*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Cum’a namazına, *Eyüp Sultân* câmiine gitdim. Maksadım, o *Hoca Efendi*’yi görmekdi. Onu görebilmek için câminin en ortasına oturdum. Fakat Onu göremedim.
Biraz daha bekledim, gene göremedim. Sabırsızlanıyordum. Yanımdaki oturan kişiye; *Abdülhakîm Efendi nerdedir?* dedim.
O da bana; *O, yan tarafdaki bölmede va’z eder. Orada olur. Buraya gelmez*, dedi. Bekliyemedim, hemen ayakkabılarımı alıp, yan bölmeye geçdim.
Orada da aradım, göz gezdirdim, bulamadım. Yine yanımdakine dönüp; Abdülhakîm Efendi nerdedir? diye sordum.
Dedi ki: *O zât, yukarıda mezarlıkların arasında bir câminin imâmıdır. Orada Cum’a namâzını kıldırdıkdan sonra, va’z etmek için buraya gelir*, dedi.
Namâzı bitirince etrâfa bakdım, gene göremedim. *Çıkıp, dışarda bekliyeyim*, diye düşündüm. Namâzın duâsını beklemeye sabredemeyip, hemen dışarı çıkdım. Bakdım ki gelmiş.
Bir kitâbcı tezgâhının yanında, ayakda, kitapları tedkîk ediyordu. Hemen yanına gitdim, karlı bir havaydı. Çok kar yağmışdı. Kitapçının yanında, oturmak için bir *Bank* vardı.
Kitapcı, kaba bir şekilde; *Hoca! Niye ayakda duruyorsun, otursana şuraya!* dedi. O da, *Peki*, deyip, tam oturmak üzereydi ki, ben fırladım hemen.
*Bir dakîka efendim, oturmayın!* dedim. Ve hemen üzerimdeki parkayı çıkardım. Bankdaki karları elimle temizledim. Parkayı katlayıp, bankın üzerine koydum ve *Şimdi oturun efendim*, dedim.
Ama Efendi, parkanın üzerine oturmayıp; *Al onu oradan!* dedi. Benim parkamın üzerine oturmadı diye üzüldüm. Parkayı alınca, bankın üzerine oturdular ve; *Onu üzerime ört*, buyurdular.
Oooh! Çok sevindim. Hemen parkamı Efendi hazretlerinin üzerine örttüm. Câmi dağılınca, Efendi hazretleriyle berâber câmiye girdik.
Yan tarafındaki küçük bölmeye geçdik.Ben, en önde, *Efendi* hazretlerinin tam önünde oturdum. Burun buruna oturduk. Dikkatle *Efendi*’nin anlatdıklarını dinliyordum.
Hiç bilmediğim bilgileri, rahle üzerindeki bir *Kitap*’dan anlatıyordu. Hiç işitmemiş olduğum, çok merâk etdiğim bilgileri zevkle dinlerken, sanki *Defîne* bulmuş bir *Fakîr* gibiydim.
Yâhut *Serin Su*’ya kavuşmuş, ciğeri yanık kimse gibi idim. Gözlerimi Seyyid *Abdülhakîm Efendi*’den hiç ayırmıyor, Onun sevimli, nûrlu yüzünü seyretmeye doyamıyordum.
Söylediği, her biri *Pırlanta* gibi kıymetli bilgileri dinlemeye dalmış, kendimden geçmiş, dünyâ işlerini, mektebimi, her şeyi unutmuşdum. Kalbimde, tatlı tatlı bir şeyler dolaşıyordu.
Sanki yıkanarak temizleniyordu. Dahâ ilk sohbeti, ilk sözleri, beni mestetmişdi. Efendi hazretleri, *İmâm-ı Rabbânî* hazretleri dediğinde, ben içimden; *İmâm-ı Rabbânî kim acabâ?* diye düşündüm.
Hiç bu ismi işitmemişdim. Kendi kendime; *Rabbânî* dediğine göre, *Allahü teâlâ* ile ilgili mi acabâ? dedim. Hemen not defterimi çıkardım, araşdırmak için bu *İsmi* yazdım. Efendi hazretleri anlatmaya devâm ediyordu.
Biraz sonra da; *Mevlânâ Hâlid* hazretleri o kadar yüksek bir zât idi ki, peygamberlik devâm etse idi, hiçbir şey eklemeden, o hâliyle peygamber olurdu, buyurdu.
Bunu işitince yine şaşırdım. Bu defâ içimden; *Bu zât kim acabâ?* dedim. Bu ismi de hiç duymamışdım. *Mevlânâ* dediğine göre bu da *Allahü teâlâ* ile ilgili olabilir, dedim.
İkisini de çok merak ediyordum. Kendi kendime; Buradaki türbede yatan zâta, *Hâlid bin Zeyd* diyorlar. Herhâlde bu türbedeki zâtdan bahs ediyor, diye düşündüm.
Hemen *Mevlânâ Hâlid* ismini de not defterime yazdım. Bu iki ismi araşdırıp kim olduklarını öğrenecekdim. İşte böyle kardeşim.
Efendi hazretlerinin sohbetlerinde devâmlı bulunmakla, her şeyi *Efendi* hazretlerinden öğrendim. En mühimi de, *Kim sevilir, kim sevilmez?* Bunu öğrendim Ondan.
*Bir sâat* geçmiş, ama bana *bir an* gibi gelmişdi. Ders bitdiğinde, rüyâdan uyanır gibi kendime geldim. Ders esnâsında herşeyi unutmuşdum. Dışarı çıkmak için kapıya geldim. (devamı yarın)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder