Namaz ve küfür

 (Namaz, ibadetlerin en kıymetlisidir)

Sual: “İnsan ile küfür arasındaki fark, namazı terk etmektir” buyruluyor. Bunu nasıl anlamalıyız?

Cevap: (Kitâb-ül-fıkh-alel-mezâhib-il-erbe’a)da, namazı anlatmağa başlarken diyor ki, (Namaz, İslâm dininin direklerinden en ehemmiyetlisidir. Allahü teâlâ, kullarının yalnız kendisine ibadet etmeleri için, namazı farz etti. Nisâ sûresinin yüzüçüncü âyeti, namaz müminler üzerine, vakitleri belirli bir farz oldu demektir. Hadîs-i şerifte, (Allahü teâlâ, her gün beş vakit namaz kılmağı farz etti. Kıymet vererek ve şartlarına uyarak, her gün beş vakit namaz kılanı Cennete sokacağını, Allahü teâlâ söz verdi) buyuruldu. Namaz, ibadetlerin en kıymetlisidir. Hadîs-i şerifte, (Namaz kılmayanın, İslâmdan nasibi yoktur!) buyuruldu. (Mişkât)da ve (Künûz-üd-dekâık)da ve (Sahîhayn)de ve (Halebî)de bildirilen hadîs-i şerifte de, (İnsan ile küfür arasındaki fark, namazı terk etmektir!) buyuruldu. Bunun manası, (İnsan ile küfür, ayrı ayrı iki varlıktır. İkisini birleştiren yol, namaz kılmamaktır. Aralarından, namaz kılmamak kalkınca, yani bir insan namaz kılarsa, bu insan ile küfür arasında yol kalmaz. İkisi birbiri ile birleşmez.) Bunun manası, (Küfür bir özelliktir. Kendi kendine bulunmaz. Bazı insanda bulunur. Küfür bulunan insanda namaz kılmamak vardır. Küfür bulunmayan insanda namaz kılmamak yoktur. Küfür bulunan insan ile küfür bulunmayan insan arasındaki fark, namaz kılıp kılmamaktır) demektir. Bu hadîs-i şerif, (İnsan ile ölüm arasındaki fark, nefes almamaktır) sözüne benzemektedir. Ölüm bulunan insan nefes almaz. Ölüm bulunmayan insanda nefes almamak yoktur. Nefes almamak bulunan insanın ölü olduğu anlaşılır. Bu hadîs-i şerif, namaz kılmakta tembellik edenleri şiddetle korkutmaktadır.

(Tam İlmihal s. 212)

Allâh Rasûlü’ne komşu olanların talepleri ayak uzatılarak dinlenmez

 ßirqün hasta yatağında bayqın ve sararmış bir vaziyette yatarken Sultan Abdülazîz’e:

“Medîne-i Münevvere mücâvîrlerinden bir dilekçe var!” denildiğinde yâverlerine:

“–Derhâl beni ayağa kaldırınız! Harameyn’den qelen talebeleri ayakta dinleyeyim! 

Allâh Rasûlü’ne komşu olanların talepleri, böyle ayak uzatılarak edebe muqâyir bir şekilde dinlenmez!..” diyerek Medîne’ye ve Hazret-i Peygamber -Sallâllâhû Aleyhi Ve Sellem'e olan muhabbetini qüzel bir sûrette izhâr etmiştir.

Her Medîne-i Münevvere postası qeldiğinde abdest tâzeler, mektupları: «–ßunlarda Medîne-i Münevvere’nin tozu var!» diye öpüp alnına qötürür, ondan sonra başkâtibe uzatır ve: «–Aç, oku!» derdi...

Bu Büyükler ankâ kuşu gibidir

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eshâb-ı kirâmın hepsi *Şehîd*’dir kardeşim. Neden? Allah yolunda *Cihâd* etdikleri için. Dîn-i islâmı *Yaymak* için Arabistânı terk etdiler. Allah yolunda *Cihâd* için yürüdüler ve *Şehîd* oldular. 


Bizim *Âbiler* de hepsi *Şehîd* olacaklar, yatakda ölseler bile. Niçin? Allah *Yolu*’nda yürüdükleri için. Şehitler, ölürken hiç *Acı* çekmezler. Daha doğrusu öldüklerinin farkına bile varmazlar.


*Nevm-ül âlimi ibâdetün*. Ne demek bu? Âlimin uykusu *İbâdet*’dir. *Âlim*, çok kitap okuyan, çok şey bilen değil efendim. *Âlim*, hakkı bâtıldan ayırandır. Yâni bu *Doğru*, bu *Yanlış* diyebilendir. 


Biz zâten *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinden bunu öğrendik. Bu *Sevilir*, bu *Sevilmez*. O hâlde bütün arkadaşlarımız *Âlim*’dir, uykuları *İbâdet*’dir. Bu ni’mete nasıl şükredilir kardeşim? 


Abdülhakim Efendi hazretleri buyururdu ki: Bu *Büyük*'ler ankâ kuşu gibidir. *Ankâ* kuşunun nerde olduğu belli değil. *İsmi* var, *Kendi*’si yok. İşte *Büyük*'ler, böyledir kardeşim. 


Çok *Az*’dırlar, ama çok *Kıymetli*’dirler. Onları, ancak *Nasîb*’i olanlar görebilir. Bu *Büyük*’lere kavuşmak, büyük *Ni’met*. O Büyüklere kavuşamıyan, *Talebe*’lerine kavuşursa, yine büyük *Ni’met*’dir. 


Hele *Kitap*’larına kavuşursa, çok büyük *Ni’met*’dir. Yalnız isimlerine kavuşsa, gene ni’metdir. O Büyüklerin *İsim*’leri söylendiği zaman, Allahü teâlâ *Hâtır*’lanır kardeşim. 


Çünkü onların, *Dünyâ* ile hiç alâkaları yok. *İlgi*’leri yok. Kalplerinde hiç dünyâ *Sevgi*’si yok. Bunun için o *Büyük*’ler anıldığı zaman, *Allah* hâtıra gelir. 


*Allahü teâlâ*’nın hâtırlandığı yere de *Rahmet* yağar. Rahmet yağar ne demek? Yâni orada bulunanların hepsi *Afv*’edilir. Bir mü’minin, dünyâda kavuşacağı en büyük makâm da, *Afv*’a uğramakdır zâten.

Ne yaptın ki Allah kabul etsin diyorsun!

 Namazdan sonra Tekabbelallah demeyin! Ne yaptın ki Allah kabul etsin diyorsun! Bunun yerine Bârekellah yani Allahu Teala mübarek etsin deyin. 

(Seyyid Abdülhakim Arvasi "kuddise sirruhu")

Ahlâk bulaşıcıdır

 “İyi huylu olmak için, iyi huylu kişilerle arkadaşlık etmelidir. Çünkü insanın ahlâkı, arkadaşının huyu gibi olur. Ahlâk, hastalık gibi sârîdir, yâni bulaşıcıdır”

(Abdullah bin Mübârek hazretleri)

İHLÂS VE RİYÂ

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Şimdi de sana riyâ nedir, ihlâs nedir, onları anlatayım ki, amellerini riyâdan sakınabilesin. Zira, riyâ şirktir.  

Fudayl İbn-i İyaz rahmetullahi aleyh, müritlerine nasihat ederek buyurdu ki:  

— Ne yapın yapın, birbirinizi ihlâsa götürün.  

Müritleri sordular:  

— Yâ Şeyhî Bize riyânın ve ihlâsın ne olduğunu lütfen bildir.  

Hazret-i Şeyh cevap verdi:  

— Kişi, kendisini halkın izzetinden, hürmetinden ve şöhretinden vaz geçirip horluğa ve alçak gönüllülüğe bırakmayınca, ihlâsı elde edemez. Yoksa, bu halk ile karışıp kaynaşmak, halktan izzet ve hürmet beklemek kişiye riyâ getirir. Sizler, kendinizi ve amellerinizi halktan gizlemeğe bakınız. Hak teâlâ sizin iradeniz olmadan sizi aşikâre ederse, ondan size bir ziyan gelmez.  

Bilmiş ol ki, bu hak yolunun eşkıyaları vardır, din ve imân yağma ederler. Bu yolun hırsızları da sıdk ve ihlâsı çalarlar. Kişiyi, dünyadan âhirete imânsız gönderirler. Bu gibiler pek çoktur, fakat hepsinden büyük ve hayırsız olanı RÎYÂ'dır, diğerleri tamamen buna tâbidir. Nitekim, dünya sevgisinin de bütün şerlerin başı olduğunu evvelce anlatmış ve açıklamıştık. 

Evet, kişinin bütün amellerini hiç edip, ahirette zarara uğramışlardan olarak gönderen de riyâdır ama riyâya da sebep yine dünyadır ve dünya sevgisidir, kibirdir, dünyanın izzetini, hürmetini, şöhretini sevmektir. Bunların hepsinden birden kişinin nefsini kurtarması gerektir, ki insan ihlâsa ulaşabilsin.  

İhlâs ona derler ki, işlenen her amelin cidden ve hakikaten Hak için işlenmesidir. Böyle yapılırsa, amel o vakit sırf hak için olur ve hiçbir amelinden ne dünyevî ne de uhrevî hiçbir şey ummazsın. Şu hâlde, günahlarını halktan sakladığın gibi, amellerini de gizlemeli, yani ibadet ve tâatini, bütün iyi amellerini saklamalısın. Hatta, o kadar ki günahlarını gizlememeli, fakat amellerini gizlemelisin. Seni, yaramaz ve hayırsız tanısalar bile, aldırış etmeyerek amelini gizlemeli ve tâatini kimseye bildirmemelisin. 

Hak teâlâ, ortak kabul etmez. Nitekim, buyurur: “Bana şerik yoktur. Şerik edinmekten müstağniyim.” Her kim, herhangi bir amel işler ve o amelinin yarısını bağışlarsa yani o ameli işlemesinde benden gayrı bir maksudu bulunursa, ben ondan da müstağniyim ve o gibi kimselerden rahatsızım. Zira, o müşrik olmuştur ve ben onu cehenneme atarım, demektir. Nitekim, Kur'an-ı kerimde buyurur: “Rabbinin İbadetine kimseyi şerik etmesin.” (Kehf sûresi: 110)

Riyâ, herkese gelebilir ama bazıları çabuk def ederler. Nitekim, ihlâs ile mümtaz olanlar, bunu başarmışlardır. Fakat, riyâ öyle gizli bir şeydir ki, değme kişiler dahi ondan gafil olurlar. Bunun içindir ki, aleyhissalâtü vesselam efendimiz: “Riyâ gayet gizlidir. Karanlık gecede, kara bir karıncanın kara bir bez üzerinde yürümesi gibi belirsizdir, buyurmuşlardır.” 

Şu hâlde, ihlâs ile amel etmek isteyenler, bir gizli yerde, temiz ve hâlis bir niyetle oturup ibadet ve tâ’atle meşgul olmalı, hiç kimse görmemeli, hiç kimseye söylememeli, yani: (Ben şöyle ibadet ederim, böyle oruç tutarım,) dememelidir.  

Eğer, bütün amelleri mi, yoksa yalnız farz olan amelleri mi gizlemek gerektir, diye soracak olursan, hemen cevap vereyim: Farz olan amelleri açıklamak gerekir. Beş vakit namazı cemaatle kılmak, Ramazan ayında oruç tutmak, halk ile bayram etmek, hac ve zekât farz olunca hacca gitmek ve zekât vermek, bu ve bunun gibi amelleri açıktan yapmak gerekir. 

Eğer, bunlar açıklanmaz ve halktan gizlenirse, dedikodulara, kötü zanlara sebep olabilir, insanın arkasından. (Bu namaz kılmaz, oruç tutmaz, zengin olduğu halde zekâtını vermez, hacca da gitmez.) gibi sözler ederler, günaha girerler. Müslümanları bu şekilde günaha sokmak caiz değildir. Onun için, bu gibi amelleri açıklamak daha hayırlıdır. Fakat, bunda da aşırılığa gidip herkesi huzursuz etmemelidir. Herhangi bir mescitte, beş vakit namazı cemaatle kılmak, zekât verdiği kimseye, bunun zekât olduğunu söylemek kifayet eder. 


Bir de bu farz olan amellere riyâ karıştırmamaya çok dikkat etmelidir. Bunları kendisine: (Bu adam, beş vakit namazını kılar, orucunu tutar, hacca gidip geldi, zekâtını da muntazaman verir, çok iyi ve çok salih kişidir) denmesi için yaparsa, riyadır. 


Yani, borcu ödenir farz kendisinden sâkıt olur ama sevap hâsıl olmaz. Gerçi, bazıları farzların edasında riyâ olmayacağını ileri sürmüşlerse de bu söz zayıftır. Şunu muhakkak bilmelisin ki, farz amellerde bu neviden riyâ karışması, Hak teâlâ katında hâsıl olacak ecir ve sevaba mânidir. 


Diğer taraftan, nafile namazların, nafile oruçların, nafile hacların, sadakaların ve benzeri hayır ve hasenatın, mutlaka gizli yapılması gerektir, ki riyâ olmasın. Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: “Sadakalarınızı öyle gizli veriniz ki, sağ elinizle verdiğinizi, sol eliniz duymasın.” buyurmuşlardır.  


Hak teâlâ hazretleri de sadaka verilen kişinin asla incitilmemesini irade buyurmaktadır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır: “Ey imân edenler Allâha ve ahiret gününe inanmadığı halde, insanlara gösteriş olsun diye malını harcayan kimse gibi, sadakalarınızın ecrini başa kakarak ve gönül kırmak suretiyle iptal etmeyiniz.”  (Bakara sûresi: 264)


Sözün kısası, farz olan amellerden gayrı bütün amelleri, Allahu teâlâdan başka hiç kimsenin bilmemesi hayırlıdır.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumî Hazretleri)

Helal lokmanın faydaları

 Helal lokma o vücuda Hakkın muhabbetinin meyvelerini zuhur ettirir.Temiz kalbden zuhur eden bu huccet semeresini vücudun uzuvlarında, sinirlerinde gösterir.İbadet ve taat de bu meyvelerdir.Karanlık bir kalbden dahi vücûdun uzuvlarına ve sinirlerine zulmet yayılarak inâd ve Allahu Teala’nın emirlerine karşı gelmek ve çeşit çeşit habislikler zuhur eder.


Seyyid Abdülhakim Arvasi kuddise sirruhu

İnsan aklı ve vesvese

İnsanın aklına özellikle imanı ile ilgili yersiz, saçma sapan fikirler, düşünceler gelmektedir. Bu da insanda dinden çıktığı gibi korkuya, endişeye sebep vermektedir. Seyyid Ahmet Arvasi aşağıda yer alan makalesinde bu düşüncelerin kaynağını ve bundan nasıl kurtulabileceğimizi açıklıyor.


“Hatarat”Arapça bir kelimedir.Sözlük manası itibari ile hem tehlikeler hem de akla gelen fikirler,vesveseler ve suizanlar demektir.Psikologlar, insan aklının, sürekli olarak zıtlar arasında yalpaladığını görmüşlerdir.İnsanın aklına ak deyince kara da gelir.Yani iyi ile kötü, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin,hürriyet ile esaret,adalet ile zülüm, tevhid ile kesret birbirini tedai ettirir.Bu, insan aklının bir özelliğidir psikologlar bunu tedai (çağrışım) kanunları olarak adlandırılırlar.Böyle olduğu içindir ki akıl, iman konularını incelerken farkında olsun olmasın küfrün saldırılarına uğrar.Siz, imanınızın hazzını ve heyecanını yaşamak isterken, aklınız, nefsi emmarenin sinsi ve şeytani oklarına hedef olur;zihniniz çeşitli vesvese ve suizanlar ile bulanır.Bir çok okuyucumun mektup ve telefonlarından öğrendiğime göre, onların büyük bir çoğunluğu bu ruh halini yaşamakta ve bundan tedirgin olmaktadır.Kimisi imanından şüphe etmekte kimisi yaptığı ibadetlerin işe yaramaz duruma geldiğine inanmaktadır. Hemen hepsi bundan kurtulmanın bir çaresi yok mudur diye sormaktadır.

Okuyucularımın bilmesi gerekir ki;kalpte Allah ve Resulü‘ne karşı derin bir sevgi ve aşk taşıyan mü'minlerin, aklına gelen vesvese ve zanların hiçbir tehlikesi yoktur.Bunlar küfür değil, nefsi emmareye bağlı zihni cilvelerdir.Bu karanlık çizgiler ve noktalar, gönlümüzde taşıdığımız imanın nuru karşısında kaybolup giderler. Küfre yenik düşmemek için akıl kalemiz gibi, gönül sarayımızı da iyi donatmamız gerekir.Çünkü sevgi ile şüphe bir arada barınamaz;sevgi şüpheleri izale eder.


Seyyid Ahmet Arvasi

Din konusunda kendi aklına, kendi görüşüne uyan, mâzallah imanını kaybeder

 Din konusunda kendi aklına, kendi görüşüne uyan, mâzallah imanını kaybeder. Tövbe etmezse Cehennemde sonsuz yanar.Kardeşlerim, dinimiz nakil dinidir, akıl dini değil. Yani İslamiyet bize nasıl geldiyse öyle yapacağız. Aklımıza göre yaparsak, yanlış olur.

(Muhammed Hacı Efdal hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Ehl-i bid’atın yüzüne gülme

 Ehl-i bid’atın yüzüne gülenin dini yıkılır.

(Hüseyin Hilmi Işık “kuddise sirruh” hazretleri)

Farz borcu varken nafile ile meşgul olmak ahmaklıktır

 Farz borcu varken nafile ile meşgul olmak ahmaklıktır. Çünkü farz borcu olanın nafile ibadetine sevap verilmez.

 Peygamber efendimiz aleyhisselam da; “Üzerinde farz namaz borcu olan kimse, bunu kılmadan nafile kılarsa, boş yere zahmet çekmiş olur” buyuruyor. Şimdi anladın mı evladım?

(Ahmet Kuseyri hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Kazası olanların farzlardan başka hiçbir ibadetlerine hiç sevab verilmez

 Kazası olanların, farzlardan başka hiçbir ibadetlerine, hiç sevab verilmez.Farz ibadetin yanında nafile ibadetlerin hiç kıymeti yoktur. Deniz yanında, damla kadar bile değildir. Şeytan insanları aldatarak, kazaları kıldırtmıyor, nafile kılmayı, nafile hacca ve ömreye gitmeyi güzel gösteriyor.Ve zekat verdirmeyip, nafile hayırları, göze güzel gösteriyor.Sünnet ve nafilelerin, söz verilen büyük sevapları, farz borcu olmayanlar, kazalarını ödeyenler içindir.

(Kâdî Muhammed Zâhid “kuddise sirruh” hazretleri)

Zekat vermeyip sadaka verenler

 Zekat vermeyip sadaka verenler,İblisin en sevdiği kimselerdir.

(Şemseddin Sivasi hazretleri "rahmetullahi aleyh")

Peygamberler aslında vahiy almıyor muydu?

Peygamberler aslında vahiy almıyor muydu? Vahiy sandığımız şey bir hastalık hali mi? Seyyid Ahmed Arvasi bu konuyu şöyle açıklar:

“Vahiy” kelimesinin sözlük manası “fısıldamak”, “gizli konuşmak”ve “acele etmek”tir.Dindeki manası ile “vahiy”ise Yüce Allahın peygamberlerine bildirdiği mesajları,haberleri ve emirleri ifade eder.Bunun nasıl ve ne şekilde olduğunu peygamberlerden başkası anlayamaz.Vahiy esnasında peygamberlerin kendinden geçtikleri ve dış dünyadan “koptukları”görülür. Öyle ki tamamı ile “içe kapanır” ve gelen mesajları korkunç bir iç dikkat ile dinlemeye geçerler. Bu mesajlar “vasıtalı veya “vasıtasız”olabilir.Vahiy idrak edilirken “peygamberlerin şuuru” çok berraktır ve ancak içe dönüktür.Hafıza tam uyanık olup gelen mesajları olduğu gibi tutar ve asla unutmaz.Vahiy peygamber idrakına inen bir nur şeraresi biçiminde tezahür ettiği için bu esnada Allah elçileri sarsılır, titrer,sararır ve ter dökerler . Peygamberlerin yanında bulunanlar bile vahyin ağırlığını duyar kıpırdamaz duruma düşerler.Nitekim bir defasında peygamberimiz deve üzerindeyken vahiy gelmiş sırtına oturduğu deve vahyin ağırlığına dayanamayarak arka ayakları üzerine çökmüştü.Evet vahiy böyle bir haldir.Vahye inanmayan çevreler peygamberlerin bu hallerini şu veya bu tarzda yorumlayarak lekelemek istemişlerdir.Bu gibilere göre bu pekala bir cinnet hali yahut sara nöbeti yahut histeri krizi olabilirdi. Oysa ilmi araştırmalar kesin olarak göstermiştir ki sara veya benzeri hastalık durumunda şuur tamamı ile kaybolur hafıza görev yapamaz ve hasta nöbet esnasında neler cereyan ettiğini bilemez.Bu durum da ortaya koymaktadır ki vahiy pırıl pırıl bir şuura,sağlam bir hafızaya ve yüksek bir idrake bağlı olarak tecelli ettiği halde yukarıda sözünü ettiğimiz patolojik hallerde şuur tamamıyla örtülüdür, hafıza kayıptır ve idrak kapalıdır.

Silsile-i aliyye ne demektir?

Behaeddin-i Buhari, İmam-ı Rabbani gibi zatların da içinde bulunduğu silsileye, (Silsile-i aliyye) yani “yüksek silsile” denmiştir.


“Silsile” kelimesi, “Birbirine bağlı, birbiriyle ilgili şeylerin oluşturduğu dizi, sıra, halka” anlamına gelir. Mürşid-i kâmil yani âlim ve evliya olan zatlar, yetiştirdikleri ve artık başkalarını yetiştirebilecek hâle gelen talebelerine, halifelik ve icazet verirler. Sonra onlar da talebe yetiştirip, onlar da yetişen talebelerine böyle icazet verirler. Böylece, “âlimler silsilesi” meydana gelir. Bu halka, Peygamber Efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) kadar ulaşır…

Behaeddin-i Buhari, İmam-ı Rabbani, Mevlâna Halid-i Bağdadi gibi zatların da içinde bulunduğu silsileye, (Silsile-i aliyye) yani “yüksek silsile” denmiştir.(Silsilet-üz-zeheb) yani “altın silsile” de denir.


Hocasız, icazetsiz, İslam âlimi olmaz. Mutlaka Resulullaha dayanan bir silsilesi olur. Mesela, İmam-ı Rabbani ve Abdülkadir-i Geylani hazretleri gibi her Ehl-i sünnet âliminin, Peygamber Efendimize kadar bütün hocaları bellidir. Ancak böyle bir zata bağlanılır ve Onun kitapları okunur. Yazdıkları doğru bile olsa, rastgele kimselerin kitapları okunmaz. Böyle bir zat bulamayan, yine böyle yetkili olan, yani silsilesi belli ve icazet sahibi olan bir âlimin yazdığı kitapları okuyarak, onu kendine rehber kabul etmelidir.


İmam-ı Rabbani hazretleri daha dört asır önce buyuruyor ki:


“Bu yüksek yolun yolcuları garip oldular, azaldılar. Şimdiki tarikatçıların yoluna bid’atler karıştığı ve bu yolu bozdukları için, Resulullahın sünnetine sarılmış olan büyükler, tanınmaz oldu. Bu bilgisizlikten dolayı, çoğu da, kısa görüşlü oldukları için, bu yüksek yola bid’atler karıştırdılar. Milletin kalblerini bu bid’atlerle kazanmaya çalıştılar. Böyle yapmakla, İslam dinini olgunlaştırdıklarını sandılar. Bunlar, bu yüksek yolu yıkmaya, uğraşıyorlar.” (2/62)

İmam-ı Rabbani hazretleri diğer bir mektubunda da buyuruyor ki:

“Bu yol, tam Eshab-ı kiramın yoludur, çünkü o büyükler, Resulullah Efendimizin sohbetinde, daha birinci günde, öyle şeylere kavuştu ki, sonra gelen en büyük evliya, en sonda, ancak bundan bir parçaya kavuşabilmiştir. İşte bunun içindir ki, Hazret-i Vahşi, Hazret-i Hamza’yı şehit etmişken, Müslüman olunca bir kere Resulullahın sohbetiyle şereflendiği için, Tabiin’in en üstünü olan Veysel Karani’den daha üstün oldu. Resulullahın sohbetinin başlangıcında Hazret-i Vahşi’ye nasip olanlara, Veysel Karani, o kadar yüksek olduğu hâlde en sonda bile kavuşamadı. Demek ki, zamanların, asırların en iyisi, Eshab-ı kiramın asrıdır. İşte büyüklerimizin yolu da, ‘altın silsile’dir. Bu yolun başka yollardan üstünlüğü, Eshab-ı kiram zamanının sonraki zamanlardan üstünlüğü gibidir. Bu yolun büyükleri öyle kimselerdir ki, Allahü teâlâ bunlara fazilet ve merhametiyle, daha başlangıçta, en sonun tadını tattırdı. Bunların derecelerini başkaları anlayamaz. Bunların vardığı makamlar, başkalarının vardıkları makamların çok üstündedir.” (1/66)


Silsile-i aliyye büyüklerinin isimlerini okumak çok faydalıdır. Özellikle şu üç faydası vardır: 1- Feyiz gelmesine sebep olur. 2- Sıkıntı ve üzüntüyü giderir, ferahlandırır. 3- İhtiyaçların ve isteklerin hâsıl olmasına sebep olur.

UZLETİN ÇEŞİTLERİ VE MERTEBELERİ

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 


Uzlet, RAHMANÎ ve ŞEYTANÎ olmak üzere, başlıca iki çeşittir. Bunlardan RAHMANÎ olan da avamın uzleti, havassın uzleti ve hassül-hassın uzleti olmak üzere üç mertebedir.  


Şimdi, Rahmani uzletten başlayalım:  

Rahmani uzlet ona derler ki, uzlet edip halk ile karışıp kaynaşmaktan kaçınmaktan maksat ve murat, halvet bir yerde nefsi hapsetmektir. Tâ ki, halk senin şerrinden emin olsunlar. Eğer, uzletinin mânası ve maksadı bu ise, buna RAHMANÎ UZLET derler. 


Eğer, halkın şerrinden emin olmak maksadı ile bir kenara çekilmiş bulunursa, ona da ŞEYTANÎ UZLET denir. Zira, bu takdirde şeytan seni yoldan çıkarır, sonunda dalâlete düşer ve şeytanın esiri olursun. Oysa, Rahmani uzlet böyle değildir. Onda asıl gaye halkı şerrinden emin kılmaktır, halkın şerrinden kaçmak değildir. 


Rahmani uzlette bulunan, bir kenara çekilir, nefsini bir yere bağlar, onu açlığa ve susuzluğa alıştırır, o uğursuz nefsin ciğerini dağlar. Şeytanî uzlette bulunanlar ise, halvet bir yerde oturmayı, halkın şerrinden emin olmayı ve rahat etmeyi düşünürler, kendi nefsini terbiye edebilmiş gibi halkın fitne ve fesadın dan çekinir ve kaçarlar. 


Buna şeytanî uzlet denilmesinin sebebi de şudur: Bilindiği gibi, şeytan kendisini hayırlı sandı ve bu yüzden rahmet-i ilâhiyyeden kovuldu. Bunun için, kendi nefsinin şerrini düşünmeden, kendisini hayırlı ve halkı şerli bilip uzlet edenler de şeytana uymuş olurlar.  


Rahmani uzlet edenler ise, kendi nefislerini horlarlar ve Ona:  

— Seni bir yere bağlayayım ki, kimseye zararın dokunmasın. Şerrinden herkes emin olsunlar ve hiç kimse senden incinmesin, derler.  

Nitekim, Beni-İsrail zamanında bir rahibe sordular:  

— Rahip misin?  

— Ben rahip değilim. Fakat, çok güçlü ve yaramaz bir köpeğim var. Halkı fena halde incitiyor. İşte, onu aldım ve bir halvet yere çekildim ki kimseye zararı olmasın, cevabını verdi. Rahmani uzletin, avama mahsus olanı böyledir. Bunun bir de havassa mahsus olanı vardır ki, şöyle olur:  


Bunlar, beşerî sıfatlardan sıyrılırlar, dünyanın bütün zevk ve lezzetlerinden vaz geçerler. Haktan gayrı hiçbir şeyi özlemez ve düşünmezler. Bu sebeple de Hakkın visali halvet hanesine çekilir, orada cansız ve dilsiz mücavir olurlar.  Bundan daha ileri bir uzlet de hassül-hassın uzletleridir. Onu burada anlatmak olmaz. İnşa’allahu teâlâ, aşağıda halvet bahsinde söylenecek ve ehlinden gizlenmeyecektir. 


Ey tâlibim diye uzlet ve halvet ehli geçinen yalancı! Vay kendisini uzlette zanneden biçare: Henüz nefsini riya ve riyasetten ve şehvetten geçirememişsin, amellerini ihlâsa getirememişsin, doğru dürüst avama mahsus uzleti becerememişsin, nerede kaldı havas ve hassül-hassa mahsus uzlet edebilesin ve uzlet ehlinden olduğunu ileri sürebilesin.  


Yunus Emre ne güzel buyurmuştur:  

“Kerametim vardır diye halka sâlihlik satarsın, 

Nefsini müslüman eyle var, kerametin odur senin.”  


Sen de, nefsini hâlâ iyilik mertebesine ve adamlık rütbesine ulaştıramamışsın, nefsi emmâreliğin henüz üzerinde duruyor. Ey biçare! Ey edepsiz, daha asker mertebesinde bile değilken utanmadan, nasıl sultanlık dâvası edebiliyorsun?  


Ey kardeş: Uzlet etmenin nasıl olacağını anladıktan sonra, şimdi de uzletin faydalarını da sana anlatayım da uzlete riya karışır mı, karışmaz mı, uzlet riyâ ile olunca nasıl olur, nasıl olursa ihlâs ile olur, riyâ neye derler, riyâdan sakınmak nasıl olur, bunların her birini ayrı ayrı bildireyim, sen de ona göre amel et.  


Rahmani uzletin ilk faydası budur ki, kişinin ameline riyâ karışmaz. Riyâ, daha çok şeytanî uzlete karışır. Rahmani uzlete riyâ karışmamasının sebebi, halvet bir yerde oturur ibadet edersin, niyetin temiz ve hâlistir. Yoksa, uzletten murat hak için olmayıp da halk için olursa, kendi nefsini kınamak için olmazsa, o zaman uzlet ehlinin uzleti de ameli de riyâ üzerine olur ve kendisi de iki yüzlü sayılır.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumî Hazretleri)

Küfr çok çabuk yayılır

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Din* ilmi ve *Ehl-i sünnet* bilgileri, *Mürşid-i kâmil*’den öğrenilir kardeşim, *her din Kitap*’ından öğrenilmez. Niye kitapdan öğrenilmez? 


Çünkü kitaplarda, *Hak* ve *Bâtıl* karışıkdır, çeşitli *Rivâyet*’ler vardır. Hangisi doğru? Herkes bunu anlıyamaz. Bunu ancak *Mürşid-i kâmil*’ler anlar. Yâni *Din*, mürşid-i kâmilden öğrenilir.


Kendisi yoksa, *Kitap*’larından öğrenilir. *Rastgele* kimselerden din öğrenilmez. Çünkü hadîs-i şerîf var. Meâlen; *İslâmiyeti, büyük âlimlerin ağızlarından alınız!* buyuruluyor. 


Yâni onların *Sohbet*’lerinden veyâ *Kitap*’larından öğreniniz. 


*Küfr* çok çabuk yayılır kardeşim. Hele bu zamanda küfr, *Sel* gibi akıyor. *Câhil* müslümân ise, o sele kapılmış bir saman *Çöpü* gibi. Nasıl kurtulacak? Bir yere sığınması lâzım. 


Bir *Kaya* kovuğuna, bir *Ağaç* oyuğuna girerse, yâhut da bir *Kütüğe* yapışırsa, kurtulabilir. İşte bu kaya kovuğu, bu ağaç oyuğu, bu kütük, bizim *Arkadaş*’lardır. Yâhut da bizim *Kitap*’lardır. 


Yâni o saman *Çöpü*, bizim *Âbiler*’den birine rastlarsa veyâ bizim *Kitap*’lardan birini okursa, kurtulur efendim. Yoksa mümkün değil, *Sel* alır götürür. 


*Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinin bir *Cep* saati vardı. Namaz vakti yaklaşınca o *Saat*’i çıkarırdı. Bir de *Ziyâ* beyin verdiği namaz vakitlerini bildiren küçücük bir *Bloknot* vardı. 


Her bir *Yaprak*, bir günün namaz *Vakit*’lerini bildiriyor, *İslâm* harfleriyle yazılmış. *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinin bir elinde o *Bloknot*, diğer elinde cep *Saati*. 


Arada bir bakıyorlar, namâza *Beş* dakîka var, biraz sonra *İki* dakîka kaldı, sonra *Bir* dakîka kaldı, en sonunda, *Tamaam, vakit oldu*, der ve namâza kalkardı Mübârek.