Kalbin tasfiyesi (safa bulması) mutlaka imâna mütevakkıfdır. A’mâl-i sâlihâsız olmaz.A’mâl-i sâlihâsız selâmet-i kalb merduddur.Kaili mülhiddir.
Seyyid Abdülhakim Arvasi (kuddise sirruhu)
Kalbin tasfiyesi (safa bulması) mutlaka imâna mütevakkıfdır. A’mâl-i sâlihâsız olmaz.A’mâl-i sâlihâsız selâmet-i kalb merduddur.Kaili mülhiddir.
Seyyid Abdülhakim Arvasi (kuddise sirruhu)
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Elhamdülillâh, râhat ve huzûrluyuz kardeşim. Gerçi bu dünyâda, râhat huzûr aramak abesdir. Fakat Allah adamları her zaman huzurludur kardeşim. Neden?
Çünkü onlar, acıların sıkıntıların, Allahdan geldiğini bilirler. Onun için bunlara katlanır, hiç kıymet vermezler. Hattâ acılardan *(Zevk)* alır ve şükrederler. Öyleyse biz de şükredeceğiz kardeşim.
Şükrün de dereceleri var. Evvelâ, bizi bu hizmete sürükliyen kuvvetli *(Îmân)* ımıza şükredeceğiz. Îmâna nasıl şükredilir? Âyet-i kerîmeler bunu bildiriyor. Allahü teâlâ buyuruyor ki:
*(Ey mü’minler, ey îmânla şereflenenler! Bu ni’metin şükrünü îfâ edebilmek için birbirinizi seviniz. Ananızdan, babanızdan, kardeşinizden daha çok seviniz.)*
Bizi, bu yola, bu hizmete sürükliyen îmân ni’metinin şükrünü îfâ etmek için de *(Hubb-u fillah)* ile şerefleneceğiz kardeşim. Yâni birbirimizi seveceğiz. Birbirimizin kalbini kırmakdan titriyeceğiz.
Zâten mü’minin kalbini kırmak, mü’mini incitmek *(Harâm)* dır. Hele böyle mübârek kardeşlerimizi incitmek, hele hele darılmak, münâkaşa etmek. Allah muhâfaza etsin.
Bâzen işitiyorum; falanca kardeşimizle falanca kardeşimiz birbirleriyle münâkaşa etmiş, kalbleri kırılmış. *(Eyvâh!)* diyorum, ye’se düşüyorum. Ümitsizliğe kapılıyorum.
Çok üzülüyorum. Amân! el hazer! El hazer! El hazer! Sakınalım, birbirimizi incitmekden çok sakınalım. Evet, Peygamberlerden başka, hepimizin kusûru var, hepimizin günâhı var.
Bir toplulukda, günâhı az olan da var, çok olan da var. Bana sorarsanız, günahı en çok olan hangimiz biliyor musunuz, *(Benim beeen!)* Çünkü benim yaşım hepinizden daha çok.
Herbirinizin elini sıkarken Rabbime yalvarıyorum. *(Yâ Rabbî, şu mübârek kardeşimin hürmetine benim günâhımı afvet)* diyorum. Kalbimden hep böyle geçiriyorum.
Yâ Rabbî! Senin için, senin dînini yaymak için, kendini tehlükelere atan, bu fitne fesat zamânında, bu *(îmân)* ve bu *(aşk)* ile çırpınarak uğraşan bu kardeşimin hürmetine beni afvet, diyorum.
Hepinizin elini sıkarken, kalbimden böyle geçirdim kardeşim. Günâhsız insan olmaz, kusursuz insan olmaz. Onun için birbirimizin kusûrlarını görmiyeceğiz, ama iyiliklerini göreceğiz.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Elhamdülillâh, Rabbimize sonsuz şükürler olsun. Râhatız, neş’eliyiz. Kitaplarımız dağılıyor, gazetemiz yayılıyor. Bundan büyük lûtf-u ilâhî olur mu?
Bayram geldi, bütün müslümânlar seviniyor. Ama bizim sevincimiz herkesden kat kat fazla. Rabbimize şükürler olsun ki, bizi bu mübârek güne yetişdirdi.
Bilhassa, O’nun emrettiği islâmiyet yolunda, hayâtlarını tehlükeye koyarak, O’nun dînini, O’nun kullarına yaymak için, oruçlu oruçlu uğraşıyorsunuz kardeşim.
İşte sizin gibi mücâhit kardeşlerimizle karşılaşdığım, mübârek ellerinizi sıkmakla şereflendiğim için, Rabbimize sonsuz şükrediyorum efendim.
Bu samîmî sözlerim, kalbimin ifâdesidir. Bunun için Rabbime sonsuz şükürler olsun.
İslâmiyetin garîb olduğu bir zamanda, Rabbimizin *(Kahhâr)* sıfatının tecellî etdiği bir zamanda, O’nun dîni için, böyle aşk ile, gayret eden, çalışan insanlara ne mutlu.
Ne mutlu Allahın seçdiği bu fedâkâr kardeşlerimize! İslâma hizmet eden bu mücâhitlerle birlikte olmak, onların arasında bulunmak seâdetine kavuşanlara da ne mutlu.
İnanıyorum ki, sizin bu hizmetinizde gezdiğiniz, basdığınız yerlere, melekler kanatlarını serdi. Niçin inanıyorum ben buna? Çünkü hadîs-i şerîf bildiriyor:
*(Yâ Ebâ Hüreyre!)* diye başlıyan, uzun bir hadîs-i şerîf var. Orada buyuruluyor ki:
(Yâ Ebâ Hüreyre! Allahın kullarına, Allahın dînini öğret. Onları öğretmeye giderken basdığın yerlere, melekler kanatlarını serer. Gökdeki melekler, yerdeki hayvanlar.
Havadaki kuşlar, denizdeki balıklar, senin için duâ ederler. Kıyâmetde sana öyle bir makâm ihsân olunur ki, Peygamberler gıpta ederler.)
Böyle buyuruluyor hadîs-i şerîfde.
Elhamdülillah! Siz, bu müjdeye mazhar olan kardeşlerimizsiniz. Onun için çok bahtiyârsınız kardeşim. Allahın dînine hizmet etmekden daha büyük ni’met olur mu?
O’nun yolunda çalışmak, O’nun dînine hizmet etmekden daha büyük ni’met olur mu? Bu ni’metin devâmı için şükredeceğiz kardeşim. Rabbimize sonsuz şükredeceğiz.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Birkaç müslümânın, Allah rızâsı için oturup da sohbet etdikleri yere, gökdeki melekler imrenirler. Cennet de dâhildir buna. Cennet, altıncı kat gökdedir.
Binâenaleyh, Cennetdeki melekler, o müslümânların oturduğu, sohbet etdiği yere imrenirler. Pekii ya hizmet etdikleri yer? Ya burası?
Bütün mahlûkâtın imrendiği bir yer burası kardeşim. Niçin? Sizin sâyenizde. *(Şeref-ül mekân bil mekîn.)* Yâni bir yerin kıymeti, şerefi, sâhiplerine tâbi’dir.
Orada bulunanlara tâbidir. Gökler bu yere imreniyor, gıpta ediyor, hoşlarına gidiyor. Niçin? Siz varsınız diye.
Bu gün hatim okuyordum. Mâide sûresinde, altıncı cüz’ün ortasında buyuruluyor ki: Âdem aleyhisselâmın iki oğlu, *(Hâbil)* ile *(Kâbil)*, birer kurban kesdiler.
Allahü teâlâ, Hâbil’in kurbanını kabûl etdi, ama Kâbilinkini kabûl etmedi. Kâbil sordu; *(Benim kurbanım niye kabûl olmadı?)* diye.
Allahü teâlâ buyurdu ki: *(Allah yolunda, Allah için yapılan ibâdetler kabûl edilir.)* Yâni Allahü teâlâ, ittikâ ile, takvâ ile yapılan ibâdetleri kabûl eder.
Şimdiki insanlar, şeytana değil, nefsine tâbi kardeşim. Nefse uymak, şeytana uymakdan daha kötüdür Mahlûkların en ahmağı nefsdir. Geçen gün Enver âbiye bunu söyledim.
Şimdi insanlar *(Nefs-i mücessem)* olmuş. Yâni nefsler, cisim olmuş, insan şeklinde görülüyor. Herkes *(Nefs)* olmuş. Nefsin elinden kurtulmak da çok zor. Ancak, bizim arkadaşlar nefsinden kurtulmuşdur.
Üç türlü sevap vardır kardeşim. Bir, kendisinin işlediği amellere, ibâdetlere verilen sevap. İki, din kardeşine iyilik, hizmet ederken elde etdiği sevap.
Üç, Allahü teâlânın dînine hizmet ederken aldığı sevap. En fazlası da budur. Allahü teâlâya şükürler olsun ki, bize bu günleri gösterdi, çok bahtiyârız kardeşim.
Her işi *(Besmele)* ile yapmak, her işe Besmele ile başlamak lâzımdır. Yemeğe, içmeğe, yatmağa, kalkmağa, oturmaya Besmeleyle başlamak lâzımdır. Büyüklerimiz öyle emrediyor.
Cenâb-ı Hakkın dînine, yâni İslâmiyete hizmetle şerefleniyorsunuz kardeşim. Bu, çok büyük bir ni’metdir. Rabbimizin bu ihsânına, bu ni’metine karşı çok şükredelim efendim.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Cümleten merhabâ kardeşim, cümleten safâ geldiniz. Büyükler; *(İki sultân bir iklîme sığmaz, on dervîş bir kilime sığar)* demişler. İklîm, memleket demekdir.
Ben seni seviyorum demeye, *(Lisân-ı kâl)* denir. Ama sevginin şartlarını yapar, yerine getirirse, bu da *(Lisân-ı hâl)* dir. Öyleyse sevgimizi hâl ile, hâlimizle anlatacağız kardeşim.
*(Lisân-ı hâl, lisân-ı kâl’den entakdır)* diyor âlimlerimiz. Yâni bir şeyi hâli ile, tavrı ile, davranışı ile bildirmek, lâf ile, söz ile bildirmekden daha iyi bildirir.
Söz ile söylenince, dinliyen şüpheye düşebilir. Yâni acabâ doğru mu söylüyor? diyebilir. Ama hâli ile, hareketi ile davranışı ile bildirirse, o zaman kabûl eder, inanır, teslîm olur.
Velhâsıl bu yolda, bu hizmetde muvaffak olmamız için, birbirimizi sevmemiz lâzım kardeşim. Sevmek de, *(Lâf)* ile değil, *(Hâl)* ile olacak. Çünkü gerçek sevgi, sevmenin şartlarını yerine getirmekle olur.
Bu fitne fesat zamânında Allahü teâlâ bizi koruyor efendim. Hadîs-i şerîfde buyuruluyor ki:
*(Siz öyle bir zamanda geldiniz ki, islâmiyetin onda dokuzunu yapıp, birini yapmazsanız, helâk olursunuz. Âhir zamanda öyle kimseler gelir ki, onlar islâmiyetin onda birini yapsalar, kurtulurlar.)*
Hadîs-i şerifte böyle buyuruluyor. Bu zaman, işte o zamandır kardeşim. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bile, 400 sene evvel; *(Bu zaman, o zamandır)* buyurmuş.
Şimdi evliyâ olmak kolay. Efendi hazretlerine sormuşlar; (Bu zamanda evliyâ var mıdır?) diye. Ne cevap vermiş?
*(Bu zamanda namâzını kılan, farzları yapıp, harâmlardan sakınan bir kimse, evliyâdır)* buyurmuş. Evliyâ olmak için, sabahlara kadar nâfile ibâdet ve zikir yapmağa bile lüzûm yok.
Dînimize hizmet, çok şereflidir kardeşim. Bizim şerefimiz, hizmetin kendindendir, bizden değil. Kim bu hizmete koşar, elini sürerse, o insan şerefli olur. Çünkü, hizmetin kendisi çok şereflidir.
Böyle güzel bir yerde şeref varken, başka bir yerde şeref aranır mı kardeşim? Hazret-i Ömer radıyallahü anh buyuruyor ki: *(Başka bir yerde şeref ararsak, Allah bizi kahretsin.)*
Müslümânlıkdan daha büyük şeref olur mu? Muhammed aleyhisselâmın ümmeti olmakdan daha büyük şeref olur mu? Allah yolunda olan hizmet, boşa gitmez, zâyi olmaz.
Ne mutlu Allah yolunda çalışanlara, ne mutlu Allah rızâsı için uğraşanlara.
Ve aleykümselâm kıymetli Hulki [Demiray]
Güzel yazılarınızı okudum. Çok istifâde etdim. Nasıl güzel olmasın ki hem zâhiri güzel, hem bâtını, ma'nâsı da rûha güzel geliyor. Mektûblarımdan istifâde ediyormuşsunuz. Burada da sizin yazılarınızdan istifâde ediyoruz. Mektûbunuzu saklamak, her zemân okumak ve okutmak isterdim. Fakat hüsn-i zan ederek yazdığınız satırlar buna mâni' oluyor.
Duâlarınıza çok teşekkür ederim. Ali İhsân'ın [Göksaltık] arkadaşlarını ilme, fazîlete teşvik etmesi, onun îmânının çokluğuna, ibâdullaha olan şefkatine alâmetdir, çok iyidir. Fakat zarûretler icâbı buna imkân olamıyor. Cenâb-ı Hak niyyetinin ve ona ni'metinin mükâfâtını elbette ihsân eder. Ali İhsân'a kimse kırılmaz. O, ancak sevilir. Ne yapalım sohbet herkese nasîb olmuyor. Binde bir kimse o ni'metle şereflenir. O halde hâlimize çok şükr edelim.
Mektûba verdiğiniz adrese çok memnûn oldum. Diğer arkadaşlar da öyle adres vermeli, müslimânlar uyanık olmalıdır. Siyâsî görüşlü olmak [ilm-i siyâsete, insanların ve zamanın hallerine dikkat etmek, fitneye sebep olmamak] lâzımdır.
1- Kâfirlerin işi demek kâfirlik işi, ibâdetleri ve dine bağlı hareketleri demekdir. İslâmiyyetin beğendiği şeyleri kâfirler yapsa da beğenmek, yapmak lâzımdır. Bir malı güzel yapmış demek küfr olmaz. Halbuki bir müslimân bir harâm işlese, bu harâma güzel diyenler kâfir olur.
2- Özürleri aynı olanlar birbirlerine imâm olabilir. Dişleri [ndeki dolgu veya kaplama] sebebiyle Şâfi'î mezhebini taklîd edenler birbirlerine imâm olabilir. Fakat dişleri özürsüz bir imâm intihâb etmek efdaldir.
3- ilimleri unutmak, tereddüd gelmek, kalb kararmasından olduğu gibi; bu zemânda muhîtin zulmetinin kalbe aks etmesinden de olur. Sâlih insanların yazıları, sözleri, muhatabın ihlâsı nisbetinde unutulmaz.
4- Tekbîr getirirken niyyet etmiş bulunmak şartdır, demek istiyor. Ya'nî tekbîrden sonra niyyet olmaz. Tekbîrden biraz evvel de niyyet edilebilir. Fakat tekbîr getirirken niyyet etmek daha iyi olur. Tekbîr ile niyyet arasında başka hareket yapmamalıdır. Tekbîr getirirken niyyet etmeli; biraz evvel etmiş ise Cenâb-ı Hakdan gâfil olmamalıdır.
5- Eshâb-ı Kirâm 4'ncü sahîfesindeki satırlar Mir'at-i Kâinât'dan alındı. O zemân bütün âlimler böyle biliyordu. Fakat İmâm-ı Rabbânî (radıyallahü anh) Eshâb-ı kirâmın kemâlâtını herkesden iyi anlayıp, meleklerden yüksek olduklarını bildirdi. Keşki Eshâb-ı Kiram kitâbına böyle yazsaydık iyi olurdu.
Tevbe eden, seher vakti ağlayan günâhkârlar makbûldür. Günâh işlememek için nemâzı iyi öğrenmelidir. Nemâz günâhdan korur. Bütün arkadaşlara selâm ve duâlar ederim efendim.
Şeyh Bedreddin Serhendî hazretlerinin oğlu Molla Muhammed Efdal'e. Kabir Cennet bahçelerinden bir bahçedir hadîs-i şerîfi hakkında ve Müceddidi Elfi Sanı hazretlerinin şereflendirdiği müjdenin beyânı hakkındadır:
Bismillahil-azim ve musalliyen alâ Resûlihil -kerîm ve âlihi ecmain.
Hadîs-i şerîfte geldi ki:
"Kabir Cennet bahçelerinden bir bahçedir."
Bahçe olan kabir, kabrin bulunduğu yerle Cennet arasındaki perdenin ve mesafenin kalkması ve bu iki yer arasında hiçbir perde ve engel kalmaması demektir. Sanki kabrin bulunduğu yerin cennetle fenâ ve bekâya kavuşmasıdır. Anlayın.
Resûl-i ekremin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem):
"Kabrim ile minberim arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir" hadîs-i şerîfinin ma'nâsı da budur. Bilmek lâzımdır ki, böyle bahçe ehass-ı havas [seçilmişlerin seçilmişlerine] mahsûstur. Her mümine müyesser değildir. Demek isteriz ki, müminlerin kabri safa ve nûrâniyetli olur, o kabre Cennetten bir şua gelmesine istidad kazanır ve ayna gibi parlak olur.
Şurasını da açıklayalım ki, bizim Hazreti Îşânımız Müceddid-i elfi sânî, din ve dünyanın Serverine (aleyhi efdalüs-salavât ve ekmel-üt-tehıyyât) son derece tâbi'olmakla, müjdelendiler ki, O Hazretin kabrinin bulunduğu ravda [bahçe] ve o ravda-ı mukaddesin eski sahası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir.
Buyurdular: Bana müjde verildi ki, o tebşîr edilen bahçenin [kabrin] toprağından bir kimsenin kabrine bir avuç toprak atarlarsa, büyük ümiddir. Yâ oraya defn olunan nasıldır.
Elhamdü lillahi rabbil-âlemin ves-salâtü ves-selâmü alâ resûlihi Muhammedin ve âlihi ecmaîn.
(Mektûbât-ı Ma'sûmiyye, 1.cild, 70.mektûb, sf: 217-218)
Mütercim: (Süleyman Kuku rahmetullahi aleyh)
Efendi hazretlerinin, vefâtlarına yakın günlerde söyledikleri şu ma'nidâr söz, kıyâmete kadar kulaklarda çınlayacak!
"Hâkezâ, yemûtûnes -sâlihûn. Yemûtüne fil mezâbili ve ye'kûlûnel kilâbü luhûmehüm".
"Sâlihler böylece ölürler. Hem de çöplüklerde ölürler ve etlerini köpekler yer".
(Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı, 2.cild,sf:416)
Bitlis hacılarından biri anlattı: "Bir gün Kâbe-i muazzama hareminde, Bitlis delîli ile yedi sekiz kişiden ibâret mahzûn [gayet üzüntülü] bir cemâate rast geldik. Bu cemâat da orada vazîfeli delillerden idiler. Bizim oraların ya'nî Bitlis delîli, o üzgün cemaatten, sebeb-i hüzünlerini sordu. İçlerinden biri: "Türkiye harab oldu" dedi. Ben de, vatanım olan Türkiye'nin, Allah korusun, bir istilâya uğradığı veya bir harbe girdiği korkusundan heyecanlanıp, o zata: "sebebi nedir, ne oldu?" dedim. Cevabında: "İstanbul'da Seyyîd Abdülhakîm (kuddise sirruh) isminde bir mürşid-i kâmil-i mükemmil var idi. Bu günlerde âhırete intikal etti, dedi. Efendim, siz onu tanıyor musunuz? Dedim. Cevâbında " Allahu ekber! Türkler hâric onu bütün dünya tanıyor" dedi.
Hacı, delîl vâsıtasıyla: "Bu zat nasıl birisidir", diye sorunca: "Allah bilir,kıyâmete kadar, hazreti Mehdî dışında öyle bir zat bir daha dünyaya gelmez", dedi. "Siz onu gördünüz mü?" dedi. Maalesef görmedim, cevabını verdi.
Nitekim Yemen cinlerinden bir cemâatin gelip, Efendi hazretlerine: " Bunlar senin kıymetini bilmiyor, sizi Yemen'e götürelim" deyip, sabaha kadar yalvardıklarını daha önce arz etmiştik.
(Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı,2.cild,sf: 416)
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Siz o kadar mümtaz ve seçilmiş insanlarsınız ki kardeşim, Allahü teâlâ size bu kalbi nasîb etmiş. Öyle bir kalb ki, *(Elmas)* hiç kalır yanında. Çok kıymetli olan bu elmas, hepinizin kalbinde var. Daha ne istiyorsunuz?
Bu ni’met verilmişse, her şey verilmiş demekdir. Allahü teâlâ, bu dîne hizmet edenleri, sâdece ibâdetle meşgûl olan, harâmdan sakınan âbidlerden daha çok seviyor.
Bu gençler, islâmın yayılmasına hizmet edecek, bizim de mezarda, rûhumuz şâd olacak inşallah.
Efendim, bu dünyâda, hem dünyâ seâdetine, hem de âhiret seâdetine kavuşmak, iki şeye bağlıdır. Bu iki şeyi yapan, râhat eder. Bundan daha sağlam bir *(sigorta)* yok efendim.
Birincisi, Peygamber aleyhisselâmın izinde yürümekdir. Onun bildirdiği, Onun teblîğ etdiği dîne tâbi olmakdır. Tabii bunun için de, bu dîni öğrenmek lâzımdır.
Peygamber aleyhisselâmın buyurdukları, anlatdıkları dîni, yine Onun *(vârisleri)* nden birinin ağzından, yâhut kaleminden, kitâbından öğrenmek şansı, pek az bulunan, çok büyük bir ni’metdir.
Bunu öğrenmek imkânını Allah birine vermişse, ne büyük seâdetdir. İşte siz, bu şansa sâhipsiniz kardeşim.
Allahü teâlâ, bütün Peygamberleri, bir maksatla, yâni *(Kullarımı ateşden kurtarın)* diye göndermişdir. İşte buna *(Cihâd)* denir. Cihâd demek, Onun kullarına dînini anlatmakdır.
Onları dâvet etmekdir. Siz bu vazîfeyi yapdığınız için, Peygamberlik vazîfesine tâlipsiniz kardeşim. Onun için, sizin yeriniz, başımızın üstüdür.
Cennetin en yüksek derecesi *(Şehîd)* lere mi verilir? Hayır. İslâmiyeti yayanlara verilir. Zâten şehîdler de, islâmiyeti yaymak için şehîd oluyorlar.
İslâmiyeti yayanlara, Cennetde en yüksek derece var. Peygamber Efendimize sormuşlar (İnsanların en kıymetlisi kimdir?) diye.
Efendimiz, bu suâle şöyle cevap vermiş. *(İnsanların en iyisi, dînini öğrenen ve öğrendiğini başkalarına öğretendir)* buyurmuş.