Pîrin asâsı pîrin yerindedir

 Hazret-i İşân Abdullah Dehlevi, hazret-i Müceddid-i elf-i sânînin “kaddesallahü teâlâ biesrârihissâmî” *Mektûbât* ından ders yapıyordu. Bir yerde bir müddet düşündükden sonra, mübârek başını kaldırıp, şöyle buyurdular:

— _*Pîrin asâsı pîrin yerindedir._* 

Bundan sonra *Mektûbât-ı şerîfe* tarafına işâret edip;

—_*Bu kitâb da pîrin yerindedir_* , buyurdular ve şu mısra’yı okudular.


    Mısra’: *Sözü, insanın bir parçasıdır.*


 _*Allahü teâlâyı müşâhede_* hususunda da şu Şii’ri okudular.


_*Ben güneşi severim, ne dersem ondan derim,_*

*_Geceyle işim yokdur, ben rü’yâyı neylerim_*


_Alıntı Şuradan:_

_MEKÂTÎB-İ ŞERÎFE_

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir arkadaşımız, hanımı ile berâber, bir *Amerikalı* komşusunun evine ziyârete gitmiş. Ayrı oturmuşlar, ama arkadaşın hanımı mantosunu çıkarmamış. 


Öyle giyimli vaziyetde oturmuş. Amerikalı komşu kadın sormuş. *Niye mantonuzu çıkarmıyorsunuz?* demiş. O hanım da, *Çıkarmasam daha iyi*, demiş. 


Çünkü bizim *İlmihâl* de okumuş ki; *Kâfir kadın, erkek hükmündedir. Onun için müslümân bir hanım, onlara karşı da örtülü olması lâzım*. 


Doğru, biz *İlmihâl*’de böyle yazdık. Fakat sonra bakdık ki, *Hanbelî* mezhebinde bu böyle değil. Hanbelî mezhebinde, kâfir kadın, erkek hükmünde değil. 


Yâni müslümân bir hanım, gayr-i müslim bir kadının yanında başı açık, mantosuz oturabilir. Ancak bir şartla, hanbelî mezhebini *Taklîd* etmesi lâzım. 


Yâni bunu düşünürse, *Câiz* olur efendim. İlmihâli yazdığımızda, böyle şeyle karşılaşmamışdık. Sonra böyle bir *Suâl* gelince, cevâbını kitaplarda aradık, bulduk elhamdülillâh, Bu, büyük *Kolaylık* kardeşim. 


Ben Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinden çok istifâde etdim, ama bir özelliğim vardı benim, çok *Terbiyeli* idim. Edebi gözetmeye çok îtinâ ederdim. Hattâ korkardım efendim. 


Bir edebsizlik yaparım da Abdülhakim Efendi hazretleri üzülür, hattâ *Git, bir daha gelme!* der diye titrerdim, ödüm kopardı. Bu yolda *Edeb*, çok mühim kardeşim. 


Kim olursa olsun, bir milim edebe riâyetsizlik, herşeyi siler atar. *Şâh-ı Nakşibend* hazretlerine sormuşlar, Efendim, sizin yolunuzun başı nedir? demişler.


Mübârek buyurmuş ki: *Edeb’dir*. Ortası nedir? demişler, *Edeb’dir* buyurmuş. Sonu nedir? demişler, yine aynı cevâbı vermiş mübârek, *Edeb’dir* buyurmuş. 


Bu defâ sebebini sormuşlar. Cevâbında; *Çünkü edebe riâyet etmiyen kimse, Allah dostu olamaz, mü’min, edeb sâhibidir*, buyurmuş.

Sâliha bir hanım Cennet ni’metinin tâ kendisidir

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir kimse, sırf âhiret niyetiyle, gecesini gündüzüne katıp çalışırsa, bu çalışmaların hepsi *İbâdet* olur efendim. 


Neden? Çünkü o parayla hayr hasenât yapacak, hacca gidecek, zekât verecek, kurban kesecek. En mühimi de *Cihad* yapacak, *Emr-i mâruf* yapacak. 


Yâni bu parayla, âhirete müteallik hizmetleri yapacak, rızık için değil. Rızık mukadderdir, yâni takdîr olunmuşdur, o bellidir. 


Ne olursa olsun, o *Rızık* ona gelecek. Çünkü insan rızkını aradığı gibi, rızık da onu arar efendim. Mutlaka buluşurlar. 


Büyükler ne buyurmuş? *Dünyâ için çalış, dünyâda kalacağın kadar*. En fazla yüz sene, belki de yarın öleceksin, hiç belli olmaz. 


*Âhiretin için çalış, âhiretde kalacağın kadar*. Âhiret sonsuz, sonu yok. 


*Allahü teâlâya şükret, muhtaç olduğun kadar*. Muhtaç olmadığımız an yok ki. Her zerremizle ve her an O’na muhtâcız. 


Görmemiz, işitmemiz, hep Rabbimizin kudretiyle oluyor kardeşim. Kalbimizi O çalıştırıyor. İnsan vücûdunda otuz trilyon civarında *Hücre* var. Her hücrenin içerisinde koca bir *Uzay* var. 


*Enver âbi* söyledi. Bir hücrenin içine video koyup çekmişler. İçindeki faaliyetleri, hareketleri gösteriyormuş. Hayrân kaldım, diyor. 


Peki kim yapıyor bütün bunları? Biz mi yapıyoruz? *Hâşâ, Allahü teâlâ yapıyor, O yaratıyor*. 


Peygamberimiz aleyhisselâm buyuruyor ki: *Sâliha bir hanım, Cennet ni’metinin tâ kendisidir*. Allahü teâlâ, Cennetden dünyâya hiçbir ni’metin aslını indirmemişdir.


Sâdece müslümân kadın hâriç. O, ni’metin *Aslı*’dır, *Gerçek Cennet ni’meti*’dir. Onun için sâliha bir hanım çok büyük ni’mettir. Allahü teâlâ hepimize, bu ni’meti nasîb etdi, olmıyana da nasîb etsin. 


Allahü teâlânın ihsân ettiği bu *Cennet nimeti*’nin kıymetini bilirsek, lâyıkı vechile Rabbimize şükredersek, bu ni’met elden çıkmaz, devâm eder. 


Kim de bu büyük ni’metin kıymetini bilmez, nefsî hareket edip onu üzerse, kırarsa, sonunda *pişmân* olur, *perîşân* olur. Büyükler; *Eden, kendine eder*, buyurmuşlar. İyilik eden de kendine eder, kötülük eden de.

Arzu etdiğiniz cevâbı almak için suâl sormayın

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlânın ilmi sonsuz, kudreti de sonsuz. Böyle yüce bir Allah; *Filân kulumun rızkı bu kadardır*, diye takdîr etmiş. 


Hattâ o rızıkların üzerine, o kulun *İsmini* yazmış. Kazandığımız para ayrı. Ben, *Rızık*’dan bahsediyorum. Para, rızık değildir. Rızık ayrıdır, para ayrı. 


İnsan, parayı bir gâye için kazanır. O gâye de iki tânedir. Ya dünyâ *Saltanatı*, ya da âhiret *Seâdeti*. 


Eğer hiç âhireti düşünmeden, sâdece *dünyâ* için para kazanırsa, birşeye yaramaz. Ama *âhiret* niyetiyle, gecesini gündüzüne katıp çalışırsa, bu çalışmaların hepsi *İbâdet* olur. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri bana buyurdular ki: *Sen doktor olma, eczâcı ol*. Eczâcı mektebi, imtihânsızdı. Tıbbiye ise imtihânlı ve zordu. 


Dedim ki: (Kabul etmezler efendim.) Efendi hazretleri; *Sen dilekçeni ver!* buyurdu. Gitdim, dilekçeyi verdim efendim. Bir hafta sonra cevap geldi, *Olmaz* diye. 


Götürdüm, Efendi hazretlerine verdim dilekçenin cevâbını. Dedim ki: *Efendim cevap geldi, olmaz diyorlar*. 


Efendi hazretleri güldü. *Şimdi git, bir daha dilekçe ver!* buyurdu. Çünkü önceki dilekçeyi verirken, nasılsa (olmaz) diyerek vermişdim. 


O zaman aklım başıma geldi. *Eyvâh, ben ne yapdım?* dedim, bu defâ Efendi hazretlerinin (rızâsını) düşünerek dilekçeyi verdim. İki günde; *Tamam, uygundur!* diye cevap geldi.


Bâzıları Efendi hazretlerine gelirlerdi, birşeyler sorarlardı. Efendi de onlara; *Tabii*, *uygun*, *hayhay*, derlerdi. Bâzen de; *Mübârek olsun*, derdi. 


Bir gün dedim ki: Efendim, herkese *uygun* diyorsunuz, *hayhay* diyorsunuz, *tamam* diyorsunuz. Hikmeti ne acabâ? 


Buyurdu ki: *O, zâten kararını vermiş, zâten yapacak o işi. Ben ne diyeyim ona? O kararını vermiş. Hayrlı olsun diyorum*. 


Nitekim Mektûbât’da İmâm-ı Rabbânî hazretleri; *Arzu etdiğiniz cevâbı almak için suâl sormayın. Orası tasdîk makâmı değildir*, buyuruyor.

Büyük mütefekkir Seyyid Ahmed Arvasi

Büyük mütefekkir Seyyid Ahmed Arvasi emekli bir gümrük memuru olan Abdülhakim Arvasi Bey’in oğlu olarak hayata gözlerini açar. Kuyumcu çıraklığı yaptığı günlerden birinde dükkana gelen bir Allah dostu “senin işin gönül sarraflığı olmalı” deyince hayatına yeni bir yön verir. 


Necip Fazıl’ın deyimiyle;

“Beyninden kalemine kan çeker ve yazardı”

Sayfalar, dosyalar dolusu yazar. Aklının kopma noktasına geldiği anlarda İmam-ı Rabbani Hazretlerine sığınır ve kalemini ona bırakırdı. 


31 Aralık 1988 bundan 35 yıl evvel noel çığlıklarının atıldığı o gün Seyyid Ahmed Arvasi, Türk gençliği’nin kötü gidişinin verdiği üzüntü ile kaldırır mübarek parmaklarını ve daha tuşlara dokunamadan yorgun vücudu düşer daktilosunun başına ve Hak’ka kavuşmak arzusuyla ayrılır aramızdan.


Kıymetli yazılarından bazı alıntılar;

-“Aydın kelimesi, sözlüğümüze yeni girmiş bir kavramdır. Bizim kültür ve medeniyetimizde bunun yerine “münevver” sözü kullanılırdı. “Müvevver”, bizim sözlüğümüzde “ nurlandırılmış, aydınlatılmış, karanlıktan aydınlığa çıkarılmış…” demektir.


-Hiç şüpheniz olmasın ki, her eylemin arkasında bir veya birkaç kitap vardır. Bombalara ve silahlara yol gösteren kitaplardır; ilim, fikir ve sanat adamlarını cezbeden kitaplardır. Dualara, ibadetlere ve mabetlere ışık tutan kitaplardır. Kafaları ve gönülleri aydınlatan da, karartan da kitaplardır. Dostlukları pekiştirenler, düşmanlıkları kışkırtanlar da kitaplardır. Dünyayı, kendi kitapları ve klasikleri ile meşgul eden ülkeler, gerçekten de zamana hakim olurlar. Ya kendi klasiklerini ve kitaplarını yitiren milletler…

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir gün kâfirler, *Bilâl-i Habeşî* hazretlerini, çırılçıplak, yalnız don ile, kızgın kumların üstüne yatırmışlar. Karnına da gaz tenekesi gibi kocaman bir *Taş* koymuşlar. 


Ayaklarına da kalın bir *İp* bağlamışlar. Çocuklar, Onu araba gibi çekiyorlar. Sivri ve keskin kumlar, çıplak vücûdunu bıçak gibi kesiyor. Onlar öyle çekerken, o da hep; *Ehad! Ehad!* dermiş. 


Yâni, *Allah bir! Allah bir!* dermiş. O sırada oradan Peygamber Efendimiz geçiyor. Bilâl-i Habeşî hazretlerinin vücûdu kanlar içinde, kumlar kesmiş her tarafını. 


O hâlde görünce Peygamber aleyhisselâmın yüreği sızlıyor ve yanına gidip; *Yâ Bilâl sabret, Allah demen, seni kurtarır*, diyor ve mescide gidiyor, ama kan ağlıyor içerisi. 


Biraz sonra oradan *Hazret-i Ebû Bekr* geçiyor. Onu böyle kanlar içinde, çocukların çekdiğini görünce çok üzülüyor. Hemen *Bilâl-i Habeşî* hazretlerinin kâfir olan efendisine gidiyor. 


Ve ona; Yâhu sen ne *aptal* adamsın. Bu köleni çıplak vaziyetde, şu sıcak kumların üstünde süründürüp niçin böyle eziyet çekdiriyorsun? 


Hem bu gidişle yarın, öbür gün, *ölür* bu adam. O ölünce, senin eline ne geçecek, *hiç!* İyisi mi, sen şimdi bunu bana sat, hem *para* da kazanırsın, diyor. 


Ama adam kabûl etmiyor. Isrâr edince de, normal köle fiyatının *On* mislini istiyor. Hazret-i Ebû Bekr; *Tamam, kabûl ediyorum*, deyip, istediği sayıda altınları getirtiyor evden. 


Zîra kendisi *çok zengin* bir tüccar idi. Altınları verip *Bilâl-i Habeşîyi* alıyor, doğru evine götürüyor. Hamamda yıkatıyor. Bir de yeni çamaşır, yeni elbise giydirip, *serbest* bırakıyor. 


*Bilâl-i Habeşî* de sevinç içinde doğru Mescid-i Nebevî’ye gidiyor. Peygamber Efendimiz, üzüntülü otururken bir de bakıyor ki, karşıdan *Bilâl* geliyor, tertemiz ve *neşeli*. 


Çok sevinip; *Ne oldu yâ Bilâl, anlat!* diyor. O da olanları anlatıyor. Yâ Resûlallah, oradan hazret-i Ebû Bekr geçerken beni öyle gördü, acıyıp satın aldı ve âzâd etdi diyor. 


Peygamber Efendimiz çok sevinip; *Ebû Bekr atîkun minen nâr!* buyuruyor. Yâni Ebû Bekir, Cehennemden âzâd olmuştur. Onun için hazret-i Ebû Bekr’in bir ismi de *Atîk*’dir. 

Hoparlör bahsi

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Şimdi efendim, namaz kılanlar, helâle harâma riâyet edenler, dikkat edenler, büyüklerden gelen *Feyz’leri* alırlar. Feyz almak için, evvelâ o feyzin gelmesi lâzım. 


Feyzin gelmesi de *Sevgi* ile, *Muhabbet* ile olur. O gelen feyzi de kalbe almak için *istîdâd* lâzım, o da, *İbâdet* ile oluyor. İstîdâdın da azı var, çoğu var. İbâdetlerin mikdarına göre o istîdâd değişir. 


Fakat feyz almak için asıl mühim olan şey, mürşid-i kâmilin *Sohbeti*’dir, yâni *Teveccühü*’dür. Onların sohbeti, teveccühü olmazsa, o zaman ibâdetlerle feyz alınır. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini tanıdığımda, *onsekiz* yaşında bir gençdim. Elhamdülillah daha ilk görüşde bana *teveccüh* etdi. Teveccüh demek, *Sevmek* demekdir. 


Allahü teâlâ, kullarında bir *Dost*, bir de *Düşman* yaratmışdır. Dost, *Rûh*’dur, düşman ise, *Nefs*’dir. Nefse karşı da, büyük bir silâh yaratmışdır. Ancak o silâh, nefsi durdurabilir. 


O da, *Namaz*’dır işte. Onun için, bir kimse namaz kılmıyorsa, binlerle kerâmet gibi hâlleri olsa da, gene *Sıfır*’dır, gene *Hiç*’dir. Bid’at sâhibinden kaçmak, aslandan kaçmakdan daha mühimdir. 


Pâkistân’da Kutb-ül Abdurrahmân diye iyi bir *Âlim* vardı. Orada bir medresedeki hocaların başı idi. Daha yeni vefât etdi. Bu âlim 1981 senesinde hacca gitmiş. 


Mescid-i harâmda hoparlörle namaz kıldırdıkları için, oradaki imâma uymamış. Namâzını ayrı kılmış. Bunun imâma uymadığını gören vehhâbîler, Onu hemen tutuklamışlar. 


Ellerini kelepçeleyip hapse atmışlar ve kendisine; *Sen eğer bizim milletimizden olsaydın, senin cezân îdâmdı. Başka milletden olduğun için hapsetdik*, demişler. 


Sonra da, *Hac* gününden bir gün önce, alel acele memleketine geri göndermişler. 


Velhâsıl *Hoparlör* meselesini bütün dünyâ biliyor artık. Niye imâma uymadığını sordukları zaman, hoparlörün arkasında namaz kılınamıyacağını anlatmış. 


Kutb-ül Abdurrahmân, bunları kitâbında yazmış. Bu yazıları biz de, *Fitnet-i Vehhâbiyye* kitâbımızın arkasına ilâve etdik.

Evliyanın sohbetinden istifade etmenin şartları

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Evliyânın *Sohbet*’inden istifâde etmenin şartları var kardeşim. Önce, o zâta karşı *Edebli* olacak. Şâh-ı Nakşibend hazretleri buyuruyor ki: *Hiçbir bî-edeb vâsıl-ı ilallah olamamışdır*. 


İmtihan etmek için sorarsa, fayda değil, zarar görür. Sonra kerâmet istememelidir. Biz kazandıklarımızı, büyüklerimize olan *Edebimiz* sâyesinde kazandık. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri çok *sevimli*, çok da *heybetliydi*. Heybetinden yüzüne bakamazdık kardeşim. Büyüklerin her bir zerresi, her bir hücresi, Allahü teâlâyı zikreder. 


Kalbin *Nûr’lu* olabilmesi için şartlar vardır. Bu şartları yerine getiren, kalbini nûrlu tutabilir, koruyabilir. Şartların birincisi, *İbâdetdir*. Yâni emir ve yasaklara uymakdır. 


Namazla olur, oruçla olur, hacla olur, zekâtla olur. Netîce îtibâriyle bunlar, insanın kalbini nurlandıran, aydınlatan unsurlardır. Bunların içerisinde en kıymetlisi, *Namaz*’dır. 


Son nefese kadar nefs, insanı kâfir yapmak ister, günâhkâr değil! Şeytan, insanı *Günâhkâr* yapar. Ama nefs, îmânını alır, insanı *Kâfir* yapar. 


Mü’minler bir araya toplanınca, kalblerindeki *Nûr*, birbirlerine akseder, te’sîr eder. Hele aralarında bir *Velî kul* varsa, Onun kalbindeki *Nûr*, şu lâmba gibi herkesi aydınlatır. 


Öyle biri yoksa, onlara olan sevgi ve muhabbet de aydınlatır. O zâtların yanlarında olması, hattâ *Diri* olması şart değildir. *Vefât* etmiş olsa da, Onun muhabbeti, *Feyz* almağa sebep olur. 


O büyüklerin sevgisini kazanmak ne büyük *Ni’met*’dir. İşte ben, böyle büyük bir *Zât* ile Eyyûb Câmiinde karşılaşdım. Hattâ daha evveliyâtı var. Üniversitede talebe iken, bir gün Bâyezid Câmiine girdiydim.


Tesâdüfen o *Zâtı* gördüm. Biraz dinledim. Çok hoşuma gitdi, ama derse yetişecekdim, fazla duramadım. Çıkarken bu zâtın kim olduğunu, Cum’a günleri Eyyûb Sultân câmiinde *Vaaz* etdiğini öğrendim. 


O zaman tâtil *Pazar* değil, *Cum’a* günü idi. İlk Cum’a günü, *Eyyûb* Câmiine gittim. Orada Efendi hazretlerinin vaazında hiç duymadığım, bilmediğim şeyleri dinlerken çok *Zevk* aldım. 


Kapıdan çıkarken ayakkabılarımı bağlıyordum ki; *Küçük efendi, ben seni sevdim. Bizim evimiz yukarıda, mezarlığın arasındadır. Arada bir gel, seninle sohbet ederiz*, diye bir ses işitdim. 


Meğer bunu diyen, *Efendi* hazretleriymiş. Beni ilk görüşde, *Seni sevdim*, dedi. Hâlbuki evliyânın sevgisine kavuşmak için *20* sene, *30* sene, *40* sene hizmet etmek lâzımdır. 


Beni ise daha ilk görüşde, *Küçük efendi, ben seni sevdim*, dedi. Neden? Çünkü *Kalbi* okur onlar. Ben de, *Baş üstüne*, dedim. O günden beri Efendi hazretlerinden *Feyz* aldık efendim, çok şükür.

Yol ikidir

 Yol ikidir. Biri hidâyet, öbürü dalâlet yoludur. Kuldan Allahü teâlâya giden yol dalâlet yoludur. Allahü teâlâdan kula gelen yol ise hidâyet yoludur. Şimdi her kim, hidâyete erdim derse, o hidâyete ermemiştir. Her kim, beni hidâyete erdirdiler derse, o hidâyete ermiştir.(Ebü’l-Hasen-i Harkânî hazretleri kuddise sirruh)

Allahu Teâlâ noksan sıfatlardan münezzehtir

 Biliniz ve i’tikâd ediniz ki;Allahü teâlâ zâtı ile kâimdir. Mekândan, O’na hulul edecek cisimden ve zamandan münezzehtir. O’nun için cihetler (ön, arka, sağ, sol, üst, alt) yoktur. Allahü teâlâ bu cihetlerden münezzeh olarak Cennette görülecektir.(Ebû İshâk İsferâinî hazretleri “rahmetullahi aleyh”; ''i’tikâd Risâlesinden’’

Cihad ne demektir?

(Dürr-ül-muhtâr)da diyor ki, (*Cihâd*, bütün insanları, îmân etmeğe çağırmak, bu çağrıyı işitmelerine ve kabûl etmelerine mâni’ olan diktatörleri ile *devletin harb etmesidir.* 


*Ferdlerin cihâdı* ise, *mal ile, fikr ile ve her lâzım olanı yapmakla ve düâ etmekle* islâm ordusuna yardım etmekdir. 


Cihâd etmek farz-ı kifâyedir. 


Düşman hücûm ettiği zamân, kadın, çocuk bütün milletin devlete yardım etmeleri farz-ı ayn olur. 


Devlet hazînesinde para varsa, milletden, para, mal toplamak, tahrîmen mekrûhdur. 


Devlet malı yetişmezse, milletden yardım istemesi câiz olur. Zor ile aldığı yardımları, sonra ödemesi lâzımdır.)


*Cihâd yapabilmek için,* müslimânların kâfirlerde bulunan *harb vâsıtalarının hepsini yapmaları ve kullanabilmeleri ve sulh zemânında buna hâzırlanmaları* farz-ı kifâyedir. 


20. asrın sonlarında kâfirler her dürlü *neşr ve propaganda yolu ile soğuk harb* yapıyor. İslâmiyete durmadan saldırıyorlar. 


Gençleri aldatmağa uğraşıyorlar. 


Müslimân devletleri bir yandan *atom gücü, füzeler, jetler, elektronik âletler* yapmalı, öte yandan da kâfirlerin *soğuk harbine* karşı koymalıdır. 


*Kitâb, mecmû’a, gazete, radyo, televizyon ve filmler* ile *islâmiyyetin üstünlüğünü, fâidelerini*, hem müslimânlara, müslimân yavrularına öğretmeli, hem de bütün dünyâya yaymalıdır. 


Bunu yapabilmek için, islâm bilgilerinin *hem din, hem de fen kollarını iyi öğrenmelidir.* 


Millet de devletin bu çalışmalarına yardım etmelidir. 


İslâm medreselerinde eskiden fen bilgileri de okutuluyordu. 


*İslâma hizmet etmek ve din düşmanlarının yalanlarını, iftirâlarını yüzlerine çarpabilmek istiyenlerin*, bugün de, *en az lise bilgilerini ve Ehl-i sünnetin temel bilgilerini iyi kavramaları* lâzımdır. 


Bu ikisinden birinde eksiği olanların islâmiyyete fâideleri değil, zararları dokunur. Yarım âlim insanın dînini alır sözü meşhûrdur. 


Bunları erkekler yapmalıdır. Erkekler çalışınca, kadınlara yapacak hiçbir ağır iş kalmaz. 


Devlet her köyde Kur’ân kursları açmalı, kız, oğlan her çocuğa *Kur’ân ve ilm-i hâl öğretmelidir.* 


Bu vazîfeyi ihtiyârlar ve hanımlar yapmalıdır. 


Her müslimânın, din bilgilerini öğretdikden sonra, *oğlunu liseye ve üniversiteye göndermesi lâzımdır.* 


*Müslimânlar çocuklarını okutmazsa, devlet işleri, idâre ve kumanda makâmları, propaganda vâsıtaları, teşrî’ ve icrâ organları kâfirlerin, mürtedlerin elinde kalır. Küfrü yayarlar. Müslimânlara işkence yaparlar.* 


İslâmiyete hizmet etmek için, *erkeklerin üniversiteyi bitirmeleri ve dahâ da çalışmaları* lâzımdır. 


*İslâm ile küfr, hergün çarpışıyor.* 


Birisi, elbette ötekini yenecekdir. Bu ölüm kalım savaşına katılmıyan, bu korkunç savaşdan haberi bile olmıyan ahmaklar, dünyâda da, âhıretde de cezâ, azâb göreceklerdir. 


*İslâm düşmanları ile savaşan hükûmete* elinden geldiği kadar *yardım edenler*, *cihâd, gazâ sevâbına* kavuşacaklardır. 


*İslâm bilgilerinin yayılmasına mâni’ olan ve gazeteleri, radyoları ve televizyonları ile islâm dînine saldıran, milletlerini sömürerek, bütün gelirlerini kendi zevk ve eğlenceleri için insanları köle yapmak için kullanan azgın, zâlim kâfirlere karşı cihâd yaparak, ma’sûm insanları bunların pençelerinden kurtarmamız ve se’âdete kavuşdurmamız emr olundu.* 


Bu emr, bu ibâdet, *devlete, cihâd ordusuna yardım etmekle olur.*


*Devletden iznsiz yapılırsa, cihâd değil, fitne çıkarmak ve anarşi olur*. 


Allahü teâlâ çalışana yardım eder. Boş oturanı sevmez ve yardım etmez.


Faideli Bilgiler 366-367