Birbirimizin kusûrunu affetmeliyiz

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu gece, berât gecesi. Berât gecesinde, o sene öleceklerin berâtı verilmez. O insanlar dolaşırlar, gezerler, ama öleceklerini bilmezler. 


Bir berât gecesinde, herkes yatınca, İmâm-ı Rabbânî hazretleri, hanımıyla ibâdet ediyorlarmış. Bir ara hanımı demiş ki; *(Acabâ bu gece kimlerin berâtı verilmemişdir?)* 


İmâm-ı Rabbânî hazretleri de, hanımına; *(Ya kendi berâtının verilmediğini görenler ne yapsın)* buyurmuşlar. Böylece vefâtının yaklaşdığını haber vermişler.


Muhammed Ma’sûm hazretleri Mektûbâtında buyuruyor, *(Münâkaşa etmeyiniz)* diyor. 


Bir mü’minin, bir müslümân kardeşinin kalbini incitmenin, *(Kâbe)* yi, yedi kerre yıkmakdan daha büyük günâh olduğunu dînimiz bildiriyor. 


Onun için, en çok dikkat edeceğimiz şey nedir? Birbirimizin kusûrunu afvedeceğiz, sabredeceğiz. Sabredenin gideceği yer neresidir? Peygamber Efendimiz; *(Cennetdir)* buyuruyor. 


Birbirimizi incitirsek dahî, karşıdakinin sabretmesi lâzımdır. Ona duâ etmesi lâzımdır. Müslümânlık budur, kardeşlik budur. Eshâb-ı kirâmdan bir zât diyor ki: 


Peygamber Efendimiz, bayram günü hutbeye çıkıyordu. Merdiven üç basamakdı. Birinci basamağa çıkdı. Bir şeyler söylüyordu. Kulak verdim, işitdim. Buyuruyordu ki: 


*(Yâ Rabbî, sen bir kulunu, anasını babasını gördüğü hâlde, onların hizmetinde kusûr eden, kalblerini inciten, onların rızâsını, duâsını almıyanı Cehenneme sok.)* Ben de âmin dedim, buyuruyor. 


Birbirimizi seveceğiz, ama anamızın, babamızın da kıymetini bileceğiz. Onların rızâlarını ve duâlarını alacağız, gönüllerini alacağız. 


Hepiniz biliyorsunuz. Ananın, babanın evlâdına duâsı, Peygamberlerin ümmetine duâsı gibidir. Peygamber Efendimiz, bakın ne buyuruyor: 


*(Ailesinin, zevcesinin, hanımının ağzına yemek koymak ibâdetdir)* buyuruyor. Onlar Allahü teâlânın bize emânetidir. Namâzını kılan, tesettür eden bir hanım, dünyânın en büyük ni’metidir. Cennet ni’metlerindendir. 


Böyle buyuruyor Peygamber Efendimiz. Bunun için zevcelerinizin kıymetini bilin kardeşim. O, hayâtını bize vermişdir. *(Seâdet-i Ebediyye)* de 30 madde var ya, orada yazıyor.

Ne hata yaptım?

 Büyük âlim ve velî Muhammed Sıddîk Arvâsî, Seyyid Fehîm Arvâsî hazretlerinin oğludur.

“Otuz iki” yaşında Ermeniler tarafından şehit edildi.

Abdülmecid Efendi der ki:

Benim yazım düzgündü.

Hocamız Abdülhakîm Efendi, Muhammed Sıddîk'ın hilâfetnâmesini bana yazdırdı.

Bunu yazdırdıktan sonra bizimle hiç ilgilenmedi.

Bir hafta böyle geçti..

Muhammed Sıddîk Efendi;

“Herhâlde benim bir kabâhatim oldu” diye üzülüyordu.

Başını kaldıramıyordu.

Mahcup bir hâli vardı.

“Ne hatâ yaptım?” diyordu.

Abdülhakîm Efendi, bana;

"Muhammed Sıddîk'a söyle, yarın atına binsin ve buralardan gitsin” buyurdu.

“Peki efendim” dedim.

Ve kendisine bunu söyledim.

O da atına bindi.

Aynı gün yola çıktı.

Ve ayrılıp gitti.

Çevkan Suyu’nun yanına vardı.

O sırada Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri, ardından gidip onu geri çağırdı.

Koluna girdi.

İki âşık gibi beraber yürüyerek geri geldiler.

Herkes onlara bakıyordu.

Muhammed Sıddîk'a hilâfetnâmesini verip, onunla halkın gözleri önünde çok fazla ilgilendi.

Çok iltifatlar etti.

Ve uğurlayıp gönderdi.

Ona, önce gösterdiği sert muâmeleye temasla;

"Her şeyi tamamdı, ancak kalbinde, (Seyyid Fehîm Arvâsî hazretlerinin oğluyum) diye bir nokta vardı, onu da sildik” buyurdu.

Uşur (Öşür)

 *Hocamız bir sohbetinde uşur (öşür) mevzuunda buyurdular ki; "Anadolu'da toprak zekâtı olan uşur pek verilmiyor. Bize meyve, bulgur, yufka gibi hediyeler geliyor. Bu hediyelerin uşru verilip verilmediğini bilmediğimizden küçük bir kapla 10 parçaya ayırıyorum, bir parçasını tadına bakar mısınız, diyerek bize haftalık temizliğe gelen hanıma uşur niyetiyle hediye ediyorum."

(Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh")

[Hüseyn Hilmi Işık Efendi ile Hatıralar,1.cild,sf:577]

Faiz çok ince bir mes'eledir

 * Hocamız, bir sohbette buyurdular ki; " Komşuluk münasebetleri çok mühimdir. Komşu,bir demlik çay, bir bardak şeker, bir fincan kahve, tuz, un gibi şeyleri ihtiyaç halinde ödünç ister. Bunları tartarak vermek çok zordur. Komşuya 'tartalım' dense, yanlış anlaşılır, itimatsızlık alâmeti olduğundan kalbi kırılabilir. Tartmadan ödünç verilirse, komşu da aynısını geri getirmezse, faiz olur. Onun için bir Müslüman hanımına demeli ki, sen benim umumi vekilimsin, evde bulunan her şeyi tasarruf edebilirsin. Komşulardan biri bir şey isteyecek olursa hediye niyetiyle verirsin, getirirlerse hediye olarak kabul edersin. Yani hediyemiz olsun, dersin. Ödünç alıyorum, getireceğim derse, eğer getirirsen, hediye olarak kabul ederim, denmelidir. Hiçbir şey söylenmeden hediye niyetiyle verilirse o da olur. Geri getirirse, hediye olarak alınabilir." 

(Hüseyin Hilmi Işık"rahmetullahi aleyh")

[Hüseyn Hilmi Işık Efendi ile Hatıralar,1.cild,sf: 576-577]

İfşa-i fahiş haramdır

Buyurdular ki: "İfşa-i fahiş haramdır. Yani, bir kabahati veya günahı olan birisinin bu işini başkasına anlatmak, o işten daha büyük bir günah işlemek olur." 

(Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh")

[Hüseyn Hilmi Işık Efendi ile Hatıralar,1.cild,sf:573]

Arabî lisânı, Cennet lisânıdır

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Arabîyi iyi bilen, Kur’ân-ı kerimi ve arabî kitapları anlar efendim. Arabî lisânı, diğer lisânlardan daha efdâldir. Çünkü arabî lisânı, *Lisân-ı Cennet*’dir. Yâni Cennet lisânıdır. 


Cennetde *Arapça* konuşulacak, fransızca değil, İngilizce de değil. Kur’ân-ı kerîm arabîdir. *Lisân-ı Kur’ân*, lisân-ı Cennetdir. Diğer lisânlar, insanlar tarafından yapıldı. 


İngilizce’yi İngilizler yapdı, Fransızca’yı Fransızlar yapdı. Peki, Arapçayı kim yapdı? *Allahü teâlâ* yapdı. Nerden bi-liyoruz? Çünkü Arapça lisânı, insanlar yaratılmadan evvel vardı. 


İlk insan olan *Âdem* aleyhisselâm Cennete girdiğinde bir bakdı, her yerde *Lâ ilâhe illâllah* yazılı. Demek ki, in-sanlar yokken, bu harfler vardı. 


Şimdiki insanlar, şeytana değil, nefsine tâbi. Nefse uymak daha kötüdür. Çünkü mahlûkların en ahmağı *Nefs*’dir. 


Kur’ân-ı kerîmde; *Küllü şey’in hâlikün illâ vecheh*, buyuruluyor. Bunun mânâsı, *Küllü şey’in*, her şey, *Hâlikün*, helâk olacaktır, yok olacakdır. 


*İllâ vecheh*, ancak Allah yok olmaz. Allahdan başka her şey yok olacak. Allahü teâlâ yok olmaz. 


Bir zındık Bağdat’a gelmiş ve İmâm-ı Âzam hazretlerini bulup; *Siz, Allahü teâlâ hiç yok olmaz diyorsunuz. Hâlbuki her şey yok oluyor, Allah da yok olur*, demiş. 


İmâm-ı âzam sormuş o dinsize: *Sen sayı saymasını biliyor musun?* Elbet biliyorum, deyince, *Say bakalım*, buyurmuş. Zındık yirmiye, otuza, kırka kadar saymış.


Yorulmuş. İmâm-ı âzam; *Daha saysana!* buyurunca, yoruldum demiş. *Sonuna kadar say!* deyince de; bunun sonu yok ki, demiş. 


O böyle deyince, İmâm-ı âzam hazretleri; *İşte nasıl ki sayıların sonu yok. Allahü teâlânın da sonu yok*, buyurmuş. 


Hazret-i İmâm böyle deyince, zındık; *Çok doğru söylüyorsun, Allah birdir, O’nun sonu yokdur*, demiş ve müslümân olmuş.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu gün *Hak* gizlenmiş, *Bâtıl* ise hak şekline bürünmüş, hak gibi görünüyor. Mektûbât’da var bu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: 


*Peri yanaklarını saklamış, şeytan naz ediyor. Şaşırdım kaldım, hayretden aklım gidiyor. 


*Şeytan*, yâni bâtıl, peri şekline girmiş, melek şekline girmiş, herkese sevimli, nûrlu, güzel gözüküyor. *Melek*, yâni hak ise, saklanmış, gizlenmiş, görünmüyor. 


Şeytan, *Peri* şekline girmiş, her tarafda cilve yapıyor, süslü püslü dolaşıyor, kendini gösteriyor. Şaşırdım kaldım hayretden aklım gidiyor. Böyle diyor İmâm-ı Rabbânî hazretleri. 

  

Abdülhakîm Efendi, bir gün cebinden kâğıt kalem çıkardı. Üzerine birşeyler yazdı, yazdı, yazdı, sonra bana uzatıp; *Al, bunları oku!* dedi. 


Bir de bakdım ki: na-sa-ra   yen-su-ru   nas-ran   nâ-sı-run   men-sû-run diye yazmış mübârek. Devâmı var, hem de sayfalarca. *Bunları ezberle!* buyurdu. Tabii başüstüne efendim, dedim. 


Bir ay içinde ezberledim. Bir gün bana; *Yazdıklarımı okudun mu?* buyurdular. Evet efendim, dedim. *Oku bakalım!* dediler. Ezberden okudum. Çok hoşuna gitdi mübâreğin. 


Gene bir kâğıt çıkardı, birşeyler daha yazıp; *Al, bunları da ezberle!* buyurdu. Birkaç kerrede, bu fiil çekimlerini bitirdik. Efendi, bana; *Bunlar, Kur’ân-ı kerîmin anahtarıdır*, dedi. 


Arabîyi iyi bilen, Kur’ân-ı kerîmi ve arabî kitapları anlar efendim. Arabî lisânı, diğer lisânlardan daha efdâldir. Çünkü arabî lisânı, *Lisân-ı Cennet*’dir. Yâni Cennet lisânıdır. 


Bu dînin aslı; Bu *İyi*, bu da *Kötü*, diyebilmekdir. Yâni hakkı bâtıl’dan ayırmakdır. Ama sırf bilmek insanı kurtarmaz. *İcraat* da lâzım. Çünkü *İyi*’yi bilen, ona tâbi olacak. 


*Kötü*’yü bilen de, kötülükden sakınacak ki, fâidesini görsün. Mektûbât’da İmâm-ı Rabbânî hazretleri kuddise sirruh buyuruyor ki: *İlim, edinmek içindir*. 


Yâni *İlâç*, içmek içindir. *Su*, içip kanmak içindir. Her şeyin sebebine yapışacağız. *Şifâ* istiyorsak, ilâcını içeceğiz kardeşim.


Allahü teâlânın dînine hizmet edenlere, meselâ bizim kitaplarımızı satanlara, hediye edenlere, dağıtanlara, yâni Allahü teâlânın dînini öğretenlere veyâ öğretilmesine sebep olanlara ne mutlu.


Çünkü Allahü teâlâ onlara, Cennette öyle *Köşk*’ler verecek ki, insanlar o köşkleri görünce şaşıracaklar, hattâ merak edecekler.


*Allah Allaaah! Bu köşkler, acabâ hangi *Peygamberin* köşkü? Hangi *Evliyânın* köşkü? diye birbirlerine soracaklar. Cenâb-ı Hak da bunu bildirecek ve: 


*Hayır hayır, onlar ne Evliyâlarındır, ne de Peygamberlerin. Onlar, âhir zamanda gelip de, benim dînimi, benim kullarıma öğretenlere âitdir*, diye buyuracak.

Bunu okuyanın îmânı gider

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Gençliğimde Abdülhakim Arvasi  Efendi hazretlerinin huzûruna gitdiğimde, bana; *Gel, otur!* buyururdu. Hemen yanlarına otururdum. Sonra, *Elimi tut!* derdi. Ben de tutardım mübârek avucunu. 


Sonra, *Sık!* derdi, sıkardım. Ama biraz sonra yorulup, az gevşetirdim. O zaman hemen, *Sık!* derdi yine. Ben de sıkardım. Beş dakîka, on dakîka, onbeş dakika. Nihâyet yorulurdum efendim. 


Bakardım ki gözlerini kapatdı, uyukluyor. O uyuklarken, fırsat bu fırsat der ve elimi gevşetirdim. Ama ben gevşetince, Efendi hemen gözünü açar, *Sık!. Sık!.* derdi. 


Tekrar sıkardım, sıkardım, sıkardım, tâ ki kalkıp namâza gidinceye kadar. Bir sene hep böyle devâm etdi. O büyüklerin *Vücut*’ları, hattâ bütün *Hücre*’leri zikredermiş efendim. 


*Sultân-ı zikr* denir ona. Belki de, o *Zikr*’ler benim elime de geçsin, benim hücrelerime de te’sîr etsin diyedir herhâlde. Ama bizimki, *Taş* gibi. Nereye te’sîr edecek? 


Abdülhakim Efendi hazretlerinin vasiyyetnâmesinde, *Benim, dünyalık hiçbir şeyim yokdur*, diyor mübârek. Şimdi ben de öyleyim efendim. Dünyâlık hiçbir şeyim yok. 


İşte bir çamaşırlarım, bir de kitaplarım var. Başka hiçbir şeyim yok. Hâlbuki eskiden neler kurardım neler. O şeyler kalbimden çıkıp gitdi. Efendi hazretleri onları sildi süpürdü, çok şükür. 


Efendim, Ankara’da iken, bana *Elmalılı Tefsîri*’ni hediye etdiler. Efendi hazretlerine sordum; *Bunu okuyabilir miyim?* dedim. Cevâben; *Bunu okuyanın îmânı gider*, buyurdular. 


Ben de o kitâbı hemen yakdım. Aradan bir sene geçti. Mamak’da bir gün, ticâret müdürü ile yüzbaşı konuşuyorlardı. Biri ötekine dedi ki: 


Önceden ölülere *Yasîn* okurdum, şimdi okumuyorum. Çünkü Yasîn sûresi biraz *Fen*’den, biraz *Coğrafya*’dan, biraz da *Târih*’den bahs ediyor. Bunun ölülere ne fâidesi olur? Böyle dedi. 


Köpek havlayınca cevap verilir mi? Verilmez. Ama ben orada dayanamadım efendim. Öyle konuşana; *Nereden biliyorsun öyle olduğunu?* dedim. *Tefsîr’den okudum*, dedi. 


*Kimin tefsîrini?* deyince de, *Elmalılı*’nın derken, içim sızladı. Bir sene önceki Efendi hazretlerinin o sözünü hâtırladım ve okuyanın îmânının nasıl gitdiğini bizzât gördüm, şâhit oldum.

Arkadaşlarımız kurtuldu. O da yakında belasını bulur

 *Bir gün Hocamız Beylerbeyi'nde bizim eve gelmişlerdi. Oğulları Abdülhakîm geldi, "Baba, [Harbiye kumandanı] Albay Talat Aydemir üç tane arkadaşımızı namaz kıldıkları için Harbiye'den atmış" dedi. Hocamız'ın renginin birdenbire değişmesini Ben orada gördüm. Çok üzüldüler. Durdular, sükût ettiler. Biz korktuk, eyvah dedik. Arkasından, "Arkadaşlarımız kurtuldu. O da yakında belasını bulur, rezil olur" buyurdular. Az zaman sonra darbeye kalkıştı; muvaffak olamayıp idam edildi.

[Hüseyn Hilmi Işık Efendi ile Hatıralar,1.cild,sf:407]

(Damadı merhum Enver Ören beyin hatıralarından bir kesit)

Niçin gülüyorsunuz?

 *Bir bayramda Sarıyer'de Enver Abi'nin evinde idik. Hocamız, "Ben kurban kesemiyorum. Çünki bana kurban kesmek vacip değil. Benim kurban kesecek malım yok" buyurdular. Sonra bana dönüp "Siz kesiyor musunuz?" buyurdular. Ben de gayri ihtiyari tebessüm ederek "Hayır efendim, Ben de kesemiyorum" dedim. Benim tebessüm etmeme celallenmiş olacaklar ki, "Niçin gülüyorsunuz? Bu kurbanlar bize binek olacak. Ahirette kurban kesemediğimiz için üzüleceğiz" buyurdular.

[Hüseyn Hilmi Işık Efendi ile Hatıralar,1.cild,sf: 519]

(Fatih Kebanlı ağabeyin merhum hocamız Hüseyn Hilmi Işık Efendi ile hatıralarından bir kesit)

Bazen görmemek daha iyidir

 Bir arkadaş hangi kabre gitse, o kabirde yatan kimseyle konuşuyor; bir şeyler soruyor ve cevap oluyormuş. Yani Kalp gözü açılmış. Ben de Hocamız'a anlattım. "Efendim, arkadaşın hâline, şaşırdım kaldım" dedim. Onların cevabı şöyle oldu: "Bu çok özenilecek, çok istenilecek bir hal değil kardeşim. Çünkü bizim dinimiz görmeyi şart koşmamıştır, iman etmeyi şart koşmuştur. Gördüğü için kendisinde ufak bir benlik, ufak bir üstünlük gelir hepsi gider. Bazen görmemek daha iyidir." Buyurdular.

[Hüseyn Hilmi Işık Efendi ile Hatıralar,1.cild,sf:390] 

(Enver Ören "rahmetullahi aleyh" ağabeyin merhum hocamız Hüseyn Hilmi Işık Efendi ile hatıralarından bir kesit)