Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben Kuleli’de hoca iken, öğretmen iken talebelere, bir sırası geldi de dedim ki: *(Üç şey insana neş’e verir, sıkıntıyı kederi giderir. Yeşilliğe, güzel yüze, akar suya bakmak.)* 


Ama *(nefse)* güzel gelen şeylerle, *(rûha)* güzel gelen şeyler, birbirine zıtdır. Birine *(tatlı)* gelen, öbürüne *(acı)* gelir. 


Bu ikisini, birbirine karışdırmamalıdır. Nefse güzel gelen şeyler, insanı *(Cehenneme)* götürür. Avrupa’da Amerika’da tabâbet, yâni tıp ve fen ileri. Efendi hazretleri buyurdular ki: 


(Avrupa’da, Amerika’da fen var. Dîni de iyi biliyorlar. Bildikleri hâlde inkâr ediyorlar. Buradaki câhillerde ise fen de yok, dîni de bilmiyorlar. Bilmedikleri hâlde inkâr ediyorlar.) 


Böyle müslümânlar arasında yaşayıp da, inkâr eden münâfıklar, Cehennemde kâfirlerden daha aşağı derekelerde yanacaklar kardeşim. 


*(Kalbler, ancak Allahü teâlâyı anmakla râhat olur.)* Âyet-i kerîmedir bu. Demek ki, kalbin şifâsı, *(zikr-i ilâhî)* ile olur. Burada anmak buyuruluyor, yâni kalben hâtırlamakdır bu, dil söylemez. 


Bir de dil ile söylenen *(zikr)* vardır. Dil ile zikir, sevap kazanmak için olur. Dil ile değil de, kalb ile olursa, kalbi temizlemek içindir. Şimdi insanlar, *(Kalbim temiz, sen kalbe bak)* diyorlar. 


Kalbin temiz olmasının alâmeti, islâmiyete uymakdır. Hem islâma uymıyacaklar, hem de kalbleri temiz olacak! Olur mu öyle şey? Her kabdan, içinde olan dışarı sızar. 


Kalbi, yâni kabı *(iyi)* şeylerle dolu olursa, o kişiden hep *(iyilik)* ler görünür. Kabında, yâni kalbinde *(kötü)* şeyler varsa, o kişiden de hep *(kötülük)* ler meydana gelir.

Dövme yaptırmak caiz midir?

Sual: Dövme yaptırmak günah mıdır?

CEVAP

Evet günahtır.

Sual: Kalıcı dövme yaptıranın ne yapması gerekir? Abdeste veya gusle zararı olur mu?

CEVAP

Dövme yaptırmanın caiz olmadığı, hadis-i şerifle bildirilmiştir. Yaptıranın tevbe etmesi ve bir daha yaptırmaması gerekir. Dövme, deri üstünde bir tabaka meydana getirmeyip, deri altından yapıldığı için gusle ve abdeste mani olmaz. Deri üstüne yapılmış olsa da, kolayca çıkarma imkânı yoksa, yine abdeste ve gusle mani olmaz.

Sual: Bir arkadaş, “Dövme yaptırmanın günah olduğu söyleniyor. Ben meal okudum. Kur’anda böyle bir şey göremedim” diyor. Dövme yapmak günah değil mi?

CEVAP

Evet günahtır. Her şeyi Kur’anda bulmak zordur. Sahih-i Müslim'de bildiriliyor ki:

İbni Mesud hazretleri, (Dövme yapan ve yaptıran, peruk takan ve taktıranlara lanet olsun) mealindeki hadis-i şerifi rivayet edince, Ümmü Yakub adında ihtiyar bir kadın itiraz edip, "Ben Kur'anın hepsini okudum, ama böyle bir lanet yok” dedi. İbni Mesud hazretleri, "Dikkatli okusaydın mutlaka görürdün” diyerek şu mealdeki âyet-i kerimeyi okudu:

(Resulullahın size verdiklerini alın, yasakladıklarından sakının!) [Haşr 7]

Sual: Dövme yaptırmanın caiz olmadığını bildiren hadis var mı?

CEVAP

Bir hadis-i şerif meali şöyledir:

(Kaşlarını incelten ve dövme yaptıran lanetlenmiştir.) [Ebu Davud]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Âsumân secde künet, behr-i zemîni ki, derû. Yek dü kes, yek dü nefes, behr-i hüdâ binişînend.* Ne demek bu?


*(Âsumân secde künet)*, gökdeki melekler imrenirler, gıbta ederler. *(Behr-i zemîni ki, derû)*, öyle bir yere ki, işte burası. Cennetdeki melekler buraya gıbta ediyor, imreniyor kardeşim. 


*(Yek dü kes)* az bir kimseler. *(Yek dü nefes)* az bir zaman. *(Behr-i Hüdâ)* Allah rızâsı için. *(Binişînend)* otururlar, görüşürler, konuşurlar, sohbet ederler. 


Domuz eti, içki gibi haram şeyler yiyenler, büyüklerden *(feyz)* alamaz efendim. Zîra yediği o harâm şeylerin çıkardığı gazlar, vücutdaki feyz yollarını tıkar. 


Ve büyüklerin feyzi, o bedene gelemez. Harâm yiyenler, büyüklerin rûhlarından mahrum kalırlar ve feyz alamazlar. Kim söylüyor bunu? *(Bâki Billah)* hazretleri söylüyor. 


Bizim sözümüz değil. Bâki Billah hazretleri, *(İmâm-ı Rabbânî)* hazretlerinin hocasıdır. Yâni feyz yolunun üstâdı. Bizim kitaplarımız da, hep o büyüklerin yazılarıdır. 


Bizim kitaplarımız ne için çok kıymetlidir? O büyüklerin yazıları olduğu için. Bizim yazımız olsa, kıymetli olmazdı. Biz, o büyüklerden değiliz, ama onların sözlerini yayıyoruz. 


Hepimiz o büyükleri seviyoruz. O büyükleri seven, harâm da yemezse, *(feyz)* alır efendim. 


İnsanın boğazından bir lokma *(harâm)* inse, insan vücûdunda o harâm lokma, *(gaz)* olur ve bütün feyz yollarını tıkar. Velhâsıl tasavvuf, tamâmen *(helâl lokma)* dır kardeşim. 


Sevgi, *(itâat)* demekdir. İtaati varsa, sevgisi vardır. İtaati yoksa, *(yalan)* söylüyordur. Onu çok seviyorum demesi yalandır. Seven, sevdiğinden çok bahseder, çok bahsedilmesini de ister. 


Çünkü insan birine *(âşık)* oldu mu, gözü ondan başka bir şey görmez. Huzûrunda veyâ gıyâbında, hep Ona *(duâ)* eder. Onun üzülmesiyle üzülür, onun sevinciyle sevinir. 


Bu büyükler hayâtdayken *(feyz)* gönderirler, Ama vefâtlarından sonra daha çok gönderirler. Kime gönderirler? Kim severse ona. Yâni iş, *(muhabbet)* dedir. 


Muhabbetin de alâmeti var. Sevgi, *(lâf)* la olmaz. Sevginin birinci alâmeti nedir? Ona *(tâbi)* olmakdır. Meselâ bir kimse, (Ben Abdülhakîm Efendi hazretlerini çok seviyorum, ama o böyle söylüyor) derse, böyle sevgi olmaz kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Evliyâdan *(Feyz)* in gelmesi ve alınması için, islâmiyete uymak ve muhabbet şartdır. Zâten feyz herkese geliyor. Bütün dünyâya geliyor, aynen güneş gibi. 


Güneş ışınları, pancara isâbet edince tatlılaşdırıyor, bibere rastlarsa acılaşdırıyor. İkisini de yapan *(güneş)* dir. Muhabbeti olmıyan veyâ bozuk olan, kendine gelen feyzleri alamaz. 


Riyâzet çekmek, her türlü sıkıntılara katlanmak, feyz almaya yaramıyor. İllâ ki *(sevgi)* şart. Kendine gelen feyzi alabilen, dünyâyı *(hayâl)* görür. Biz de *(Hayât hayâldir)* diyoruz ya her zaman. 


Televizyonda görülenlerin *(hayâl)* olduğu gibi. Çocuk, onları sahici sanır. Biz de, çocuklar gibi dünyâyı sahici zannediyoruz. Hâlbuki Hayâl bunlar, hayâl. *(Hayât hayâldir)* kardeşim. 


İmâm-ı Şâfi’î hazretlerinin bir kitâbı var, İsmi, *(Kitâb-ı Üm)* Buradaki fetvâlardan birini, Efendi hazretleri şöyle anlatdı: 


Bir odada, bir tasın içinde *(yoğurt)* bulunsa, oradan bir köpek, ağzı yoğurt bulaşıklarıyla çıksa ve gidip bakılsa ki, yoğurt tasında köpeğin ağzı kadar yer eksilmiş. Bu köpek o yoğurtdan yemiş midir? 


Bu suâle, İmâm-ı Şâfi’î hazretleri; *(Yerken görülmediği için yememişdir)* buyuruyor. Bir mahalle imâmı, bu fetvâya kalben îtiraz edermiş. 


Bu imam da, sözü geçen ve sevilen biriymiş. Kurban Bayramında bâzı kişiler, teberrüken kurbanlarını ona kesdirirlermiş. O da sırayla kesermiş kurbanlarını. 


Bu hoca, bir evden bir eve giderken abdesti sıkışmış. Tenhâ bir yere gitmiş. O esnâda devriyeler bunu yakalamışlar. Meğer tam o yerde, o gece bir *(cinâyet)* işlenmiş.


Bu hocayı da, elinde kanlı bıçak, üstübaşı da kanlı olarak bulunca, *(katil)* diye tutup kadıya götürmüşler. Kadı, hükm vermek için, *(Kitâb-ı Üm’ü)* açmış.


İmâm-ı Şâfi’î hazretlerinin yoğurt fetvâsını okumuş ve askerlere sormuş: *(Siz bunu, o adamı öldürürken gördünüz mü?)* Onlar da; (Görmedik) demişler. 


Kadı Efendi, *(Öyleyse bu katil değil)* demiş. Bu imâmın beğenmediği fetvâ, kendi hayâtını kurtarmış ve bu hâline tövbe etmiş. Bir şeyler okuyup İmâm-ı Şâfi’î hazretlerine hediye etmiş.

O evi arıyor ben ise evin sâhibini

Hâcı be reh-i Ka‛be vü men tâlib-i dîdâr 

Û hâne hemî cûyed vü men sâhib-i hâne

(Hayâlî)

"Hacı Ka'be’ye gider ben ise tâlib-i dîdârım

O evi arıyor ben ise evin sâhibini"

FEYZ

 Buyruldu ki;

“Bir kimse, Mektûbât-ı şerîf ve Berekâtı okuyunca, ister anlasın ister anlamasın, İmâm-ı Rabbânî (kaddesallahu teâlâ sirrehu) hazretlerinden feyz alır."

Yâdigâr mektûblar 59.mektûb

 Kuleli'den talebeleri Ali Aygün'e Arabî harflerle yazılmıştır.

Ve aleyküm selâm kıymetli kardeşim Ali Aygün

Zonguldak'dan gönderdiğiniz mektûbunuzu okudum. Cevâbda tekâsül ettiğim [üşendiğim] için afv ediniz. Tekâsül etmiyorum, mektûbu sıraya koyuyorum. Vakt, fırsat bulunca yazıyorum. Elhamdü [lillah] güzel yazmışsınız. Cenâb-ı Hakka şükr ediniz. Şükr edince ni'metini artdırır. Şükr demek ni'metin kıymetini bilmek, ni'meti emr olunan mahalde kullanmak demekdir.

1- Bayram nemâzında altı tekbîrin herbiri ayrı ayrı vâcibdir. İmâm bunlardan birini terk etse cemâ'at de imâma tâbi' olur. Nemâzdan sonra secde-i sehv yaparlar; imâm secde-i sehv yapacağını da bilemez ise, secde-i sehv yapmadıkları için iâde etmezler ve günâh olmaz. Çünkü nisyân [unutmak] afv olunur.

2- Secde-i tilâvet lâzım iken imâm terk etse, cemâ'at da imâm okurken duymuş olsa bile terk eder. 

3- Cenâze nemâzında cemâ'at şart değildir. Bir kişi de kılabilir. Birden ziyâde kimse varsa üç saf üzere cemâ'at yapmak müstehabdır.

4- Tanımadığımız bir mü'minin cenâze nemâzından sonra imâm sorunca, "iyi biliriz" deriz ve onun îmânının iyi olduğunu kasdederiz. Küfrü sâbit olmayan kimse mü'min addolunır.

5- Bir cenâzenin kefeni içine Besmele-i şerîf ve sâir âyet-i kerîmeler,zikrler,duâlar,mübârek isimler yazılı kağıd koymak veya kefenine yazmak doğru değildir, câiz değildir.

Ramezân-ı şerîfin hakkımızda ve cümle din kardeşlerimiz için hayırlı olmasını duâ eder, duâlarınızı beklerim kardeşim.

Hilmi 

Terviye günü oruç tutmanın fazileti

(Terviye günü [Arefe’den önceki gün] oruç tutup, günah söz söylemeyen Müslüman Cennete girer.)[Ramuz]

Zilhiccenin on gününün hayrından mahrum olana yazıklar olsun!Bilhassa dokuzuncu [Arefe] günü oruçla geçirmelidir! Onda o kadar çok hayır vardır ki, saymakla bitmez.) [T.Gafilin]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Vücûdumun her zerresi gelse de dile. Şükrünün binde birini yapamam bile)* buyuruyor İmâm-ı Rabbânî hazretleri. 


Dînini yaymak hizmetinde kullanıyor bizleri Allahü teâlâ. Çok büyük ni’mete mazhar olmuşuz kardeşim, çoook. Elhamdülillâh, çok şükr Allahımıza. 


Bu ni’met, bütün dünyâ ve âhiret ni’metlerinden daha üstündür Niçin? Çünkü bu, Peygamberlik vazîfesidir. Bunu yapanlar, Peygamberlerin *(vârisleri)* dir. 


Bir *(mürşid-i kâmil)* in kitaplarını okuyan veyâhut da gömleğini giyen, takkesini kullanan, o *(irtibât)* vâsıtasıyla o büyük zâtdan istifâde eder. 


Bütün mesele, irtibâtı kurabilmekdir. Başka türlü kuramıyorsak, mutlaka bir şeyle irtibât kurmamız îcab ediyor. Nasıl meselâ?


Ya Onun kabrine gideceğiz, ya Onu seven birine gideceğiz, ya Onun çok sevdiği birini göreceğiz, ya da Onun kitâbını okuyacağız. 


Niçin? Sırf o mürşid-i kâmil ile *(irtibât)* kurmak için. Bu asrın mürşid-i kâmili, *(Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye)* dir kardeşim. 


Çünkü bu kitap, yüzlerce, binlerce evliyânın, âlimlerin, büyüklerin, Velîlerin mübârek sözleridir. *(Velî)* demek, Allahü teâlânın sevdiği kul demekdir. Velî, Allahın *(dostu)* dur 


Ona, mânevî bağ ile bağlanacağız. Demek ki, *(mürşid-i kâmile)* inanmak ve onu sevmek, seâdetin anahtarıdır. Peygamber Efendimiz, mürşidlerin reîsidir. Onu sevene *(müslümân)* denir. 


Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için çalışana, uğraşana *(sâlih)* insan denir. Allah sevgisine kavuşmak için uğraşıyor, bizim gibi işte. İnşallah biz de sâlih kullardan oluruz kardeşim. 


Bu sevgiyi kazanmış olana *(Velî)* denir, *(evliyâ)* denir. *(Mürşid-i kâmil)* ler, Velîler arasından seçilmişlerdir. Bunlar, başkalarını da kurtarmak için çalışıyorlar. Onları sevdik mi, bağlandık demekdir. 


Sevmek de, tâbi olmak demekdir. Sevmek iki şeydir; Biri, *(inanmak)*, ikincisi de *(tâbi olmak)*. Velîyi görürse, sohbetinde bulunursa, daha çok feyz alır, yâni nûrlanır. 


Şimdi, bir *(mürşid-i kâmil)* dünyânın hiçbir memleketinde yok gibidir. Görmek şerefine kavuşmaya imkân yok. Herkese, kabiliyeti kadar *(feyz)* gelir. 


İslâmiyete uymıyanlara hiç feyz gelmez, islâmiyete uyanlara feyz gelir. O büyükleri *(sevenler)* de, o büyüklerden gelen feyzleri alırlar kardeşim.

Yâdigâr mektûblar 58. mektûb

 Kuleli'den Bülend Ünal'a yazılmışdır.

Kıymetli talebem Bülend 

Geçen gün yolda gördüğünde, sivile çıkacağınızı ve eczacı okuluna gireceğinizi söylemişdiniz. Size imtihana hazırlanmanız, başka kitâb okumayıp, yabancı dil ve meslek derslerinize çalışmanızı söylemişdim. Benim sözüme ehemmiyet verdiğinizi gördüğüm için, sizin dünyada ve ahirette, seâdetinizi düşünüyor, aşağıda göstereceğim yolda yürümenizi ehemmiyetle arzu ediyorum.

1- Bütün kuvvetinizle eczacı imtihanına hazırlanınız.

2- Beş vakit nemâzınızı kılınız, fakat imtihana hazırlanmak için çalışmayı da bir ibadet biliniz. Dini korumak için, istikbali kurtarmak şarttır. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, "Fakirlik, küfre sebep olur" buyurmuşlardır.

3- Derslerinize ve yabancı dile çok çalışınız. Ben subay iken de dört sene üniversitede okudum.  Ve bayram günleri bile derslerime çalışırdım. Ve kimya derslerimi Fransızca kitaplardan çalışırdım. Subay iken Almanca öğrendim. Sizin de böyle çalışmanızı istiyorum. Önce dünya bilgilerini öğrenip, hayatı kazandıktan sonra istediklerinizi okursunuz. Sizin bugün dini vazifeniz beş vakit namaz kılmak ve Ramezân-ı Şerîfte oruç tutmaktır. Nafile namaz kılacak, nafile oruç tutacak bir yaşta değilsiniz. Za'îf düşmemeniz, uykusuz kalmamanız lazımdır. İmtihana hazırlanmanız, nafile ibadetten daha sevaptır. Siz za'îfsiniz, kuvvetli ve doyuncaya kadar yemezseniz hasta olur, farzları da yapmaktan mahrum kalırsınız.

4- Yukarıdaki nasihatlarım, Seâdet-i Ebediyye kitabında yazılıdır. Bu kitap, genç müslimânların cahil kalmaması, bir yere kapanıp hurafe kitapları okumakla, nafile ibadetlerle ömrünü çürütüp, farz olan çalışmaktan kaçanları gaflet uykusundan uyandırmak için yazılmıştır. Bu kitap, yalnız okumakla değil, anlayıp ona göre çalışmak, fen bilgilerinde kafirlerden ileri geçmek için yazıldı. Dinimiz hiçbir zaman idâme-i hayâtı te'min edecek faaliyeti aksatan bir ibadet emretmiyor. Allahü teâlâ sizleri müşkil duruma sokacak bir ibadet emretmedim, buyuruyor. Dini vecibelerin, ifâsında her şeyi kolaylaştırmış, sadeleştirmiştir.

5- Radyonun faidesiz şey çalmasından, başkalarının uygunsuz, ahlaksız hallerde bulunmasından, müslimânın imanına zarar gelmez. Bunlardan kaçmak, soğuk durmak fitneye,fesada sebep olur. Onlara [böyle yapanlara] kızgın durmamalı, iyi olmaları için dua etmelidir.

6- Müslimânlık, dünya ile alakasını kesip, herkesi, herşeyi kötü gören, üzülen, hayatı kendine zehir eden, yaşayan ölü gibi olmak değildir. Her müslümanın gelecekte ekmek parası sahibi olmak; İslâmiyyete ve müslimanlara fâideli olmak için düşündüğü gayeye varması için çalışması, birinci vazifesidir. Batı'nın çalışmalarına katılmak, onlara ulaşmak ve hatta onları geçmek, her müslümanın ideali olmalıdır. Evliyalık, dünyadan vazgeçip, bir yere kapanmak, başkalarını kötü bilmek değil, herkesin arasına karışıp, zekanın her ilminde yükselip, insanlığa doğru yolda rehber olmaktır. Kilometrelerce uzaktaki tanımadığı kimselerin, yaptıklarını, düşündüklerini, bulunduğu yerden anlamak, evliyalık değildir. Bunu Hind kafirleri, Hristiyan papazları da yapar. Asıl evliyalık, Muhammed aleyhisselâmın yolunu, ahlakını, çalışmasını göz önünde tutup, O'na benzeyebilmektir. Bunlar Seâdet-i Ebediyye'de yazılıdır. Ve rü'yânın kıymeti olmadığı ve uyanık iken, ele geçen şeylerin makbul olduğu yazılıdır.

7- Size her fırsatta ana, baba hakkında, onlara hürmet ve ihsanın, lüzumunu anlatmıştım. Müslimânın, Allahü teâlâya imandan sonra birinci vazifesi, ana babanın kalbini kırmamaktır. Baba ne kadar kötü olsa da, yine her şeyin üstünde hakkı vardır. Hristiyan olsa dahi sırtımızda taşımamız lazımdır. Hele senin ve benim gibi müslimân doğmamıza ve müslimân terbiyesi ile yetişmemize asıl sebep olan ana babanın kalbini kıran Cennete giremez. Onlar bizi döğse,söğse dahi bizim onları okşamamız, yalvarmamız lazımdır. Tekrar söylüyorum ki, en büyük ibadet, ana babanın kalbini almaktır. Evet, şerî'at dışı emreden, cahil, kültürsüz ana baba yok değildir.  Fakat bu zamanda dahi onlara özür dileyip yalvararak, kusurumuzu afv edin demelidir. Namazını kıl diyen, bir babaya sû-i zan olur mu? Sû-i zan etmek haramdır. Anasının, babasının kalbini kıranın ibadeti kabul olmaz. Babanın kalbini almak demek; onun dostlarına, çocuklarına, komşularına, hüsn-i muamelede bulunmak demektir. Zaten, kafir bile olsa herkese, hüsn-i muamelede bulunmamız emrolundu. Açık gezenlere, hoşuna gitmeyen hareketlerde bulunanlara, iğbirar, küskünlük göstermek hakkınız değildir. Kur'ân-ı kerîmde, fitne çıkarmak, adam öldürmekten daha günahtır, buyuruluyor. Evet, günah işleyenlere, kötülük yapanlara, muğber olmanız [darılmanız] lazımdır. Fakat, bu iğbirârınızı [dargınlığınızı] bildirmeniz lazım değildir.

8- Allahü teâlâ, peygamberlerine (aleyhimesselâm) buyuruyor ki: "Doğru yolu başkalarına inandırmak tatbik etmek için, uysal, mutî' ve tatlı olunuz, kimseyi kırmayınız" [Nahl sûresi,125].  Bizim de o büyüklere uymamız, dost ve düşmanlarla, iyi geçinmemiz lazımdır. Herkes kendinden mes'ûldür. Zamanın icabına göre giyinen kadınlara, kızlara kötü, ahlaksız demek kimsenin hakkı değildir. Günahsız, kusursuz insan olmaz. Kendi günahımızı görmemiz, kendimizi kötülememiz lazımdır. Kendini beğenmek büyük günahtır. Milli kahraman tanınanları büyük bilenleri kötülemek, tahkir ederek söylemek, ahmaklıktır. Fâidesi hiç yok; zararı pek çok olur. Şahsi fikirler ulu orta söylenmez; hele zararlı olursa, hiç söylenmez. Yezîd'e bile la'net etmek ibadet değildir. Müslimân akl ile hareket eder. İnsana en büyük bela dilinden gelir.

9- Size yabancı dile, en çok çalışınız diye her dersimde, tekrar tekrar söylemiştim. Sözümü dinlediniz mi? Her gün kaç saatinizi yabancı dile ayırdınız ve şimdi yabancı dil ile hangi eserleri okumaktasınız?

10- Radyoda, sinemada ahlaki, dini, fenni, kültürel gösteri ve konferansların dinleneceği, bunların aksi fâidesiz olanların caiz olmadığı, kitaplarda yazılıdır. O halde, radyo dinlemek, sinemaya gitmek haramdır, diye kestirip atmak dine iftiradır. Dinimizin radyodan çok istifade edeceği Seâdet-i Ebediyye'de yazılıdır.

11- Peygamberlerimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) " imanı üstün olanınız, ahlakı güzel olanınızdır" buyurdu. O halde, dost düşman herkesle iyi geçinmeli, bilhassa akrabayı hiç incitmemelidir. İnsan bir suçluyu elbet sevmez, fakat sevmediğine de iyilik yapar. Sevmek kalble olur. Müslimânı, dost düşman herkes sevmelidir. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sokakta papaza yol verip kendisi arkada kaldığını ve evine gelen bir din düşmanına nasıl iltifat ettiğini hepimiz biliyoruz.

12- Namazda iken, her zaman siyah takke giyiyorum. Renkli şeyler, huzuru, ciddiyeti giderir. Bazı arkadaşları çeşitli renkli başlıklarla namaz kılarken görüyorum, bunu da hatırlayarak yazıyorum.

13- Seâdet-i Ebediyye kitabının, her kısmında, çeşitli yerlerinde yazdığı ve benim her fırsatta söylediğim gibi bugün Türkiye'de ve bütün dünyada bir tane [hakiki] tasavvuf ehli kalmamıştır. Tarikatden bahsedenlerin çoğu cahil ve yalancıdır. Kim olursa olsun, evliyalıkdan, tasavvuftan dem vuranlara aldanmamalıdır ve bunları bir şey bilir sanmamalıdır.

14- Evet, eskiden tarikat ve tasavvuf ehli vardı. Bugün bunların ancak kitapları kaldı. Fakat benim ve sizin gibi din cahilleri bu kitapları anlamaktan çok uzağız. Bu kitapları okuyarak çıkaracağımız yanlış ma'nâlara göre, hareket edersek, dinimizi de, dünyamızı da harâb ederiz. Seâdet-i Ebediyye 157'nci sahifede bu hakikat yazılıdır. (3. kısımda). O halde, bizim de bu kitapları okumak değil, din ve dünyamızı kazanmak için zaruri olan bilgileri öğrenmeye çalışmamız lazımdır. [Tasavvuf kitabı] Okumak için emr de yok.

15- Yukarıdaki yazılanların hepsi Seâdet-i Ebediyye kitabında yazılıdır. Bunlar, o üç kitabın (üç kısmın) özü demektir. Geçen gün sokakta gördüğüm zaman nasihat istemiştiniz. Samimiyetinizi bildiğim için düşüncelerimi yazdım.

Bu yazımın da özü şu iki şeydir:

A- Yüksek tahsili bitirinceye kadar yabancı dil ve yalnız derslerinize çalışınız. [Zaruri olmayan] Din kitaplarını hayata atıldıktan sonra okursunuz. 

B- Ananızı babanızı, hiçbir surette incitmeyiniz. Şunu unutmayınız ki, ananız babanız, sizden razı olmadıkça Allahü teâlânın sevgili kulu olamazsınız.

Din ve dünya seâdetine ermenize dua ederim, kıymetli yavrum. [1960]

Not: Bülend Ünal, hassas tabiatlı bir gençti. Kuleli'de, Hilmi Efendi'nin talebeleriyle tanışıp, namaza başlamıştı. Arabî öğrenmeye meraklıydı. Hilmi Efendi kendisini İsmet Efendi camii imamı Nuri efendi'ye göndermişti. Ailesini idare edemeyen Bülend'in heyecanlı tavırları, ailede huzursuzluğa sebebiyet verdi; dine uzak birisi olan istihkam binbaşısı babasını endişelendirdi. Bir yandan oğluna baskı yaparken, diğer taraftan oğlundan uzak durmasını ihtar etmek üzere Hilmi Efendi'nin evinin kapısını çaldı ise de, hayalinde canlandırdığını karşısında göremeyince, hiddeti hayrete döndü. 27 Mayıs öncesinin hassas vasatında yazılmış bu çok hususi mektubu, bir de o ciheti nazara alarak okumalıdır. Psikolojik hali giderek kötüleşen babası intihar eden Bülend Ünal, 1960'da Kuleli'yi bitirdiyse de, eczacılık okumak üzere Harbiye'den ayrıldı.  Burayı da tamamlayamayıp, Almanya'ya gitti. Motosiklet aldığı işitilince, Kur'an-ı kerîm, kendisini tehlikeye atmayı yasakladığı için, Hilmi Efendi, "Motosiklet kullanan kimse, vasiyetnamesini de cebinde taşımalıdır" buyurdu. Nitekim babasının asabiyetini tevârüs ettiği anlaşılan Bülend, motosiklet kazasında vefat etti.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Büyüklerimiz, bâzen hiç konuşmazlardı. Büyüklerin bir kısmı; *(Bizim sükûtumuzdan bir şey anlamıyan, konuşmamızdan hiç bir şey anlıyamaz)* buyurmuşlardır. 


Büyüklerin kalbinden *(feyz)* gelir efendim. Evliyânın kalbinden feyz alınır. Eğer kalbinize feyz geliyorsa, bütün dünyâyı, herkesi ve her şeyi *(resim)* gibi görürsünüz. 


Kitap okuyan kimse, o kitâbı yazan zâtı düşüneceği için ve onların kelâmı olduğu için, hep *(râbıta)* hâlinde olur. Onların rûh’u, anıldığı yerde hâzır olur. 


(Her zaman hazırdır) denmez, böyle söylemek *(küfr)* olur. O, Allaha mahsûsdur. Evliyânın rûh’u, anıldığı zaman gelir. 


Efendim, evliyâlar, büyükler, vefâtlarından sonra daha çok *(feyz)* verirler. Ama alanlar, daha az alırlar. Onlar çok verirler; alanlar az alırlar. Yâni alma güçleri azalır. 


Onun için, kabirlerden hiçbir zaman, hayâtdaki gibi istifâde edilemez. Çünkü, hayâtlarında olduğu gibi, memâtlarında da aynı edebi gösterebilmek zordur. 


Hâlbuki feyz, ancak *(edeb)* sâhibine gelir. Edebsize feyz gelmez. Vefâtlarından sonra kabirlerine gidildiğinde, aynı edebi gösteremezler. 


Akılları dağılır, fikirleri dağılır, başka şeyler düşünürler. Hâlbuki hayâtdayken her şeyi unutup, sırf Ona bakdıkları, karşısında *(edebli)* oldukları için, çok feyz alırlar. 


Bir kabrin başına gitdiğiniz zaman, birleşik kaplar usûlü, eğer gelenin derecesi yüksekse, kabirdekine *(feyz)* verir. Eğer kabirdekinin derecesi yüksekse, gelene feyz verir. 


Mutlaka bir *(akım)* olur, kanun böyledir. Bir büyük zâtın kabrine gitdiğimiz zaman, o zâtı kabir içinde düşünürsek, onu aşağıda ve *(hakîr)* görmüş oluruz.


Bunun için de istifâde edemeyiz. İstifâde edebilmemiz için, o zâtı kabirde değil, *(Arş)* da düşünmemiz lâzım, *(feyz)*, Arş’dan gelecek. Çünkü *(rûh)* Arş’dadır, yâni Cennetdedir. 


Kabirde değildir. Kabirdeki, *(ceset)* dir. Ceset, çamurdan, toprakdan yapıldı, *(toprak)* olmaya mahkûmdur. Peki, biz niye kabre gideriz? 


*(Rûh)*, devâmlı sûretde içinde bulunduğu bedeni, yâni *(cesedi)* tanıdığı için, yâni o cesetle irtibâtı olduğu için, o irtibât vâsıtasıyla, biz o büyüklerin rûhlarından istifâde ediyoruz.