Biz her şeyi Ondan öğrendik

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


AbdülhakimArvasi Efendi hazretleri; *Otuz sene, bu insanlara islâmiyeti anlatdım, îmânı anlatdım, anlıyan çok az, üç beş kişi ancak çıkar*, buyurdu. Tabii buna şaşırmamak mümkün değil. 


Çünkü efendim, böyle bir mübârek zât, bu kadar mümtaz bir insan, mümtâz bir cemâate *Îmânı* anlatıyor. Anlıyan üçü beşi geçmiyor. 


Hâlbuki bizim *Îmân ve İslâm* kitâbını birisi okusa, bir saatde biter, yarım saatde biter. Ne hikmeti var acabâ? Cevâbı şöyledir ki: 


Bir kimse kul hakkına inanmış olsa, kul hakkı, yalnız *para* değil ki. Bir sert bakış, bir yan bakış, bir kalb kırmak, bir mü’mini incitmek, bunların hepsi *Kul hakkı*’na girer. 


*Gıybet* ve *Sû-i zan* da kul hakkıdır. Ve kul hakkını Allahü teâlâ affetmiyor. İllâ ki, özür dileyip helâllık alacaksın. İşte bunu bilen bir kimse, ayağını uzatıp da yatabilir mi? 


İşte Abdülhakim Efendi hazretlerinin bahsetdiği *Îmân*, bu îmân efendim. *Kul hakkı* nın ehemmiyetini bilen bir insan, öyle rahat rahat yatıp uyuyamaz. İşte *Îmân* budur. 


Ben, bizim hastânede yatarken, *Enver âbi* geldi bir gün, *Efendim*, dedi. Şu karyolanın üzerine, gökden kim bilir ne kadar çok *Sevap* yağıyor, târifi mümkün değil, dedi. 


Ben de ona; *Nereden biliyorsun?* dedim. Efendim, bu kadar insanlar kitaplarımızı okuyor, istifâde ediyorlar. Yalnız burada değil, bütün dünyâya gidiyor.


Her ülkeye kitaplarımız dağılıyor. Bu kadar insan bu kitaplardan öğrenip doğru *Îmân* ediyorlar, *Namaz* kılıyorlar. Bu sevâbların bir misli de size geliyor, dedi. 


Ben de ona; *Evet, doğru* dedim. *Doğru diyorsun, kitapları ben yazdım. Ama arkadaşlar dağıtdılar. Siz dağıtıyorsunuz*, dedim. 


*Bana ne sevap geliyorsa, size de, arkadaşlara da aynısı yazılıyor, hepimiz kazanıyoruz*, dedim. 


Bütün bu *sevâblar*, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine âitdir. Çünkü biz herşeyi Ondan öğrendik kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri efendisini anlatıyor

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İşin esâsı, sevgi ve muhabbetdir kardeşim. Peygamber Efendimiz; *Kişi kimi severse, âhiretde onunla berâber haşr olunur*, buyuruyor. Ne demek sevmek? 


Yâni onun yolunda olmak, onun sevdiklerini sevmek demekdir. Rabbimize şükürler olsun, elhamdülillah biz, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin yolundayız ve tam Onun hayâtını yaşamaya çalışıyoruz.


Buna çok ehemmiyyet veriyoruz, dikkat ediyoruz kardeşim. İnşallah âhiretde de Onun yanında oluruz. *El mer’u mea men ehabbe*. Hadîs-i şerîfdir bu ve bize büyük müjdedir. 


Herkes, dünyâda kimi seviyorsa, âhiretde onun yanında olacak. Ne güzel! İnşallah biz de âhiretde o büyüklerin yanında olacağız kardeşim. Bırakmazlar inşallah. 


*Kerîm*, yâni kerem ve ihsân sâhibi, kereminden vaz geçmez. *Men dakka bâb-el kerîmi infetehâ*. Efendi’den işitdik biz bunu. Ne demek? 


Yâni kerîmin kapısını çalarsanız, muhakkak açılır. İhsân kapısıdır o. O büyükler, istiyene verirler. 


Askerî liseyi bitirmişdim, talebeleri sınıflara ayırıyorlardı. Harbiyeye gidecekdik. Ben de sınıfın birincisiydim. Bana; *Sen ne olmak istiyorsun?* dediler. 


Ben, *Tıbbiyeye gideceğim*, dedim. *Hay hay, zâten senin gitmen lâzım* dediler. Tıbbiyeye ayırdılar. 


1,5 sene *Tıbbiye*’de okudum. Birinci sınıfa *F.K.B.* diyorlar. Yâni Fizik-Kimyâ-Biyoloji. Birinci sınıfda bunları okuduk. 


Tıbbiye birinci sınıfda iken, onların içinde ben sınıfın birincisi oldum. İkinci sınıfda da sınıfın birincisiydim. Sene ortası oldu.


Ben *Tıbbiye*’de okurkan, bir sömestre, yâni altı ay kadar anatomide yalnız *Kemikleri* okuduk. Profesör, *Moşe* isminde bir *Fransız* idi. 


İkinci sömestrede *Kadavra* dersi vardı. Birgün laboratuvarı merak etdim, gidip bakdım. Masalar var, her masanın üstünde erkek, kadın, çırılçıplak *Ölüler* var. 


Kimsesizleri toplayıp getiriyorlar. Talebeler, onların üzerinde öğrenecekler. Ellerine de birer *Bıçak* veriyorlar, ölüleri kesip insan vücûdunda neler var, onu öğrenecekler. 


Her hafta Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine giderdim. Efendi’nin sözlerine bayılırdım. *Bir şeyler söylese de dinlesem*, derdim. Efendi’yi dinlemek çok hoşuma giderdi. 


Sene ortasında sömestre tâtili oldu. O hafta Abdülhakim Efendi hazretlerine gitdiğimde, bahçede oturuyordu. Ben de gittim yanına oturdum. İkimiz, *baş başa* yalnız olarak oturduk. 


Bana, ne okuduğumu sordu. Hâlbuki 1,5 senedir *Tıbbiyede* okuyorum. Daha önce hiç sormadı da mübârek, o gün sordu. *Sen mektebinde ne okuyorsun?* dedi. Ben cevâben dedim ki:


*Kadavra* okuyoruz efendim. Ölüleri keseceğiz, içinde ne var, ne yok, sinirlerini, kemiklerini öğreneceğiz. Altı sene sonra *Tıbbiyeyi* bitireceğim, inşallah *doktor* olacağım, şimdi ikinci sınıfdayım, dedim. 


Abdilhakim Efendi hazretleri; *Öyle miii, ben sana bir şey söylesem, beni dinler misin?* dedi. Elbette efendim, dedim. *Sen doktor olma, eczâcı ol!* buyurdu. Baş üstüne efendim, dedim. 


Ancak annem ve ablalarım, benim eczâcıya geçmeme şiddetle karşı çıkdılar. Annem, üzüntüden düşüp *bayıldı*. Ne yapacağımı şaşırdım. 


Kendi kendime; *Yârın erkenden çıkıp, sabah namâzına câmiye gideyim, câmiye ilk gelene, bu işi danışayım*, diye düşündüm. 


Ve erkenden *Süleymâniye* câmiine gitdim. Biraz sonra *iri* yapılı, *heybetli* bir bey câmiye geldi. İlk gelen o kimseye sordum: 


Dedim ki: Efendim, ben *Tıbbiye*’de okuyorum. Mektebin de birincisiyim. Hocam bana; *Kaydını, Tıbbiye’den Eczâcılığa nakletdir, eczâcı ol*, diyor. 


Annem ise; *Hayır, sen doktor olacaksın!* diyor. Ben şaşırdım, şimdi ne yapayım? dedim. O zât; *Senin hocan kim?* dedi. Ben de; Abdülhakîm Efendi hazretleridir dedim. 


O zât; *Evlâdım, sen hakîkî bir büyük bulmuşsun. Böyle mübârek hocanın bir sözüne, bin ana fedâ olsun. Hocan ne diyorsa onu yap, hocanın sözünden çıkma!* dedi. 


Meğer o zât, Ehibbâ’dan *Cevad bey*’miş. Onun için Cevad bey, benim ilk mürşîdim oldu. 


Cevad bey, Abdülhakim Efendi hazretlerinin talebelerinden, emekli bir *Paşa* idi. Herkes ondan çekinirdi. Çok heybetli biri idi. Ertesi gün hemen istîdâ yâni dilekce verdim. 


Ankara’dan cevap geldi. Diyordu ki: *Sınıfın birincisidir, çalışkandır, bunu eczâcıya geçirmeyiz, doktor olsun istiyoruz!* 


Yâni reddetdiler beni. Abdülhakim Efendi’ye gitdim. *Efendim, böyle böyle, izin vermiyorlar*, dedim. Mübârek; *Tekrar istîdâ ver!* buyurdu. 


Ben tekrar dilekçe verdim, nihâyet kabûl edildi, Eczâcıya geçdim. Birkaç ay içinde üçüncü sınıfa gene birincilikle geçdim.


Efendi hazretleri, zaman zaman; *Ben sizin aranızda misâfirim, artık beni bulamazsınız*, buyururdu. Bu söz hoşuma gitmezdi. 


İçimden; *Niye böyle söylüyor ki?* derdim, şimdi anladım. Tabii ya, doğru söylermiş Mübârek. Hakîkaten öyle efendim. Hepimiz dünyâda misâfiriz.


Efendi hazretleri son günlerinde, Ankara’da, *Fârûk Işık* beyin evinde kalırdı. *Nevzât*’ı tanırsınız değil mi? Fârûk beyin oğludur. Rüçhânın da âbisi.


Bir gün, ben Ankarada, oturuyordum evde, Yalnızdım. Kapı çalındı. Yukarıdan, pencereden bakdım ki *Nevzât* gelmiş. *Hilmi âbi, Efendi babam seni çağırıyor*, dedi. 


Allah Allah, *Efendi hazretleri İstanbulda, burası Ankara*, dedim. Ben iki hafta evvel İstanbulda idim. Kendileriyle oturdum. Ellerini öpdüm, sohbet etdim, dedim. 


Nevzât; *Vallahi bugün bize geldi*, dedi. Kapıdan girince; *Hilmi nerede?* diye beni sormuş Mübârek.


Nevzât; *Efendi babam seni çağırıyor*, dedi. Allah Allah, hemen giyindim, gitdim. Ben içeriye girer girmez, Efendi hazretleri bana; *Hilmi bak! Ben ne hâle gel-dim? buyurdu. 


Bakdım ki, Efendi hazretleri iki hafta içinde çok değişmiş, zaîflemiş. İstanbul’dayken topluydu. Şimdi, bir Deri, bir Kemik kalmış. 


Her gün gel, beni boş bırakma! buyurdular. Vefât edene kadar, 15 gün Efendi’ye hizmet etdim. Gece-gündüz, devâmlı. Aynı odada berâber bulunduk. 


Fârûk beyin evi, Hacı Bayram câmiinin alt tarafında, ah-şap, iki katlı, büyük bir Ev idi. Mevsim Kış idi. Salonda soba yanıyor, sobanın yanında da Yer yatağı yapmışlar. 


Efendi hazretleri, sobanın yanında, o yatakda yatıyor. Sobanın karşı tarafında sandalyeler dizili, Beş-on tâne. Misâfirler gelirse, orada otursun, diye. 


Ziyâretçiler geldiğinde, herkes karşıya, sandalyelere otururdu. Beni ise, kendi yanına, kendi yatağına otur-turdu Mübârek. Hâlbuki misâfir gelmesi Yasak idi efendim. 


Polis yasak etmiş. Evin yanında bir de Polis kulübesi koymuşlar, gelenleri tesbît etsinler diye. Polis vardı kapının dışında.


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri Ankara’da, yeğeni Fâruk beyin evinde, nezâret altındaydı. Kapının dışında *Polisler* vardı. Geleni gideni tesbît ediyorlardı. Gelip gitmek, gidip gelmek *Yasak*’dı efendim. 


Tabii ben *Polis* falan dinlemezdim. Her *Akşam* giderdim elhamdülillâh. Allah da muhâfaza ederdi. Efendi hazret-leri, sandalyede oturmağa beni bırakmazdı. Daha ilk gitdiğimde, elimi tutdu.


*Gel, buraya otur*, dedi. Yatağının içine oturtdu beni Mübârek. *Her gün geleceksin, senin yerin burası*, dedi. Gece-gündüz, devâmlı aynı odada, berâber bulunduk. 


Vefât edene kadar, onbeş gün *Hizmet* etdim. Yatağına yalnız ben otururdum. Bâzen bellerine elimi sokdurup; *Ne buluyorsun?* diye sorarlardı. 


Ben de; *Sâdece deri ve kemikden başka bir şey yok*, derdim. Efendiye çok zulüm etmişler. Çok zaîflemişdi. Zulümle ölenler *Şehîd* olur kardeşim. 


Abdülhakim Efendi hazretlerinin vefâtlarına artık bir iki gün kalmışdı. Kendisini başka bir odaya götürdük. *Fârûk* bey bir koluna girdi, *ben* bir koluna girdim. Yürüyemiyordu Mübârek. 


O odada bir karyola vardı. Karyolaya yatdı ve Fârûk bey’e; *Sen dışarı çık!* dedi. Fâruk bey, Efendi hazretlerinin yeğeni. Efendi hazretleri, Fârûk bey’in amcası oluyor. 


*Sen dışarı çık!* dedi ona. Fârûk bey odadan çıkdı. Ben karyolanın başında kaldım. *Beni ört, arkamı sıkışdır!* dedi. Hiç unutmam. Kış mevsimiydi, hava çok soğukdu. 


Üzerini iyice örtdüm battâniye ile. Sırtını sıkışdırdım. Buyurdu ki: *Şimdi üç Kulhüvallâhü ile Kul E’ûzüleri yüksek sesle oku, ben işiteyim, üzerime üfle ve çık!* dedi. 


Üç Kulhüvallâhü ile Kul e’ûzüleri okudum, üfledim. Bakdım, gözlerini kapamış, uyuyacak Mübârek. Onun için yatarken, Kul E’ûzüleri okuyalım kardeşim. Efendi hazretlerinin sünnetidir. 


Onbeş günlük izni bitip de, askerler geri almaya geldikleri zaman, o gün vefât etdi. Vefâtından bir gün önce yanında idim. *Haydi, sen git artık!* demişdi. Sabâha karşı vefât etmiş. 


İyi ki de yanında yokdum. Çünkü vefâtına dayanamazdım efendim. Ertesi gün, Fârûk bey’in evinden, dâmâdı *İbrâhîm bey*’in Keçiören’deki evine götürülüp, bahçede gasledildi. 


Sonra bir otomobile koydular. Akşam ezânı henüz okunmuş idi. Hava hafif yağıyordu. Efendim, otomobili açdılar, otomobilin içine tabutu koydular. 


*İbrâhim Arvas* bey vardı, Efendi hazretlerinin dâmâdı. Van meb’ûsu idi. Beni aldı, tabutun yanına oturtdu. *Sen subaysın, jandarmalar görürse karışmasınlar*, dedi. Beni tabutun başına oturtdu. 


Öylece *Bağlum*’a gitdik okuya okuya. Orada kabristânda cenâze namazı kılındı. Keçiörende kılınmışdı zâten. Orada da *Bağlum*’lular vardı, müslümân insanlardı.


Şimdi onların hiçbiri sağ değildir. Namâzı tekrar kıldık. Efendi hazretlerini kabr’e koydular. Oranın imâmı, Mekkî Efendi’ye; *Hadi, sen kabre in de, babanın başındaki sargıyı aç, sünnetdir*, dedi. 


Kefenin başı da bağlı böyle. *İn de o bağı aç!* dedi. Mekkî Efendi bana bakdı. *Ben inemem, Hilmi insin!* dedi. Çünkü ağlıyordu, üzüntüden kendinde değildi Mekkî Efendinin. 


Onun için *Hilmi insin!* dedi Mekkî âbi. Kabrin içine girdim efendim. Mübârek kefenin baş ucundaki düğümü çözdüm. Bakdım, Mübâreğin başını görüm. 


Sakallarını gördüm. Efendimiz aleyhisselâm buyuruyor ki: *Mü’minin kabri, Cennet bahçelerinden bir bahçedir*. Hadîs-i şerîf bu. 


Mü’minin kabri, Cennet bahçelerinden bir bahçedir, diyor Efendimiz aleyhisselâm. İşte ben, o bahçeye girdim efendim. 


Şimdi ben yemîn etsem ki, Cennet bahçesine girdim! yalancı olmam efendim. Hadîs-i şerîf çünkü. Cennet bahçelerinden bir bahçedir mü’minin kabri. 


Efendi hazretlerinin kabrine girdim. Sonra çıkdım, toprakları örtüldü. Yine imâm efendi, Mekkî Efendi’ye döndü; *Gel, babanın başında telkîn ver!* dedi. 


Mekkî Efendi; *Ben telkîn veremem!* dedi. Çünkü ağlıyordu devâmlı. *Hilmi versin telkîni*, dedi. Mekkî Efendi’nin bana o iyiliği oldu işte. 


*Babam Hilmi’yi çok severdi, sesini iyi tanır, hoşuna gider*, dedi Mekkî Efendi. Aynen böyle söyledi. Hâtırımda kalmış. Hemen paltosunun cebinden bir sayfa *Yazı* çıkardı. 


*Telkîn* yazılıydı orada. O kâğıdı bana verdi, *Al, bunu oku!* dedi. Oradan okudum efendim elhamdülillâh. 

Hem okudum, hem de ağladım. Velhâsıl *Cennet bahçesinde* bırakdık Efendi hazretlerini.

Hazret-i Osman’ın son sözleri

Dört büyük halifeden Hazreti Osman zamanında fitne, anarşi hızla yayılmaya başlamıştı.

İslâm düşmanları, çeşitli dedikodular çıkararak, fitne ve fesadı yaymak teşebbüsüne geçtiler.

Fitnenin ve fesadın en büyük kaynağı Mısır’da idi. Buradaki fitne hareketini, Yemenli bir Yahudi olan Abdullah İbni Sebe adındaki bir münafık yapıyordu.


Kurduğu gizli teşkilâtla, cahil ve başı boş Mısır kıbtilerini aldatarak bir çapulcu alayı

topladı. Âsilerden onüçbin kişi, Medine-i münevvere şehrini sarmağa kadar ileri gidip, halifeye,hilâfetden çekilmeye zorladılar.

Hazreti Osman ise, “ Resulullahın bana giydirdiği elbiseyi, elimle çıkarmam” buyurdu.

Fakat, âsîler ısrarlıydılar.Hazreti Osman’ın evini kuşattılar. Kuşatma, kırk gün devam etti.

Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Abdullah bin Selam hazretleri bu hali şöyle anlatır:

“Kuşatmada altında bulunan Hazreti Osman’ı ziyaret etmek üzere yanına gittim. Bana rüyasını anlattı: “Kardeşim bu gece rüyamda şu pencereden Resûl-i Ekrem’i gördüm bana

“Osman seni muhasara ettiler öyle mi?” diye sordu. Ben de “Evet yâ Resûlallah” dedim.

Resûl-i Ekrem “Seni susuz bıraktılar, öyle mi?” diye tekrar sordular. Ben de “Evet yâ

Resûlallah” dedim. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem bana bir bardak su verdi ve ben de o suyu

içtim. Hatta soğukluğunu göğsümde duyarcasına kandım. Sonra Resûl-i Ekrem bana “İstersen

seni onlara galip getirelim. İstersen iftarı bizim yanımızda yap” buyurdu. Ben de Resûl-i Ekrem’in yanında iftarı tercih ettim” dedi. 


Hazreti  Osman âsilere sordu: “ Benim de orada bulunduğum bir zamanda Efendimiz, “Ey Şebir dağı dur. Zira senin üzerinde bir peygamber, bir sıddık ve iki şehidden başka kimse yoktur” buyurmadı mı? “ Onlar: “Vallahi doğru söylüyorsun” dediler. Hazreti Osman “Allahü Ekber”

diye tekbir aldıktan sonra: “Kâ’be’nin rabbi hakkı için şahid olun ki, ben şehidim” dedi.

Şam valisi Hazreti Muaviye, işin ciddiyetini görerek, asker gönderme teklifinde bulununca,”Hasbünallah ve ni’mel vekil” Allah bana kafidir, O ne güzel vekildir, buyurdu.


Asiler, komşu duvarından aşarak içeriye girdiler. Hazreti Osman oruçlu olup, Kur’ân-ı kerîm okuyordu üzerine saldırıp şehid ettiler. Kan damlaları, “ Allah sana kâfidir” mealindeki ayet-i kerime üzerine düştü. Son sözü, “Yâ Rabbi Ümmet-i Muhammed arasındaki tefrikayı kaldır ve kendilerini birleştir” diye üç kere duâ etmek oldu. Kelimeyi şehadet getirerek vefat etti.

Abdullah bin Selâm diyor ki: “Hazreti Osman bu şekilde duâ etmeseydi, kıyamete kadar Müslümanlar bir araya gelemezdi.”

“Ahlâkı bana en çok benzeyen odur.”

Hazreti Osman daima adaletli davrandı. Müslümanların rahatı için büyük titizlik gösterdi. Fitne hareketine birtakım ithamlarla başlayan âsilerin her türlü bozuk iddialarına, ikna edici cevaplar verip, delillerini gösterdi. Fakat âsilerin maksadı karışıklık çıkarmak ve fitne yaymak olduğundan Hicret’in 35’nci yılında Hz. Osman’ı şehid ettiler. Peygamber efendimiz onun hakkında “Her peygamberin Cennetde bir arkadaşı vardır. Benim arkadaşım da Osman’dır.” buyurmuştu.

Birgün Resûlullah efendimiz yakında meydana gelecek fitneleri zikir ediyordu. O sırada oradan bir kişi geçiyordu. Server-i âlem: “O fitne günü bu şahıs hidayet üzere olacaktır.”

buyurdular. Kalkıp o şahsa baktım. Osman bin Affân idi.


O şahsı Resûl-i Ekrem’e göstererek “Yâ Resûlallah. Bu mudur?” diye sordular. “Evet”

buyurdular. Yine aynı hususta Âişe-i Sıddıka’dan rivâyet edilen hadîs-i şerîfte “Yâ Osman!

Allah sana (hilâfet denen) bir gömlek giydirecek. Eğer münafıklar onu soymak isterlerse,

bana kavuşasıya kadar sakın onu çıkarma” buyurulmuştur. Bu hadîs-i şerîf sebebiyle Hz.

Osman muhasara edildiği zaman kendisi halifelikten çekilmemiştir.

Hazreti Osman, edep, haya timsali bir zattı. Resûlullah kızı Rukıyye’yi Osman’a verdikten bir

zaman sonra kızına “Osman bin Affanı nasıl buldun” dedi. Hayırlı, iyi gördüm dedi. “Ey

canım kızım. Osman’a çok saygı göster. Çünkü, Eshâbım arasında, ahlâkı bana en çok benzeyen odur.” buyurdu.

Hazreti Osman bir defasında Resûlullahın evinde hiç yiyecek kalmadığını işitmişti. Hemen bir semiz koyun, bir miktar bal ve bir çuval un alıp, Hazreti  Âişe’nin evine götürdü. Hazreti Âişe’ye şöyle dedi: “Ey müminlerin annesi, Resûl-i Ekrem’in bunu diğer hanımları arasında paylaştıracağını zannediyorum. Hiç paylaştırmasın çünkü ben onlara da bunların aynısını gönderdim.” dedi.

Peygamberimiz eve gelip durumu öğrenince “Yâ Rabbi! Osman’ın geçmiş gelecek, gizli,

aşikâr bütün günahlarını affet” diyerek duâ etti.


Hazreti Osman buyurdu ki:

 “Ölümü bilip gülene, dünyanın fani olduğunu bilip ona rağbet edene, işlerin takdirle

olduğunu bilip, istediği olmayınca üzülene, hesaba inanıp mal toplayana, Cehenneme inanıp

günah işleyene, Allahü teâlâya inanıp dünya ile rahatlıyana, şeytanı düşman bilip, ona itaat

edene çok şaşarım!”

 “On şey zayi olmuştur... “

Hazret-i Osman’ın hikmetli sözleri:

“On şey çok zayi olmuştur: suâl sorulmayan âlim, amel edilmeyen ilim, kabul edilmeyen

doğru görüş, kullanılmayan silâh, içinde namaz kılınmayan mescid, okunmayan mushaf, infâk

edilmeyen mal, binilmeyen vasıta, dünyayı isteyenin içindeki zühd ilmi, içinde âhiret yolculuğu

için azık edinilmeyen uzun ömür”

 “İnsanların en iyisi Rabbine kavuşmadan önce, Rabbini kendinden razı eden, içine

girmeden önce kendi kabrini en güzel yapandır.”

“İnsanların en iyisi, dünya onu terk etmeden, dünyayı terk edendir. Rabbine kavuşmadan

önce, Rabbini kendinden râzı edendir.”

“İbadetin tadını dört şeyde buldum: Allahın farz kıldıklarını yapmada, yasaklarından

sakınmada, Allahdan sevâb bekleyerek emr-i ma’rûf yapmada ve Allahın gadabından kaçınarak

nehy-i münker etmede.”

“Dört şey vardır ki, dışı fazilet, içi farzdır: Sâlihlerle düşüp kalkmak fazilet, onlara uymak

farz; Kur’ân okumak fazilet; onunla amel farz; kabir ziyareti fazilet, kabir için hazırlanmak farz,

hasta ziyareti fazilet, vasıyyetini almak farzdır.”

“Beş vakit namazı vaktinde devam üzere kılana dokuz şey ikram edilir: Allah onu sever,

bedeni sağlam olur, melekler onu korur, evine bereket iner, yüzünde salihler simâsı olur, Allahü teâlâ kalbini yumuşatır, sıratı parlak şimşek gibi geçer, Allahü teâlâ “Onlar için korku ve

üzüntü yoktur” zümresine onu ilhak eyler, Allahü teâlâ onu Cehennemden korur.

Hazreti Âişe validemiz anlatır: Resûlullah evinde yatıyordu. Hazreti Ebû Bekir kapıya gelip izin

istedi. Habib-i ekrem izin vrediler. Hallerini değiştirmediler. Sonra Hazreti Ömer gelip izin istedi. Ona da izin verdiler ve mübarek baldırlarının bir kısmı açık olarak yattıkları vaziyette sohbet

ediyorlardı. Hazreti Osman gelip izin isteyince, Resûl-i Ekrem oturdu ve örtündü. Böyle yapmasının

sebebini sorduğumda buyurdu ki:: “Meleklerin hayâ ettiği bir kimseden ben hayâ etmez

miyim?” buyurdular. Bir rivâyette ise Resûlullah “Osman çok hayâ sâhibi bir kimsedir. Eğer

o halde izin verseydim içeri girip söyleyeceğini anlatmazdı.” buyurmuştur.

Sizden Peygamber Efendimiz'in kokusu geliyor

" Selimiye Câmii imamı Hâfız Mustafa Efendi'nin oğlu Fahreddin Duruöz Abi'ye (v. 2009) Hocamız "Sizden Peygamber Efendimiz'in kokusu geliyor" demişler. Bu da babasına sormak istemiş. Babası çok ciddi ve az konuşan bir zatmış. Bir gün hasta olmuş. Fahreddin Abi de çok hizmet etmiş. Bu arada fırsat bulup sormuş. "Evet, doğrudur. Ben kıymetini bilemez ve taşıyamazsınız diye söylememiştim" demiş. Fahreddin Abi Peygamber Efendimiz'i rüyasında görmüş. Musafaha etmişler. Peygamber Efendimiz ellerini çekmemiş. Fahreddin Abi acaba rahatsız eder miyim diye tereddüt etmiş. Uyandığında bunu Hocamız'a arz etmiş. "Sünnet-i seniyyeye uygun görmüşsünüz. Bu rüyanın sadık olduğuna delalet eder" buyurmuşlar.

[Hüseyn Hilmi Işık Efendi ile Hatıralar,1.cild,sf: 484, Faruk Koca beyin hatıralarından]

Eğer beğenmiyorsan,kazadır bu,değiştir

1978 yılında bir gün Osman Osmanağaoğlu Abi'nin evinde yemekteydik. Seyyid Taha amca vardı. Hocamız Muhammed Masum hazretlerinin bir mektubundan bahsetti. Sonra bununla alâkalı bir de menkıbe anlattılar:

 "Muhammed Masum hazretlerinin huzuruna tecennün etmiş (aklını kaybetmiş) ayakları zincirle bağlı bir genç getirdiler. Babası, Muhammed Masum hazretlerinin eski talebelerinden idi. Sultan'ın yanında memur olan oğlum bir kıza aşık oldu. Öyle tutuldu ki, işini gücünü bıraktı. Gece gündüz o kızın yüzün görmek ister; bunun için ne lâzımsa yapar. Tasarruf buyursanız da, eski şuurlu haline gelse, dedi. Muhammed Masum hazretleri, oğlum bu bozuk fikri bırak. Bu lüzumsuz hayalden vazgeç. Himmetini hakikat bahçesine çevir, buyurdu. Oğlan bunun üzerine Hafız Şirâzî'den "İyiler huzuruna çıkmak bize zor bir iştir. Eğer beğenmiyorsan, kazadır bu, değiştir" mealinde bir beyit okumuş. [Der kûyi nîk nâmî mâ râ güzer nedânend. Ger tû nemî pesendî tağyir kün kazâ râ.] Muhammed Masum hazretleri bunu işitince gayet tatlı bir şekilde, kazayı değiştirdiler, buyurdu. Gencin aklı başına geldi, insani aşkı, ilahi aşka döndü. Muhammed Masum hazretlerinin müridlerinden oldu. Efendim değiştiren bizzat Muhammed Masum hazretleriydi. Dua etti. Bu, kaza-i muallak idi, kaza-i mübrem değildi,değişti" buyurdular. Hocamız bunu anlatınca tam karşıda oturan Taha Amca yerinden sıçrayarak "Efendim bizi de değiştirin, bizi de değiştirin" diye haykırdı. Hocamız (Hüseyin Hilmi Işık Efendi) "Estağfirullah efendim" diye geçiştirdiler.

[Hüseyn Hilmi Işık Efendi ile Hatıralar,1.cild,sf: 484-485, Faruk Koca beyin hatıralarından]

Bizlerin çektiği sıkıntı, Allahü teâlâya olan aşkımızın azlığındandır

 *Enver Ören “rahmetullahi aleyh” Ağabeyimiz* Buyurdu ki:

Bakınız mutlak aşk derecesine kavuşanlara, yani Allahü teâlâya hakiki âşık olanlara, bir sürü dert ve belâ gelir. Aşkı daha ziyade ise, bin türlü dert peşini bırakmaz. Bin türlü. Çünkü dert ve belâlar kemend-i mahbûbdur. Allahü teâlâ, sevdiğine bu belâları verir. Dert sahibi Allahü teâlâyı çok anar. Allahü teâlâ da kendisini çok anmamızı, zikretmemizi ister. Hakiki âşıklar, Allah aşkından, derd ve belâlardan zevk alır. Çünkü dert ve belâları Allahü teâlâ göndermektedir. Meselâ Hazret-i Ali ayağına ok battığı zaman buyuruyor ki, *“Namaza durduğum zamân oku çıkarın. O zamân acı duymam.”* Allahü teâlâya olan aşkı, onun acı duymasına mani oluyor. Bizlerin çektiği sıkıntı, Allahü teâlâya olan aşkımızın azlığındandır. Allah’a şükür, îmânımız var. Îmân eden Allah’ı seviyor demektir. Allahü teâlâ, hiç kendini seven kullarına kızar mı?

Kainat hem yok oluyor hem var oluyor

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu koca kâinât, herşeyiyle birlikde, bir ânın kaç katrilyonda birinde *Yok* oluyor, *Var* oluyor. Allahü teâlâ, bu kâinâtı bir yok ediyor, bir var ediyor. 


Ama her an, binlerce defâ Yok ediyor, sonra *Tekvîn* sıfatı ile Var ediyor, yaratıyor. Yâni bütün kâinat, yok olma ile yaratılma arasında gidip geliyor. 


Biz de, her an, binlerce defâ Yok oluyoruz, Var oluyoruz. Ama bu iş çok sür’atli olduğu için, hep *Var* gibi gözüküyoruz. 


Velhâsıl kâinâtda herşey, her an, binlerce defâ Yok oluyor, Var oluyor. Ama bir gün gelecek, *Yok* olacak, ama bir daha da yaratılmıyacak. İşte o zaman *Kıyâmet* kopacak. 

Efendim, Ankara’da Bağlum’da bulunuyorduk. Zelzeleden sonra gitmişdik. Arkadaşlar bizi görmeye gelmişler. *Kitap* okuduk, *Sohbet* etdik, büyüklerden bahsetdik. 


Büyüklerin *İsmi* nerede anılırsa, *Rûhları* orada hâzır olur efendim. Bakın *Gelir* demiyorum, çünkü zâten oradadır. İsmi söylenince irtibât başlar. Çünkü rûh zamansızdır, ruhda zaman yok. 


Yeter ki o büyüklerin *İsmi* anılsın. O anda irtibât kurulur ve istifâde başlar. Ne gibi? *Radyo* dalgaları her yerde var. Radyonun düğmesini çevirdiğin anda irtibat kuruluyor ve *Yayın* başlıyor, onun gibi.  


*Şâh-ı Nakşibend* hazretleri, kaç yüz sene evvel, açmış ellerini; *Yâ Rabbî, ne olacak bu gençlerin hâli? Bunlar başka şeylerle uğraşıyorlar*. 


*Allahım! Bana kuvvet ver, bana bir şey ihsân et ki, ben bu insanlara fâideli olayım. Bu gençlere yardımcı olayım, Cehennemde yanmasınlar*. 


Böyle yalvardı efendim. Günlerce, secdeye kapanıp cenâb-ı Hakka duâ etdi, yalvardı. 


Çünkü onlar, kalb gözleriyle *görürler* efendim. Cenneti, Cehennemi görüyorlar. *Mahşer* meydanında halkın sıkış sıkış olduğunu, Cehennemdeki *ateşi* görüyorlar ve ciğerleri parçalanıyor.

Hüseyin Hilmi Işık Efendi hocası Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerini anlatıyor

Hüseyin Hilmi Işık Efendi hocası Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerini anlatıyor ...

Hapşırmanın insan vücûduna verdiği fâideler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


O büyüklerin *Kalb gözü* açıldığı zaman, kabirdekileri ve ne hâlde olduklarını görüyorlar efendim. *Mahşer* yerini, ve mahşerdekilerin ne hâlde olduklarını görüyorlar. 


*Sırat* köprüsü’nü görüyorlar. *Mîzânı*, yâni sevap ve günahları tartan *Terâzi*’yi görüyorlar, *Cenneti* görüyorlar.


Cennetteki *Ni’met’leri* görüyorlar. Cehennemi ve Cehennemde *Azâb* çekenlerin hâllerini görüyorlar. 


Ve efendim Allahü teâlâ, insanı bu dünyâda, zamanlı yaratdı. Yâni biz, zamanla yaşıyabiliyoruz, üzerimizde *Zaman* mefhûmu var. 


Nasıl ki görmek, işitmek, yürümek varsa, yemek, hava, oksijen varsa, bir de *Zaman* mefhûmu var. 


Biz *Abdülhakim arvasi Efendi* hazretlerinin câmiye geldiğini, hapşırmasından anlardık efendim. Bir hapşırırdı, *Hapşuuu!* Ses yankılanırdı böyle câmide. Gelince bir daha, *Hapşuuu!* 


Derler di ki, *Efendi hazretleri geliyor*. Bu hapşırma bir ni’met efendim. Çok büyük ni’met. Hapşırdıkdan sonra *Elhamdülillah* diyoruz değil mi? Niçin hamdediyoruz? 


Çünkü hapşırınca, *Kalb* duruyor efendim. Tekrar çalışmıyabilir. Çalışdığı için hamdediyoruz. 


Yâni insan hapşırdığı zaman, yalnız kalb değil, vücûdunda ne kadar sistem, mekanizma varsa, o anda hepsi duruyor ve *Yok* oluyor. 


Yâni hayât duruyor, hiç birşey çalışmıyor. *Kan* duruyor, *Kalb* duruyor, herşey duruyor. Sonra tekrar çalışmaya başlayınca *Elhamdülillah* diyoruz. 


Çünkü tekrar hayâta geldik. Yâni o, tekrar *Dirilme* alâmeti. Onun için hapşırmanın insan vücûduna verdiği fâideleri anlatmak mümkün değil efendim