YEMENİN AĞAÇLARI

Efendimiz aleyhissalatü vesselam, hazreti Alî “kerremallahu vecheh” efendimize devesini verir ve Yemene yollar. Buyururlar ki;
-Yâ Alî! Yemene varub Ukayla ulaştığında seni karşılamağa gelen halkı gördüğün zaman; taşa, kerpiçe;
یا حجر ، یا مدر و یا شجر! رسوالله یقرؤکم السلام
(Allahu tealanın resûlü size selam eyledi, ey ağaçlar, ey taşlar!)
diyesin!
Hazreti Alî dahi varub emr-i Resûlullah ile amel ittikde, yeryüzünden cûş u velvele, hurûş u gulgule (yüksek ve coşkun sesler) ile
علی رسول الله السلام
İşitilüb, hâzır olan cemaatler hayran kalub ve cümlesi îmâna geldiler.

( Mir’at-ı Kâinat)

BEREKET

“Mervidir ki, hazret-i resûle (sallallahu teala aleyhi ve sellem) bir hatun bir kab içinde bal armağan gönderdi. Bal geldikte ‘esel (bal) alınub kabı boş gönderilür. Lakin, kudret-i hakk ile, evvelki kabı yine eselle dolu vardıkta, hatun gelüb;
-Yâ Resûlallah! Niçün benim hediyemi kabul itmediniz, acaba suçum nedir?
deyu gamnâk (gamlı, tasalı) oldukta;
-Biz senin hediyyeni kabul ettik. Lakin gördüğün ‘esel, Allah cânibinden sana hediyye gelen berekettir.
Hatun şâd u bermurâd (çok mutlu) gidüb cümle ehl-i beytiyle (ev halkı ile) nice zaman ol eselden vâfir (çok, bol) yiyüb asla eksilmedi.
Bir gün hata ile ol esel-i mübâreki gayri kaba boşaltmağın, eksilüb kalmayub hazret-i resûle haber virdikde;
-Evvelki tarafda dursa idi sana ve ehl-i beytine dünya ömri kadar zamana dek vefa (yetme, kafi gelme) idüb elsilmezdi
diyu buyurmuşlar”

(Mir’at-ı Kâinât)

HERŞEY ASLINA RUCU EDER

HERŞEY ASLINA RUCU EDER

Topraktan geldik yine toprak olacağız…
Tek tesellimiz, şu gök kubbede hoş bir seda bırakmak!
Hüzünlüyüz, üzgünüz, acımız büyük!
Kendisini tanımakla kelimelerle anlatılamayacak, yazı ve söz ile ifade
edilemeyecek değerde kıymetler kazandığımız, insanlığımızı, taat ve ibadetlerimizi, hakiki özgürlüğün ne demek olduğunu anlamamızı sağlayarak hayatımıza yeniden yön veren;
Kıymetli büyüğümüz, efendimiz, manevi babamız, ağabeyimiz, kendilerine evlad, gardaş olarak bizleri kabul eden, kulluğun tadını bedenin bütün hücrelerinde hissetmiş, benlik ve enâniyetten uzak olan;
Allahu teâlâ’ya ve onun sevdiklerine yakın, sevmediklerine uzak, hak ve hakikati ifade etmekten asla geri durmayan, insanlığın kurtuluşu için 82 yıllık ömrünün neredeyse tamamını kendinden önceki hocalarına uymak suretiyle samimi bir niyyetle ilim, amel ve ihlas ile hakikat aleminin hallerine vakıf olmaya çalışarak geçiren;
Samimi, sevecen, müşfik ve de kalender;
Ailesinin, sevdiklerinin ve dostların dertleri ile dertlenen, sevinçlerine ortak olan, asla nefsi hareket etmeyi sevmeyen “Kendisi için yaşayan ve sadece kendisini düşüneni sevemiyorum” diyecek kadar açık;
“Bizi sevmek kolay değil, bedel ister” diyecek kadar kendilerinden emin;
-İstişare ve karar verdikten sonra işin tamamı bitirmek için gece ve gündüz her türlü riski göze alabilecek kadar dirayetli ve çalışkan;
“Yanlış iş üzerine doğru iş yapmayı sevemiyorum” diyerek yanlış önce o işin düzeltilmesini sağlamak, sonrada işin doğrusunu bildirerek, doğruların artmasını, yanlışların azalmasını ve hakikatin ortaya çıkararak her daim kötülüğü men ile iyiliğe sevk eden;
-İlm-i ile amil, hali ile malum, ortaya koyduğu eserleri ile kıyamete kadar anılacak olan, katıksız, saf ve temiz bir silsile ile Resulü Ekrem Muhammed Mustafa “sallallahu teala aleyhi vessellem” efendimize bağlanarak, onların ahlakı ile ahlaklanan, yolarının özelliği ile kısa yoldan Allahu telaya kavuşturan, Nakşi, Müceddidi ve Hâlidi yolunun tesirli nefesi, sarsılmaz direği, haller menba-ı, gönüller sultanı, Süleyman Kuku Ahmedoğlu ( A. Fârûk Meyan) efendimiz hicri 1440 yılı Zilhicce ayının birinci Cuma günü ( M: 02 Ağustos 2019-Cuma), öğleden sonra duaların kabul olduğu saatlerde Allahu telanın rızasına boyun eğerek darül bekâya, sonsuzluk alemine intikal etti.

Beyt:
Cihanda bundan daha güzel hangi şey olur,
Seven dostuna gider, yâr yârına kavuşur.

Allahu teâlâ’ya kulluğunun ifadesi olarak;
Beyt:
Müflis olarak senin kapına geldim,
Yüzünün güzelliğinden bir şey isterim.

Üzgünüz, çok uzun süre beraber olduğumuz (aciz, otuzbeş seneye yakın bir beraberlik yaşadığım, anamdan, babamdan kardeşlerimden daha çok beraber olduğum), her halimize vakıf, bizi seven, öğreten, koruyan hocamızı, manevi babamızı kara toprağa teslim etmek bize çok ama çok tesir etti.

Beyt:
Ayrılığın acısı az olsada az değildir,
Gözde kıl olsa çok görünür.

O kadar tesir etti ki, kimse kimseyi göremez, halini soramaz ve ne yapacağını bilemez oldu. İlim gitti. Akıl gitti. Halimiz perişan oldu. Bakmaya doyamadığımız, her sözüne, nefesine can kulağı ile dinlemeye çalıştığımız büyümüzün ayrılığı yaktı, yıktı. Sözün bittiği yer burası idi.
Ne yapacağını bilemez bir halde na’şını evden alarak önce camiye sonra da aile mezarlığa omuzlar üzerinde bütün sevenleri ile beraber taşıdık. Ayrılığın son demlerinde takâtimiz bitti, nefesimiz tükendi. Okunan kuran-ı kerim ve naâtlarla gönlümüz biraz ferahladı. Bu onlarla beraber “Muhabbet Çeşmesi’ ne son inişimiz idi.

Beyt:
Ey dost, buraya gelki, ikimiz topraktanız
Yabancı gibi durma, bir yerden âşinayız.

Kendi şiirlerinde kendisini kucaklayan kara toprak için söyle diyorlardı.
(15 Şaban-1410–Pztesi / 23 Mart 1989 Perşembe)

SEVDİM SENİ
Ele soğuk bana sıcak
Ele mezar bana kucak
Ele duman bana ocak
Kara toprak sevdim seni!

Kokunda Habîbullah var
Altında Halîlullah var
Gıbta eden Arşullah var
Kara toprak sevdim seni!

Ateş olup yakma sakın
Emr-i Haktan çıkma sakın
Süleymanı sıkma sakın
Kara toprak sevdim seni!

Acının tarifi yapılsada anlaşılması ancak yaşanınca, tadınca anlaşılır. Aziz milletimiz örf ve adetlerinde bu bilindiği için yakın, eş dost, seven sevmeyen, bilen bilmeyen o acı günde insanlığın icabı biraraya geli de bu acının kısa zamanda telafi için cenaze evini taziye ederler. Bu acı günümüzde bizleri yalnız bırakmayan taziye eden herkese teşekkür ediyoruz.
Allahu teâlâ razı olsun. “Eden kendine eder”.

Beyt:
Sana söylemiyene susman daha iyidir
Seni yad etmiyeni unutman daha iyidir.

Şiir:
Kim bana kulluk dışı davranırsa
Dostum olmaz çok, yakının da olsa
Kendimi ve akrabamı terk ettim
Öylesi bana ağyardır, yârım da olsa

Buyururlardı ki
- Doğrularım için tebrîk ve tasdîk etmediniz ki, yanlışlarım için tenkîdiniz âdil olsun.
- Keşke bazı kimselerin beni sevmediği kadar, ben de nefsimi sevmeyebilsem.
- Hasedin altında düşmanlık yatar. Yoksa gıbta yeterlidir.
- Kişinin menfeati söz konusu olursa, ihsân adâlet, adâlet zulum olur.
- Kendi hakkında âdil davranan kişi görmedim.
- Sen dua etmene bak, âmin deyen çok bulunur.
- Ölümcül bir hastalığın akabinde söyledim: Yâ Rabbi, bana bir nefes ikrâm edersen, onu Habîbinin dinine hizmette harcamamı nasîb eyle!
- Rabbini unutmak, aslını unutmaktır. Mert işi değildir. Zordur. Büyük suçtur. Rabbini zikretmek ise, kulluğun icâbı ve kulun şerefidir.
- Küçücük bir bedene, koskoca kâinâtı sığdıran Rabbimin san’atına hayran kalmayan ahmaktır.
- Kul ubudiyyeti anladığı kadar rubûbiyyeti, rubûbiyyeti anladığı kadar ubûdiyyeti anlar.
- Şerîat, rububîyyeti ve ubudiyeti bilmek içindir. Bütün iyilikler bunu bilmede, bütün kötülükler ise bunu bilmemede saklıdır.
- Ölümü unutmayan günah işlemez.
Mısra:
Unutmak dostluğa sığmaz
- Allahu teâlâyı zikreden günah işlemez.
- Evliyâyı seven günâh işlemez.
- Günâh işlemek zor, sevab işlemek kolaydır. Çünkü günahdan Hak teâlâ, melekleri, peygamberleri, âlimler, veliler ve hatta akıl râzı değildir. Sevabdan ise hepsi râzıdır.
- Bütün günahların ve kötülüklerin başı gaflettir. Gafleti îras eden ise, nefistir. Bunun için büyük hocaya [mürşid-i kâmile] ihtiyaç vardır.
- Başıma gelen sıkıntı ve üzüntülere, ille de bir sebeb söylemek icâbetse, hocama olan katıksız, eşsiz muhabbetimdir derim. Zira bu kadar lekesiz muhabbeti dünyada kime verirlerse, bedeli olan acılık ve üzüntü ile imtihan ederler. Kazanan kazanmış, kaybeden kaybetmiştir.
Kim yalan söylerse, mahcûb olacak,
Dostları içinde yalnız kalacak.
Yüzü kızaracak varsa şerefi,
İzzet arar iken, zillet bulacak.
Beyt:
Her nereye gitsem hep seninleyim
Sanma ki yalnız başıma giderim.

Onların duaları ile yazımızı kıymetlendirerek inşaallah amin diyelim…..

SON
Bakıp da görmiyen gözden,
Duyup da işitmeyen kulaktan,
Tefekkür etmeyen kalbden,
Sabır ve Şükre yol vermiyen ilimden,
Hakla tutmayan elden,
Hakla ve Hakka yürümeyen ayaktan,
Helalla doymadan mi’deden,
Secde ve rukû’ tevazu’u göstermiyen baştan,
Secde eseri taşımayan simâdan,
Hakka gadabdan, zulme alkıştan,
Rabbinden gafil gönülden,
Hakkı görür gibi olmayan yakînden,
Nefsini düşünen beyinden,
Kulluk yerine, efendiliğe özenen zihinden,
Hak kelâm yerine malâyanî ile doldurulan hâfızadan,
SANA SIĞINIRIM RABBİM

Beni ve sevdiklerimi koru; ey sevdiklerine özel muâmele eden ALLAH’ım. Âmin, âmin ve selâmün alel-mûrselîn ilâ yevmiddin.

Osman Nuri Bilen

Kalbe gelen çirkin vesveseler

Ve aleyküm selâm muhterem kardeşim [Enver Yazıcı]
[Ankara]

Çirkin vesveselerin istilâsından ,vaktiyle Abdülhakîm Efendi hazretlerine de şikâyet edildiğini müşâhede etmiştim.Şikâyet eden Dr. Gâlib bey hâlâ hayattadır.Cevâbında böyle vesveseler imânın kuvvetine ve kemâline alâmettir. Şeytan ve nefs iki kuvvetli düşmandır.Kötü vesveseler bu iki düşmanın silahlarıdır.Hiç üzülmeyiniz.Ehemmiyet vermeyiniz,buyurmuşlardı.Geçenlerde bir Arabca kitapta da böyle okumuştum.Bundan kurtulmak için Seâdet-i Ebediyye ve Mektûbat tercemesini ve istiğfar çok okuyunuz.

Mezkûr zât Almanya'ya gitmeyip eski işlerini yeni bir dükkânda idâme ettirmeleri muvâfık olur. Orada Kurban bey kardeşimizle meşveret ediniz.Onunla bulacağınız dükkân hayırlı olur.Kurban bey kardeşimizin adresi aşağıdadır.

Kavukçuoğlu pasajı,No=4,Polatlı.

Size,kayınbiraderinize ve abisine ve Kurban  Bey'e selâmlar ve duâlar ederim aziz kardeşim.

Hilmi. [Ocak-Şubat 1973]

Kaynak: Yâdigâr mektûblar


Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (Kuddise Sirruh) hazretlerinin tarîkatler hakkındaki bir mektubu

Bismillahirrahmanirahîm

Allahu teâlâya hamd,Resûlune salâtü selâm  ve sizlere duadan sonra derim ki:

Bu bir zamandır ki,şerîatin şeâiri [İslam dîninin şiârları,alâmetleri] muhtefî [örtüldü]. Tarîkatin ana caddesi boşaldı.İnsanın vücûdunda nefs-i emmâre hâkim ve galib olup ,şeytanın askerleri her tarafta hükmünü icrâ etmektedir.Hakîkat ilimlerinin alâmet ve işâretleri ters dönmüş,ya da yok olmuş,tarîkat yolları kapanmış ve bitmiştir. Tasavvufun ma'nâsı bozuldu,ismi kaldı. Erkânı [direkleri] kırıldı,resmi kaldı. Hattâ isim ve resim bile tebdîl ve tahvîle [değişikliğe] uğradı. Ehli olmayanlar tasavvufu dıştan güzel görünen,hattâ felsefeden alınmış kıymetli bir şey sandılar. O ise hakîkatler kaynağıdır. Görenler bildiler,anladılar. Görmeyenler ise,ya taklîd sahrasında kaldılar yahûd da şübhe ve tereddüdde bocaladılar. Belki inkâr çukurlarına yuvarlandılar.

İslâm gayreti taşıyanlar,bu azîz ve parlak dînin yücelmesini ,ahkâmının yükseklere kaldırılmasını ve bu arada hakîkî dîn kardeşler,sırdaş olacak dostlar aramak istediler. Bu münâsebetle dînin umûmi fâidelerini beyân ve ayan edecek ve hakîkat gelininin yüzündeki örtüyü kaldıracak büyük zâtlar aradılar.

Bu garîb ve uzağın, bu meslek ehli içinde ma'rifeti az,sermâyesi yok ise de, "memur ma'zurdur" sözü mûcibince, Süleyman aleyhisselâmın karıncası gibi, tarîkatin denizi,şerîatin ummânı olan Seyyid ve Senedimin [Seyyid Fehim hazretlerinin] Îsâ aleyhisselâmın nefesini andıran güzel kokulu esintisiyle, Mûsâ aleyhisselâmın mucizelerine benzeyen kerâmetlerinin sâdir olduğu hizmet ve sohbetiyle şereflendim. Uzun zaman himâye kanatları altında bulundum,yetiştim.Çok feyizler alıp terbiye olunduğumdan,her tâlibin hâline muvâfık ,Hakka vâsıl olma edeblerini ve her müridin,şanına uygun temel esasları ayrı ayrı edinmiş,öğrenmiş idim. Bu yolun büyüklerinin hu-zûrunda makbûl ve denenmiş olanlardan faydası çok ve devamlı bulunanların bir kısmını,bugün bazı dostlarıma yazıp yâdigâr kalması arzusuyla herkesin kendi hissesine düşeni alması hevesi beni yendi de,şu satırlar kalemimden çıktı.

"Cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler -beni bilsinler- diye yarattım" [Zâriyat-56] âyet-i kerîmesinin yüksek ma'nâsı mûcibince ,cinler ve insanlar ma'rifet-i ilâhî için yaratılmıştır.Ya'ni bunların yaratılmasından murâd ma'rifet-i ilâhi şerefine nâil olmalarıdır.Bunun için Allah'a tâlib olanların hepsinin maksada kavuşmalarındaki yolları farklıdır. Sâlik ve müridlerden kimi islâmın beş esasına yapışıp,farz,edeb,şart ve sünnetleri ile yerine getirmeği vazife bilip, Hakka kulluk etmişler ve bununla birlikte çoluk çocuğu,hatta diğer insanlar için çalışıp halal kazanmakla meşgul olmuşlardır.

Gulâm Alî [Abdullah Dehlevi (kuddise sirruh)] buyurur:

Tearruf isimli kitabda yazıyor: Cüneyd-i Bağdâdî'ye (radıyallahü anh) göre,şerîate uygun ve kendi kısmında yazılı şartlara uygun,çalışıp kazanmak mukarreblerin amelinden sayılır.Şartların en mütedâvil olanı [kullanılanı] şudur ki, kesbden [çalışıp kazanmaktan] maksad ve niyet, çoluk çocuğa rahat nafaka,komşu ve yakın akrabasına ihsân ve iyilik,muhtâc ve muztar durumda olanlara yardım,garîb ve fakîr Müslümanların feryâdına yetişmek ve hiç kimseden bir şey beklememek olursa,bu kesbin [çalışıp kazanmanın] hükmü ve neticesi,zikr, teveccüh ve murâkabenin hüküm ve neticesidir.Zikir ve mukarreb amellere terettüb eden dereceler ve makamlar,bu çeşit çalışıp kazanmada da bulunur. Bu meslek [usul,tarz,yol] peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ve hemen bütün Eshabın ta'kib ettikleri yoldur.Bu yol ahsen [en güzel] ,eslem [en doğru],ekmel [en olgun],a'lâ [en yüce], evlâ [en iyi],akreb [en yakın], akdem [en ileri], akvem [en sağlam], eshel [en kolay], eyser [en hafîf] bir yoldur.Havâs ve avamın takat getirebilecekleri bir yoldur. Bu yola şimdi Nakşibendî denmiştir."Eshâb-ı Yemin [sağdakiler!], Ne mutlu o sağdakilere!" [Vâki'a-8] âyet-i kerîmesinden murâd bunlardır. "İşte onlar Allahın hidâyet ettiği kimselerdir.Gerçek akıl sâhibleri de onlardır" [Zümer-18] âyet-i kerîmesiyle senâ buyurulmuştur.

Kimi fıkıh,ilim sahralarında dolaşıp,hadîs,haber ve eserleri öğrenmeğe çalışmış,büyük âlimlerin sohbetlerine ve meclislerine ve derslerine yetişmişlerdir.Nefslerini ezmişler,dünyadan kendilerine yetecek en az mikdarla iktifâ etmişlerdir.Bunların gittikleri yol,en açık ve seçik yoldur "İnanıp da îmanlarına hiçbir haksızlık bulaştırmayanlar var ya,işte emniyet [güven] onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır" [En'âm-82] âyet-i kerîmesi ile medhü senâ buyurulmuşlardır. "Müminlerin hepsinin birden sefere çıkmaları doğru değildir.Onların her kesiminden bir grub,dinde geniş bilgi elde etmek ve kavimleri savaştan döndükte, onları ikaz etmek için geride kalmalıdır" [Tevbe-122]  âyet-i kerîmesinden murad bunlardır. Yine bunlar için hadîs-i şerîfte: "Allahu teâlâ bir kuluna hayır [iyilik] murâd ederse,onu dinde fakîh yapar" buyurulmuştur. Din imamları,müctehidler,tefsîr ve hadîs âlimleri ve bunların izini ta'kib edenler bu kısımdandır.

Kimi insanlardan uzaklaşmış,inzivâyı seçmiş, hep Hak ile olup,dünyâ ve ehlinden, hattâ herkesten kopmuşlardır. Sevmeleri sevmemeleri,sadâkat ve ve adâvetleri [düşmanlıkları] hep Allah için olmuştur. Üveys-i Karnî, İbrâhim-i Edhem ve bunlara benzeyenler bu kısımdandır.Bunlar yolun en güzelini ve en iyisini bulmuşlardır. "İşte onlar Allah tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de,sadece Allah'ın tarafında olanlardır" [Mücâdele-22] âyet-i kerîmesi ile tavsîf buyurulmuşlardır. " İşte onlara,sabretmelerine karşılık,Cennetin en yüksek makamı verilecek; orada hürmet ve selâmla karşılanacaklardır" [Furkan-75] âyet-i kerîmesinden murad bu kısımdaki kullardır.

Kimileri de âcizliğini, kırıklığını,boyun eğikliğini,istiğfarı,zavallılığı,fakrı ve muhtâc olmaklığı gösteren yolu seçmiş ve beğenmiştir. Gece-gündüz hayâtlarını ah ve inlemekle geçirip,dağlarda,sahralarda,çöllerde dolaşmışlardır."Kendilerine binek sağlamak için sana geldiklerinde: "Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum",deyince,harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı,üzüntüsünden gözleri yaş dökerek dönen kimselere sorumluluk yoktur"[Tevbe-92] ve: "Diğerleri ise,günâhlarını itirâf ettiler,umulur ki,Allah onların tevbesini kabûl eder.Allah çok bağışlayan,pek esirgeyendir" âyet-i kerîmelerinden murâd bunlardır.

Bir kısmı da ,mücâhede ,riyâzet,ibâdet ve taatlerde çok ileri gitme yolunu tutmuşlardır.Yaya olarak çok defalar Beytullah'ı ve Ravda-ı Resûlullah'ı tavâf ve ziyâret etmişlerdir.Me'lûfâtı tamamen terk ve nefislerine bütün bütün muhâlefetle onu kahretmişlerdir.İnsanlarca kıymetli addedilen hürmet,makam,mevki' ve rutbeleri külliyen bırakıp,İhlâs ile Hakka vâsıl  ve vusûl ile Allaha kul olmuşlar,hakîkatlere kavuşmakla kalblerini süslemeğe ehemmiyet vermişler,en şiddetli hallere katlanıp,yeni yeni hallere kavuşmak istemişler,insanlara karışmak ve ünsiyet kurmak ümidini kesip,uzleti tercîh etmişlerdir.Bu yol Allah'a kavuşma yolarının en zahmetlisi ve zorudur.Fazîlet ve izzet ile ma'ruf  ve meşhûrdurlar. Şeyh-i ekber [Muhyiddin Arabi] hazretleri bunlardandır." İşte onların kalbine Allah îmanı yazmış ve kendinden [katından] bir rûh ile onları teyid etmişdir." [Mücâdele-22] âyet-i celîlesi ile tavsîf edilmişlerdir. "Biz,refâhından şımar[mış nice memleketi helâk etmişizdir.İşte yerleri! Kendilerinden  sonra  oralarda pek az kimse oturabilmiştir.Onlara biz vâris olmuşuzdur" [Kasas-55] nazm-ı celîlînden murâd bunlardır. Hadîs-i kudsîde: "Evliyâm örtülerimin altındadır,onları benden başkası bilmez" vârid olmuştur,bunlara işârettir. " İşte Rablerinden  bağışlamalar ve yüksek rahmetler hep onlaradır ve doğru yolu bulanlar da onlardır" [Bakara-157] ve. "İşte bunlar Naîm cennetlerinde Alla'a en yakın olanlardır" [Vâkı'a-11] âyetlerinden maksad bunlardır.

Bu tarîklerin her birinin ehli ve erbabı vardır ve her tarîk ehlinin tarîkınde şartlerı,edebleri,rükünleri,alâmetleri,nişânları ve esbabı vardır.Sâlikler [her yolun yolcuları] onları bilmeğe muhtâcdır. Bu tarîklerin en şereflisi ve en üstünü,ihtiyâr olunan bu meslek [Nakşibendî yolu],âriflere sertâc [baş tacı] ve âşıklara mi'râcdır. Bu tarîkın [yolun] şerh ve tafsîli uzun ve geniştir. Kitablarında yazılmış olanlar,esasın yanında pek az kalır.Bu yol çok şerefli ve incedir. Seçilmeğe ve önceliğe lâyıktır. Hak teâlâya en yakın ve nefsten en uzak yol budur. "Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü isteklerinden uzaklaştıran için,şübhesiz Cennet yegâne barınaktır" [Nazi'at-40] âyet-i kerîmesi bunları tavsîf etmektedir.

Hak celle ve a'lâya vâsıl olmak bir izzettir ki, zilleti yoktur.Bunu hâsıl etmek berhordârlıktır [seâdettir]. İnsan ve cinnin yaradılmasından Hak teâlânın muradı, ma'rifetten ibâret olan ibâdettir [kulluktur].İbâdetin bir kısmı tâat olup,namaz,oruc ve benzerlerinden ibârettir.Bunları herkes yerine getirebilir.Bir kısmı yasak olanları yapmamaktır.Onu herkes yapamaz.Bunu ancak sıddîklar bulur.Sâhib-i Risâlet (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem): "Allahu teâlânın men' ettiklerinden küçük bir şeyi yapmamak insanların ve cinlerin amelinden hayırlıdır" buyurdu.Bu menhiyâtı tamamen terk,ancak nefsi kahretmekle ele geçer.Nefsi Allahu teâlânın râzı olmadığı arzularından kesmekle müyesser olur.Onun arzularını kesmek,her hareket ve hareketsizlikte şer'-i şerîfe uymakla mümkündür.Kalb ihlâs ve yâra [Hak teâlâya] üns hâsıl etmekle ibâdât tamam olur.

Şeri'at üç cüz'den ibârettir: Bilmek,işlemek ve her ikisinde ihlâs ile muttasıf olmaktır.Şu anda bizim bahis mevzumuz üçüncüsü olmak gerektir.Dünyâ ve âhiret şerîatte saklıdır. Kalanların hepsi şerîatin gayrisidir,nefsin arzularındandır.Nefs Cenâb-ı Hakkın düşmanıdır.Allahu teâlânın rızâsı beğenmedikleridir ve bu da şerîatten ibârettir. Şer'in maklûbu [tersine okunuşu] Arş'dır. Zâhirde şer'den yüz çevirmek,Arşdan yüz çevirmektir.Arşdan yüz çevirmenin ne demek olduğunu irfân sâhibleri bilir.Şer'in zâhiri fetvâdır,bâtını [iç yüzü] takvâdır.İmâm-ı A'zam'ın (radıyallahü anh) elbisesine tırnak kadar çamur sıçradı. O büyük İmam onu ânında yıkadı. Talebesinden biri: "Yâ İmam, dirhem mikdarı necasetle namaz câizdir, diye rûhsat veriyorsun,ama sen bu kadarcık bir çamuru yıkıyorsun" diye suâl edince: "O fetvâdır,bu takvâdır" cevabını verdi. Resûl-i Ekrem (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) Efendimiz azîmet ve takva cihetinden hazreti Bilâl'e (radıyallahü anh) ertesi sabaha yarım ekmeği,saklamasına cevâz vermezken,rûhsat ve fetvâ bakımından bir senelik yiyeceği evde bulundurmağa cevâz verdi.Demek oluyor ki, tarîkat ehline azîmet ve takvâ ile,diğer insanlara rûhsat  ve fetvâ ile muâmelede bulunmak münâsib görülmüştür.

İbâdetin aslı namazdır.Zirâ dînin direğidir ve ol zât-ı bî niyâzla münâcât etmektir.Namazının sahîh olması ise tahârete bağlıdır.Fıkıh âlimleri tahâreti,necâsetten tahâret ve hadesten tahâret diye iki kısımda bildirirler.Her mümin bunları bilir.Ama bu zâhir ehline mahsûstur.Tarîkat ehlinden muttakî kimselere,bu zâhir [dış] temizlik ile beraber,tevhid suyu ile kalbini yıkayıp,şirk ve nifâk necâsetinden,sırrını [özünü] gaflet zulmetinden temizlemek de  vardır. Tevhîd,sâlikin nazarında bütün varlıkları hiç yokmuş gibi bulmakla,Hakdan bir tecellinin zâhir olmasından ibârettir.Tarîkat abdesti şerîat abdesti ile beraber,yüzünü Allah'dan başkasına döndürmemekten,ellerini mahlûkata âid bağlardan ve öbür dünyâya âid mesâlihden dahî yıkamaktan ibârettir. Başını mesh ile,beyninden benliği silmek; öyle ki başında Allah'dan başkasının muhabbetinden bir şey kalmayıp kibirsiz olmaktan,ayaklarını Allah yolundan mâada her yola basmağa sakınmaktan ibârettir. Şeyh Şiblî buyurmuştur: "Abdest dünya bağlarından kesilmek,namaz sâdece Hak celle ve alâya bağlanmaktır." Allahtan başkasından alâkasını kesmeyen bir insan,Hak celle ve alânın muhabbetine kavuşamaz.Zirâ Cenâb-ı Hak şerîk [ortak] istemez.İnfisâl [ayrılma] hâsıl olmayınca,ittisâl [kavuşma] hâsıl olmaz."Ona ancak temizlenenler dokunabilir" Vâkı'a-79] âyet-i kerîmesi bu sırra işârettir."Hemen pabuçlarını çıkar" [Tâha-12] buna açık bir delildir. "Abdest üzerine abdest nûr üstüne nûrdur" hadîs-i şerîfi bu sırra işârettir.Ya'ni tarikat abdesti şeriât abdesti üzere olursa,nûr üstüne nûr olur. Zâhir ehline  [fıkha] göre,abdestli bir insan [o abdestle bir ibâdet yapmışsa] bir daha abdest alırsa, nûr üstüne nûr olur,zâten meşhûrdur. Namaza âid bütün söz ve fiilleri geniş anlatmıyorum.Anlayış ve kabiliyetiniz zâten buna müsâiddir.

Namaz;bedenî ve kalbî ibâdetten ibârettir.Namazda kalb ve kalıb her ikisi faaliyette bulunmak lâzımdır.Kalbden murad, Rabbânî nûr kuvveti olup,yürek denilen et parçasına yerleştirilmiştir.Yürek göğsün sol tarafında bulunmakta olup mahlûktur.Kalb ise gayb âlemindendir [bilinmez]. Rûhânîdir,ulvîdir ve ulvî  hakîkatlerin merkezidir.Kalıb,şehâdet [görünen] âleminden olup cismânîdir,süflîdir,yoğundur,zulmânîdir ve süflî şeylerin merkezidir.Kalıbın [bedenin] gıdası,kendisi gibi maddî ,süflî ve cismânîdir.Kalbin gıdası ise,kendine muvâfık,havsalasına lâyıktır.Nefs kalıbın zulmânî kısmındandır.Kalıbın gıdası birkaç gün verilmez ise ölür,helâk olur. Ölümü muvakkat,helâki sûrîdir.Kalbin gıdası verilmezse, o da helâk olur ve sonsuz olarak ölür.Kalbin gıdası ilmullahdan [ma'rifetten] ibârettir. Âyet-i kerîmeler,hadîs-i şerîfler ve selef-i sâlihînin eserlerinde zikr olunan ilimden murâd bu ilimdir.Diğer ilimlerin hepsi, bu ilmin başlangıç ve hazırlayıcıları mesâbesindedir. Kalb ve kalıb bir arada bulunduğundan,sanki birleşmişler, bir olmuşlardır.Halbuki birinin gıdası galib olunca,diğerinin gıdası azalmaktadır.Binâen aleyh çok yemek yiyen bir insan,fazla tâat,ibâdet,zikir ve fikirde bulunamaz.Aksine kalb ve rûh gıdası çok olan kimsenin de yemeğe iştihâsı azalır.Sâliklerin az yemeleri ve içmeleri bundandır.

Kalıbın eczâsından olan nefsin ayrıca bir gıdası daha vardır. O da Allahu teâlânın rızâsı hilâfına yürümektir. Allahu teâlânın razı oldukları ahlâk-ı Kur'âniyyedir.Ya'ni şer'-i şerîften ibârettir.Nefsin beğendiği,istediği şeyleri yapmamakla,ya'nî şerîate uymakla insan Hakka kavuşur.Evliyâdan birisi Rabb-ül izzeti rüyâda gördü ve: "Yâ Rabbi, sana hangi yolla kavuşurum?" diye suâl etti de, Hak teâlâ kendisine: "Nefsini bırak da gel!" buyurdu.Ya'ni: "Rızâma muhâlif  olan nefsinin arzularını bırak,bana kavuşursun."

İşte turuk-ı aliyyenin zikir,fikir,ibâdet,tâat ve benzeri güzel işleri,hep bu gayeye varmağı kolaylaştırmak içindir.Zirâ ölüm baş ucundadır ve maksada kavuşmadan ölüm gelirse,işin nereye varacağı ma'lûmdur.

Beyt:
Korkarım o yâr bize nâ âşinâ kalır.
Ve kıyâmete kadar bu elem bizle kalır.

Behâeddin Buhârî buyurmuşlardır ki: "Kim bu tâife-i nakşibendiyyenin etrafında niyâz ve irâdet ve âdâb-ı temam ile dolaşırsa ,seâdet sâhibi olur." Bâkı duâ.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (Kuddise Sirruh)

CENNETİN KAPISINDA NE YAZIYOR BİLİYOR MUSUNUZ ?

Bayezid-i Bistami hazretleri 40. hacını eda ediyordu. Bir bayram akşamı Arafat’ta beklerken.

Nefsi “Ey Eba Yezid şu mahşeri kalabalığa bak. Kim senin gibi 40 kez hacca gelmiş?”

Gönlünden bu geçince ayağa kalktı ve yüksek bir sesle:
“-Ey ahali ben kırk kez hac farizasını yerine getirdim! Bu kırk haccımın sevabını iki ekmeğe satıyorum, alan var mı?” diye seslendi.

Biri ayağa kalkıp:
-“Ben alıyorum” dedi
-“Ver iki ekmek” dedi.

Adam iki ekmek verince ekmekleri bir köpeğin önüne yemesi için attı. Sonra nefsine dönerek “Artık övünceğin bir şey kaldı mı?” diye onu kınadı. Sonra Hac vazifesi bitince kafileden ayrılarak. Rum ellerine doğru gitti. Bir yerde mola vermek için durduğunda bir Hıristiyan rahip ondaki değişikliği fark edip onu evine davet etti. Evinde rahat ibadet etmesi için ona uygun ortam oluşturdu. Rahip ondaki değişik halleri müşahade edince onu ağırlamakla iyi ettiğini düşünerek memnun oldu. Bir süre sonra Beyazıd hazretleri rahibin konukseverliğine teşekkür ederek oradan ayrılmak istedi.

Ama rahip bunu kabul etmeyip biraz daha kalmasını ısrarla rica etti ve:
-“Yalvarırım birkaç gün daha burada kalın. Çünkü birkaç gün sonra bizim bir bayramımız var. Bu bayramda bütün rahipler ve din büyüklerimiz gelir, halkla birlikte bu bayramı kutlarız. Hem büyük rahibimiz de gelip ayine katılır. Sanırım Büyük rahibimizle görüşüp konuşmanda fayda var.”

Beyazıd hazretleri bu işte bir hikmet var diyerek bu teklifi kabul etti ve birkaç gün daha kalmaya karar verdi. Bayram günü gelince herkes kiliseye bayram ayinine katılmaya gitti. Rahipler ve büyük rahip de geldiler. Beyazıd hazretleri de yerel bir elbise giyerek ev sahibi rahip ile birlikte kiliseye gidip oturdu. Biraz sonra baş rahip ayin için kürsüye çıktı. Ama hiçbir şey konuşmadı.

Biraz böyle bekleyince rahipler:
-“Niçin susuyorsunuz?” diye sordu. O da:
-“Nasıl konuşayım ki aramızda bir MUHAMMED’i var!” dedi. Halk birden galeyana geldi. Bayramı sabote ettiğini düşünerek:
-“Göster onu bize parçalayalım! Diye haykırmaya başladılar.

Baş rahip:
-“Böyle taşkınlık yaparsanız onu size göstermem. Ama ona dokunmayacağınıza söz verirseniz onu size gösteririm.” Deyince halk ona dokunmayacağına söz verdi.

Bunun üzerine Baş Rahip:
“Ey MUHAMMED’i ALLAH için ayağa kalk” dedi.

Bunu diyince Beyazıd hazretleri ayağa kalktı.

Baş Rahip ona:
-“Adın ne?
-“Beyazıd”

Tahsilin varmı?
-“Rabbimin öğrettiği kadar”
“O zaman sana kırk sorum olacak bakalım bile bilecekmisin”.

Beyazıd Hazretleri:
-“Buyrun sorun” dedi.

Baş Rahip:
-“O halde bana ikincisi olmayan biri, üçüncüsü olmayan ikiyi, dördüncüsü olmayan üçü, beşincisi olmayan dördü, altıncısı olmayan beşi, yedincisi olmayan altıyı, sekizincisi olmayan yediyi, dokuzuncusu olmayan sekizi, onuncusu olmayan dokuzu ,on birincisi olmayan onu , on ikincisi olmayan on biri , on üçü olmayan on ikiyi söyle.” Dedi.

Beyazıd hazretleri:

- ikincisi olmayan bir eşi ortağı , dengi-benzeri olmayan ALLAH,ü Teala dır.

- Üçüncüsü olmayan iki GECE İLE GÜNDÜZDÜR.

- Dördüncüsü olmayan üç TALAK,TIR.

- Beşincisi olmayan dört TEVRAT, ZEBUR, İNCİL VE KURANI KERİM’dir.

- Altıncısı olmayan beş BEŞ VAKİT NAMAZDIR.

- Yedincisi olmayan altı GÖKLERİN VE YERİN YARATILDIĞI GÜN SAYISIDIR.

- Sekizincisi olmayan yedi, YEDİ KAT GÖKTÜR.

- Dokuzuncusu olmayan sekiz KIYAMET GÜNÜ ARŞI TAŞIYACAK MELEKLERİN SAYISIDIR.

- Onuncusu olmayan dokuz, HAMİLELİK MÜDDETİDİR.

- On birincisi olmayan on , MUSA a.s ŞUAYB PEYGAMBERE ÇOBANLIK ETTİĞİ YILLARDIR.

- Onikincisi olmayan on bir YUSUF PEYGAMBERİN KARDEŞLERİDİR.

- On üçüncüsü olmayan on iki SENENİN YILLARIDIR.”

Baş Rahip:
-“Doğru dedin Peki söyle bakayım Havadan ne yaratıldı, havada ne muhafaza olundu ve hava ile kim helak edildi?”

Beyazıd Hazretleri:
-“İsa a.s Hava’dan yaratıldı, havada muhafaza edildi.
Ad kavmi Hava ile helak edildi..”

Baş rahip:
-“Peki ne ağaçtan yaratıldı, Ağaçta kim korundu ve ağaç ile kim helak oldu?”

Beyazıd Hazretleri:
-“Musa a.s’ın asası Ağaçtan yaratıldı. Nuh a.s ağaç içinde gemide korundu.
Zekeriya a.s ise ağaç içinde testere ile biçildi.”

Baş Rahip:
-“Pes doğrusu, peki ateşten kim yaratıldı ,ateşten kim korundu ve kim ateş ile helak oldu?”

”-İblis ateşten yaratıldı. İbrahim a.s ateşten korundu. Ebu Cehil ateş ile helak oldu.”

-“Ya taştan kim yaratıldı , taş içinde kim korundu ve taş ile kim helak oldu?”

-“Salih a.s’ın devesi taştan yaratıldı .

- Ashabı Kehf taşta korundu.

- Ebrehe ve ordusu taş ile helak edildi.”

Baş Rahip:

-“Hepsi doğru” dedi. Ve sormaya devam etti:

-“Bir ağaç düşünki on iki dalı her dalında otuz yaprağı ve her yaprağında beş çiçek bulunsun. bu çiçeklerden ikisi güneşe, üçü karanlığa baksın?”

-“Bu ağaç bir yılı temsil eder. On iki dalı on iki aya, Otuz yaprağı otuz güne, Beş yaprak beş vakit namaza, güneşe bakan iki yaprak öğle ve ikindi, geceye bakan üç yaprak ise akşam, yatsı ve sabah namazını temsil eder.”

Baş Rahip her cevapta:
-”Doğru diyorsun” diye itiraf etmekten kendini alamadı ve devam etti:

-“Söylermisin bana:” Alimleriniz ‘Cennette dört nehir vardır: Biri baldan , Biri sütten , Biri sudan, Biri de şerbettendir’ diyorlar. Aynı kaynaktan beslenen dört nehir nasıl farklı farklı akabilir ki?”

Beyazid hazretleri cevap verdi:
- "İnsanın kafasından dört küçük nehir akar. Kulak yağı acı, Göz yaşı tuzlu, Burun salgısı iğrenç, Ağız suyu leziz değimlidir?” Buna ne dersin?

Baş rahip:
-“Birde şu var sizin alimleriniz ‘Cennet ehli yer içer fakat abdest bozmaz, su dökmez’ diyorlar.”

Hazret:
-“Ana rahmindeki cenin de öyle değimlidir?”
-“Peki hacca giden tavaf eden ama canı ruhu olmayan bir şey ne olabilir?”
Beyazıd Hazretleri:
-“Nuh a.s’ın gemisidir. Tufanda Kabe’yi tavaf etmiştir.” dedikten sonra Baş Rahibe döndü ve
-“Sanırım bu kadar soruya cevap verdikten sonra bana da soru sorma hakkı doğdu” dedi. Ve:
-“Ben müsaade ederseniz size sadece bir soru soracağım ve cevabını bildiğinizden de adım gibi eminim.”
-“Buyurun sizi dinliyorum.”
-“Cennet Kapılarının üzerinde ne yazar?”
Baş Rahip konuşmadı. Etrafındakiler rahatsız oldu ve Ey Büyüğümüz Cevabını ver ve bizi mahcup etme!” diye yalvarmaya başladılar.

Bunun üzerine Baş Rahip:
-Doğrusunu sorarsanız bu sorunun cevabını biliyorum. Ama…”
-“Ama ne?”
-“Siz bu cevabı kaldıramazsınız.”
-Söz veriyoruz katlanacağız, Bedeli ne olursa olsun ödemeye hazırız.”

Bunun üzerine Baş Rahip:
-“O halde beni iyi dinleyin.”
-Cennetin anahtarı ve cennet kapılarının üzerinde yazılan şey aynı şeydir. O da "LA İLAHE İLLALLAH MÜHAMMEDÜRRESULULLAH" dır. Cennet kapılarının üzerinde bu ibare yazılıdır.”

Bunu deyince oradaki herkes kelime i şahadet getirerek Müslüman oldu.

Sonra baş Rahip Beyazıd hazretlerine dönerek:
-“Ben çoktan Müslüman olmuştum ama beni öldürürler diye bunu herkesten saklıyordum. Allah’a dua ederek kamil bir dostunu göndererek bana yardımcı olmasını, etrafımdakilerin de islam ile müşerref olmasını nasip etmesini istemiştim.

Allah seni gönderdi” dedi...

Teslis inancı

Teslis inancı iyice kafamı karıştırmıştı. Katolikler Hz. İsa’nın hem Tanrı olduğuna, hem de Tanrının Oğlu olduğuna inanıyorlar. Bu nasıl olabilirdi? Hıristiyanlar İsa Mesih’in insanların günahlarına kefaret olması için öldüğüne inanıyorlar. Bu inanışı da sorgulamaya başladım.

–Ziyaretine gittiğiniz papaz sorularınıza nasıl cevaplar verdi?

Bu konuları fazla karıştırmamam gerektiğini, İsa Mesih’e inanmaya devam edersem mutlu olacağımı söyledi. Bu papazın dışında üç papazı daha ziyaret ettim. Onlardan başta teslis olmak üzere Hıristiyanlıktan şüphe duymama neden olan sorularımı cevaplamalarını istedim. En son ziyaret ettiğim papaz sorularımı dinledikten sonra sessiz bir şekilde ağlamaya başladı. Kendisine niye ağladığını sorduğumda cevap olarak “Ben de yıllardır teslis konusunda şüpheler taşıyorum. Bu soruya bir türlü cevap bulamadım. Bence doğru yoldasın, İslam’ı araştırmaya devam et” dedi.

Papazın bu cevabı beni çok şaşırttı ve son ziyaretimden sonra Allah’ın tek olduğuna kesin olarak inanmaya başladım. Bu süreçte gerçeğin peşine düştüm ve sabah akşam İslam hakkında kitaplar okudum. Kur-an’ı ve İncil’i yanımdan ayırmıyordum, sürekli olarak İncil’le Kur-an arasında kıyaslamalar yapıyordum. Belli bir süre sonra İslam’ı daha iyi tanımak için bir İslam Ülkesi’ne gitmeye karar verdim ve 3.5 yıl önce Mısır’a yaptığım gezi sırasında Müslüman olmaya karar verdim.

Müslüman olan İtalyan kız Rahme (Elisa)

Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin bir kerameti

Türkler Dinlerini İyi Bilir!

Nâmık Bulut Bey anlattı:
“Dârüşşafaka Lisesi’ni bitirip Almanya’nın Konstanz şehrine mühendislik tahsiline giderken, veda edip ellerini öpmek üzere Abdülhakim Efendi hazretlerine uğradım. Ellerini öptükten sonra ‘Cebindeki defteri çıkar!’ buyurdular. Ben de defteri çıkardım.

Üç tane sual ve o suallerin altına cevaplarını yazdırdı: Sana orada cihaddan sorarlar. Neden siz insanları öldürmek, memleketleri istilâ etmek için Viyana’ya kadar geldiniz? derler. Onlara, cihad Allahü teâlâ’nın dinini insanlara duyurmak demektir. Adam öldürmek ve memleket istilâ etmek için cihad yapılmaz. Sizin kendi aranızdaki din harblerinde ölenlerin sayısı müslümanların cihad neticesinde öldürdüğü insanların sayısından daha fazladır, dersin. Fransa’da Katoliklerin [1572’de] St. Barthelemy günü Protestanlara yaptığı ve binlerce kişinin öldüğü katliâmdan bahsedersin. Sonra sana taaddüd-i zevcâddan [birden fazla kadınla evlenme] sorarlar. Onlara dersin ki, İslâmiyyette bu bir emir değil, izindir. Bunun da sebepleri şunlar şunlardır. Siz bana temin eder misiniz ki Avrupa’da tek kadınla iktifâ eden ve metres tutmayan erkek yoktur, dersin.

Üçüncü olarak da domuz eti neden yemiyorsunuz? Artık çok temiz bir şekilde domuz yetiştiriliyor, derler. Sen de onlara, kul Allahın emirlerine uyar, sebebini sormaz. Allahü teâlâ bize pek çok şeyi helâl etmiş, domuz eti yemeği de yasak etmiş. Bu kadar helâl varken domuz eti yenmese ne olur? Rabbimizin hatırı yok mu? Dersin buyurdu ve ‘Şimdi bunu cebine koy!’ dedi. Ben de başka bir şey diyemedim. Avrupa’ya gittim.

İki buçuk sene geçti. Üniversitede bir yemek davetine gitmiştim. Herkes toplanmıştı. Benim Türk olduğumu öğrenince içlerinden, sonradan ilahiyatçı olduğunu öğrendiğim birisi, ‘Size suallerim var’ dedi. Bana Efendi Hazretleri’nin buyurduğu o üç suali sordu. Cevaplarını zaten ezberlemiştim. Defterdeki gibi cevap verdim. Adam bozuldu. ‘Türkler dinlerini çok iyi bilirler’ dedi.

Evliya var mıdır?

Mülkiye me’zunu olup müfettişlikten tekâüde ayrıldıktan sonra Hocapaşa camiinde va’z veren Üsküdarlı Mustafa Barçın anlattı:

Ben yıllar önce evliyâ var mıdır, varsa acabâ kimdir? diye merak ederdim. Bir defasında İstanbul’a gelmiştim. Bir dişçi ahbabıma gittim. O da bana seni âlim bir zâta götüreyim mi? dedi. Gidelim dedim. Bâyezid camiine gittik. Seyyid Abdülhakîm efendinin va’zını dinledik. Çıktıktan sonra bu zât acaba nasıl birisidir diye merak edip Eyyüb’ün iki meşhur hocasına gittim. Birincisine sordum. Biraz ilmi vardır dedi. İkincisine gittiğimde bu hocanın söylediğini de söyledim. Ikinci hoca efendi “Onu söyleyen hocanın Seyyid Abdülhakîm efendinin topuğuna erişmesi için kırk ambar arpa yemesi lâzım“ dedi ve

“Seyyid Abdülhakîm efendinin va’zını dinlerken, hârikulâde bir şey görmediniz mi?“ diye sordu. Ben de hayır dedim.

“O va’z vermeye başladığı zaman, önünde oturduğu pencerenin dışına iki güvercin gelir. Onun va’zını dinlerler. O va’zı bitirip de dua etmek için ellerini açtığı zaman, onlar da kanatlarını açarlar. O iki güvercin melektir“ dedi.

DÜNYA

“(Ma’rifetnâme)de yazılı hadîs-i şerîflerde buyuruyor ki, (Mes’ûd o kimsedir ki, dünyâ onu terk etmezden önce, o dünyâyı terk etmişdir), (Arzûsu âhıret olup, âhıret için çalışana, Allahü teâlâ dünyâyı hizmetci yapar), (Yalnız dünyâ için çalışana, yalnız kaderinde olan kadar gelir. İşleri karışık, üzüntüsü çok olur), (Âhıretin sonsuz olduğuna inanan kimsenin, bu dünyâya sarılması, çok şaşılacak şeydir), (Dünyâ sizin için yaratıldı. Siz de âhıret için yaratıldınız! Âhıretde ise, Cennetden ve Cehennem ateşinden başka yer yokdur), (Paraya, yiyeceğe tapınan kimse helâk olsun!), (Sizlerin fakîr olacağınızı düşünmiyor, bunun için üzülmiyorum. Sizden önce gelmiş olanlara olduğu gibi, dünyânın elinize bol bol geçerek, Allahü teâlâya âsî ve birbirinize düşman olmanızdan korkuyorum), (Mal ve şöhret hırsının insana zararı, koyun sürüsüne giren iki aç kurdun zararından dahâ çokdur), (Dünyâyı terk eyle ki, Allahü teâlâ seni sevsin. İnsanların malına göz dikme ki, herkes seni sevsin!), (Dünyâ, geçilecek bir köprü gibidir. Bu köprüyü ta’mîr etmekle uğraşmayın. Hemen geçip gidin!), (Dünyâya, burada kalacağınız kadar, âhırete de, orada kalacağınız kadar çalışınız!)
Dünyâ zıll-i zâildir. Ona güvenen nâdimdir. O seninle kalsa da, sen onunla kalmazsın. Dünyâdan çıkmadan önce, kalbinden dünyâ sevgisini çıkar. Dünyâ lezzetlerine aldanmıyan, Cennet ni’metlerine kavuşur. İki âlemde azîz ve muhterem olur. Dünyâ harâbdır. Şerbetleri serâbdır. Ni’metleri zehrli, safâları kederlidir. Bedenleri yıpratır. Emelleri artdırır. Kendini kovalıyandan kaçar. Kaçanı kovalar. Dünyâ bala, içine düşenler de sineğe benzer. Ni’metleri geçici, hâlleri değişicidir. Dünyâya ve buna düşkün olanlara inanılmaz. Çünki, bunlarda vefâ ve safâ bulunmaz. Fânî olanın sevgisini kalbinden çıkar ki, bâkî olanı alasın. Kendini bilen kişinin bu dünyâya düşkün olmasına şaşılır. Şakîler dünyâya sarılır. Sa’îdler bâkî olana sarılır. Bedeninle dünyâda ol, kalbinle âhıreti bul! Nefsin arzûlarını terk eden pâk olur, âfetlerden selâmet bulur. Allahü teâlânın râzı olmadığını terk edene, Allahü teâlâ ondan iyisini ihsân eder. Dünyâyı anlıyan, onun sıkıntılarından üzülmez. Dünyâyı anlıyan, ondan sakınır. Ondan sakınan, nefsini tanır. Nefsini tanıyan, Rabbini bulur. Mevlâsına hizmet edene, dünyâ hizmetçi olur. Dünyâ insanın gölgesine benzer. Kovalarsan kaçar. Kaçarsan, seni kovalar. Dünyâ, âşıklarına mihnet yeridir. Lezzetlerine aldanmıyanlara, ni’met yeridir. İbâdet edenlere kazanç yeridir. İbret alanlara hikmet yeridir. Onu tanıyanlara selâmet yeridir. Ana rahmine nisbetle, Cennet gibidir. Âhırete nisbetle çöplük gibidir. Yediyüzseksenaltıncı [786] sahîfeye bakınız!
Ölümden önce olan herşeye dünyâ denir. Bunlardan, ölümden sonra fâidesi olanlar, dünyâdan sayılmaz. Âhıretden sayılırlar. Çünki dünyâ, âhıret için tarladır. Âhırete yaramıyan dünyâlıklar, zararlıdır. Harâmlar, günâhlar ve mubâhların fazlası böyledir. Dünyâda olanlar ahkâm-ı islâmiyyeye uygun kullanılırsa, âhırete fâideli olurlar. Hem dünyâ lezzetine, hem de âhıret ni’metlerine kavuşulur. Mal iyi de değildir, kötü de değildir. İyilik, kötülük, onu kullanandadır. O hâlde, mel’ûn olan, kötü olan dünyâ, Allahü teâlânın râzı olmadığı, âhıreti yıkıcı yerlerde kullanılan şeyler demekdir. Kendini ve Rabbini unutup, lezzetlerine, şehvetlerine düşkün olanlar, yolda hayvanının süsü ile, palanı ile, otu ile uğraşıp, arkadaşlarından geri kalan yolcuya benzer. Çölde yalnız kalıp, helâk olur. İnsan da, ne için yaratılmış olduğunu unutup, dünyâ zînetlerine aldanır, âhıret hâzırlığı yapmazsa, ebedî felâkete sürüklenir. Dünyâ sevgisi âhırete hâzırlanmağa mâni’ olur. Çünki, kalb onu düşünmekle, Allahı unutur. Beden, onu elde etmeğe uğraşarak ibâdet yapamaz olur. Dünyâ ile âhıret, doğu ile batı gibidir ki, birine yaklaşan, ötekinden uzak olur. Bir kimse, ibâdetini yapmaz ve geçiminde, kazancında Allahü teâlânın emrlerini ve yasaklarını gözetmezse, dünyâya düşkün olmuş olur. Allahü teâlâ herkesin kalbini bundan soğutur. Bunu kimse sevmez.

Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye

Himmet-i evliyâ bize yâr iken

Himmet-i evliyâ bize yâr iken
Şâh-ı Nakşibendî ser-hünkâr iken
Seyyid Tâhâ, Sıbgatullah var iken
"Kâbe kavseyn"e dek seyrânımız var.
~~~~Salih Baba Divanı~~~~