Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendi Hazretleri, bana daha ilk görüşde; *Küçük efendi, ben seni sevdim!* dedi. Onların *Sevgi*’si, bizim *Sevgi*’mize benzemez. 


Demek ki, kendi *Kalb*’inde bana bir *Yer* ayırmış Mübârek, elhamdülillah. İşte o *Yer* ve o *Sevgi* bereketiyle bütün bu *Hizmet*’ler nasîb oldu kardeşim. 


Şurada toplanmamız bile o *Sevgi* bereketiyle *Nasîb* oldu. Ama ben, *Sevgi* nedir? Bir büyüğün muhabbetine *Mazhar* olmak ne demekdir? Hiç bilmiyordum ki. 


Sonradan anladım. Onların *Kalp*’leri, Resûlullah Efendimizin mübârek *Kalb*’inden açılan bir *Pencere*’dir. O pencereden bakan, Resûlullah Efendimizi görür. 

● ● ●

*Hak*, doğru demek, *Bâtıl* da bozuk demek. Hakkı bâtıldan ayırmak ne *Ni’met*’dir kardeşim. Hele bu zamanda. Aslında, Hakkı bâtıldan ayırmak çok *Zor*’dur. 


Ama Abdülhakîm Efendi hazretleri bize bunu *Kolay*’laşdırdı. *Hak* nedir, *Bâtıl* nedir, bize öğretdi elhamdülillah. 


Elli *Sene* evvel, *Bâyezid* câmiinde *İkindi* namâzından sonra, Efendi *Vaaz* veriyor, bir başka *Vâiz* de kürsüye çıkmış konuşuyor. Ama ne konuşma! 


Heyecanla, *Bağıra Çağıra* birşeyler anlatıyor, öyle ki, *Sesi* kubbeyi çınlatıyor. Hem *Genç* hem de *Çene*’si kuvvetli biriydi. Câmi, *Mihrâb*’dan tâ *Kapı*’ya kadar hınca hınç dolu.  


Bütün cemâat *Kürsü*’nün etrâfında toplanmış, bu adamı dinliyor. Hâlbuki o adam *Bâtıl*’ı anlatıyor. kürsüde ikide bir *Ayağa* kalkıyor, elleriyle bâzı *İşâret*’ler yapıyor, yâni *Kendi*’ni satıyor. 


Ama anlatdığı şeyler hep *Yanlış*, hep *Bâtıl*. Millet de onun anlatdıklarını *Hak* zannedip dinliyorlar. Peygamber aleyhisselâmın bir *Duâ*’sı var. 


Nedir o? *Allahümme erinel hakka hakkan ve erinel bâtıla bâtılan*. Ne demek bu?


Yâni yâ Rabbî! Bana *Hakk*’ı hak olarak tanıt. *Bâtıl*’ı da, bâtıl olarak tanıt. İkisini birbirine karışdırmıyayım, diyor. 


O *Böyle* söylerse, biz *Ne* yapacağız? Biz de, *İhlâs Vakfı*’nın kitaplarını okuyup, *Hak* nedir, *Bâtıl* nedir, öğreneceğiz kardeşim. Bu da, ne büyük bir *Ni’met*.

Kabir sıkması

 Reşahât sâhibi der ki: Mevlânâ hazretlerine dâima gelip giden azîzlerden birisi buyurdu: Birgün Hâce Şemseddin Muhammed Kösevî hazretlerinin va'z meclisinde idik. Hâce hazretleri minber üstünde iken buyurdular: Din âlimleri buyurdular ki, kabir sıkması bir müddet içinde olsa, müminler ve kâfirlere vakı'dır. Kabir sıkmasını öyle anlattılar ki; kaburga kemiklerinin sağındakiler sola, solundakiler sağa geçer. İşbu söz bana çok müşkül gelirdi. Çünkü bu hâl, şübhesiz azab etmenin kendisidir. Bunun için bu ma'nâyı Enbiya ve evliya hakkında, belki sâlih müminler için düşünmek nasıl olabilir derdim. Birden hâtırıma geldi ki, sağı sola, solu sağa getirmekten murad odur ki, cismânîyi rûhânîye iletip, rûhâniyi cismânîye getirirler. Hâce hazretlerinin bu tevili icmâl üzere idi.

Birgün Mevlânâ Câmî hazretlerinden, bu sözün ma'nâsı nedir? Diye suâl olundukta buyurdular ki: Sofiyye (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) berzaha kabir derler. Berzah ise, cismânî alem ile rûhânî alem arasında vâsıta olan mertebeden ibârettir. O hâlde rûhânîyi cismâniye iletirler dediklerinin ma'nâsı odur ki, ruhu, misâli bir sûret ile musavver ederler. Ya'nî. Onda nitelik ve nicelik olarak bir sûret peyda olur. Sonra cismâniyi de ruhânî ederler. Burada cisimden murad, kabirde bulunmakta olan değildir. Zirâ mücerred ruh onu tamamen bırakmıştır. Belki murad odur ki, uçan ruha bu kesîf [yoğun] cisimin taalluku bakımından mecâzi olarak derler. Ve bu kesîf cisimden ayrıldıktan sonra inkıta' hevâsında [kesilme zamanında] ona gayet latîf bir başkalık taalluk eder. Bu taalluk itibarı ile ona rûhânî derler.

Bu sözün tevilinden biri de şudur ki, bu âlem cismânî sıfatlar içinde, gizli ve saklı rûhânî sıfatlar taşımaktadır. Görünen cismânî sıfatlardır. Böylece her bir insanda dünyâ âleminde insanî sıfatlar görünmekte, ama yine dünyadakilerden hayvânî ve şehevî sıfatlar görünmemektedir. Dediklerine göre, mâdem ki, öbür dünyada bütün ma'nâlar şekil alacaktır, o hâlde hayvanî ve yırtıcılık sıfatı gibi bir sıfat kendisinde gizli olan kişi, öbür dünyada o hayvan sûretinde görünecektir. Bundan da lâzım gelir ki, rûhânî olan o ma'nevî gizli sıfat, cismânî olacak ve bu âlemde insandan görünen cismânî sıfatlar, orada ruhanî olacak, ya'nî gizli ve görünmez hâl alacak. Bu iki ma'nâ seâdet ehline göre azab vermek olmaz.

(Reşahât)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Yeryüzünde bizim *Kitap*’lar gibisi yok kardeşim. Bu kitaplar, Efendi hazretlerinin *Hediye*’si bize. Onların *İhsân*’ları, *Lutf*’ları bu kitaplar. 


Çünkü *Efendi*’yi görmeseydik, bir *Şey*’den haberimiz olmıyacakdı. Ne biliyorsak, hepsini *Ondan* öğrendik. Velhâsıl bu *Kitap*'lar, ehl-i sünnet âlimlerinin *Yazı*’larıdır. 


Bir gün *Bâyezid* câmiinde, *Abdülhakîm Efendi* hazretleri cemâate buyurdu ki: 


Bu gün, *İslâmiyet*’den bir tek *Kıvılcım* kaldı. Yâni söndü, söndü, söndü, bir kıvılcım kaldı. Bir *Gün* gelecek, bu *Kıvılcım* tekrar tutuşacak. İslâmiyyetin *Nûr*’u bütün dünyâya yayılacak. 


Böyle buyurdu Efendi. Öyle *Zan* ediyorum ki, *Efendi*’nin buyurduğu o *Nûr*, işte bizim *Kitaplar*’dır kardeşim. Elhamdülillah, kitaplarımız bütün dünyâya gidiyor. 


Allahın *Lutf*’ü. Bizim kitapları okuyanlara ne *Mutlu* kardeşim. Niçin? Çünkü onlar, bu *Kitap*’larda adı geçen mübârek *Zevât*’dan *Feyz* alacaklar. 


70 sene evvel *Eyüp* câmiine gitdim. Efendi hazretleri *Vaaz* veriyordu. Tam karşısına diz çöküp oturdum. Anlatdıklarını o kadar *Zevk*’le dinledim ki, *Hazîne* bulmuş gibiydim. 


Herkes *Câmi*’den çıkmağa başladı. Ben de kalkıp *Kapı*’ya gitdim. Ayağımda askerî *Postal*’lar var, onların *İpleri*’ni geçirmekle, bağlamakla meşgûl idim. Biri omuzuma eğildi ve; 


*Küçük Efendi*, ben seni *Sevdim*. Bizim evimiz, yukarda, mezarlık içinde. Arada bir *Gel* de seninle konuşalım, *Sohbet* edelim, dedi. 


Bir de *Bakdım* ki, az önce vaaz veren hoca, *Abdülhakîm Efendi*. Bana; *Seni Sevdim* diyor. Ben hem şaşırdım, hem de sevindim. Bir Hoca efendi beni *Sevmiş*.


Hâlbuki böyle *Büyük* zâtların *Sevgi*’sini, teveccühünü kazanabilmek için Ona senelerce *Hizmet* etmek lâzımmış. Ama ben, *Bedava*’dan kavuştum kardeşim.

Mevlânâ Şemseddin Muhammed Rûcî hazretlerinin ve annesinin rüyası

 Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî Hazretlerinin eshabından idiler. Nice yıllar Herat camiinde tâlibleri Hakka da'vet eylediler. Rûc köyündendir. Rûc köyü Herat'ın güneyinde dokuz fersah mesafededir.

820 Şa'banının ortası, Ber'ât gecesi dünyaya geldi. Derler ki, annesinin beş yaşında pek makbûl ve sevgili bir oğlu vefât etmekle, çok üzülmüş, içi yaralanmış, parelenmişti. O gece Risâletpenâhı (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) rüyada görmüş ve kendisine buyurmuşlar ki: "Gam yeme! Gönlünü hoş tut! Ki Hak Teâlâ hazretleri sana devlet ve uzun ömür sâhibi bir oğul verse gerektir". Bundan nice zaman sonra Mevlânâ Muhammed dünyaya gelmişlerdir. Anneleri, Mevlânâ Şemseddin Muhammed hazretlerine: "Geleceğin ile beni müjdeledikleri oğul sensin" derlerdi.

Mevlânâ Şemseddin hazretleri çocukluk zamanında bile uzlete ve inkıta'a [insanlardan kesilmeğe] hevesli ve insanlardan ayrı ve uzak dururlardı. Babaları evinde kendine mahsûs bir halvethâne yapıp, vakitlerinin çoğunu orada geçirirdi. Baba ve dedeleri ticâret ve kervân sâhibleri olup ma'işetlerini bu yolla temin ederlerdi.

Mevlânâ hazretleri hiçbir zaman babalarının mesleğine heves etmediler. Buyurdular: Dâima arzum, Risâletpenâh (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerini rüyada görmekti. O zamana kadar ki, bir gün evimize girdim. Gördüm ki annem akrabamızdan birkaç kadınlar ile oturup bir kitab okurlar. Ben âdetimi bozup onların meclisinde oturdum. Dinledim. Annem kitabdan bir dua okuyordu. Orada diyordu ki, kim bu duayı Cum'a gecesi birkaç kere okursa, elbette Peygamber efendimizi (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) rüyâsında görür. Bunu işittiğim gibi heyecan ve arzum daha da çoğaldı. Rastlantı ya, o gece Cum'a gecesi idi. Anneme, bu gece ben bu duayı okuyacağım. İnşaallah maksadıma kavuşurum dedim. Var, meşgul ol oğlum, ben de meşgul olurum [ya'nî birkaç defa bu duayı okurum] dedi. Sonra kendi halvet odama gidip, o kitabda yazılı olan şartlara riâyet ederek meşgul oldum. Şunu da duymuştum ki, her kim Cum'a gecesi üç bin kere salavat verir, hazreti Risâletpenâhı düşünde görür. Onu da yaptım. Gece yarısı yaklaşmıştı. Sonra başımı yastığa koyup uyudum. Rüyada gördüm ki, kendi evimizin kapısından içeri girdim. Annem kış sofası kenarında duruyordu. Beni gördüğü gibi, dedi ki: Ey oğul,  niçin geç geldin. Seni bekliyorum. İşte hazreti Risâletpenâh (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem)  Bizim evimize gelmiştir. Gel seni huzûr-i şerîflerine ileteyim. Sonra elime yapışıp yaz sofası tarafına yürüdü. Gördüm ki, O hazret sofa kenarında, arkaları kıbleye oturmuşlar ve huzurlarında ve yanlarında ve etraflarında çok kimseler oturuyordu. Birtakım kimseler de ayak üzerinde halka olup duruyordu. O hazret dünyanın her tarafına mektublar gönderiyorlardı. Resûlullah'ın önünde bir kimse oturmuş. O hazretin emr ettiği her mektubu o yazardı. Şöyle anladım ki, o kişi, Rabbânî âlimlerden, kendi zamanının takva ve vera' ile ferîdi [teki] olan Mevlânâ Şerefeddin Osman idi. Kabri şimdi de havas ve avamın ziyâretgâhıdır.

Annem beni o mes'ud huzura iletince gördükleri işi bitirecek kadar durmadı ve hemen ileri çıkıp dedi ki: Yâ Resûlallah, bana devlet ve uzun ömür sâhibi bir oğul söz vermiştiniz. O oğul bu mudur, yoksa değil midir? O Hazret (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) bana doğru bakıp, tebessüm ederek: "Evet, bu çocuk odur" buyurdular. Sonra Mevlânâ Şerefeddin Osman'a müteveccih olup [dönüp] buyurdular ki:  Bunun için de bir mektûb yaz. Mevlânâ eline kağıd ve kalem alıp, yazmaya başladı. Dikkat ettim; üç satır yazı yazdı ve satırların altında senedlerin,akid tutanaklarının altında şâhidler yazdıkları gibi, birbirlerinden ayrı çok isimler yazdı ve mektubu katlayıp benim elime verdi. Bende gittim. O esnada kendi kendime: Mektubun içindekileri bilmezsin. Dön, Cenâb-ı Risâletpenâh  (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerine göster de, içinde olanları sana bildirsinler dedim. Geri döndüm. O Hazretin sürûr ve seâdet dolu huzurlarına geldim. Dedim ki, yâ Resûlullah, Bu mektubda ne yazıldığını bilmiyorum. Mektûbu elimden alıp okudular. Ben o Hazretin bir kere okumasıyla, o üç satırı hâtırımda tuttum. Sonra o hazret mektubu katlayıp benim elime verdiler. Bir şey daha suâl etmek istedim. Ama birden kulağıma kapı açılması sesi geldi, uyandım.

Gördüm ki, annem, elinde bir mum, oda kapısından içeri girdi ve dedi ki; " Ey Muhammed, hiç rüyâ gördün mü?" Evet, gördüm dedim. Ben de gördüm dedi ve anlatmağa başladı:  Ben kış sofasının kenarında oturuyordum. Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) evimize geldiler. Yaz sofasında mubârek arkalarını kıbleye verip oturdular. Ben seni gözlüyordum. Birden kapıdan içeri girdin. Ben senin eline yapışıp, o hazretin önüne ilettim ve sordum ki; Yâ Resûlallah, bana sözünü ettiğiniz oğul bu mudur? Evet, budur, buyurdular. Önlerinde birisi oturmuş, yazı yazardı. Hazret (sallallahü aleyhi ve sellem) ona, senin için de bir kağıd yaz buyurdular. O kimse de bir kağıd yazıp senin eline verdi. Sen de içinde yazılı olanları anlamak için, o kağıdı Hazretin mubârek ellerine verdin. O hazret de içindekileri sana okuyuverip, mektubu yine senin eline verdiler.

Velhasıl benim gördüğüm rüyayı, annem bütün detayları ile bana tekrar eyledi. İkimizinde rüyâsı baştan sona kadar tıpkısının aynısı idi.

(Reşahat) 

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Allahümmerzuknî hubbeke ve hubbe men yuhibbüke ve hubbe amelin yukarribünî ilâ hubbike*. Bu ne demek?


Yâ Rabbî, bana, kendi *Sevgi*’ni ver, seni sevenlerin *Sevgi*’sini ver ve sevdiğin amellerin *Sevgi*’sini ver, yâni o amelleri yapmayı bana *Sevdir* yâ Rabbî. 

● ● ●

Mehmed Mâsum hazretleri; *En başarılı mü’min, Büyüklerin şadırvanına musluk olabilendir*, buyuruyor. Yâni *Büyük*’lerden nakledendir. 


Eğer *Kendi*’nden söylüyorsa, ona yaklaşma! Büyüklerin şadırvanından *Su* veriyorsa, yâni ona *Musluk* olmuşsa, ona yapış. O, *Doğru* yoldadır. 


Birini *Sevme*’nin üç alâmeti var kardeşim. Biri, sevdiğin zâtı *Seven*’leri de seveceksin, Onu *Sevmiyen*’i sevmiyeceksin. Bu, çok mühim. 


Meselâ bir kimse, hocanı *Tenkîd* ediyorsa, sen de bunu bildiğin hâlde onunla berâber olabiliyorsan, hiç *Seviyor*’um deme! Zîra *Yalan*’cı durumuna düşersin. 


Çünkü *Hubbu fillâh* ve *Buğzu fillâh* diye bir şey var. *Sevgi*’nin ikinci şartı, *İtâat*’dir. Seven, sevdiğine itâat eder, onun sözünü dinler. 


Ben *Allah*’ımı çok seviyorum, diyorsun, ama *Namaz* kılmıyorsun, *Oruç* tutmuyorsun, her *Günâh*’ı işliyorsun. Buna *Sevgi* denmez. Neden? 


Çünkü sevgi, *İtâat*’i gerekdirir. Seviyorsan, *İtâat* edeceksin. Hem seviyorsun, hem de sözünü dinlemiyorsun, *Olmaz* öyle şey. Demek ki, sen onu *Sevmiyor*’sun. 

● ● ●

Üç türlü *Sevap* var efendim. Birincisi, mü’minin *Kendi*’si için yapdığı ibâdetlere verilen sevap. *İhlâsı*’na göre bir *Sevap* alır. 


İkincisi, *Din* kardeşlerine, maddî veyâ mânevî yapdığı *Hizmet*. Bu, öbüründen daha çok *Sevap*’dır. Üçüncüsü de, Allahü teâlânın *Dîni*’ne yapdığı *Hizmet*. 


En fazla sevâbı, bu *Hizmet*’den alır efendim. Yâni birincisi, *Kendi*’ne yapdığı, ikincisi, din *Kardeş*’ine yapdığı, üçüncüsü de, Cenâb-ı Hakkın *Dîni*’ne yapdığı *Hizmet*. 


Yâni O’nun kulları Cehennemde *Yanmasın* diye yapdığı *Hizmet*. En kıymetlisi de budur. İşte birine, bir ehl-i sünnet kitâbı, meselâ bir *Namaz Kitâbı* vermek, çok *Kıymetli*’dir kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Evyap* sabun fabrikasının sâhibi *Rıfat bey*’in babası Abdülvehhâb Efendi, *Bitlis*’de din tahsîlini bitirip, daha yükseğini okumak için *Siirt*’deki Abdülcelîl Efendi’ye gitmiş. 


Fakat Abdülcelîl Efendinin *Van*’da olduğunu öğrenince, *Van*’a gitmiş. Van’da *Şâbâniye* Câmiinde olduğunu öğrenince de o *Câmi*’ye gitmiş. 


Bakmış ki câmi, mihrapdan kapıya kadar dolu. Kürsüde *Nûr* yüzlü ve *Heybet*’li bir zât *Vaaz* ediyor. Kendi ken-dine; 


Abdülcelîl Efendi herhâlde bu *Zât*’dır, diye düşünüp, en *Arka*’ya oturmuş. Herkes, boynu bükük olarak *Edeb*’le vaazı dinliyor.


Ortalarda bir *Genç* de hizmet ediyormuş. O gence; *Abdülcelîl Efendi* burada mıdır? diye sormuş. O genç de; *İşte şu!* diyerek, önündeki *Kişi*’yi göstermiş. 


O da, herkes gibi boynu *Bükük* olarak vaazı dinliyormuş. Abdülvehhâb Efendi çok şaşırıp; *Peki, kürsüde vâz eden zât kimdir?* diye sorunca; O zât, *Seyyid Fehîm Efendi*’dir, demiş. 


Sonra namâza kalkmışlar. *Seyyid Fehîm* hazretleri imâmete geçmiş. İftitah *Tekbîr*’ini aldığında, herkes *Ceryan*’a çarpılmış gibi titremeğe başlamış. 


Abdülvehhâb Efendide de aynı *Hâl* vâki olmuş. Bu *Vak*’ayı, bizzât Abdülvehhâb Efendi bana anlattı ve dedi ki: O ortalarda *Hizmet* eden genç de, *Abdülhakîm Arvâsî* efendi idi. 

● ● ●  

*Mü’min*’ler bir araya toplanınca, *Kalp*’lerindeki *Nûr*, birbirine *Aks*’eder, *Te’sîr* eder. Hele aralarında bir de Allahü teâlânın sevdiği bir *Velî* kul varsa.


Onun *Kalb*’indeki nûr, şu *Lâmba* gibi herkesi aydınlatır. Aralarında öyle biri *Yok*’sa, öyle büyük bir *Zât*’ın *Sevgisi* de aydınlatır. 


Bunun için o *Zât*’ın, yanlarında olması şart olmadığı gibi, *Diri* olması da şart değildir. *Vefât* etmiş olsa da, Onun muhabbeti, *Feyz* almağa sebep olur.

Yâdigâr mektûblar 52.mektûb

 Kuleli'den Edhem Kırçın'a Arabî harflerle yazılmıştır.

23 Cemâzi'l-Âhire Pazar

Ve aleyküm selâm kardeşim Edhem

Cenâb-ı Hak, erhamürrâhimîndir. Rahmet deryâsı nihâyetsizdir. Duâları,tevbeleri kabûl edicidir. Onun habîbi, sevgili Peygamberi sallallahü aleyhi ve sellem buyuruyor ki "Günâh edip de pişman olan, tevbe eden, günâh işlememiş gibidir". Ya'nî günâhı muhakkak afvedilir. Günâhlara tevbe etmeliyiz. Bir daha yapmamağa karar vermeliyiz. Günâhlarımızın afvını ondan beklemeliyiz. 

Yazılarınız çok hoşuma gitdi. Cenâb-ı Hakkın sevdiği şeyleri güzel yapanlara ve mutlu çalışınca zâhir ve bâtın ma'mûr olur. Taklîdden tahkîka kavuşulur, ârızâlardan halâs bulup selâmete varılır. Sualleriniz çok  mufassal cevâb ister, fakat karınca kaderince kısaca arz ediyorum.

1- Müftiyüssekaleyn Ebussu'ûd Efendi (kuddise sirruh), 1264 senesinde basılmış (Kazâ ve Kader) risâlesinde buyuruyor ki: (İlm,ma'lûma tâbi'dir ve haber vak'aya tâbi'dir. Bir ressam bir at resmi yapacağı zemân, zihninde atın sûretini tasavvur eder. Sonra bu tasavvuruna muvâfık olarak resmi yapar. Ressamın zihninde tasarladığı sûret, at o şekilde olduğu içindir, yoksa ressam o şekilde düşündüğü için atlar o şekli almamışdır.

Cenâb-ı Hakkın kâfirlerin ebedî îmân etmeyeceklerini bilmesi ve Kur'ân-ı kerîmde bunu haber vermesi, onları kendi ihtiyârları ile kâfir oldukları ve îmân istemedikleri içindir. Bunların kâfir olması Cenâb-ı Hakkın, bunları kâfir olarak bildiği ve haber verdiği için değildir.

Eğer bunlar, ilm-i ilâhîde ezelî olarak kâfir olacakları bilindiği için cebren ve ilme tâbi' olarak kâfir oluyorlar denirse, Cenâb-ı Hak kendi yapacaklarını ve yaratacaklarını da ezelde biliyordu. O halde kendisi de fâil-i muhtâr olmayıp hâşâ ilmine uygun olarak yaratmağa mecbur olurdu. Cenâb-ı Hak fâil-i muhtâr olduğu gibi insanlarda fâil-i muhtârdır. Cenâb-ı Hak kendi yapacaklarını ezelde biliyordu ve bu bilgisi kendisinin ve kulların irâde sâhibi olmasına mâni' değildir.)

2- [Ecnebilerin kıymet verdiği gecelerde bir tacir] Âdeti olan malı çok getirir satarsa câizdir. O geceye âid husûsî şeyleri getirir satarsa para kazanmak için ise günâhdır. O geceye ta'zîm niyyeti olursa kâfir olur. Müslimâna lâyık olan, âdeti olmayan şeyler fazla getirmemelidir.

3-  Fîsebîlillah [Allah yolunda] harbe gitmek ibâdetdir. Harâm olmayan emirlere itâ'at lâzımdır. Ma'lûmât vermek ise zemânda,mekâna, şartlara göre tehavvül eder ve cevâz ile takvâ farklıdır. 

4- Seâdet-i Ebediyye 215'nci sahîfede bildirildiği gibi uşrda, İmâm-ı A'zâm, nisâb yokdur, buyurdu. İmâm-ı Ebû Yûsüf ile İmâm-ı Muhammed'e göre ise bir sene dayanabilen mahsul mikdârı beş veskden ziyâde olursa uşr lâzım olur. Bir vesk de, 60 sâ'; bir sa', üç buçuk kilodur.

5- [Namazın bozulduğunu] Haber veren kimse âkıl, bâliğ ve sâlih müslimân ise nemâzı iâde etmek lâzımdır.

6- Mudâ'afların her bâbında fiilin sonu sâkin olunca hem nasb, hem cer, hem de ref' okumak câizdir. Ekseriya nasb, ya'nî fetha okunuyor. Maksud'da îzah edilmekdedir.

Cenâb-ı Hak hepimizi afv buyursun, doğru yoldan ayırmasın. Fenâ, zararlı kitâb, söz ve yollardan muhâfaza buyursun.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendi hazretlerini tanıdığımda, *Onsekiz* yaşında bir *Genç*’dim. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin *Vasiyyetnâme* kitâbı var. 


Oğluna nasîhatlerini oraya yazmış. O kitapdan birazını bizim *İlmihâl*’e yazdık. Çok kıymetli *Nasîhat*’ler. 


Herkesin, *İlmihâl*’den bu nasîhatleri okuması *İyi* olur, hattâ *Lâzım* efendim. Evinde çoluk-çocuğuna da okutup öğretmesi lâzım olan *Bilgi*’ler. 


Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri, *Silsile-i aliyye*’dendir. Silsile-i aliyye’yi şiir şeklinde okurken; 


*Abdülhâlık Goncdüvânî mârifetler semâsında, dünyâyı aydınlattı hem Ârif-i Rîvegerî* diyoruz ya hani. 


Böyle, *Şiir* şeklinde olursa akılda dahâ kolay kalır. Sırasıyla ezberlemek *Zor* olabilir. 

● ● ●

*Çocuk* iken ve *Genç* iken öğrenilenler, *Taş*’a yazılan yazı gibidir kardeşim, silinmez. *Mezar* taşlarındaki *Yazılar* bile, asırlar geçdiği hâlde silinmiyor, kaybolmuyor. 


*Yaşlı*’lar öyle değil, onların öğrendikleri, *Buz*’a yazılan yazı gibidir. Buz eriyince yazı kaybolduğu gibi, *Yaşlı*’nın öğrendiği de unutulur. 


Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri *Yirmi iki* yaşında *Mürşid-i kâmil* olmuş. 


*Hızır* aleyhisselâmdan ders almış. Nerede almış? *Havuz*’da, su içinde *Hızır* aleyhisselâm ona ders vermiş efendim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İslâmiyet, zamana göre değişir, deniyor. Bunun mânâsı, *Mubâh*’ların değişmesidir. *Emir* ve *Yasak*’lar hiç değişmez. 


Mubâhların değişmesi de, bâzen *Harâm* olur, bâzen de *Farz* olur. Meselâ eskiden *Latin* harfleri ile din kitâbı yazmak *Harâm* idi, şimdiyse *Farz* oldu. 


Hattâ, *Arabî*’den başka bir Dil ile, *Din kitâbı* yazılmaz, diyen âlimler vardır. 


Bu konuda *İhtilâf* oldu. *Dîn*’in öğrenilmesi için, her *Dil*’de yazılmasında *Zarûret* olduğu görüldü. 


Bunun gibi, eskiden *Araba* almak lüzûmsuzdu, yâni *İsrâf*’dı. Şimdi ise her müslümâna, araba almak *Farz* oldu. Peki niçin?


Çünkü bu *Sıkışık*’lıkda, bu *İzdihâm*’da, belediye otobüslerine, değil müslümân *Kadın*’ların, *Erkek*’lerin bile binmesi doğru değil kardeşim. 

● ● ●  

Diyelim ki, bir kimse yatarken *Kitap* okuyor. Okudukdan sonra bir yere koyuyor. Namâza kalkacağı için *Sâati* ku-ruyor, *Seccâde*’yi, *Havlu*’yu hazırlıyor.


Ne olur ne olmaz diye *Tabanca*’sını da hâzırlıyor. Gece, bir *Gürültü*’yle uyanıyor ki eve *Hırsız* girmiş. Hırsıza karşı bu hâzırlıklarından hangisine mürâcaat edecek? 


*Tabanca* maddî silâhdır, *Te’sîri* kesin değildir. Zîra *Tutuk*’luk yapabilir, hırsız daha *Atik* davranabilir veyâ hırsızın elinde daha *Güçlü*’sü olabilir. 


Ama öyle *Silâh*’lar vardır ki, hiç *Tutuk*’luk yapmaz, *Hedef*’ini aslâ şaşırmaz, te’sîri de *Kesin*’dir. Bu silâh nedir biliyor musunuz? 


Bu silâh, o *Büyük*’lerin, yâni Mürşid-i kâmil olan *Velî*’lerin, *Evliyâ*’ların *Ruh*’larıdır, *Rûhâniyet*’leridir. Bunlar, mânevî *Silâh*’dır. 


O *Büyük*’ler, isimleri anıldığında, hattâ zihinde *Hâtır*’landığı *An*’da hemen orada *Hâzır* olur ve o kişiyi o sıkıntıdan kurtarırlar.


O mübârek *Zât*’ların gelmesi, bir anda olur. Hattâ daha *Hızlı* olur. *An* bile değil kardeşim. Başka *Kelime* olmadığı için *An* diyoruz. 


Bu Büyük’lerin rûhları çok daha *Hızlı*’dır. Hattâ *Melek*’lerden bile daha *Hızlı* ve daha *Sür’atli* dir. *İmâm-ı Rabbânî* hazreteri öyle buyuruyor kardeşim.

Sûret değişmesi

 Eski ümmetlerde suret değişmesi vardı. Günahkar biri hayvan suretine döner bunu herkes görürdü. Hz peygamber efendimizin ümmetinden bu kaldırıldı. Ancak kâmil veliler manevi olarak kişinin suretinin hayvana döndüğünü görür. Ehli dünya ve münkirler ile bidat ehli kişilerin kabirde suretleri ekseri hayvan suretindedir.


Gavs Seyyid Sıbgatullah Arvasi "kuddise sirruh"

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İmâm-ı Şâfiî’ye sormuşlar; *İmâm-ı Mâlik nasıl bir zâtdı?* diye. Cevâben demiş ki: Bir gün *Onu* görmeye gitdim, çok *Kalabalık*’dı. Herkes bir şey soruyordu. Dikkat etdim, dinledim.


*Otuz* suâl sordular. Bunlardan yirmi ikisine *Cevap* verdi. Sekizi için de; *Bilmiyorum* dedi. O zaman anladım çok büyük *Âlim* olduğunu. 


Efendi hazretlerine de suâl sorarlardı. Mübârek bâzen; *Bilmiyorum, kitaplara bir bakayım*, derdi. Hâlbuki biliyordu efendim. 


İşte bu *Büyük*’ler, bilseler bile, mütevâzı olduklarından bâzen *Bilmiyorum* derler. Bir gün Efendi hazretleriyle oturuyorduk. Bana bakıp buyurdu ki: 


*Hilmi, beni iyi dinle!* Bu zamanda bir müslümân, bu *Büyük*’lerin buyurduklarını iyi anlarsa, onlara tam *Tâbi* olursa ve sâdece onlardan *Nakl*’ederse, işte o, *İlim* sâhibidir.


*Fazîlet* sâhibidir ve gerçek *Âlim*’dir. Sen, birine birşey anlatırken veyâ yazarken, dinliyene ve okuyana *Suâl* sordurma. Bir okumada, *Râhat*’lıkla anlasınlar. 


Eğer suâl sordurursan, bu, *İyi* anlatamadığını gösterir. Yâni iyi *Konuşmak* ve iyi *Yazmak*, hiç suâl sordurmamakla mümkün olur. 


Mübârek, bu *Söz*’leriyle, sanki tâ o zamandan, bize şöyle *Emir* buyurdular: *Hilmi!* Bir gün gelecek, sen, *Kitap* yazacaksın.


Sakın ola ki, kendinden bir şey *Yazma*, kendinden bir şey *Katma*, ancak o *Büyük*’lerden naklet ve anlaşılır şekilde yaz, diye bize *Îkâz*’da bulundular. 


Elhamdülillah, biz de, *Efendi*’nin bu *Emr*’ine uyduk. Buyurdukları gibi *Kendi*’mizden bir *Şey* söylemedik ve yazmadık kardeşim.