Mü'min mazeret arar münafık ise kusur arar

 Kötü zandan ve insanları kötü kimseler gibi suçlamaktan sakınmak gerekir;


Çünkü kötü kimseler, herkes hakkında ancak kötülük düşünürler. 

Eğer bir kimsenin insanlar hakkında daima kötü zanda bulunduğunu ve kusur aradığını görürsen bil ki,;


Onun iç dünyası kirlidir. 

Bu kötü iç, sözlerine ve davranışlarına sızmaktadır. 

O, başkalarını gerçekte kendi nefsinin penceresinden görmektedir. 


Zira mümin mazeret arar, münafık ise kusur arar. Mümin, bütün mahlûkata karşı gönlü temiz olandır.


İmâm-ı Gazâlî رحمه الله

Eğer Şafii (veya Mâlikî) mezhebini taklid ederse cünüplükten kurtulur

 Hanefi mezhebinde gusül abdestinde ağzın içini yıkamak farz olduğundan, dişlere kaplama ve dolgu yapılmasının gusle mâni olup olmadığ meselesi ortaya çıkmıştır. Alimler diş dolgusu ve kaplamayı sıhhati muhafaza çerçevesinde câiz görür. Ancak dişe yapışıp altına su geçmeyen hamurun gusle mâni olduğu istikametindeki Hanefi kavline kıyasen, bu kişinin guslünün Hanefi mezhebine göre caiz olmayacağından bu meselede Maliki veya Şâfiî mezhebini taklid etmesi gerektiğini söyler. Osmanlı ulemâsından Bolvadinli müderris Yunuszâde Ahmed Vehbi Efendi gibi zâtlar da bu yolda fetvâ vermiştir.


 Ayrıca 25 Eylül 1918 tarihinde Meşîhat-ı İslâmiyye (Şeyhülislamlık) "Boş dişlerini doldurma ve kaplamada cevâz-ı şer'i var mıdır?" sualine "yoktur" diye cevap vermiştir. (Fetvåhâne-i Ali Defterleri, 400 Numaralı Defter, no 950). 


Bir talebesi Seyyid Abdülhakîm Arvâsi ye gelip "Ben bugün Bayezid Camii'nde bir vaiz dinledim. Ağzında kaplama dişi olanların guslü sahih olmaz. Binâenaleyh cünüplükten kurtulmazlar" dediğini nakletmiş. Abdülhakîm Efendi ise, "Doğru söylemiş, ama noksan söylemiş. Eğer Şafii (veya Mâlikî) mezhebini taklid ederse cünüplükten kurtulur" buyurmuştur. 


  Tüm bunlardan, Osmanlı devrinde diş kaplamanın gusle mâni olduğuna dair fetvânın câri olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Tek Parti devrinde Maarif Vekâleti tarafından çıkartılan Osmanlı İmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyetine   Nasıldı Nasıl Oldu? adlı kitapta , Osmanlı müslümanları, dînî bir mesele olmasına rağmen, diş dolgusunun Hanefi mezhebinde gusle mâni olduğuna inandıkları için alaya alınır.Bazı âlimler ise cebîre ve örgülü saça kıyasen diş dolgusunun gusle mâni olmadığını ifade etmişlerdir. Meselâ Mustafa Sabri Efendi'nin bir gazete yazısında ve Zâhidü'l-Kevserî'nin ise bir mektubunda bu meyanda fetvâ verdiği söylenir. Ancak gusle mâni olduğu fetvâsı Hanefi mezhebi fıkıh kitaplarına daha uygundur. Kaldı ki Hanefi mezhebi ihtiyat üzerine binâ edilmiştir. İki zıt kavil ile karşılaşınca, ahzü bi'l-ahvat (ihtiyatlı olanı almak) mezhebin kâidesidir. Diş dolgusu ve kaplaması hususunda câiz olmadığı fetvâsı verilirse, bu fetvâ doğru olmasa bile mükellefin kaybedeceği bir şey olmadığı gibi, mezheblerin hilafından çıktığı için müstehab sevâbı alır. Ama eğer diş dolgusunun guslün sıhhatine mâni olduğu fetvâsı doğru ise, mükellefin guslü, binâenaleyh namazı sahih olmamak tehlikesi vardır. Ağzın içinin yıkanması farz olmayan Mâlikî veya Şafii mezhebi taklid edilerek bu ihtilaftan kurtulunur.


(İslâm Yolu İlmihâli - İskilipli Mehmed Âtıf Efendi)

UZLET ETMENİN YARARI, HALKA KARIŞMANIN ZARARI

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Uzlet, bilindiği gibi bir tarafa çekilme, tenhada oturma, inziva demektir. Şimdi ey kardeş: Bu halktan uzlet edip, kesilmek gerektir. Zira halktan kesilmeyen kişi, dilini, dinini, karnını ve gözünü sözün kısası yedi azasını koruyup kollayamaz. Bütün bu azaların şerre yönelmesinde halkın teşviki ve tesiri çoktur. Kişi, halkın arasına karışınca, elbette onlara uymak zorundadır. Eğer, uymaz ve karşı koymağa kalkarsa, düşman olurlar, asla rahat bırakmazlar ve insanı incitirler. Onun için, halktan uzlet gerektir, diyoruz. Birçok âfetler de halka karışmaktan hâsıl olur.  


Bu sebeple arifler: (Halk ile yol arkadaşı olan, ateşle yol arkadaşı olmuş gibidir,) demişlerdir. Ateşle sohbet ne ise, halk ile sohbet de odur. Gerçi, ateşin insana bazı yararları da vardır ama dikkat edilmezse insanı birden yakar. Yukarıda da bahsettik, görmedin mi dedikodu bile insanlar arasına karışmaktan ileri geliyor. Yalancılık, riyâ, kibir, nifak ve hased de hep insanların karışıp kaynaşmalarından meydana gelir.  Bu ve buna benzer ne kadar yaramaz fiiller ve hareketler varsa, hepsi insanlarla karışıp kaynaşmanın mahsulüdür. Şu hâlde, selâmet uzlettedir. Kişi, halvette oturmayınca Mevlâya erişemez, Mevlâ ile muameleye yol bulamaz, özellikle, şimdiki zamanda halktan uzlet lâzımdır.  


Nitekim, Resûl-ü ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Âhir zamanda, öyle bir zaman gelecektir ki, dünya için vâ'az-ü nasihat eden hatipler çoğalacaktır. Bunlar, ağızlarına geleni söyleyecekler ve bu sözlerini Allahu teâlâya ve Resulüne isnâd edeceklerdir.” 


Bu hadis-i şerifin meali münifi ve yorumlanması da şudur: O zaman, gerçek âlimler çok az olacaktır. Bu âlimler, bu zalimleri defe muktedir olamayacaklardır. Şarlatanlar, minberlere ve kürsülere çıkıp bu âlimleri övdükleri için, âlimler 'de oturdukları yerde susacaklardır. Yine o zaman, dilenciler çoğalacak fakat vericiler çok az olacaktır. O zamana yetişenler, sakın halkın arasına karışmasın ve bir kenara çekilerek uzlet etsin.  


Şimdi ey aziz kardeş:  

Biz, şunu muhakkak olarak biliriz ki; seyidimiz, peygamberimiz, âhir zaman peygamberi Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve-sellem, mahbub-u hazret ve şefi-i ümmettir. Bize, annemizden ve babamızdan daha çok şefkatli ve merhametlidir. Böyle olduğuna göre bize gerekli olanı elbet O bizden iyi bilir. Mademki, O böyle buyurmuştur, biz de O’nun sözüne ve öğütlerine uymak zorundayız. Resûl-ü zişân, halktan uzlet edilmesini, insanlar arasına lüzumundan fazla karışıp kaynaşılmaması lâzım geldiğini beyan buyurduklarına göre, mutlâka bu Hadis-i peygamberiye uymalıyız.  


Zira, bu Hadis-i şerifi beyan buyurduktan sonra, aleyhissalâtü vesselam efendimizden sordular:  

— Yâ Resûlallah! O buyurduğunuz vakit ne zaman gelir?  

Sultan-ı Enbiyâ efendimiz saadetle buyurdular:  

— Ne zaman ki, ilme çalışanlar ve ilim öğrenenler nefisleri hevâsı için, yani dünya ululuğu, izzet ve makam için, kadı veya müderris olmak için, bu sayede dünya nimetlerine ermek için ilim tahsil ederler ve ilmi nefislerine âlet ederler, ilimlerini Allâh kapısına varmağa sebep kılmazlar, belki dünya beylerinin ve paşalarının kapılarına varmağa vesile ederler. O zamanın beyleri ve paşaları da ilmi ve ilim ehlini hor görmeye başlarlar. 


O zamanın âlimlerinin en dindar görünenleri bile ilimlerini dünyaya satarlar, fakirlere şefkatleri olmaz, mescitlere giden yollar ve mescitler boş ve meyhane yolları ile meyhaneler dolu olur. Eğlence ve sefahat yerleri çoğalır.  Şimdi, insaf ve basiret ile düşünülecek olursa, muhakkak ki şimdiki zaman, işte o zamandır. Topluluğu da işte bu topluluktur. 


Biz, görebildiğimiz kadar görür dururuz ki, bu topluluğun şerri günden güne artmakta ve hayırları azalmaktadır. Hal böyle iken, neden onların arasına karışıp kaynaşmalı, onlar gibi yolu şaşırıp, onlar gibi neden ateşe düşmelidir?  


Gördün ve duydun, nice azizler ittifak ettiler, halk arasından çekilip çıktılar, kimisi dağlara, kimisi mağaralara sığındılar. Yani, halk ile karışıp kaynaşmaktan kaçtılar, uzaklaştılar. Oralarda, ibadet ve tâat ile meşgul oldular ve kendilerine mürit olan yârenlerine de vasiyet ettiler ki, aslandan kaçar gibi halktan kaçsınlar ve uzaklaşsınlar. 


Halktan kaçarak mağarada uzlet edenlerden birisi de Şeyh Süleyman-ı Dârani rahmetullahi aleyhtir. Müritlerine vasiyeti şudur: Aslandan kaçar gibi, halktan kaçın ve uzaklaşın. Ayrıca şu nasihatte de bulundular: “Birkaç yerde, halkın arasına karışabilirsiniz: Vakit namazlarında cemaate iştirâk edebilmek için, cuma ve bayram namazlarını kılmak için ve bir de cenaze namazı kılmak için, halkın arasına karışınız. Başka vakitlerde asla destur yoktur.” 


Bütün meşâyih, diğer vakitlerde halkın arasına karışılırsa, Haktan mahrum kalınacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Nitekim, Fahr-i kâinat aleyhi efdal-üt-tahiyyât efendimiz buyurur: “İnsanların arasına karışan, onlara karşı yumuşak davranınca riyaya kaçar. Kim riyaya karışırsa şirke düşer.” Bu hadis-i şerifle amel etmek gerektir.  


Şeyh Süfyan-ı Sevri rahmetullahi aleyh buyurur ki:  

— Vallahi, şimdiki zamanda uzlet etmek helâldir. Halka karışmak ise haramdır. Zira, halk dalâleti öylesine arttırdı ki, aralarında haram olan helâl gibi kullanılır oldu.  

Îmam-ı Gazali rahmetullâhi aleyh de buyurur ki:  

— Şimdiki zamanda uzlet etmek farzdır. Delili ve hücceti de işte bu âyet-i kerimedir: “Sizi ve Allahu teâlâdan başka taptıklarınızı bırakıp çekiliyorum.”  (Meryem Suresi: 48) 

Îmam-ı Gazalî, bu sözü söyleyeli beş altı yüz yıldan ziyadedir. Şimdiki zaman ne halde ve ne mertebededir, var sen kıyas et!  


Şimdi aziz:  

Bu halktan sana hiç fayda yoktur. Bu halka karışınca, onlara karşı gelmekten vazgeçmek ve onlara uymak lâzımdır. Oysa, bunların fiilleri kavillerini tutmaz. Eğer, onlara muhalefet etmezsen, Allâhu teâlâya âsi olmuş bulunursun. Muhalefette bulunursan, sana düşmanlık ederler, incitirler. 


Senin de o derece kemalin yoktur ki, bunların zahmet ve mihnetlerine tahammül edebilesin. Yani, nasıl olsa sabredemez ve onları suçlarsın, beddua edersin, bu defa da bir başka türlü isyan etmiş olursun. 


Şu hâlde bunun çaresi, bunlardan uzlet etmektir. Seni yoktan var eden, sana rızkını veren o ulu sultanın kapısına sığınmaktır. Diğer bütün fâni kapılardan elini ve eteğini çekmektir. Dost kapısına ihlâs ile komşu olunca, her günün bayram ve her gecen kadir olur. İki cihanda selâmet bulursun. 


Velilerin sultanı Hazreti Veysel Karâni radiyallâhu anh buyurur ki: “Sana vahdet gerektir. Selâmet, vahdettedir.” der. Şeyh Cafer-i Sadık radiyallâhu anh buyurur: “Zaman fesatlaştı ve kardeşlerin halleri değişti. Şimdi susmak ve evine çekilip oturmak zamanıdır.” 

 

(RESUL-İ EKREM'İN HIRKASI)

Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, son demlerinde mübarek hırkalarının Veysel Karâni’ ye verilmesini vasiyet buyurdular. Âlem-i cemale intikallerinden sonra Hz. Ömer ve Hz. Ali radiyallahu anhümâ efendilerimiz,  Mübarek hırkayı Üveys'e götürdüler. Baktılar ki, bir su kenarında yarı kazmış ve kendisine in yapmış, halktan gizlenmiş, orada ibadet ediyor. Bazan da çıkıp, ıssız sahralara doğru gidiyor amma asla halkın arasına karışmıyor. Kendisini, tek ve tenha buldular ve Resûl-ü zişânın vasiyetini söyleyerek, mübarek hırkayı kendisine takdim ettiler. 


Hz. Veysel Karâni: (Siz, burada durun!) diyerek, hırkayı aldı bir halvet yere vardı. Hırkayı bıraktı ve başını secdeye koydu, yalvarmaya başladı:  

— İlâhi! Bu mübarek hırkayı senin Habibin bana vasiyet etmiş, giysin de ümmetimi senden dilesin, demiş, ilâhi!  


Hz. Muhammed aleyhisselâmın ümmetini bağışlamayınca, ben bu hırkayı giymem. Böylece, uzun zaman yalvardı, yakardı. Hz. Ali ve Hz. Ömer, daha fazla sabredemediler ve yanma giderek:  

— Yâ Üveys! Başını secdeden kaldır, bize haber ver, hal nice oldu? dediler.  

Veysel Karâni hazretleri başını secdeden kaldırdı:  

— Ümmet-i Muhammed'in âsilerinin üç bölüğünü bağışlattım. Tam bir bölüğü kalmıştı ki, sizler geldiniz... dedi, o mübarek hırkayı tekrar eline aldı, öptü, yüzüne ve gözüne sürdü, kokladı, bağrına bastı ve sırtına giyerek Allahu teâlâya şükürler etti, Resûl aleyhisselâma salâvat getirdi. Hz. Ömer radiyallahu anh, kendisine yaklaştı ve:  

— Yâ Üveys! Bana nasihat et.  


Veysel Karâni sordu:  

— Bu halk seni bilirler mi?  

— Evet, bilirler.  

— Öyle ise, kendini halka unuttur. Allahu teâlânın seni bilmesi yeter.  

— Yâ Üveys î Bana daha da nasihat et.  

— Yâ Ömer! Allahu teâlâyı bilir misin?  

— Elbette bilirim.  

— Başka şeyleri de bilir misin?  

— Evet, başka şeyleri de bilirim.  

— Diğer bütün bildiklerini unut. Allahu teâlâyı bilmen sana yeter.  

— Yâ Üveys! Bana bir nasihat daha et.  

— Haydi varın gidin işinize, başımı karıştırmayın, dedi ve kendisi de makamına doğru çekildi ve gitti.  

Bundan da anlaşılıyor ki, talip olan kişilere elbette uzlet edip halktan kesilmek ve uzaklaşmak lâzımdır.


(Eşrefoğlu Abdullah Rumî hazretleri)

Beni çok sevindirdin

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir gece *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerine gitdim, *Yağmur* yağmış, yollar çamur. Bir saat kadar geçdi. Abdülhakim Efendi hazretleri durup dururken; *Acabâ Münîr nasıl?* buyurdu. 


*Münîr* âbi, Efendi hazretlerinin oğlu, *Mekkî* Efendinin de kardeşidir. O da *Beyazıt*’ta oturuyor. Ben sessizce çıkdım hemen. 


*Eyüp*’den tâ *Beyazıt*’a, gece karanlığında ve mezarların arasından, *Koşa koşa* gidip kapıyı çaldım. *Münîr* âbi çıkınca; 


*Efendim, babanız sizi sordular, merak ediyorlar, nasılsınız, iyi misiniz?* dedim. 


O da bana; *İyiyim iyiyim, bir şeyim yok, ellerinden öperim*, dedi. Ben tekrar koşa koşa, soluk soluğa geldim.


Bakdım ki Abdülhakim Efendi hazretleri *Sohbet*’e devâm ediyor. Bana bakdılar. Ben hemen kendilerine; Efendim, Beyazıt’a gitdim, Münîr âbiyi gördüm, dedim. Efendi; *Öyle miii, nasıl buldun?* dedi. 


İyi efendim, sıhhati yerinde, bir sıkıntısı yok elhamdülillah, dedim. Efendi; *Ooh, çok râhatladım, beni çok sevindirdin*, buyurdular. İşte bu *Cümle* için gitdim. 


*Beni çok sevindirdin*. 


Size, iki emânet bırakıyorum. Biri, *Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye*. Kim benim duâmı *Almak* isterse, kim benimle *Sohbet* etmek isterse, kim benden *İstifâde* etmek isterse, bizim *İlmihâl*’i okusun.


Ve okutsun. Ona, *Elli* sene emek verdim kardeşim. O, bu asrın *Mürşid-i kâmili*'dir. İkinci emânetim, *Enver âbi*. Eğer *İlmihâl*’den anlamadığınız yerler olursa, ona sorarsınız.

Aslında hepimiz hastayız

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ, meâlen; *Kullarımın arasında benden en çok korkanlar, beni en iyi tanıyanlardır*, buyuruyor. 


Ancak, korkmanın temelinde *Muhabbet* vardır, *Sevgi* vardır. Evet, *Seven* korkar. Ama niçin korkar? Kötülük yapar diye mi? Hayır, *Onu üzerim*, diye korkar. 


Meselâ bir talebe, *Hocası*’ndan korkar. Niçin? Bir *Hatâ* yaparım, yanlış bir *İş* yaparım da hocam *Üzülür* diye korkar. 


Eshâb-ı kirâmın hiç *Biri*, mesleğiyle veyâ zenginliğiyle anılmıyor, hâtırlanmıyor. Onların ortak husûsiyeti, *Eshâb* olmakdı. Bu da, en yüksek *Mertebe*’dir. 


*Eshâb-ı kirâm*’ın en aşağısı, kıyâmete kadar gelecek olan *Evliyâ*’ların en yükseğinden daha *Yüksek*’dir. Bizim arkadaşlarımızın da hepsi çok *Kıymetli*’dir. 


Herbiri, bir çok yönüyle *Eshâb-ı kirâm* a benzer. Arkadaşlardan herhangi birine rastlıyan, onu seven, onunla görüşen bir kimse, *Bid’at ehli* olmaz kardeşim, *Müşrik* olmaz, dünyâda da âhiretde de *Felâket*’lerden kurtulur. 

● ● ● 

Bir şey *Mutlak* olacaksa, siz onu *Olmuş* bilin. *Garip* olmak, *Mahcûb* olmak çok iyidir. Hattâ kendini *Acındırmak* da çok iyidir. Çünkü acındırmak, hastalığını *Kabûl* etmekdir. 


Hastalığını kabûl edene, *Tedâvî* kolay olur. Hastalığını *İnkâr* edene, bir şey yapamazsınız. Neden? Çünkü, *Ben hasta değilim*, diyor. Aslında hepimiz hastayız kardeşim. 


Bunu, Allahü teâlâ bildiriyor Kur’ân-ı kerîmde. Eûzü billâhi mineş şeytân irracîm, *Fî kulûbihim maradun*. Yâni, kalplerinde hastalık vardır. 


Allahü teâlâ buyuruyor ki: *Kullarımı ben yaratdım, kalplerini de hasta yaratdım*. Böyle buyuruyor Allahü teâlâ.

Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye Neden Bu Kadar Önemli ?

Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye Neden Bu Kadar Önemli?
Lütfen videoyu izleyelim.

İman nedir?

Evliyayı kiramdan Seyfeddin-i Faruki “kuddise sirruh” hazretlerine, bir gün sevdiği bazı gençler;

- Efendim, iman nedir? diye sordular.


Cevabında;

- İman, Peygamber efendimizin “aleyhisselam” bildirdiği şeylere inanmak, beğenmek ve tasdik etmek demektir, buyurdu.


Ve altını çizdi:

- Sadece inanmak kâfi gelmez. Beğenmek ve sevmek de şarttır.


Sordular:

- Peygamberi işitmeyen kimsenin durumu nedir efendim?

- Peygamberi işitmeyen, Allahü teâlânın var ve bir olduğunu düşünüp, yalnız buna iman eder ve Peygamber işitmeden ölürse, bu da Cennete girer.


- Böyle düşünüp iman etmezse efendim?

- O zaman Cennete girmez. Peygamberi inkâr etmediği için, Cehenneme de girmez. Kıyamet günü, hesaptan sonra, tekrar yok edilir.


Kimler sonsuz yanacak?


Bir gün de;

- Efendim, imansız olan kimse, Cehennemde sonsuz mu yanacak? diye sordular.


Cevabında;

- Evet, böyle olacağını Efendimiz “aleyhisselam” haber vermiştir, buyurdu. Bu haber elbette doğrudur.


Ve ilave etti:

- Buna inanmak, Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna inanmak gibi lazımdır.


Derin bir nefes aldı:

- Sonsuz olarak ateşte yanmak ne demektir? Herhangi bir insan, sonsuz ateşte yanmak felaketini düşünse, korkudan aklını kaçırması lazım gelir.


Sordular:

- Bu felaketten kurtulmanın çaresi var mı efendim?

- Elbette. Bunun çaresi çok kolay.


- O nedir efendim?

- (Allahü teâlânın var ve bir olduğuna ve Muhammed aleyhisselamın Onun son Peygamberi olduğuna ve Onun haber verdiği şeylerin hepsinin doğru olduğuna inanmak) insanı bu sonsuz felaketten kurtarır.

Peygamber efendimize salâvat getirmenin önemi

 Peygamber efendimiz buyurdu ki:


Bir gün dört büyük melek geldi.

Cebrail aleyhisselam dedi ki:

(Ya Resulallah, sana her gün on salevat getirenin elinden tutar, sıratı kuş gibi geçiririm.)


Mikail aleyhisselam dedi ki:

(Ben de, ona, Kevser havuzundan kana kana içiririm.)


İsrafil aleyhisselam dedi ki:

(Ben de, onun affı için başımı secdeye koyarım. Allahü teâlâ onu affetmedikçe başımı secdeden kaldırmam.)


Azrail aleyhisselam da dedi ki:

(Ben de, onun ruhunu, Peygamberler gibi kabzederim.)


Bunun üzerine, (Bu ne büyük lütuf ve ne büyük bir ihsandır ya Rabbi) dedim.


Birkaç hadis-i şerif meali daha şöyledir:


(Şefaatime en layık olan, bana en çok salevat okuyandır.) [Tirmizi]


(Kıyamette bana en yakın olan, en çok salevat getirendir.) [Tirmizi]


(Sabah-akşam on salevat getiren, kıyamette şefaatime kavuşur.) [Taberani]


(Cuma günleri bana 80 salevat okuyanın 80 yıllık günahı affolur.) [Şir’a]


(Cuma günü ve gecesi çok salevat getirene şefaat ederim.) [Beyheki]


Peygamber efendimiz, (Cuma günleri bana çok salevat okuyun! Bunlar, bana bildirilir) buyurdu. Öldükten sonra da bildirilir mi denilince buyurdu ki: (Toprak, Peygamberlerin vücudunu çürütmez. Bir mümin salevat okuyunca, bir melek bana haber verir, "Falan oğlu filan, sana selam söyledi" der.) [İbni Mace]


(Bir kimse, bana salevat getirdiği sürece, melekler de, onun için istiğfar eder. Artık isteyen az, isteyen çok salevat getirsin.) [İ.Ahmed]


Bir kitap yazmaya veya vaaza başlarken Allahü teâlâya hamd ve Resulüne salevat getirmelidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Kim, kitabına ismimi yazdıktan sonra, bana salat ve selam da yazarsa, ismim o kitapta kaldığı müddetçe, melaike, o kimse için istiğfar eder.) [Taberani]


(Beni sözünüzün başında, ortasında ve sonunda anın!) [I.Neccar]

SA’D BİN MUAZ HAZRETLERİ

Bedir harbinden sonra, esirlere yapılacak muamele hakkında, *Sa’d bin Muaz hazretlerinin ictihadı, Hazret-i Ömer’inkiyle aynıydı*. Diğer Eshab-ı kiramın hepsi, fidye karşılığı salıverilmesini uygun gördüler ve karar da öyle oldu, fakat âyet-i kerime gelip; *Hazret-i Ömer’le Hazret-i Sa’d’ın ictihadlarında isabet ettikleri bildirildi*. 

*Peygamber efendimiz, ‘’Azap bana gösterildi. Eğer Allahü teâlâ affetmeseydi, Ömer ve Sa’d hariç hepimiz helak olmuştuk’’ buyurdu*. 


Sa’d bin Muaz hazretleri, Peygamber efendimizin çok yakını, çok sevdiği bir zattı. Müslüman olduğu için ona inanılmaz işkence yapmışlardı. Neticede bu zat vefat etti. *Onun ölüm haberi Peygamberimizi çok üzdü, evine gitti, teçhiz ve tekfinde bulundu. Sonra kabristana giderken, önce hırkasını, sonra ayakkabılarını çıkardı. Tabutun bir bu tarafına, bir de öbür tarafına koşuyordu. Eshab-ı kiram da şaşkın bir vaziyette bakıyorlardı. Resulullah kabre indi, kabri düzeltti ve onu yerleştirdi. Her şey bitti, telkin verildi. Bu arada Peygamberimiz çok üzgündü ve rengi, benzi atmıştı*. 


Eshab-ı kiram bu durumu merak edip sordular:

Ya Resulallah, tabutu taşırken neden hırkanızı ve ayakkabılarınızı çıkardınız?

*Bütün meleklerin giyinişi böyle olduğu için*.

Peki, tabutun bir bu tarafına, bir öbür tarafına koşmanızın sebebi nedir?

*Kardeşim Cebrail elimi tutup bırakmadığı için*.

Kabirden üzüntülü çıkmanızın sebebi neydi?

*Kabir onu sıkmaya başladığı için dayanamadım*.

Neden?

*Hanımını, evdekileri üzmüş, kul hakkı doğmuştu*.


Allah’tan korkmalı. Rastgele birinden değil, Cennetlik olan Eshab-ı kiramın büyüklerinden ve kabilesinin reisi olan *Sa’d bin Muaz hazretleri* gibi büyük bir zattan bahsediyoruz. Bizzat Resulullah efendimiz onun cenazesini taşıdı, cenaze namazını kıldı, kabre indirdi, buna rağmen böyle mübarek bir zatı kabir sıktı. O halde nasıl olur da, bir Müslüman hanımını üzebilir?


İnsanın nefsi, azmış, kabarmış durumdadır, dediğini yaptırır, fakat bu bir gün muhakkak bitecektir. Herkes sonunda hareketsiz kalıp musalla taşında eşitlenecektir. Bütün ameller cisim hâlinde, mesela akrep şeklinde, yılan şeklinde, Cennet nimetleri şeklinde, önüne gelecektir. 

İnsanı ıslah edecek önemli bir şey var, o da ölümü hatırlamaktır. *Hazret-i Ömer, ‘’Yâ Ömer, sana nasihatçi olarak ölüm yeter’’* buyuruyor. Veysel Karani hazretleri de, (Akşam yattığımda Azrail aleyhisselamı karşımdaymış gibi, sabah kalkınca da yanımdaymış gibi görüp, her an ölümü düşünürüm) buyurmuştur. 

Böyle düşünen öfkelenmez, elbette melek gibi olur. Ölümü unutan ise azar, kudurur. Sanki hiç ölüm gelmeyecekmiş, hiç hesap sorulmayacakmış gibi, hükümranlık daima bendedir diye düşünür. 

*Acı azaplara maruz kalınca eyvah dese de, artık pişmanlığı fayda vermez

ÎMÂM-I ŞÂFİÎ’DEN KIYMETLİ TAVSİYELER

Îmâm-ı Şâfiî Hazretleri Yemeğin Dört Şekilde Yenildiğini Söyledi:


❀ Bir Parmakla Yemek; Bu Kibarlıktandır.


❀ İki Parmakla Yemek; Bu Mütekebbirliktir.


❀ Üç Parmakla Yemek; Bu Sünnettir...


❀ Dört ve Beş Parmakla Yemek; Bu da Oburluktur.


✿ Dört Şey Vardır ki, Bedeni Takviye Eder:


❀ Et Yemek,


❀ Güzel Kokular Sürünmek,


❀ Cinsî Münâsebette Bulunmadan Yıkanmak,


❀ Keten Giymek...


✿ Dört Şey Vardır ki, Bedeni Zayıflatır:


❀ Çok Cinsî Münâsebette Bulunmak,


❀ Çok Üzülmek,


❀ Aç Karnına Çok Su İçmek,


❀ Otururken Arkasını Kıbleye Çevirmek...


✿ Dört Şey Vardır ki, İnsanın Gözünün Nûrunu Artırır:


❀ Kıbleye Doğru Oturmak,


❀ Uyku Ânında Göze Sürme Çekmek,


❀ Yeşile Bakmak,


❀ Temiz Elbise Giymek...


✿ Dört Şey Vardır ki, Gözü Zayıflatır:


❀ Pisliğe Bakmak,


❀ Asılmış İnsanın Ölüsüne Bakmak,


❀ Kadının Fercine Bakmak,


❀ Otururken Arkasını Kıbleye Çevirmek...


✿ Cinsî Münâsebeti Artıran Dört Şey Vardır:


❀ Serçe Eti Yemek,


❀ Itrifili Ekber (Birkaç Maddeden Mürekkep Bir İlaçtır) Almak,


❀ Habbet’il-Hazra ile Bademden Yapılan Füstuk Denilen İlacı Yutmak,


❀ Maydanoz Yemek...


✿ Dört Çeşit Yatma (Uyuma) Şekli Vardır:


❀ Sırtüstü Yatmak


Bu Tarzda Uyumak Peygamberlerin Uykusudur. Peygamberler Bu Şekilde Uzanarak Yer ve Göklerin Yaratılışını Düşünürlerdi.


❀ Sağ Yana Yatmak


Bu Tarz Uyumak, Âlim ve Âbid Kimselere Mahsûstur.


❀ Sol Tarafı Üzerine Uyumak


Böyle Uyumak, Sultânların ve Padişâhların Uykusudur. Onlar Yediklerini Hazmetmek İçin Bu Şekilde Yatarlar.


❀ Yüzüstü Uyumak


Bu Şekilde Uyumak, Şeytânlara Mahsûstur...


✿ Aklı Artıran Dört Şey Vardır:


❀ Fazla Konuşmayı Terk Etmek,


❀ Misvak Kullanmak,


❀ Sâlih Kimselerle Oturmak,


❀ Âlimlerle Oturmak...


✿ Dört Şey Vardır ki, İbâdetten Sayılır:


❀ Abdestsiz Adım Atmamak,


❀ Çok Secde Etmek,


❀ Camilerden Hiç Ayrılmamak,


❀ Çokça Kur’an Okumak...


✿ Yine Îmâm-ı Şâfiî Hazretleri Şöyle Demiştir:


Aç Karnına Hamama Girip Çıktıktan Sonra Yemeği Tehir Eden Bir Kimsenin Nasıl Olup da Ölmediğine Hayret Ediyorum.


✿ Yine Şöyle Demiştir:


Veba Hastalığına Binefsec (Menekşe)den Daha Faydalı Bir Şeyin Olduğunu Zannetmem. Hasta Olan Kimse Onunla Hem Yağlanır, Hem de İçer. En Doğrusunu Allah Bilir...


[İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn]

Sevmenin şartı itaattir

Ben Allah’ı seviyorum

Evliyayı kiramdan Seyyid Abdülhakim-i Arvasi “kuddise sirruh” hazretlerine, bir gün İslamiyet’i yaşamayan, namaz kılmayan, fakat büyükleri seven bir kimse geldi.


Adamcağız sohbet esnasında;

- Efendim, ben Allah’ı çok seviyorum, diye arzetti.


Mübarek zat sordu:

- Namaz kılıyor musun peki?


- Hayır efendim.

- Öyleyse Allah’ı sevmiyorsun demektir.


Adam şaşırdı:

- Seviyorum efendim. Allah hiç sevilmez mi?


Buyurdu ki:

- Sevmenin şartı, itaattir kardeşim. Söz dinlemektir yani. Seven, sevdiğine itaat eder. Seven, sevdiğinin emrini yapar. Sen Allah’ı sevseydin, Onun emrine itaat ederdin.


Adam düşünceye daldı.

Ve sessizce mırıldandı:

- Bugünden itibaren namaza başlıyorum efendim. Allah sizden razı olsun.


Anne babanın vazifesi


Bir gün de nasihat istediler bu mübarek zattan.

Cevabında;

- Çocuklarınıza her şeyden önce İslamiyet’i öğretin. Peygamber efendimizi “aleyhisselam” anlatın ve Onu sevdirin, buyurdu.


Ve ekledi:

- Bir anne ve baba, eğer evlatlarına İslamiyet’i öğretmiyor, Peygamber efendimizi “aleyhisselam” anlatmıyor, Onu sevdirmiyorsa, onların en baş düşmanıdır.


Şaşırdılar:

- Çocuklarının mı düşmanıdır efendim?

- Evet. Çocuklarını nefsi için seven anne ve baba, çocuklarının en büyük düşmanıdır. Çünkü onların Cehenneme gitmesine sebep oluyor.


Ve daha açıkladı:

- Çocuğunu seven, onu ateşte yanmaktan kurtarmak için çırpınır. Bu da, ona İslamiyet’i öğretmekle, ibadetlere, namaza alıştırmakla mümkündür ancak.