Pîrimiz Seyyid Taha hayattadır

Vaktiyle Derviş Bey diye biri, Müküs kaymakamıydı... Bir gün bir suç işledi... Erzincan Müşiri de onu vazifeden aldı ve hapsedilmesi için emir çıkarttı.

Derviş Bey çaresizdi...

Seyyid Fehim hazretlerine gidip “Efendim, vazifeden alındım ve hapsedileceğim... Erzincan Müşirine bir mektup yazsanız da beni affetse” diye arz etti.

Seyyid Fehim de;

“Pîrimiz Seyyid Taha hayattadır. Ona arz et, o hâlleder” dedi.

Derviş Bey Nehri'ye koştu.

Ve arz etti bunu o büyüğe.

Seyyid Taha “Üzülme… İnşallah işin hâllolur” buyurdu ve müşire bir mektup yazıp verdi Derviş Bey’e.

Derviş Bey mektubu aldı.

Ve acele Erzincan’a vardı.

Vakit gece yarısıydı... "Şimdi bir otele ineyim, mektubu yarın arz ederim" dedi.

Bir otele yaklaşırken iki memurun beklediğini gördü kapı önünde... Meğer her otelin önünde iki memur bekliyormuş kendisini.

Sordu memurlar:

“Derviş Bey siz misiniz?”

“Evet, benim.”

“Buyurun, müşir bey sizi bekliyor” dediler.

Müşir, Derviş Bey’in boynuna sarılıp; “Seyyid Taha, sekiz gecedir rüyama giriyor ve ‘Sana, çok sevdiğim birini gönderiyorum... İşini hâllet’ diye emrediyor” dedi.

Ve mektubu aldı.

Açıp okudu... Saygıyla öpüp sürdü yüzüne gözüne… Derviş Bey'i affedip gönderdi eski vazifesine...

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir mü’minin, mahşerde hesâbı görülüyor. Ne hazindir ki, sevâbı *Azıcık*, günâhları *Dağ* gibi. Melekler, o mü’mini tam Cehenneme götürecekleri zaman, gökden bir *Torba* inip, sağ kefeye düşüyor.


O torbanın ağırlığından, sevâblar *Dağ* gibi çoğalıyor. Allahü teâlâ, meleklere; *Terâziye bakın!* buyuruyor. Melekler terâziye bakıyorlar ki, sevaplar çoğalmış. 


Hayret içinde; *Bir torba imdâda yetişdi*, diyorlar. Ama bunun hikmetini merak edip, Rabbimize soruyorlar. Cenâb-ı Hak meleklere buyuruyor ki: 


Benim bir *dostum* vefât etmişdi. Bu da oradaydı, kabrine iki kürek *Toprak* atdı. Benim *Velî* kuluma, benim *dostuma* bu kadar hizmet etdiği için, kendisini affetdim, buyuruyor. 


Yâ kardeşim, bu kadarcık hizmetin netîcesi böyle olursa, bir düşünün. Ya hayâtdayken hizmet etdiyse? Ya ona bir bardak *Su* verdiyse, *Yemek* yedirdiyse, bir işini gördüyse, *Kitaplarını* dağıttıysa, düşünün artık. 


Ehl-i sünnet âlimleri çok *Büyük*’dür kardeşim. Çok ilim sâhibidirler, çok fazîletlidirler. Peki efendim, bu âlimler niye çok büyükdür? 


Çünkü bunlar, o kadar *Mütevâzı* insanlardır ki, onlar mütevâzı oldukça, Allah onları *Yükseltir*. O hâlde, âlim ne kadar alçak gönüllü olursa, o kadar yükselir. 


Aksine, kendini ne kadar *İyi* bilmeye kalkışırsa, Allah indinde ve insanların nazarında o kadar kaybeder. Bir insan kendini ne kadar *Büyük* görürse, kibirlenirse.


*Ben bilirim*, diye başını kaldırırsa, çenesinin altından, mânevî bir zincirle onu aşağı çekerler. O vakit Allah indinde ve insanların gözünde *Küçülür*. Sâdece kendisi, kendisini büyük görür. 


Bir insan da ne kadar *Mütevâzı* olursa, kendini *küçük* görürse, başını ne kadar *aşağı* indirirse, kibirlenmezse, başının üzerinden, mânevî bir zincirle onu *Yukarı* asılırlar.


Kendisini, sâdece kendisi *küçük* görür. Fakat o kişi, Allah indinde ve insanların gözünde, *Büyük* ve *Kıymetli*’dir.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Hindistân'a *Enver âbi* ile gitdiğimiz zaman, büyüklerin kabirlerini ziyâret etdik. Böyle mübârek kabirlerden, ancak *mürşid-i kâmil*’ler istifâde edebilir. 


Çünkü başkaları doğru dürüst *Râbıta* bile yapamıyor ki, nasıl istifâde edebilsin. Ama *Enver âbi* istifâde etdi efendim. 


Allahü teâlâ, her şeyden önce Peygamber Efendimizin *Rûh’u* nu yaratmışdır. Peygamber Efendimiz, bir gün Eshâb-ı kirâmın yanına gelmişler. 


O sırada sahâbîler, *Yaş*’dan bahs ediyorlarmış. Peygamber Efendimiz; *Ne konuşuyordunuz, mevzû neydi?* buyurmuş. 


Eshâb-ı kirâm da, birbirlerinin yaşından konuşduklarını arz etmişler. Peygamber Efendimizin Eshâbı, birkaç amcası hâriç, hepsi yaşça Efendimizden *Küçük*’müş. 


Peygamber aleyhisselâm, karşısında oturan hazret-i Abbâs’a; *Hangimiz büyüğüz?* diye sormuşlar. 


Amcası da; Yâ Resûlallah, sen her şeyden *Büyük*'sün. Ben sizden, yalnız üç yaş *Eski*’yim demiş. 


Peygamber Efendimize karşı, *Büyük* kelimesini kullanmazlarmış. Peygamber Efendimiz, Cebrâil aleyhisselâma bir kere, *Kardeşim Cebrâil*, dedi.


Cebrâil aleyhisselâm; *Ben senin ağabeyinim, niye bana kardeşim diyorsun?* demiş. Peygamber Efendimiz Ona, *Kaç yaşındasın?* buyurmuş. 


Cebrâil aleyhisselâm da; *Gökde bir Yıldız vardır, 360 bin senede bir görülür. Ben bu yıldızı, 360 bin defâ gördüm*, demiş. 


Peygamber Efendimiz, Cebrâil aleyhisselâma; *Şimdi o yıldızı görsen tanır mısın?* buyurup, hemen o yıldızın şekline girmiş. 


Cebrâil aleyhisselâm o yıldızı görüp, hemen tanımış. Meğer o *Yıldız*, Peygamber Efendimizin *Rûh’u* imiş.

Hazreti Fatıma validemizin Hazreti Hasan ve Hüseyin efendimize söylediği ninni

İnne fil cennati nehrun mil leben,

Arzuha ma beyne Yesrib vel Yemen,

Tuluha ma beyne Mekke vel Aden

Lil Aliyyin ve-l Hüseyni ve-l Hasen...


Anlamı ise şöyle:


Cennette bir süt nehri var

Yesrib’ten Yemen'e dek geniş

Mekke Aden yolu gibi uzun

Ali, Hasan, Hüseyin için...

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Îmân*, bilgi değildir. Îmân, inanmakdır, inançdır. *İnanç* da kalbde olur. Onun için bilmek, insanı kurtarmıyacakdır. Ama o güçlü *Îmân*, en zor şartlarda bile insanı kurtarır. 


Bu büyüklerin *Sohbeti*, kalbi temizler. Büyüklerin sohbeti bulunmazsa, rûhlarından istifâde edilmeye çalışılır. Ruhlarından istifâde etmek için *râbıta* etmeyi de beceremiyorsa, onların *Kitapları*’nı okur. 


*Göz* ne ile meşgûl olursa, *Kalb* de onunla meşgûl olur. Göz, büyüklerin yazılarına ne kadar çok bakarsa, kalb de, o kadar istifâde eder, yâni *Feyz* alır. 


Eskiden, her gün bir kaç sâat *Mektûbât* okumaya vakit ayırırlarmış ve istifâde ederlermiş. Hattâ yarım sâat olsa bile, hattâ birkaç mektûb olsa bile, anlasa da, anlamasa da *Feyz* alır. 


Mânâsını bilmese de *Feyz* alır. İstifâde edebilmek için, o zâtın Peygamber Efendimizin *Vârisi* olduğunu, *Vekîli* olduğunu, Allahü teâlânın sevdiği bir *Dostu*, bir *Velîsi* olduğunu bilmelidir.


Hattâ inanmalıdır ve onu çok sevmelidir. Bizim sohbetimiz de onların bir *Kırıntısı*’dır kardeşim. Çünkü, hep onlardan, o büyüklerin sözlerinden anlatıyoruz. Kendimizden bir şey eklemiyoruz. 


Şâir öyle söylüyor. Diyor ki: *Hak tecellî eyleyince, her işi âsân eder*. Yâni Allahü teâlâ irâde ederse, dilerse, isterse, her işi kolaylaşdırır. 


*Halk eder esbâbını*. Sebebini halk eder, yaratır. *Bir lâhzada ihsân eder*. Bir anda verir. Bizim işlerimiz hep böyle. Allahü teâlâ âfiyet versin. *Âfiyet*, hiç günâhsız olmak demekdir. 


Hazret-i Alî radıyallahü anh; *Hiç günâh işlemeden geçirilen gün, âfiyetle geçirilen gündür*, buyurdu. Birinin günâh işleyip işlemediğini, işin ehli hemen anlar. Peki, nasıl anlar?


*Maddî* şeylerin, renk, koku, tat gibi sıfatları olduğu gibi, *Mânevî* şeylerin de sıfatları vardır. Günâh işliyen bir insanda, o günâhın *Sıfatı* bulunur. Bunu, ehli anlar. 


Büyükler, birinin yüzüne bakınca, ne tür bir *Günâh* işlediğini hemen anlar. Nasıl anlar? O kimsede, işlediği  günâhın sıfatını görür. Bu gözle değil tabii, kalb gözleriyle görür.

Hacer-i Esved meşhûr hâdisesi

 Kâbe-i muazzama İsmâil aleyhisselâmın zamanından itibaren avâm ve havasın tavafgâhı olan bir mukaddes yerdir. Asırların geçmesiyle harab olmuş, yıkılmış, taşları ve enkazı yağan yağmurlarla öteye beriye dağılmıştı. Bu taş ve enkaz toplanmış ve Kâbe ta'mîr edilmiş idi. Vakta ki Beyt-i muazzamın bir köşesine konmuş olan Hacer-i Esved'i yerine koymak mes'elesi, aynı zamanda bir şeref ve haysiyet mes'elesini meydana çıkardı.

Mekke'de reislik mevkı'inde dört büyük kabîle ve aşîret vardı. Bu kabîlelerin reislerinin her biri cebbâr, mütekebbir ve son derece kenûd ve anûd idiler. Bu aşiret reisleri, Hacer-i Esved'i yerine koymak şerefinin kendisine âid olduğunu iddia ediyor idi. Harem-i şerîfde muhâvere [karşılıklı konuşmalar] Sen nasıl yazıyorsun şiddetlendi. Kavga ve çatışmaya varmak üzere iken içlerinden yaşlı bir zât şöyle bir teklîfte bulundu: Biraz bekleyelim. Buraya, ya'nî Harem-i şerîfe dışardan ilk gelecek kimseyi hakem ta'yîn edelim. Onun bulacağı çareyi hepimiz birlikte kabûl edelim ve birbirimizi incitmeyelim, demiş Ve bu teklîf kabûl edilmiş.

O esnâda Sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem, Harem-i şerîfe girdiler. O zaman yirmibeş yaşlarında idi ve sıdkı [doğruluğu], emâneti [eminliği] iffet ve istikameti, vakar ve sükûneti bakımından mümtâz ve Kureyş içinde Muhammed-ül emîn güzel ünvânı ile meşhûr idiler. Bu sebeble Kureyş'in aşîret reisleri: İşte Muhammed-ül emîn geldi dediler ve kendisinin bu mes'elede hükmüne râzı olduklarını söylediler. 

Sallallahü aleyhi ve sellem hemen ridâ-ı seâdetlerini [kaftanlarını] çıkardılar. Mubârek elleriyle Hacer-i Esved'i içerisine koydular ve dört köşesinin her birini dört kabilenin reislerine tutturarak o sûretle Kabe-i muazzamanın ona mahsus yerine götürüldü. Aleyhissalâtü vesselâm yine mübârek eliyle Hacer-i Esved'i aldılar ve yerine koydular. Mes'eleyi bu şekilde halletmesinden hepsi râzı ve memnûn oldu ve münaza'a da bu şekilde bertaraf oldu.

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

[Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyâtı, 2.cild, sf: 250-251]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendi hazretlerinin evi *Eyüp*’de idi. Bizim ev *Fâtih*’de idi. Her gün, sabah namazından önce *Eyübe*, Efendinin sohbetine giderdim. Gece yarısına kadar kalkmazdım.


Daha doğrusu kalkamazdım efendim. Kalkınca da, Eyüp Sultân’dan vapurla *Köprü*’ye giderdim. Köprüden tram-vayla *Fâtih*’e. 


Dâima son vapuru beklerdim. Bakardım, son vapurun kalkmasına yarım saat var. Efendinin sohbetinden ayrı-lamazdım efendim. İçimden; *Hele 5-10 dakîka daha oturayım*, derdim. 


Bir de bakardım ki, vapurun kalkmasına 10 dakîka var. Yine içimden; *Koşa koşa inerim yokuş aşağı, 5 dakîkada giderim*, diye düşünürdüm. 


*5 dakîka daha otursam kârdır*, derdim. Bir de bakardım ki, 5 dakîka var. Yine içimden; *Kalkmıyacağım, ne olursa olsun*, derdim. İskeleye gidince bakardım ki, vapur kalkmış. 


Hattâ yarım sâat, bir sâat olmuş. Yürüyerek Fâtih'e giderdim. *5-10 dakîka* diyerek, vapuru kaçırırdım. Başka vâsıta da yokdu. Geceleyin yürüyerek giderdim. 


Mübârek, bana *Arabcayı* ve *Farscayı* öğretdi. Her gidişimde, Mevlânâ Hâlid Efendimizin *Dîvânını* okuturdu bana. Kelime kelime okutup, mânâsını anlatırdı. Böylece o *Dîvânı* başından sonuna kadar hatmetdik. 


Askerî okulda, lise birinci sınıfa başlamışdım. Ramezân-ı şerîfde oruç tutmak istiyenleri, doktor muâyene edip, tutabilip tutamıyacak olanları ayırdı. 


*Seksen* kişi oruç tutmak istiyen vardı. Bunların içinden güçlü kuvvetli olanlarından *otuz* kişiyi, *Tutabilir* diye ayırdı. *Elli* kişiyi de, zaîf gördüğü için *Tutamaz* diye ayırdı. 


Ben de ufak tefekdim, zaîfdim. Beni de, *Tutamıyacak* ların içine ayırdı. Hâlbuki ben, tutmak istiyordum. Çünkü evimde de öyle terbiye almışdım. Önceden de tutuyordum. 


Doktora; *Ben tutmak istiyorum*, deyince, doktor bana bir kızdı, bir bağırdı. *Sen oruç tutacak adam mısın, sınıfda kalırsın, hasta olursun, ölürsün*, dedi. Doktor iriyarı bir yüzbaşıydı. 


Ramezân-ı şerîf geldi. Oruç tutacak olan otuz kişiye *Yemek* çıkıyordu. Ben de onlarla berâber kalkıyordum. Onların yemeklerinden yiyordum. Ben de orucumu tutdum. 


Seksen senedir de tutuyorum, oruçdan dolayı *hasta* bile olmadım. Doktor bana; *Sınıfda kalırsın*, demişdi. Ben oku-lun birincisi oldum. 


Bir sonraki sene oruç tutanların sayısı daha azaldı. Sonra azala azala, son sınıfda iken bir tek *Ben* kalmışdım. Ben namâzımı da kılardım. Başka kılan yokdu. Ben hademelerin odasına gider kılardım.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Hanım anne* küçük çocukken kabakulak olmuşdu. Efendi hazretleri, haftada üç gün vaazdan çıkıyor, Ziyâ beyin evine geliyor, hanım annenin baş ucunda oturuyordu. 


O ise ateşler içinde yanıyorken, Ona okuyor, okuyor ve *Nasıl?* diye gözlerinin içine bakıyordu. Sonra hanımanne kendine gelince; *Nasılsın Sîret, bugün daha mı iyisin?* diye soruyordu. 


Arkada babası Ziyâ bey; *İyiyim de, iyiyim de*, diye işâret ediyordu. Hanımanne ateşler içinde, her tarafı dökülüyor. Fakat babası orada ya; *İyiyim efendim, iyiyim*, diyordu. 


Rahmetli *Tâhâ Efendi*, Seyyid Fehîm Arvâsî hazretlerinin torunlarındandır. Çok uzun seneler evvel, Hanımanne için; *Zevcet-is Sultân, binti Sultân, ümmü Sultân* demişdi. 


Ne demek bu? Yâni, Sultânın *Hanımı*, Sultânın *Kızı* ve Sultânın *Annesi.* 


Hanımanne ve biz, Efendi hazretleriyle birlikde *Çamlıca*’daydık. Hanımanne beş-altı yaşlarındaydı, oynuyordu. *Ehibbâ*’nın hepsi orada idi. 


Efendi hazretleri bir sandalyede oturmuş, en çok Ona bakıyordu. Bakdıı, bakdııı, en sonunda cebinden küçük bir defter çıkardı, oraya bir *Beyt* yazdı. 


Sonra hanımanneyi çağırıp; *Al Sîret, bunu sakla!* buyurdu. O da götürdü, babasına verdi. Ziyâ bey deftere bakdı, o beyti okudu ve *Mâşallah!* dedi.


Sonra da hanım anneye; *Amân kızım, bu çok kıymetli, bunu iyi sakla. Şimdi ben saklıyayım, sonra sen saklarsın*, dedi. Hâlâ saklı, duruyor. Allah şefâatlerine nâil eylesin. 


Abdülhakîm Efendi hazretleri kuddise sirruh oraya şöyle yazmış: *Nefîse-i Sîret, Hasene-i sûret, rü’yet-i aliyyesiyle müşerref olan zevât-ı kirâm, bahtiyârdır*. 


Yâni, kim onun mübârek yüzünü görürse, o, sıradan insan değildir. O, *Zevât-ı kirâm*’dır, büyük insandır ve bahtiyârdır. 


Abdülhakîm Efendi hazretleri gene birgün buyurdular ki: 


Ey Sîret, ben sana *İnsan* diyemem, ben sana *Hûri* diyemem, ben sana *Melek* diyemem, ben sana *Peri* diyemem. Çünkü sen, hem *İnsan’sın*, hem *Hûri’sin*, hem *Peri’sin*, hem de *Melek’sin*. Sen nesin ey Sîret!

İmam-ı A'zamın (radıyallahü anh) Ravda-ı mutahharadaki münâcâtı

 Süleyman Kuku (rahmetullahi aleyh) efendi tarafından Arabîden terceme edilmiştir.

Ey seyyidler seyyidi, sana niyetle geldim,

Rızanı ümid eder, himâyeni isterim.

Ve Ey hayrül-halâik, yemin ile söylerim,

Kalbimdeki muhabbet yalnız sanadır derim.

Makamın hakkı için ki ben sana aşıkım,

Ve Allah biliyor ki, ben seni çok severim.

Sen o zâtsın ki, eğer yaratılmasaydın sen,

Tek bir kişi bile halk olmazdı erkeklerden.

Hayır, yanlış söyledim, yalnız erkekler değil,

Hiçbir şey var olmazdı, haber budur Rabbinden.

Sen o zâtsın dolunay nûrundan biraz almış,

Güneşse ziyâsını yalnız veriyor senden.

Sen o zâtsın ki, semâ sevindi mirâcınla,

Ve sevindi yedi kat gökler yükselişinden.

Sen o zâtsın ki, Rabbin sana "merhaba" dedi,

Haber verdi bununla kurbundan, sevgisinden.

Sen o zâtsın, şefâat istedin bizim için,

Rabbin buyurdu: Rızam ayrılmaz seninkinden.

Sen o zâtsın ki Âdem zellesiçün Rabbine,

Seni tevessül ile kurtuldu eleminden.

Sen o zâtsın ki Halîl, seninle dua etti,

Nâr soğudu, hıfz oldu, Nemrud'un ateşinden.

Sen o zâtsın ki, Eyyûb yıllarca hastalandı,

Ve nihâyet kurtuldu duasiyle isminden.

Sen o zâtsın ki, Îsâ seni tebşîr eyledi,

Ve hep hikâye etti o güzel hallerinden.

Sen o zâtsın ki, Mûsâ firavun belâsından,

Necât buldu isminle Râbbine tevessülden.

Sen o zâtsın ki, kısaca nebîler ve resûller,

Kıyamette pay alır senin şefâatinden.

Bütün müminler, nebî, resûller ve ulular,

Senin livâ-i hamdin altında bulunurlar.


[Herhalde bundan daha güzel ve ma'nidâr bir şiir çok zor yazılır. Bütün bir kitaba (Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyâtı) bedeldir dense yerindedir. Yedi iklimdeki her müminin ezbere bilmesi, üzerine lâzımdır. Allahu teâlâ şefâatine mazhar eylesin ve mezhebi üzerine bulundursun. Âmin.]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini *Kabr’e* koydular. Oranın imâmı, Mekkî Efendi’ye; *İn de, babanın başındaki sargıyı aç, sünnetdir*, dedi. Kefenin başı da bağlı böyle. O bağı aç dedi. 


Mekkî Efendi; *Ben inemem, Hilmi insin*, dedi. Çünkü ağlıyordu Mekkî Efendi. *Hilmi insin*, dedi Mübârek. Kabrin içine girdim efendim. Mübârek kefenin baş ucundaki düğümü çözdüm. 


Bakdım, mübâreğin başı çıkdı meydana. Eh, sakallarını filân gördüm. Efendimiz aleyhisselâm; *Mü’minin kabri, Cennet bahçelerinden bir bahçedir*, buyuruyor. 


İşte ben, o bahçeye girdim efendim. Şimdi ben yemîn etsem ki, Cennet bahçesine girdim, yalancı olmam efendim. Hadîs-i şerîf çünkü. 


*Mü’minin kabri, Cennet bahçelerinden bir bahçedir*. Ben Efendi hazretlerinin kabrine girdim. Sonra çıkdım, top-rakları örtüldü. Yine imâm efendi, Mekkî Efendi’ye;


*Gel, babanın başında telkîn ver!* dedi. Mekkî Efendi; *Ben veremem, söyliyemem*, dedi. Çünkü ağlıyordu devâmlı. 


*Telkîni Hilmi versin*, dedi. Mekkî Efendi’nin bana o iyiliği oldu işte. 


*Babam Hilmi’yi çok severdi, sesini iyi tanır, hoşuna gider*, dedi Mekkî Efendi. Aynen böyle söyledi. Hâtırımda kalmış. 


Babam Hilmi’nin sesini iyi tanır ve hoşuna gider, dedi. Mekkî Efendi’nin sâyesinde oldu. Kendisini ben de çok severdim. Hürmet ederdim. Velhâsıl hürmet eden, edebli olan, kazanıyor kardeşim. 


Hemen paltosunun cebinden bir sayfa *Yazı* çıkardı. Meğer o *Telkîn* imiş. Onu bana verdi, *Al, bunu oku!* dedi. Oradan okudum efendim elhamdülillah. 


Sonradan bu telkîni, Türkçe *Namaz Kitâbı*’nın arkasına koyduk. Hem okudum, hem ağladım. Cennet bahçesinde bırakdık Efendi’yi. 


Bunlar öyle kıymetli bir hâtıradır ki, *Târihî* sözü, bunun kıymetini ifâde edemez. Öyle bir hâtıradır bu. Çok şükür. Allahü teâlâ, Onların himmetlerini dâima üzerimizde bulundursun.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir *İdris hoca* vardı Efendi hazretlerinin zamânında. Sultânahmet Câminin baş imâmı. Bir gün Efendi hazretlerine gitdim. Beni görünce; *Hilmi, ne oldu biliyor musun?* buyurdular. 


*Bilmiyorum efendim*, dedim. Merak etdim efendim, acabâ ne oldu diye. 


Buyurdular ki: *İdris hoca, bu gün, iki kızını Sultânahmet câmiinde, o kadar cemâatin önünde, hatim cemiyetine çıkarmış. O iki kız, câmide hatim duâsı yapmışlar*. 


14-15 yaşlarında iki kızına, erkeklerin önünde hatim duâsı yapdırmış. Eğer o kızları, çırılçıplak soyup, Beyoğlunda yürütseydi, bu kadar günâha girmezdi. 


Çünkü bu günâh, *İbâdet* diye yapılıyor, *Din* adına yapılıyor ki, *Küfr*’e kadar gider. Günah günahdır, ama ibâdet diye işlenirse, sevap diye yapılırsa, *Felâket*’dir. 


Din adamlarının işlediği suç, Beyoğlunda işlenen suçlardan *Bin kat* daha büyükdür kardeşim. Çünkü *Emsâl* teşkîl eder, böyle yapmanın *Câiz* olacağına *Fetvâ* vermiş gibi olur, Allah korusun efendim. 


Bir hizmet ne kadar *Kıymetli* ise, onu yaparken o kadar çok *Sıkıntılar* olur efendim. Yâni bir hizmetde hiç sıkıntı yoksa, o iş, gerçek hizmet değildir. Veyâhut cenâb-ı Hakkın rızâsına uygun değildir. 


Çünkü cenâb-ı Hakkın rızâsına uygun olan bir hizmetde mutlaka *Çile* olur, *Sıkıntı* olur, *Üzüntü* olur, bu böyledir. 


Hayrlı bir hizmetde mutlaka sıkıntı olur. Çünkü bu, bir sünnetdir. Peygamberimiz aleyhisselâm ne buyuruyor? 


*Benim çekdiğim sıkıntıyı, ne benden evvelkiler, ne de benden sonrakilerin hiçbiri çekmemişdir*, buyuruyor. Hâlbuki Efendimiz aleyhisselâm, Allahın sevgilisidir. Habîbidir. 


Bütün Peygamberler Onunla iftihâr etmişlerdir. Efendimiz; *Ben de İmâm-ı âzam ile iftihâr ederim*, buyuruyor. 


Bütün âbilere söylüyorum, tavsiye ediyorum, hattâ vasiyyetime bile yazdım, *Arkadaşlar, her gün muhakkak bir iki sayfa da olsa İlmihâl okusunlar*, diye. 


*Mektûbât* kitâbımızın ilk sayfasında da var bu. Bizim Abdülhakîme hitâben bir yazı yazdım oraya. 


*Oğlum! Bu kitap süs eşyâsı değildir. Okumak, öğrenmek ve tatbîk etmek için yazılmışdır*, diye devâm ediyor. Dînimizi öğrenmek farz. Okumayınca nasıl öğrenilecek?