Allahü teâlâ İslâmiyyeti koruyacağına söz vermişdir

Dinde reformcu Mısırlı Reşid Rıza, kendi kendini övmekde, *(zındıkların kerâmeti kendinden menkûldur)* sözüne uygun olarak, kendi yazdığı *(el-Menâr)* mecmû’asını, *göklere çıkarmakdadır*. 


Hâlbuki, bu mecmû’asında, *masonları, dinde reformcuları, islâm âlimi olarak göstermekde,* bunlar *dîni yenileyecek* diyerek, *islâmiyyeti ilk şerefli mevkı’îne çıkarma vazîfesini onlara havâle* etmekdedir. 


*Sanki islâmiyyet bozulmuş, islâm kitâbları değişdirilmiş, doğru din kitâbı kalmamış da, onlar düzeltecek*. 


Onun *sinsi yazıları altında yatan yılanın kusduğu zehr* ise *Ehl-i sünneti yıkmak, Ehl-i sünnet kitâblarını yok etmek, Eshâb-ı kirâmın yolunu gösteren bu kitâblar* yerine, *masonların, islâmı içerden yıkmağa çalışan, kendisi gibi, dinde reformcuların kitâblarını koymak,* kısaca, *Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmın yolunu, islâm dînini yok etmekdir.* 


*Dinde reformcuların, islâmı ıslâh edeceğiz diyenlerin maksadları, gâyeleri, işte budur.* 


Eshâb-ı kirâmın yolunu gösteren, Ehl-i sünnet âlimlerine saldırmaları, onların *bu alçak gâyelerini apaçık göstermekdedir.*


Kendilerini müslimân şekline sokarak, islâm dînini içerden yıkmağa uğraşan böyle sinsi kâfirlere *(Zındık)* da denir. 


*Zındıklar câhilleri aldatabilir. Müslimânların çoğunu bozabilirler. Fekat, müslimânlığı bozamazlar.* 


*Allahü teâlâ, islâmiyyeti koruyacağına söz vermişdir.*


Faideli Bilgiler - Sayfa 114

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Elhamdülillah, sizin gibi *Mücâhid*’lerle müsâfeha edince, hep içimden, kalbimden; *Yâ Rabbî! Şu kardeşimin hürmetine, benim günâhlarımı affeyle!* diye duâ ediyorum kardeşim. 


*Ene celîsü men zekeranî!* buyuruyor Allahü teâlâ. Ne demek bu? Yâni *Ben*, her zaman ve her yerde, Beni *Zikr* edenlerin yanında bulunurum, demekdir.


Allahü teâlâ, her zaman ve her yerde *Hâzır* ve *Nâzır*’dır. Yâni merhameti, rahmeti *Hâzır* olur. Ama *Zikr* edenlere, *Rahmet*’le ve *Muhabbet*’le tecellî eder. 

● ● ●

Bir gün Cumâ namâzına *Eyüp câmii*’ne gitdim. Seyyid Abdülhakîm Efendi hazretleri *Vaaz* verecek. Câmi *Tıklım tıklım* dolu, oturacak *Yer* yok. Oturacak yer bulamadım.


Abdülhakîm Efendi hazretleri, bir *Rahle*’nin yanında oturuyordu. Ben de gitdim, tam Mübâreğin *Karşısı*’nda, cemâatin *Önünde* diz çöküp oturdum.


*Yâsîn* kelimesinin mânâsını anlatıyordu. *Ey benim bahr-i yakînimin sebbâhı olan Habîbim. Benim rahmet deryâmın dalgıcı olan Habîbim!* diye başladı anlatmağa. 


*Yetmiş Sene* oldu. Bunu hâlâ unutmamışım. Ben rahlenin tam önünde oturuyorum. *Askerî* talebeyim. Biraz sonra, *Dersimiz burada kalsın!* dedi. 


Ben icimden; *Ne çabuk bitdi?* dedim. Meğer *Bir Sâat* sürmüş. Bana, sanki *Beş Dakîka* gibi geldi. 

Kapıdan çıkarken ayakkabılarımı bağlıyordum ki;


*Küçük efendi, ben seni sevdim. Bizim evimiz yukarıda, mezarlığın arasındadır. Arada bir gel, seninle sohbet ederiz*, diye bir ses işitdim. 


Meğer bunu diyen, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleriymiş. Beni ilk görüşde, *Seni sevdim!* dedi. Hâlbuki evliyânın *Sevgi*’sine kavuşmak için *Yirmi* sene, *Otuz* sene *Hizmet* etmek lâzımdır. 


Beni ise, daha ilk görüşde, *Küçük efendi, ben seni sevdim!* dedi. Neden? Çünkü *Kalb*’i okur onlar. Ben de, *Baş üstüne!* dedim. O günden beri Efendi hazretlerinden *Feyz* aldık kardeşim, çok şükür.

İslâmiyet kıyâmete kadar bozulmayacak

Dinde reformcu diyor ki:

*(İlm, tefekkür ve istidlâl sâhibi gerçek âlimlerin birer birer ortadan çekilmesiyle sonradan gelenler, sâdece onların söylediklerini harfi harfine nakl ediyorlardı. Zemânın geçmesiyle bunların fâidesi de kalmadı)*


Cevap: Dinde reformcu, sonra gelen din adamlarını kötülemekle *(Her yüz senede bir müceddid gelir. Bu dîni kuvvetlendirir)* hadîs-i şerîfini de inkâr etmiş oluyor. 


Evet, müslümânların bir kısmı bozuldu. *Yetmişiki bozuk fırka meydâna geldi.* 


Fekat, *müslümânların bir kısmının bozulması demek, islâmiyyetin bozulması demek değildir*. 


*Her asrda, her zemân, hiç bozulmıyan, Eshâb-ı kirâmın  yolundan ayrılmıyan, hakîkî, sâlih müslimânlar da vardı.* 


Hadîs-i şerîf, bunların her asırda mevcûd olacağını haber veriyor. Bunlara *(Ehl-i sünnet vel cemâ’at)* denir. 


*Ehl-i sünnet âlimleri dünyânın her yerinde, her asırda, insanları irşâd etdiler.* 


*Hiçbir süâli cevâbsız bırakmadılar*. 


Müslimânları, *bid’at sâhiblerinin ve dinde reformcuların yalanlarına aldanmakdan korudular.* 


*İslâmiyetin kıyâmete kadar bozulmayacağını, Allahü teâlâ haber vermiştir.* 


*Ehl-i sünnet âlimi demek, dört mezhebden birinin âlimi* demekdir.


Faideli Bilgiler - Sayfa 112, 114

Cömertlik ve cimrilik

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Peygamber Efendimiz; *Kıyâmetde Cehennemin en derin çukuruna, dîni yanlış anlatan ve kendileri ibâdet yapmıyan din adamları gidecek*, buyuruyor. 


Dünyâda en zor iş, Karar vermekdir. Yâni, Peki mi diyecek, Hayır mı? Eğer, Peki denmesi îcab eden yerde, Allah korusun Hayır derse, Küfr’e girer. 


Hayır denmesi îcab eden yerde Peki derse, îmânı Gider, Allah korusun. Onun için, bu dünyâda bundan daha Mühim ve daha Zor bir iş Yok’dur. 


*Âlim*, çok kitap okuyan, çok şey bilen kimse değil, *Hakk*’ı *Bâtıl*’dan ayıran kişidir. Yâni bu *Eğri*, bu *Doğru*, veyâhut da, bu *Sevilir*, bu *Sevilmez* diyebilendir. 


Dolayısıyla, çok *Kitap* okuyan, çok büyük *Âlim* olur diye bir kâide yokdur. Peki efendim, *Âlim* kime denir? Anlatayım:


Şimdi bu odanın her tarafı *Raf* olsa ve bu raflarda binlerce *Kitap* olsa, bir kimse de, bu kitapların hepsini *Okumuş* olsa. 


Eğer ki, bu *Doğru*, bu *Yanlış* veyâ şu *Sevilir* şu *Sevilmez* diyemiyorsa, bu kimse *Âlim* değildir. 


Çünkü *İlim*’den maksat, bu *Doğru*, bu *Eğri* diyebilmekdir. Veyâhut da bu *Yanlış*, bu *Doğru* diye ayırabilmekdir. 


Yâni *Hak* olanı *Bâtıl* olandan ayırmakdır. Bunu da, ancak *Ehl-i sünnet* âlimi yapabilir. Yoksa çok *İlim* sâhibi, çok *Amel* sâhibi değil. 


Bu iş, kendi kendine *Okumak*’la da olmaz. Peki, nasıl olur? Bu, ancak bir *Mürşid-i kâmil*’in anlatmasıyla, öğretmesiyle olur.


● ● ● 


*Cömert*’lik, güzel bir huydur kardeşim. *Ahmed Mekkî Efendi* de anlatırdı. Derdi ki: 


*Cömert*’lik, Cennetde olan bir *Ağaç*’dır. Bu ağacın kökü *Cennet*’de, dalları ise *Dünyâ*’dadır. Bu dallar, *Cömert*’leri kendilerine yapıştırır.


Ve *Cennet*’e çekerler. Onlar, istese de, istemese de o *Dallar*’a yapışırlar. Çünkü kendi *İrâde*’leriyle olmaz bu iş. *Mıknatıs*’ın metali çekdiği gibi çekilirler. 


*Cimri’lik* de öyle bir *Ağaç*’dır. Onun da kökü *Cehennem*’de, dalları *Dünyâ*’dadır. Bu dallar da, *Cimri*’leri kendine yapıştırır ve *Cehenneme* çeker.


Yine *Mıknatıs* gibi. *Mekkî âbi* böyle anlatırdı efendim.

İslâm âlimlerinin nefsleri mutmainne olmuşdur

Dinde reformcu; 

*(Âlimlerde birbirine karşı mücâdele, red ve cebhe alışın çoğu, nefsin arzûlarına kapılmaktan doğmuştur.)* Diyor.

~~~

*Cevap*: *İslâm âlimlerinin nefslerine uyduklarını söylemek* de, *dinde reformcuların bir yalanıdır.* 


*Fıkh âlimleri ve mezheb imâmları, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin dışında hiçbir şey söylememişlerdir.* 


*Bütün sözleri, Kitâbdan ve Sünnetden olduğu için bunların yolunda gidenlerin nefsleri emmârelikden kurtulmuş, mutmainne olmuşdur.* 


Onlara uyanlar böyle olunca, onların nefsleri mutmainne olmaz mı? 


*Dört mezhebin imâmlarının ve bütün müctehidlerin nefsleri mutmainne idi.* 


Herbiri *zâhir (kelam, fıkıh,tefsir gibi)* ilmlerinde yükselmiş, *bâtın(tasavvuf)* ilmlerinde kemâle gelmiş birer *Velî* idiler. 


Dinde reformcu Reşîd Rızâ'nın, *Ehl-i sünnet âlimleri için, nefslerine uydular demesi, bütün müslimânları ve islâmiyyeti kötülemek demekdir.* Bu sözün çirkinliğini iyi anlamalıdır.


Faideli Bilgiler - Sayfa 112, 113


(Açıklama: Zaten dört mezhep imamı tasavvuf ilminde büyük zatların talebeleri de olmuşlardır. *İmamı azam ve İmamı Malik hazretleri, İmamı Caferi Sadık* hazretlerinden; *imamı hanbel hazretleri Bişri Hafi, Marufi Kerhi, Zunnuni Mısri* hazretlerinden; *imamı Şafii hazretleri Şeybânî Rai* hazretlerinden feyz almışlardır.)

Dünya sevgisi tüm kötülüklerin başıdır

 💎Hadîd sûresinin yirminci âyetinde meâlen, (Dünyâ hayâtı, elbette la’b, ya’nî oyun ve lehv ya’nî eğlence ve zînet ya’nî süslenmek ve tefâhur ya’nî öğünmek ve malı, parayı, evlâdı çoğaltmakdır) buyuruldu. İslâmiyyetin (A’mâl-i sâliha) diyerek övdüğü şeyler yapılınca,dünyânın büyük parçası olan lehv ve la’b için zemân kalmaz. Bu ikisi azalır. Erkekler ipek elbise giymez ve zînet eşyâsının yapıldığı madde olan altını ve gümüşü kullanmazsa, dünyânın üçüncü parçası olan zînet de azalır. 

Allahü teâlâ, üstünlüğün ve kıymetin vera’ ve takvâ ile olduğunu, sa’y ile, mal ile olmadığını bildirmişdir diyen kimse, hiç öğünmez. Evlâdın ve malın, mülkün artması, Allahü teâlâyı zikr etmeği azaltacağını ve Onu unutduracağını bilen, bunları çoğaltmak için uğraşmaz, bunların çoğalmasını ayb sayar. 

Sözün kısası,zararlardan kurtulmak için, Haşr sûresinin 7. âyetinin, (Resûlullahın emrlerini yapınız ve yasaklarından kaçınınız!) meâli âlîsine uyarak yaşamalıdır. 


Beyt tercemesi:

Aranılan hazînenin nişânını verdim sana,

belki sen kavuşursun, biz varamadıksa da!

(232.Mektûbdan)


💎Hak sübhânehü ve teâlâ, hiç sevmediği bu alçak dünyânın içyüzünü ve onun aşağı olan süslerinin ve yaldızlarının çirkinliğini, gönül gözünüze göstersin. Âhıretin güzelliğini, tatlılığını, Cennetlerinin ve nehrlerinin tâzeliğini ve hepsinden dahâ tatlı olan Allahü teâlânın cemâlini görmeği gönlünüze yerleşdirsin! 

Böylece, bu çabuk biten çirkinden iğrenesiniz. Allahü teâlânın râzı olduğu sonsuz âlemi özleyesiniz. Bu alçağın çirkinliği anlaşılmadıkca, ona düşkünlükden kurtulunamaz.

Ona bağlanmakdan kurtulunmadıkca, âhıretde felâketden kurtuluş ve se’âdete kavuşmak olamaz. (Dünyâyı sevmek günâhların başıdır) hadîs-i şerîfi şaşmaz bir formüldür.

Zararları gidermek, tersini yapmakla olduğundan, bu alçağın sevgisinden kurtulmak için, âhırete yarıyan işlere yapışmak, islâmiyyetin iyi olarak bildirdiği işleri yapmak lâzımdır.

(232. Mektûbdan)

Ehl-i sünnet âlimlerinin şiilere ve mezhepsizlere yapmış olduğu reddiyeler

~~

*Mezhepsiz Reşîd Rızâ,* kitabındaki sözde vâiz efendi ağzından, dinde reformcu olarak diyor ki:

*(Hem sapık, hem de sapdıran müfsid şî’îlerin fesâdlarına karşı, kelâm ve fıkh âlimlerinin susmalarına şaşıyor, bir ma’nâ veremiyorum. Kelâmcılar dâimâ mu’tezileye cebhe almış, onların i’tikâdını red etmiş ve şiddet ile mukâvemet etmişlerdi. Bunun için, mu’tezile mezhebi ve sâlikleri, târîhden silinip gitmişdir.)*

~~~

*Cevap:* Reşîd Rızânın, vâiz efendinin ağzından diyerek yazdığı, *kelâm ve fıkh âlimlerine yapdığı iftirâlara kimsenin inanmıyacağı meydândadır*. 


Ehl-i sünnet âlimlerinin yazmış olduğu *reddiyeler kütüphâneleri doldurmaktadır.* Fârisî yazılmış olanlar, arabî olanlardan az değildir. 


Reşîd Rızâ, *fârisî bilseydi* ve Abdül’Azîz-i Dehlevî  hazretlerinin *(Tuhfe-i isnâ aşeriyye)* kitâbını okumuş olsaydı, bu büyük âlimin, *mezhebsizleri(şiileri de) nasıl rezîl ve perîşan etdiğini görüp parmaklarını ısırmakdan kendini men’ edemezdi.*


İmâm-ı Rabbânînin *(Redd-i Revâfıd)* kitâbını okuyan ve Abdullah Süveydinin Süveydînin Nâdir Şâhın adamları ile münâzara ve galebesini bildiren *(Hucec-i Kat’ıyye)* kitâbını gören bir ilm adamı, *Ehl-i sünnet âlimlerinin onları(şiileri) nasıl mağlûb ettiklerini pek iyi anlar.* 

( *Reddi Revafıd* ve *Hucec-i Katiyye* kitapları *Hak Sözün Vesikaları* kitabının içinde basılmıştır.)


*Hakîkat Kitâbevinin* neşr etdiği *(Mektûbât Tercemesi)* kitâbında, 82. mektûbun sonunda, *mezhebsizlerin dalâletde olduklarını yazan âlimlerden 32'sinin ve kitâblarının ismleri bildirilmiştir.*


 Faideli Bilgiler - Sayfa 111,112

İnsanın kalbinde saklı hazineler

 _*Hz. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî der ki; _*

_”İnsanın kalbinde saklı öyle şeyler vardır ki verdikçe çoğalır. Bu hazinelerin başında ise *SEVGİ* 🌹🥰 gelir.”_ 

_*Bir dostun bir dosta verebileceği hediyelerden bazıları şunlardır ki;_*

Gönlü rahatlatacak bir _*TEBESSÜM! ... _*

Kalbe kuvvet verebilecek bir _*TATLI SÖZ! ... _*

Morali düzeltecek bir _*TAKDİR! ... _*

Neşesini yerine getirecek bir _*ŞAKA! ... _*

Kızgınlığını söndürecek bir _*HOŞGÖRÜ! ... _*

Hoşa gidecek bir güzel _*DAVRANIŞ! ... _*

ALLÂH’ın râhmetine vesile bir _*HAYR, DUÂ_*

Muharrem ayının ilk günü okunacak dua

_Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” bir hadîs-i şerîfinde buyurdular ki:_

*_"Bir kimse, Muharrem ayının ilk günü, bu düâyı 3 def’a okursa, Allahü teâlâ o kimseyi, gelecek Muharrem ayına kadar bütün belalardan emîn kılar". *_

*“Bismillâhirrahmânirrahîm. Elhamdü lillahi Rabbil-âlemîn.* *Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn. Allahümme Ente’l-Ebediyyü’l Kadîm. El-Hayyül-Kerîm. El-Hannânül-Mennân. Ve hâzihî senetün cedîdetün, es'elüke fîhel'ısmete mineş-şeytânir-racîm, vel-avne alâ hâzihin-nefsil-emmâreti bis-sûi vel-iştigâle bimâ yukarribünî ileyke, yâ zel-celâli vel-ikrâm,bi-rahmetike yâ erhamer-râhimîn. Ve sallallahü ve selleme alâ seyyidinâ ve nebiyyinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve Ehli beytihî ecmaîn.”*

Rızıkta sahibini arar

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendim, insanlar *Rızk*’ını arar, rızık da, *Sâhib*’ini arar. Hiç kimse, rızkını *Bitirme*’den ölmez. Hiç kimse, hiç kimsenin *Rızk*’ını yiyemez. 


Neden? İsmi yazılı değil çünkü. Herkes, kendi *İsmi* yazılı olan *Rızk*’ı yiyebilir, değilse kursağında kalır. Cenâb-ı Hakkın *Ni’met*’leri, bizi peşimizden *Tâkib* eder. 


Ama *Biz* onları görmeyiz, bilmeyiz. Cenâb-ı Hak onlara emretmişdir; *Sen falancanın rızkısın!* diye. O rızık, bizi *Tâkib* eder. 

 

Nitekim bir adam *Pilâv* yerken bir *Pirinç* tânesi, boğazına *Takılmış*. Kursağında kalmış, bir türlü çıkmıyor. Çıldıracak.


Doktorlar; *Yarmamız* lâzım, sen en iyisi bir *Hoca*’ya git, diyorlar. O da gidiyor bir *Hoca*’ya. Hoca diyor ki: Bu işi, ancak *Bağdat*’daki falan *Hoca* hâlleder, sen oraya git. 


Adam kalkıyor, *Bağdat*’a gidiyor. O hoca da vaziyeti görünce; Bu *Pirinç* tânesini çıkaracak olan *Hoca*, *Buhâra*’da, sen oraya *Git*, diyor. O da kalkıyor, *Buhâra*’ya geliyor.


*Tekke*’yi buluyor. Hoca efendi *Sohbet* yapıyormuş. İçerisi kalabalık, *İğne* atsan yere düşmez. Kapının *Eşiği*’nde yer bulup oturmuş. O anda bir *Hapşırık* geliyor adama. 


Hapşırınca, o *Pirinç* tânesi fırlayıp *Önüne* düşüyor. Orda bir *Kedi* yavrusu varmış, o *Tâne*’yi alıp kaçıyor. 


Adam da şaşırıyor. *Bu ne hâl yâ Rabbî!* diyor. Geliyor ilk *Hoca*’ya. Vaziyeti anlatıyor. Hoca diyor ki: 


Allahü teâlâ, bu *Pirinc*’in üzerine, o kedinin *İsmi*’ni yazmış, ben ne yapayım. Seni tâ *İstanbul*’dan getirtdi ki, o *Pirinç* tânesini bu *Kedi* yesin diye.


● ● ●  


Efendim, Allahü teâlâ İbrâhim aleyhisselâma emir vermiş. *Kazma'yı, küreği al, dağa çık. Orada bir mezar var, onu kaz, bak ne var içinde?* demiş. 


İbrâhim aleyhisselâm bu *Emr*’i alınca hemen o tepeye çıkmış. Bakmış ki, orada büyük bir *Mezar* var. Onu *Kazmış*, içinden bir *Levha* çıkmış. Levhada şöyle yazıyormuş: 


Ben, *Âd Kavmi*’nin pâdişâhıydım. *Bin Sene* yaşadım, *Bin Ordu*’yu yendim, *Bin defâ* evlendim, *Bin Çocuğum* dünyâya geldi. *Servet*’imin sınırı yok. 


Artık bana kimse dokunamaz, derken, *Devâ*’sı olmıyan, *Şifâ*’sı bulunmayan bir *Hastalığa* yakalandım. Her tarafdan, ne kadar *Doktor* varsa getirtdim. 


Onlara; Ne isterseniz vereceğim, yeter ki beni bu hastalıkdan kurtarın, dedim. Bakdılar, etdiler, sonunda; *Biz bu işten âciz kaldık, bir şey yapamıyacağız*, dediler. 


Velhâsıl bu *Dünyâ* beni kandırdı, aldatdı, bâri *Sizi* aldatmasın. Dünyâ bana; *Senin servetin var, sana bir şey olmaz!* dedi. Ona inandım. 


Ama bakdım ki, meğer ben ne kadar *Âciz*’mişim. Bütün *Varlığım*, *Şöhret*’im, *Servet*’im, her *Şey*’im, bu hastalığa *İlâç* olmadı. Onun üzerine bunları yazdırdım. 

● ● ●  

*Büyük*’lerin rûhlarından *İstifâde* edebilmek için bâzı şartlar vardır. Birincisi *Tanımak* ve *Bilmek* dir. 


Ama bu tanımak, *Şeklen* değil, falan yerde bir *Zât* varmış da değil. Ya nasıl? O zâtın büyük bir *Velî* olduğunu, *Mürşid-i kâmil* olduğunu bilecek. 


İkinci şart, *İnanmak*’dır. Bu, geniş mânâlı bir inanmakdır. Şöyle ki, o kişiyi hâtırladığı anda, *Hemen* geleceğine, işiteceğine, yardım edeceğine inanacak. 


*Acaba?* derse, olmaz! Üçüncü şart *Sevmek*’dir, bağlantı kurmakdır. Bu da, başlı başına zâten *Tasavvuf* demekdir.

Ehl-i sünnet vel-cemâ’at ve Batınilik

Dinde reformcu,

*(Son zemânlarda kendilerine Ehl-i sünnet vel-cemâ’at adını verenlerin çoğu, gerek Bâtınîlerin ve gerekse diğerlerinin uydurduğu bid’atlerden yakayı kurtaramamışlardır. Sâdece isimleri değişikdir. Eğer Bâtınîlerin sözleriyle dördüncü ve dahâ sonraki asr mutasavvıflarının sözlerini karşılaşdırırsan, aralarında pek az fark bulursun)* diyor.


Cevap: *Dinde reformcu,* burada da, *din câhili* olduğunu ortaya koymaktadır. 


*(Ehl-i sünnet vel-cemâ’at)* ismi, onun dediği gibi, sonradan uydurulmuş değildir. Bu ismi *Resûlullah* “sallallahü aleyhi ve sellem” *söylemiş, müslimânları, bu ism altında birleşmeğe çağırmışdır*.


*(Sünnetime sarılınız)*,  *(Cemâatten ayrılmayınız)* hadîs-i şerîfleri bu çağrının vesîkalarıdır. 


[ *Sünnet,* islamiyettir. *Cemaat* ise, Muhammed aleyhisselâma inen dini bilen, gören, uygulayan, yaşayan cemaattir yani *eshabı kiramdır.* *Ehli sünnet vel cemaat itikadında olanlar* da, *eshabi kirama uyanlar,* yani *tabiin, tebei tabiin ve onları yolunda olan* müslümanlardır.]


Dinde reformcu, bu küstahça yalanı ile, *Ehl-i sünnet âlimlerine ve Evliyâya çatmakta*, onları *lekelemeğe* kalkışmaktadır. 


*Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâpları, bin sene evvel nasıl idi ise, bugün de öyledir*. 


Her *fende*, her *ilimde*, her sınıf insanda *câhil ve sapık* bulunabilir. *Böyle birkaç kişiyi ele alarak, Ehl-i sünnet kelimesine saldırmak, çok haksızlıkdır.*


Tesavvuf büyüklerini *Bâtınîlere* benzetmek ise, dinde reformcuların çok kullandıkları *aldatıcı taktiklerinden biridir*. 


*Bâtın(tasavvuf)* âlimlerini, *Bâtıniyye zındıkları* ile karışdırmak, *nûru zulmet* olarak, *hakkı bâtıl* olarak, *doğruyu iğri* olarak göstermek gibidir. 


Reşîd Rızânın bu kitâbı, ilmî bir eser olmaktan çok uzakdır. Okuyucuları aldatmak için hâzırlanmış bir hokkabazın, bir göz boyayıcının yazıları gibidir.


Faideli Bilgiler- Sayfa 111


[ *BATINİLİK*: İmâm-ı Muhammed Gazâlî hazretleri yetmişiki fırkadan ilk zuhur eden Şii fırkasının Dâî'leri ile mücadele etti. *Dâî'ler, Kur'ân-ı kerimin bir içyüzü, bâtını, bir de dış yüzü zâhiri olduğunu iddia ettiler.* Bunlara *Bâtınî fırkası* ismi verilmiştir. *İmâm-ı Gazâlî hazretleri bunların felsefelerini kolayca yıktı.* Bâtınîler bu mağlubiyetten sonra, İslâmiyetten daha çok ayrıldılar. *Manaları açık olmayan âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere yanlış manalar vererek Mülhid, dinsiz oldular.* Siyasi maksatları sebebi ile işi azıtarak, hak yoldaki Ehl-i sünnet Müslümanların başına bela oldular.]