekdir) buyuruyor. Kötülük eden, kötülük görür. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Günâh işleyince, O kerîmdir, rahîmdir, beni afv eder diyorsan, dünyâda, yüzbinlerce kişiye niçin zahmet, açlık ve hastalık çekdiriyor ve tarlasını ekmiyenlere mahsûlünü vermiyor! Şehvetlerine kavuşmak için, her hîleye baş vuruyorsun ve o vakt Allahü teâlâ kerîmdir, rahîmdir, istediklerimi zahmetsiz bana gönderir demiyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Belki inandığını, fakat sıkıntıya gelemeyeceğini söyleyeceksin. Fazla sıkıntıya dayanamayanların, az bir zahmet ile, bu sıkıntıyı önlemeleri lâzım olduğunu, Cehennem azâbından kurtulmak için, dünyâda zahmete katlanmanın farz olduğunu, demek ki bilmiyorsun. Bugün dünyânın bir mikdâr zahmetine dayanamazsan, yarın Cehennem azâbına ve âhıretdeki zillet ve alçaklığa ve tard olmağa, kovulmağa nasıl dayanacaksın? O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Para kazanmak için çok zahmet ve aşağılıklara katlanıyor ve hastalıkdan kurtulmak için, bir yehûdî doktorun sözü ile, bütün şehvetlerinden vaz geçiyorsun da, Cehennem azâbının, hastalıkdan ve fakîrlikden dahâ acı olduğunu ve âhıretin dünyâdan çok uzun olduğunu bilmiyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Sonra tevbe ederim ve iyi şeyler yaparım diyorsan, ölüm dahâ önce gelebilir, pişmân olup kalırsın. Yarın tevbe etmeği, bugün etmekden kolay sanıyorsan, aldanıyorsun. Çünkü tevbe, gecikdikçe zorlaşır ve ölüm yaklaşınca, hayvana yokuş önünde yem vermeğe benzer ki, fâidesi olmaz. Senin bu hâlin, şu talebeye benzer ki, dersine çalışmayıp, imtihân günü hepsini öğrenirim sanır ve ilm öğrenmek için, uzun zemân lâzım olduğunu bilemez. Bunun gibi, pis nefsi temizlemek için de, uzun zemân mücâhede etmek lâzımdır. Ömür, boşuna geçince, bir ânda, bunu nasıl yapabilirsin? İhtiyârlamadan önce gençliğin, hasta olmadan önce sıhhatin ve sıkıntı çekmeden önce râhatlığın ve ölmeden önce hayâtın kıymetini niçin bilmiyorsun? O hâlde yazıklar olsun sana ey nefsim!


Kışın muhtâc olacağın şeylerin hepsini, niçin yazdan hâzırlayıp hiç gecikdirmiyorsun ve bunları elde etmek için, Allahü teâlânın merhametine, ihsânına güvenmiyorsun? Hâlbuki Cehennemin zemherîri, kışın soğuğundan az değildir ve ateşinin sıcaklığı, temmuz güneşinden aşağı değildir. Bunların hâzırlığında, hiç kusûr etmiyorsun da, âhıret işlerinde gevşek davranıyorsun. Bunun sebebi nedir? Yoksa âhıret ve kıyâmet gününe inanmıyor musun ve kalbindeki bu küfrü, kendinden de mi saklıyorsun? Bu ise, ebedî felâketine sebebdir. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Marifet nûrunun himâyesine sığınmayıp da, öldükden sonra, şehvet ateşinin, cânını yakmasından, Allahü teâlânın lütfu ve merhameti ile kurtulacağını sanan bir kimse, kalın elbisesinin himâyesine girmeden, kışın soğuğunun, Allahü teâlânın lütfu ile kendisini üşütmiyeceğini sanan kimseye benzer. Bu kimse, bilemiyor ki, Allahü teâlâ, birçok fâideleri sağlamak için, kışı yaratmış ise de, lütuf ve merhamet ederek, elbise yapılacak şeyleri de yaratmış ve insanlara, elbise yapmak için akıl ve düşünce vermişdir. Yani Onun ihsânı, elbise teminini kolaylaştırmakta olup, elbisesiz üşümemek şeklinde değildir. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Günâhların Allahü teâlâyı kızdırdığı için, azâb çekeceğini zannetme ve günâhlarımın Ona ne zararı var ki, bana kızıyor deme! Zan etdiğin gibi değil. Seni yakacak olan Cehennem azâbı, senin içinde ve şehvetlerinden meydâna gelmekdedir. Nitekim, insanın hastalığı, yidiği zehirden ve içine giren zararlı şeylerden meydâna gelmekde olup, tabîbin sözlerini dinlemediği için, onun kızmasından hâsıl olmuyor. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Ey nefsim! Anladım ki, dünyânın ni’metlerine ve lezzetlerine alışmışsın ve kendini onlara kapdırmışsın! Cennete ve Cehenneme inanmıyorsan, bâri ölümü inkâr etme! Bu ni’met ve lezzetlerin hepsini senden alacaklar ve bunların ayrılık ateşi ile yanacaksın! Bunları istediğin kadar sev, istediğin kadar sıkı sarıl ki, ayrılık ateşi, sevgin kadar çok olur. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Dünyâya niye sarılıyorsun? Bütün dünyâ senin olsa ve dünyâdaki insanların hepsi sana secde etse, az zamân sonra sen de, onlar da toprak olacaksınız! İsmleriniz unutulacak, hâtırlardan silinecek. Geçmiş pâdişâhları hâtırlayan var mı? Hâlbuki sana dünyâdan az birşey vermişler. O da bozulmakda, değişmekdedir. Bunlar için, sonsuz Cennet ni’metlerini fedâ ediyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Bir kimse, kıymetli ve sonsuz dayanıklı bir mücevheri verip, bununla, kırık bir saksı satın alırsa, ona nasıl gülersin? İşte dünyâ, alınan saksı gibidir. Onu kırıldı bil ve ebedî cevheri, elinden çıkdı bil ve sana pişmânlık ve azâb kaldı bil!


Bunlar ile ve bunlar gibi sözlerle, herkes nefsini azarlıyarak, kendi hakkını ödemeli ve nasîhate, önce kendinden başlamalıdır! Allahü teâlâ, doğru yolda gidenlere selâmet ihsân buyursun! Âmîn.”


İmam-ı Gazali (rahmetullahi aleyh) ~ Kıyâmet ve Âhıreti

Nerede bir sıkıntı çeken varsa

 Nerede bir sıkıntı çeken varsa gidin araştırın büyükleri incitmiştir. Nerde bir huzurlu insan görseniz bilinki büyüklerden dua almıştır. 

(Ma'ruf-i Kerhi hazretleri rahmetullahi aleyh)

Bâtın yalnız Hak teâlâ içindir

“Allahü teâlâ, Müzzemmil sûresinin sekizinci [8] âyetinde, sevgili Peygamberine (aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm) meâlen buyuruyor ki: (Rabbinin ismini zikret. Gâfiller arasında bulunma!) Çok olur ki, insan zâhirini dağınıklıktan kurtaramaz. Çünkü, ödenecek haklar, yapılacak vazifeler vardır. Bunları yapmak için zâhirin mahlûklara dağılması lazım olur ve güzel olur. Fakat bâtının yani kalbin ve rûhun mahlûklara dağılması, hiçbir zaman iyi değildir. Bâtın yalnız Hak teâlâ içindir. Demek oluyor ki, her bir kulun dörtte üçü Hak teâlâ için olacaktır. Bâtının tamamı ile zâhirin yarısı. Zâhirin ikinci yarısı, mahlûkların haklarını ödemek için kalır. Bu hakları ödemek, Allahü teâlânın emrlerine uymak olduğundan, zâhirin bu yarısı da, Hak teâlâ için olmuş olur. Herşey, Ona dönecektir. Öyle ise, Ona kulluk ediniz! Vesselâm.” 


[İmâm-ı Rabbâni hazretleri ~ Mektûbât Tercemesi]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Hiçbir şey, *Sohbet* gibi kıymetli olamaz kardeşim. O sohbetde bulunmakdan daha büyük *Kerâmet* yokdur. Bunu, *Mektûbât* bildiriyor efendim. Allahü teâlânın *Sevgili* kulu olmanın ölçüsü, Onun dînini *Yaymak*’dır. 


Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde buyuruyor ki: *Hak gelirse, bâtıl gider*. Hakkın gelmesi için de, *Gayret* lâzım, *Yorulmak* lâzım, *Üzülmek* lâzım, *Ağlamak* lâzım. 


*Osmânlı*’lar Viyana’ya kadar gitmeselerdi, dövüşmeselerdi, oralara *Hak* gitmezdi. *Eshâb-ı kirâm* aleyhimürrıdvân, Arabistân’dan *Çıkıp*, dünyânın her yerine dağıldılar.


*Savaş*’dılar ve *Şehîd* düşdüler. Onun için, bir yere *Hak*’kın gitmesi için, *Hak*’kı bilenlerin oraya kadar *Gitmesi* lâzım efendim. 


Hazret-i Alî radıyallahü anh; *Ben kimseye iyilik etmedim*, buyurmuş. Dinliyenler; Efendim, siz herkese iyilik ediyorsunuz, demişler. 


O da cevâben; Ben birine *İyilik* etdiğim zaman, bana *Sevap* yazılıyor, ona yazılmıyor ki. O biraz *Seviniyor*, o kadar, demiş. Devâmında da;


Ama esas *Kâr*’da olan benim, çünkü âhiretde, o iyiliğin *Mükâfât*’ına ben kavuşacağım. O hâlde ben, *Kendim*’e iyilik yapıyorum, *Onlar*’a değil, buyurmuş. 


Benim ömrüm *Kitap* okumakla geçdi kardeşim, hâlâ da okuyorum. Ama ben, *Yeni* birşey öğrenmek için okumuyorum ki. *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinden *Herşey*’i öğrenmiştim zâten. 


Ben, *Abdülhakim Efendi* hazretlerinden duyduklarımın, öğrendiklerimin, *Mehaz*’ını, *Vesîka*’sını, *Sened*’ini, *Kaynağı*’nı bulmak için okuyorum. 


Çok *Kitap* okumakla bir *Netîce*’ye vardım efendim. O da şu: *Rastgele kitap okuyan, sapıtır*.

ŞA’BÂN-I VELÎ HAZRETLERİNİN VEFATI 9 TEMMUZ 1569


Kanunî Sultan Süleymân Hân devrinde Anadolu’da yaşayan evliyâdan. Kastamonu vilâyetinin Taşköprü kazasında doğdu. Küçük yaşlarda İstanbul’a giderek; tefsîr, hadîs, fıkıh ilimlerini öğrendi. Zâhirî ilimlerde yetişmiş bir âlim olarak Kastamonu’ya dönerken, Bolu’da Hayreddîn-i Tokâdî hazretlerine uğradı. Tasavvufda üstâd olan Hayreddîn-i Tokâdî, Halvetî yolunun büyüklerinden idi. Hayreddîn-i Tokâdî, kendisini ziyâret eden bu kabiliyetli talebeyi bir müddet memleketine göndermiyerek yanında bıraktı. Şa’bân-ı Velî senelerce Hayreddîn-i Tokâdî’ye hizmet etmekle şereflenip, teveccühlerine kavuştu. Hocasının himmeti bereketiyle kısa zamanda yetişerek, tasavvuf yolunda yüksek derecelere kavuştu. Hocasının 941 (m. 1535)’de vefâtından sonra halîfesi oldu. Şa’bân-ı Velî, Kastamonu’ya giderek, halkı irşâda, yetiştirmeye başladı. 976 (m. 1568)’da vefât edince, Kastamonu’nun Hisâraltı civarındaki türbesine defn edildi.


Şa’bân-ı Velî, dünyâya hiç meyl etmezdi. Takvâ ve vera’ ehli idi. Haramlardan şiddetle kaçar, hattâ şüpheli korkusu ile mübahların dahî fazlasını terkederdi. Zamanlarının bir dakika bile boşa geçmemesi için uğraşır, vaktini ibâdetle, insanlara faydalı olmakla geçirirdi. Kendisine sığınanları boş çevirmezdi. Dîn-i İslâmı yaymak, Ehl-i sünnet i’tikâdını herkese anlatmakla vaktini değerlendirirdi. Dînin emirlerini yapmıyan ve yasaklarından kaçınmıyanlara ziyadesiyle nasihat eder, onların Cehennemde yanmaması için elinden gelen gayreti gösterirdi. Getirilen hediyeleri, kendisi zâhiren çok fakîr olduğu halde, hepsini muhtaçlara, yetimlere dağıtırdı. Halkın arasında Hak ile idi. Görünüşde insanlar arasında bulunurdu, fakat kalbi ile hep Allahü teâlâyı hatırlar, hakîkî sahibinden bir ân dahî gâfil olmazdı. Allahü teâlâya yaptığı duâlar, kabûl olurdu.


Talebelerinden Muhiddîn Usta anlattı: Birgün hocamız Şa’bân-ı Velî hazretlerinin huzûrunda idik. Ilgaz yolundan bir kimse geldi ve hocamızın elini öptükten sonra; “Efendim! Yol üzerinde bir değirmenimiz vardı. Bir arkadaşımla değirmenin taşını değiştirecektik. Yeni taşı kaldırdık, tam koyacakken derenin dibine yuvarlandı. Dereden tekrar çıkarıp yerine koymamız mümkün değildi. Çünkü taş çok ağırdı. Ne yapacağımızı düşünüp dururken, hatırımıza siz geldiniz ve; “Yetiş ey Şa’bân-ı Velî hazretleri!..” diye imdâd istedik. O anda bir el, değirmenin taşını aşağıdan aldığı gibi, getirip yerine koydu, işte, orada gördüğüm el ile bu öptüğüm el, aynı eldir” dedi.


Şa’bân-ı Velî, bir sene kendine âit bir odada halvete girerek, günlerce dışarı çıkmadı, içerde nefsini terbiye etmek, yüksek dereceler katetmek için uğraştı. O sıralarda hac mevsimi idi. Kastamonulu bir kimse, hac vazîfesini yapmak için Kâ’be-i muazzamaya gitmişti. Orada hastalandı. Kendisine yardım edecek bir yakını yok idi. Beraber geldiği kimseler, Mekke’den ayrılıp memleketlerinin yolunu tuttuğu hâlde, bu kimse iyileşip yola çıkamamıştı. Memleket hasretiyle yanıp yakıldığı ve gözyaşlarıyla ağladığı birgün, yanına bir zât geldi. “Ey hacı efendi! Ağlamanızın sebebi nedir?” diye sordu. O da durumunu anlatınca, dedi ki: “Kâ’be’nin Hanefî mihrabı yakınında beş vakit namazını kılıp, kaybolan bir zât vardır. Oraya git, kim olduğunu araştır. Bulduğun zaman ellerine yapış ve sıkıntını anlat. O kendisini gizlerse de, sen ısrarla; “Derdime çare!., “de. O hacı; “Peki” diyerek, Hanefî mihrabına gitti. Namaz arasında dikkatle gelenleri kontrol ediyordu. Bir ara kendi memleketinden tanıdığı Şa’bân-ı Velî hazretlerini de orada gördü. Namazdan sonra yanına varırım, diyerek, namazını olduğu yerde tamamladı. Fakat namazdan sonra ne kadar aradıysa da Şa’bân-ı Velî’yi göremedi. Bana bildirilen herhalde budur diyerek, sonraki namaz vaktini bekledi. Ezanlar okunduğu sırada, yine aynı yerde Şa’bân-ı Velî’yi görünce, yanına sokuldu ve ellerine sarılıp öptü. Sonra bir nefeste derdini anlattı ve; “Beni memleketime götürmek Allahü teâlânın izniyle sizce mümkündür. Derdime çâre...” diye yalvardı. Şa’bân-ı Velî; “Mümkündür. Fakat sırrımızı açığa çıkarmanızdan korkarız” buyurdu. Hacı da sır saklayacağını bildirince, Şa’bân-ı Velî; “Namazdan sonra görüşelim” buyurdu. Namaz bittikten sonra dışarı çıktılar. Kimsenin olmadığı bir yerde; “Gözlerini yum, aç demeden açma” buyudu. O kimse, bir anda, Allahü teâlânın izniyle kendini evinin önünde buldu. Hacı, Şa’bân-ı Velî’nin kerâmeti ile, kısa zamanda çok uzun yolu kat ederek memleketine vâsıl olmuştu.


Talebelerinden Mehmed Efendi anlattı: “Şa’bân-ı Velî hazretlerinin talebesi olmakla şereflendiğim sıralarda, onun pekçok kerâmetlerini gördüm, hâllerine şâhid oldum. Horasan evliyâsından biri, talebelerinden hâl ehli olan birkaçına; “Anadolu’da derecesi yüksek, pek kıymetli bir velî yetişti. Arzu ettiği an melekler âlemini seyretmektedir. Siz de onun ziyâretine gidiniz. Onun feyz ve bereketine, teveccühlerine kavuşunuz” buyurdu. O talebeler de Anadolu’ya doğru yola çıkıp Kastamonu’ya yaklaştılar. Bu sırada Şa’bân-ı Velî, iki talebesine bir ayna verip; “Horasan dervişlerinden üç tanesi ziyâretimize gelmektedir. Aynayı bu gelenlere veriniz” buyurdu. Aynayı alan iki talebe, Horasanlı dervişleri karşılamaya çıktılar. Yolda karşılaştıklarında, emânet olan aynayı gelenlere verdiler. Horasanlı dervişler aynaya baktıklarında, içinde Şa’bân-ı Velî’yi tebessüm ederek kendilerine bakmakta olduğunu gördüler. Bu hâle hayret ettiler ve “Bize bu kâfidir. Göreceğimizi gördük, Şa’bân-ı Velî’nin teveccühlerine kavuştuk” diyerek Horasan’a döndüler.”


Şa’bân-ı Velî’ye birgün fakir bir kimse gelerek; “Efendim! Fakir bir kimseyim. Bir merkebim var idi, o da öldü. Şimdi ne ile çocuklarımın geçimini te’min edeceğim? Ne olur duâ buyurun da, cenâb-ı Hak beni nâmerde muhtaç etmesin” dedi. Şa’bân-ı Velî de, ellerini açarak bu fakir için Allahü teâlâya yalvardı. O sırada bir atlı, yedeğinde bir katır ile Şa’bân-ı Velî hazretlerinin huzûruna varıp; “Efendim! Bu katırı size hediye etmek niyetiyle tâ memleketimden geldim. Lütfen kabûl buyurunuz” dedi. Şa’bân-ı Velî, yanında duran fakire dönerek; “Ey fakîr! Allahü teâlânın sevdiklerine olan bağlılığın ve muhabbetin sebebiyle, cenâb-ı Hak sana, merkebin yerine daha güçlü bir katır ihsân etti. Ni’metinin şükrünü bil ki, daha da çoğaltsın” buyurdu ve katırı fakire teslim etti. Katırı getiren kimse, bu işe şaşırıp kaldı ve hayretinden; “Sübhânallah” deyince, etrâftakiler; “Niçin hayret ediyorsun?” diye sordular. O kimse de; “Bu katırı yarın getirecektim. Lâkin içime, hayırlı işi geciktirme, diye bir düşünce geldi. Bunda bir hikmet var diyerek acele ettim” dedi.


Kürekçi Mustafa isminde, Şa’bân-ı Velî’yi çok seven bir kimse anlattı: “Birisine binikiyüz akçe borcum vardı. Onu ödemek için çok çalıştığım hâlde bir türlü para biriktirip veremedim. O kimse de, zaman zaman gelip parasını istiyordu. Ben de her defasında; “Biraz daha mühlet ver” diyordum. Bu durumun böyle devam etmeyeceğini anlayınca, bir velînin kabrine giderek; “Yâ Rabbî! ma’lûmdur. Enbiyân ve bu evliyân hürmeti için, bana borcum kadar dünyalık ihsân eyle!” diye duâ eyledim. Oradan ayrıldıktan sonra, aklıma Şa’bân-ı Velî hazretleri geldi. Huzûr-i şerîflerine vardığımda yanında kimse yoktu. Beni görünce, oturduğu minderin altını işâret ederek; “Bunun altındakileri al” buyurdu. Ben de elimi uzatıp, bir miktarını aldım. Hepsini almadığımı görünce, bana; “Hepsini al. Hak teâlâ oradakilerin hepsini senin için gönderdi” buyurdu. Bunun üzerine hepsini aldım. Sonra benim için el kaldırıp; “Yâ Rabbî! Bunu darda koyma” diye duâ etti. Huzûrundan ayrıldım. Tenhâ bir yere vardığımda paraları saydım, tam borcum kadar idi. Çok sevindim. Hemen gidip borcumu verdim. O günden beri de hiç kimseye borçlanmadım, elhamdülillah.”


Ömer Fuâdî isminde bir sevdiği anlattı: Teyzemin başı çok ağrıyordu. Bu baş ağrısı için, gitmedik doktor, içmedik ilâç bırakmadık. Kimden ne ilâç duyarsak onu deniyorduk. Fakat netice hiç değişmiyordu. Birgün Şa’bân-ı Velî’ye gittik, durumu anlattıktan sonra duâ istedik. “Kur’ân-ı kerîmin her harfinde bin derde bin deva vardır. Ondan şifâ aramıyan şifâya kavuşamaz” buyurdu ve bir Fâtiha-i şerîfe okudu. Oradan ayrıldık, eve gelirken teyzeme ağrısını sorduğumda; “Elhamdülillah hiçbir ağrı ve sızı kalmadı” diyerek Şa’bân-ı Velî’ye duâ etti.


Murâd Halîfe ismindeki İmâm, birgün Şa’bân-ı Velî’yi ziyârete geldi. O sırada Şa’bân-ı Velî câminin bahçesinde talebeleriyle oturmuş sohbet ediyordu. Murâd Halîfe, bir müddet onların yanına oturup sohbeti dinlemeğe başladı. Dinledikçe, Şa’bân-ı Velî hazretlerinin büyüklüğünü anlıyordu. Bir ara Şa’bân-ı Velî’nin mübârek başını câminin kubbesi yüksekliğinde gördü. Hemen varıp, Şa’bân-ı Velî’nin dizinin dibine oturdu ve elini öpmeğe başladı. Talebelerden biri yavaşça; “Bu adam ne yapıyor? Durup dururken hocamızın elini öpüyor” deyince, yanındaki kalb gözü açılmış olan talebe de, “Eğer hocamızın mübârek başının Arş-ı a’lâya değdiğini görse, zevkten helak olurdu” dedi.


Şa’bân-ı Velî, zaman zaman şehrin kenârında bulunan bir ulu çınar ağacının yanına gider, ağacın kovuğu içine oturarak Allahü teâlâyı zikreder, mahlûkları hakkında tefekkür ederdi. Birgün, böyle ağacın kovuğunda tefekkür edip otururken, ba’zı kimseler gelip Şa’bân-ı Velî’yi çağırdılar. Tefekkür etmeyi bırakıp gelenlerle beraber şehre giderken, arkalarında bir gürültü koptu. Geriye döndüklerinde, koca çınar ağacının da peşlerinden geldiğini gördüler. Bunun üzerine Şa’bân-ı Velî; “Ey yaşlı çınar! Daha gelme, yerinde kal!” buyurunca, köklerini sürükleyerek gelen ağaç, olduğu yerde kaldı.


Şa’bân-ı Velî, 976 (m 1568) senesinde hastalandı. Hastalığının son günlerinde talebelerini başına toplayarak, ayrı ayrı nasihatlerde bulundu. Herbiriyle vedâlaştı. Helâllaştı. Son nefesinde Kelime-i şehâdet getirerek vefât eyledi. Vefâtı için şu mısrayı târih düşürdüler:


“Eyledi Şa’bân Efendi azm-ı dildâr-ı can!”


Türbesindeki kitabede de şu beyt yazılıdır:


“Sarıl gel, dâmeni ihsânına sen Şeyh Şa’bân’ın,

Harabından geçip ma’mûr’-u âbâd olmak istersen.”

İbni Teymiye kimdir?

 İslam âlimleri buyuruyor ki:

(Allahü teâlânın, sapıtmasına ilmini sebep ettiği kimsedir.) [İbni Hacer-i Mekki - Fetava-yı hadisiyye]

(İbni Teymiye öyle bir kimsedir ki, bozuk sözlerine ve çürük vesikalarına, büyük âlimler cevap vermişler ve düşüncelerinin çirkinliğini ortaya koymuşlardır. [Şam, Mısır ve Kudüs’de kadılık yapmış olan şafii fıkıh ve hadis âlimlerinden Muhammed] İzzibni Cemaa, onun için, Allahü teâlânın dalalete sürüklediği, azdırdığı ve zillet gömleği giydirdiği kimsedir. İslam âlimlerine ve bilhassa Hulefa-i raşidine karşı ahmakça itirazlarda bulunmuştur demiştir.) 

[İbni Hacer-i Mekki - El-cevher-ül-munzam]

İnsanlar gülmeyi neden unuttu ?

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İnsanlar *Gülme*’yi unutdu kardeşim. Neden? Çünkü herkesin kalbinde, *Dünyâ* var, yâni dünyâ *Sevgisi* var. Dünyâ meşgûliyeti var. Hâlbuki Allahü teâlâ, bu dünyâyı, *Sıkıntı* ve *Üzüntü* için yaratdı. 


Âhireti ise *Güzellik* için, yâni *Huzûr* ve *Seâdet* için yaratdı. Huzûr demek, bir an olsun dünyâyı *Unutmak* demekdir. Dünyâ o kadar *Kötü* ki, onu bir an unutduğunuz zaman *Huzûr*’a kavuşuyorsunuz. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri buyururdu ki: *Âhiret’e hazır olan, neş’esinden belli olur*. Nasıl belli olur? Âhirete hazır olan kimse, *Neş’eli*’dir. Ama bugün herkesin *Surat*’ı asık. Niçin? Çünkü *Âhiret*’le ilgilenmiyorlar. 


Öyle bir *Düşünce*’leri yok. Öyle bir *Dert*’leri yok. Âhireti dert etmiyorlar. Hâlbuki mü’min, *Âhireti* dert eder. Onun derdi, *Âhiret*’dir. Âhiret derdi olanın da *Dünyâ* derdi olmaz, onun için *Neşeli*’dir. 


Bugün yapılacak en mühim iş, *Büyükler*’imizden aldığımız bu *Emânet*’i, bu ehl-i sünnet *Îtikâd*’ını, bu doğru *Îmân*’ı, bizden sonrakilere aktarmakdır. Eğer bu emânet aktarılmazsa, çok *Kötü* olur. 


*Nankör*’lük olur, ni’mete *İhânet* edilmiş olur. Hem bulunduğu *Yol*’a, hem de kavuşduğu bu *Ni’met*’e ihânet olur. 


Neden? Çünkü bu *Ni’met*’in şükrü, onu herkese *Yaymak*’la olur. Başkalarına *Öğretmek*’le olur. 


Bir insan, bir *Ni’met*’e kavuşursa ve bunun *Kıymeti*’ni bilirse, mutlaka başkasının da *Bilmesi*’ni ister ve bunun için *Çalışır*. Eshâb-ı kirâm Efendilerimiz böyle idiler. 


Kendileri *Îmân* eder etmez, hemen *Arkadaş*’larına koşdular, onların da *Îmân* etmesini sağladılar. Eshâb-ı kirâm, Resûlullah Efendimizden *Mûcize* beklemediler. 


Hiç böyle *Şey*’ler düşünmediler ve konuşmadılar. Çünkü, buna*İhtiyaç*’ları yokdu. Onlar, Peygamber aleyhisselâmın mübârek *Sohbet*’inde bulunmakla şereflendiler.

Ölmek rızkın bittiğine alametdir

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Her bir *Rızk*’ın üzerinde, *Kime* âitse, onun *İsmi* yazılıdır. O rızık, döner dolaşır o kimseye *Nasîb* olur. Kimse, kimsenin rızkını *Yiyemez*. Herkes, kendi rızkını *Yer*. 


Meselâ *Afrika*’daki bir *Elma*’nın üzerinde kim’in ismi yazılıysa, döner dolaşır, sonunda o elma, o *Kimse*’ye nasîb olur. Çünkü üzerinde onun *İsmi* var. Başkası onu yiyemez. 


Onun için dünyânın en *Ahmak* insanı, rızkı için *Üzülen*’dir. Bir *Kedi* yavrusuna, tâ İstanbul’dan *Pirinç* tânesi gidiyor kardeşim. 


Çünkü *Cenâb-ı Hak*, daha biz yaratılmadan evvel, daha biz dünyâya gelmeden evvel, *Rızk*’ımızı ve *Nefes* sayımızı yazdı. O, *Ezel*’de biliyordu ve takdîr etdi, yazdı. O, bir *Program*’dır.


Ve mutlaka olacakdır. Onun için insan *Ömrü*, ne bir nefes *İleri* gider, ne bir nefes *Geri* gelir. Ezelde nasıl *Takdîr* edildiyse, *Öyle* olur. Hiç kimse, hiç kimsenin *Rızk*’ını yiyemez.


Hiç kimse, *Rızk*’ını bitirmeden *Ölmez*. Ölmek, rızkın bitdiğine *Alâmet*’dir. Bir insanın rızkı bitdi mi, o artık yaşıyamaz, *Ölür*. 


Kardeşim, ben yeni evlendiğim zaman, bir gün *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerine gitmişdim. Bana buyurdular ki: 


Hanımını *Üzersen*, kayınpederini *Üzersen*, kayınvâlideni *Üzersen*, bil ki kabirde kemiklerim *Sızlar*. Kemiklerim sızlar ne demek? Yâni haberim olur, *Üzülürüm*. 


Kabirdekiler, *Dünyâ*’dan haber alırlar, dünyâda olanlardan *Haberdâr* olurlar. Ben de haber alırım ve *Üzülürüm*, buyurdu. 


*Kerâmet*’lerin en büyüğü üç tânedir kardeşim. Birincisi, bu *Büyük*’leri, yâni Allah dostlarını *Tanımak*, ikincisi, onları *Sevmek*, üçüncüsü de onlara *İtâat* etmekdir.

Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdığı İlmihal kitapları bir hazinedir

 Evlatlarım, ahir zamanda en büyük tehlike, rastgele kimselerden din öğrenmektir.Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdığı İlmihal kitapları bir hazinedir ki, kıyamete kadar gelecek insanlara yeter. Ama o hazine, rafta beklemek için değildir. Okumak, öğrenmek ve başkalarına da öğretmek içindir. Nitekim ilaç da, içmek içindir. Köşede beklemek için değildir.Ehl-i sünnet âlimlerinin, Allah için yazdığı ilmihal kitaplarını okuyan, hem dinini doğru öğrenir, hem de kalbi temizlenir.

(Seyyid Fehim Arvasi “kuddise sirruh” hazretleri)

***Cahil din adamlarından din öğrenmeye kalkışan kimse, mâzallah dinden çıkar da haberi bile olmaz.

(Seyyid Abdülhakim-i Arvasi “kuddise sirruh” hazretleri)

Dağ ve taşlardaki hayvanlar inandı da bâzıları hâlâ anlıyamadı

 Tokatlı Ali Osman Efendi hazretleri ”rahmetullahi aleyh“ ;Bir gün talebeleri ile Ladik'e ders vermek için gidiyordu. Talebelerinden birinin kalbine vesvese gelip hocası için; "Bu da insan biz de insanız." gibi bir düşünce geldi. Yolları bir ormandan geçiyordu. Bu sırada bir kurt, Ali Osman Efendi hazretlerinin önüne gelip iki ön ayaklarını havaya kaldırıp, arka iki ayağı üzerine durunca; "Dağ ve taşlardaki hayvanlar inandı da bâzıları hâlâ anlıyamadı." buyurdu. O talebe düşüncesinden dolayı hemen tövbe etti.

Sultan Süleymân vefât edip yerine Selîm Han tahta çıktı

 Midilli'li Ali Efendi ”rahmetullahi aleyh“ hazretleri,Bir gün talebelerine sohbeti sırasında şöyle buyurdu: Şam'da Kırklar makâmı denilen yerde, Peygamber efendimiz aleyhisselam,dört büyük halîfe Aleyhimürrıdvân ile bütün velîler toplandı. Hızır aleyhisselâm, Peygamber efendimize; Sultan Süleymân vefât edip yerine Selîm Han tahta çıktı, dedi , diye bildirdi. Birkaç gün sona Midilli'li Ali Efendi ”rahmetullahi aleyh“ hazretlerinin işâret ettiği gibi Sultan Süleymân Han ”rahmetullahi aleyh“ hazretleri vefât etti, yerine Selîm Han ”rahmetullahi aleyh“ hazretleri tahta çıktı.

(Şakâyık-ı Nu'mâniyye Zeyli (Atâî); s.214)

Niçin kız doğurdun dememelidir

 Bir adamın ister erkek, ister kız bir çocuğu doğarsa, önce Allahü teâlâya şükür ve senâ etmeli ve bunu Hakk'ın bir hediyesi bilmelidir. Fakir veya âile efrâdı kalabalık da olsa bundan sıkılmamalıdır. Mümkündür ki bu doğan çocuğun başında saâdet var ve rızkının çoğalmasına sebeb olacaktır. Koca, zevcesine "Niçin kız doğurdun?" diye konuşmamalıdır. Zîrâ bu kadının elinde olmayan bir şeydir. Bir adamı elinde olmayan bir şeyden dolayı kötülemek veya azarlamak cehâletten ileri gelir. Yeni doğan çocuğa güzel isim vermelidir..

(Kınalızâde Ali bin Emrullah hazretleri ”rahmetullahi aleyh“ )

Akıl ve şehvet

 "Melekler şehvetsiz akılla, hayvanlar akılsız şehvetle yaratıldı. İnsan ise hem akıl hem de şehvetle yaratıldı. Kim ki aklı şehvetine galip gelirse, o meleklerden daha hayırlıdır. Kim ki şehveti aklına galip gelirse, hayvanlar ondan daha hayırlıdır"

 [Mecmu'ul Fetava 15/248]

Her işin ve her sözün, nefis muradı üzerinedir

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Ey biçare: Senin de gönlünün yüzü dönmüştür. Zira, her işin ve her sözün, nefis muradı üzerinedir. Nefsinin muradı için: (Allahın kuluyum.) dersin. Nefsinin muradı için: (Velilere müridim ve muhibbim) dersin. Nefsinin muradı için, ya cennet ümit eder veya cehennemden korkarsın. Îhlâs ile olan amelde hiçbir karşılık ve menfaat beklenmez. Aşağıda, riyâ ile ihlâstan bahsedildiği zaman riyanın ve ihlâsın ne olduğunu anlar ve öğrenirsin.


Ey aziz: Eğer, senin muradın da nefis için değil ve hak için ise, sen de hak yolunda nefsine hoş gelen şeylerden geçmelisin. Resûl aleyhisselâma gerçek ümmet olmak dilersen, onun sünnetlerine hakkı ile uymalısın. Bidatleri terk etmelisin. Gerçi, bid'at-i hasenedir dersin ama şunu hiç düşünmezsin ki, bidatlerin başlaması azgınlıktır. 


Karnın doyuncaya kadar yemek yemek bid'at değil mi? Bağırsaklarını doldurur, rahat nefes bile alamazsın. Firavun gibi giyinir, Ebû-Cehil gibi yer ve içer, Şeddâd gibi yüksek evlerde oturursun. Sert ve kibirli konuşursun. Ey acaba, senin sünnet üzere neyin vardır? insaf et, lâf sırasına gelince Bayezid-i Sâni kesilirsin ama sende fakirlerin renginden bir renk görünmez. Fakirlerin rengi, miskinliktir ve alçak gönüllülüktür, eksikliktir. 


Suret bağlarından geçmek, can ve dili terbiye etmek, bütün nefs isteklerini terk etmek ve bu âlemde dost hevası üzerinde yürümektir. Oysa, bunların hiçbirisi de sende yoktur. Demek ki, senin ettiğin bir kuru dâvadan ibarettir. Dâvadan ne çıkar? Manasız dâva bâtıldır.

Manasız dâva bâtıldır

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Ey aziz: Eğer, senin muradın da nefis için değil ve hak için ise, sen de hak yolunda nefsine hoş gelen şeylerden geçmelisin. Resûl aleyhisselâma gerçek ümmet olmak dilersen, onun sünnetlerine hakkı ile uymalısın. Bidatleri terk etmelisin. Gerçi, bid'at-i hasenedir dersin ama şunu hiç düşünmezsin ki, bidatlerin başlaması azgınlıktır. 


Karnın doyuncaya kadar yemek yemek bid'at değil mi? Bağırsaklarını doldurur, rahat nefes bile alamazsın. Firavun gibi giyinir, Ebû-Cehil gibi yer ve içer, Şeddâd gibi yüksek evlerde oturursun. Sert ve kibirli konuşursun. Ey acaba, senin sünnet üzere neyin vardır? insaf et, lâf sırasına gelince Bayezid-i Sâni kesilirsin ama sende fakirlerin renginden bir renk görünmez. Fakirlerin rengi, miskinliktir ve alçak gönüllülüktür, eksikliktir. 


Suret bağlarından geçmek, can ve dili terbiye etmek, bütün nefs isteklerini terk etmek ve bu âlemde dost hevası üzerinde yürümektir. Oysa, bunların hiçbirisi de sende yoktur. Demek ki, senin ettiğin bir kuru dâvadan ibarettir. Dâvadan ne çıkar? Manasız dâva bâtıldır.


(Eşrefoğlu Rumi hazretleri)

Din ilmi herkesten öğrenilmez

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Din* ilmi ve *Ehl-i sünnet* bilgileri, *Mürşid-i kâmil*’den öğrenilir kardeşim, *Kitap*’dan öğrenilmez. Niye kitapdan öğrenilmez? 


Çünkü kitaplarda, *Hak* ve *Bâtıl* karışıkdır, çeşitli *Rivâyet*’ler vardır. Hangisi doğru? Herkes bunu anlıyamaz. Bunu ancak *Mürşid-i kâmil*’ler anlar. Yâni *Din*, mürşid-i kâmilden öğrenilir.


Kendisi yoksa, *Kitap*’larından öğrenilir. *Rastgele* kimselerden din öğrenilmez. Çünkü hadîs-i şerîf var. Meâlen; *İslâmiyeti, büyük âlimlerin ağızlarından alınız!* buyuruluyor. 


Yâni onların *Sohbet*’lerinden veyâ *Kitap*’larından öğreniniz. 


*Küfr* çok çabuk yayılır kardeşim. Hele bu zamanda küfr, *Sel* gibi akıyor. *Câhil* müslümân ise, o sele kapılmış bir saman *Çöpü* gibi. Nasıl kurtulacak? Bir yere sığınması lâzım. 


Bir *Kaya* kovuğuna, bir *Ağaç* oyuğuna girerse, yâhut da bir *Kütüğe* yapışırsa, kurtulabilir. İşte bu kaya kovuğu, bu ağaç oyuğu, bu kütük, bizim *Arkadaş*’lardır. Yâhut da bizim *Kitap*’lardır. 


Yâni o saman *Çöpü*, bizim *Âbiler*’den birine rastlarsa veyâ bizim *Kitap*’lardan birini okursa, kurtulur efendim. Yoksa mümkün değil, *Sel* alır götürür. 


*Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinin bir *Cep* saati vardı. Namaz vakti yaklaşınca o *Saat*’i çıkarırdı. Bir de *Ziyâ* beyin verdiği namaz vakitlerini bildiren küçücük bir *Bloknot* vardı. 


Her bir *Yaprak*, bir günün namaz *Vakit*’lerini bildiriyor, *İslâm* harfleriyle yazılmış. *Efendi* hazretlerinin bir elinde o *Bloknot*, diğer elinde cep *Saati*. 


Arada bir bakıyorlar, namâza *Beş* dakîka var, biraz sonra *İki* dakîka kaldı, sonra *Bir* dakîka kaldı, en sonunda, *Tamaam, vakit oldu*, der ve namâza kalkardı Mübârek.

İbni Teymiye tasavvufu inkâr eder

 İmam-ı Şarani hazretleri buyuruyor ki:

(İbni Teymiye, tasavvufu inkâr eder, evliyaya, ariflere dil uzatırdı. Kitaplarını okumaktan, yırtıcı hayvandan kaçar gibi kaçmalıdır.) [Tabakat-ül-kübra]

İşin temeli kalbdir

 Kardeşlerim, Allahü teâlâ hepimize, kendinden başka şeylerden yüz çevirip, kendisine dönmek nasip eylesin!İşin temeli kalbdir. Kalb, Allahü teâlâdan başkasına tutulmuş ise, yıkılmış demektir. Bir işe yaramaz. Niyet doğru olmadıkça, hayırlı işlerin, yardımların ve âdete uyarak yapılan ibadetlerin, yalnız hiç faydası olmaz.Kalbin, Allahü teâlâdan başka hiçbir şeye düşkün olmaması lazımdır. Yani her yapılan şey, O emrettiği, O beğendiği için yapılmalı. Onun razı olmadığı her şeyden kaçınmalıdır. Her şey Onun için olmalıdır.Dünyada iki gram altın için iki ton toprak elenir. Ahirette de böyledir. Niyet altın gibidir. Çok amel değil, ihlaslı amel lazımdır. O kadar amelde hep niyet aranır, niyete bakılır, Allah için olanlar seçilir diğerleri atılır.Kardeşim, hem kalb temizliği, hem de bedenin salih işler yapması, birlikte lazımdır. Beden salih ameller yapmaksızın, (Kalbim temizdir, sen kalbe bak) demek boştur. Kendini aldatmaktır.İbadet yapılmadan kalb temiz Olmaz. Bu dünyada, bedensiz ruh olmadığı gibi, beden ibadet yapmadan ve günahlardan kaçınmadan, kalb, temiz olamaz.Aman kardeşim, zamanımızın birçok dinsizleri, sapıkları, ibadet yapmayıp, kalblerinin temiz olduğunu, hatta keramet sahibi olduklarını söyleyip, saf Müslümanları aldatıyor. Allahü teâlâ, gençlerimizi böyle sapıklara inanmaktan korusun!Amin.

(Seyyid Ahmet Mekki Efendi “rahmetullahi aleyh” hazretleri)