Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Büyüklerden biri; *Herkes âhirinden, sonundan korkuyor, îmânlı mı gideceğim, îmânsız mı? diye. Ben ise Ezel'den korkuyorum*, buyurmuş. Yâni kazâ ve kaderden korkuyorum demek istemiş. 


O kadar ni’met içindeyiz ki kardeşim, elhamdülillah. Hele bu büyüklere olan *Muhabbet*, en büyük *Ni’met* dir. Evvelâ onları tanımak, sonra sevmek ve tâbi olmak. 


*Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri* ile görüşmeğe, *Bir gün* için, hattâ *Bir sâat* için Ankara’dan gelirdim. Bir sâat sonra geri giderdim, trenle. Mevsim *Kış*. En çok Eskişehir *Soğuk* olurdu. 


Bir keresinde yine Ankaradan gelirken, trende hiç *Yer* bulamadım. Kompartımanlarda yer yok. Kompartımanların önünde *Koridor* var, daracık bir yer. Orada da köylüler yatakları istiflemiş, yığmışlar, yatıyorlar. 


Aralarından atlıya atlıya geçiliyor. Orda da yer yok. Yâni oturacak, çömelecek kadar bir *Yer* bulamadım. Hattâ ayakda duracak bir yer bile *Yok* du. 


Mecbûren iki vagonu birbirine bağlıyan o körüklü yerde *Ayakda* geldim. Bir ayağımı bir vagona basdım, ikinci ayağımı öbür vagona basdım. Öylece geldim. 


*Dondum, dondum!* Ama tren Eskişehire varıp da, oradan *İstanbula* doğru hareket etdi mi, bana ferahlık gelirdi. *Oohh, Efendiye yaklaşıyoruz*, diye sevinirdim. 


Tren İstanbula doğru ilerlerken *Neş’e* içinde olurdum, *Sevinç* ten bayılırdım, *Efendi* ye yaklaşıyoruz, diye. Trenden inerdim, doooğru *Vapura*, oradan *Köprü* ye, köprüden de *Eyüb*’e. 


Vapurdan iner, Eyüp’deki o yokuşu *Zevk* le çıkardım. Yorulurdum tabii. Huzûruna girince, beni yanına oturturdu Mübârek. *Ne var ne yok, nerden geliyorsun?* derdi. Ben de anlatırdım, o soğukları filân.

********

İmâm-ı Rabbânî hazretleri; *Bin sene uğraşsam, dünyâyı kalbime getiremem*, buyuruyor. Bu, hiçbir iş yapmıyacak demek değildir. Zîra *Kalp* başkadır, *Akıl* başkadır. 


Dünyâ işleri *Akıl* ile olur. İster matematik öğretmeni olsun, hesap yapsın, ister diş tabîbi olsun. *Kalp* ise, Allah sevgisi ile doludur, dünyâ ona zarar vermez. 


Efendi hazretlerine ilk gittiğimde, oda hayli kalabalıkdı efendim. İçeriye girmeye utandım, kapının dışında edeble oturdum. *Efendi* hazretleri beni görmüş.


Oturduğu yerden, *Küçük Efendi, içeri gel, benim yanımda otur!* diye seslendi. Beni, dizinin dibine oturttu efendim. O büyüklerin dizinin dibine oturmak çok *Kıymetli* dir.

Seyyîd Ahmed Rıfâî hazretlerinin merhameti

Seyyîd Ahmed Rıfâî hazretleri evliyânın büyüklerinden ve “Vilâyet-i Uzmâ” sahibi, “Dörtler” diye isimlendirilen kutublardan biridir. Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) soyundan olup, seyyiddir... CÜZZAMLI KÖPEĞİ TEDAVİ ETTİ

Bir köpek cüzzam hastalığına yakalanmıştı. Hiç kimse köpeği bu iğrenç hâlinden dolayı kapısına koymadı. Bu şekilde kapılardan kovula kovula, Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerinin kapısına geldi. Ahmed Rıfâî hazretleri onu alıp, şehir dışına götürdü ve orada tedaviye başladı. Bu köpek kırk günde sıhhate kavuştu. O da güzelce yıkayıp tekrar şehre getirdi. Kendisine, “Efendim! Bu köpeğe çok ilgi gösterdiniz. Acaba hikmeti nedir?” diye sordular. Onlara “Kıyamet günü Rabbimin bana, ‘Bu köpeğe niçin acımadın? Onu uğrattığım bu belâdan niçin kurtarmadın? Aynı belâya seni de düşürmem ihtimâlini niçin düşünmedin?’ diye sormasından korktum. Ey insanlar! Kalblerinizi Allahü teâlânın yarattıklarına karşı merhamet hissiyle doldurunuz. Cenâb-ı Hakkın sizi de aynı derde müptelâ kılmasından korkunuz” buyurdular.

Seyyid Ahmed Rıfâî hazretleri bir gün, abdest alırken elini uzatmış bir hâlde bir müddet bekledi. Bu sırada, talebelerinden hizmetini gören Ya’kûb oraya geldi. Hocasının elini uzatmış hâlde bekler görünce, tutup o elini öptü. O zaman Ya’kûb’a, “Ey Ya’kûb! Zavallı hayvanı niçin rahatsız ettin” buyurdu. Bu sözden bir şey anlamayan Ya’kûb, “Efendim, anlayamadım, acaba zavallı hayvandan neyi kastediyorsunuz?” diye sorunca, “Rızkını elimden yemekte olan sineği kaçırdın” buyurarak, hayvanlara olan merhametini izah etmek istediler...


“BU DÜNYA FÂNÎDİR...”

Fıkıh âlimlerinden Yûsuf Ebû Zekeriyâ hazretleri anlatır:

Seyyid Rıfâî hazretleri, binlerce kişiye camide nasîhat ediyordu. Cemâat arasında bulunan âlimler, kendisine pek çetin suâller sordular. Seyyid hazretleri her sorunun cevâbını ânında en ince teferruatına kadar açıklıyordu. Dayanamadım, suâl soranlara, “Yeter artık. Ne kadar sorarsanız sorunuz, hepsine cevap verileceğini anladınız” dedim. Bu sözüm üzerine mübarek “Ey Ebû Zekeriyyâ! Dünyâ fânîdir. Bırakınız ben hayatta iken sorsunlar” buyurdular. “Bu dünyâ fânîdir” sözü o kadar tesir etti ki, cemâatten beş kişi orada vefât etti. İbâdetlerini tam yapmayan binlerce kimse de tövbe edip doğru yola geldi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Tüccardan biri, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin büyüklüğünü işitmiş. Kendi kendine; *Bu zât, Allahın sevgili kulu, Velî, kerâmetler sâhibi, acabâ nasıl bir adam?* diye merak etmiş. 


Gitmiş Bağdat’a, sormuş, bulunduğu yeri öğrenmiş. Ziyâretine gidip elini öpmüş, huzûrunda oturmuş. Bir de bakmış ki, üzerinde gâyet kıymetli bir *Elbise*, omuzunda çok kıymetli bir *Acem şalı* var. Kaç bin liralık kıymetinde. 


Kendi kendine düşünmüş. Demiş ki: Ben o kadar zengin tüccar olduğum hâlde, böyle kıymetli *Elbise* alamıyorum, giyemiyorum, hele böyle güzel bir *Şal* hiç kullanamıyorum, param yetişmiyor. 


Buna, *Allah adamı* diyorlar. Allah adamı böyle mi olur? Benim giyemediğim elbiseyi giyiyor. Bu Allah adamı dedikleri, tam Dünyâ adamı. Dünyâ adamına Allah adamı diyorlar. 


O böyle düşünürken, bir dilenci odaya giriyor. *Allah rızâsı için bir şey veren yok mu?* diye dolaşıyor. Herkes cüzdanını çıkarıyor. Fakîre vermek için *Bozuk para* arıyor. 


*Abdülkâdir-i Geylânî* hazretlerine sıra geliyor. Fakîr, Allah rızâsı için bir şey verir misin? diyor. Mübârek zât ona; *Şu sırtımdaki şalı al*, diyor. Fakîr de çekip alıyor, sonra çıkıp gidiyor. 


Ama tüccarın aklı da onunla berâber gidiyor. İçinden; *Vây canına, kaç bin akçelik şalı nasıl verdi?* diyor. Aklı ermiyor bu işe. 


Biraz sonra bir zengin geliyor. Elinde bir paket. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin huzûruna geliyor. Elini öperken; *Efendim, bu paketdekini âcizâne size hediye getirdim. Allah rızâsı için kabûl ediniz*, diyor. 


Mübârek zât; *Aç bakalım, nedir o?* buyuruyor. Açıyor, bir de ne görsün. Biraz evvel bir fakire verdiği o kıymetli *Acem Şalı*. Zengin diyor ki: 


Efendim, Fakîrin biri bunu satılığa çıkartmış satıyordu. Bakdım, çok hoşuma gitdi, çok kıymetli, bunu zât-ı âlinize lâyık gördüm, satın aldım. Allah rızâsı için kabûl edin, diyor. 


Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de; *Pekâlâ, omuzuma koy!* buyuruyor. Sonra dönüyor o tüccara, buyuruyor ki; 


Biz dünyâ malını kullanırız, ama *Allah rızâsı için al* diyen olursa, alıyoruz. *Allah rızâsı için ver* diyen olursa veriyoruz. İstiyene *Al* diyoruz, getirene *Koy* diyoruz. 


Öyle deyince, tüccar kalkıyor, *Abdülkâdir-i Geylânî* hazretlerinin ayaklarına kapanıyor. Ve talebesi olmakla şerefleniyor.

Evliyanın kerameti haktır

Evliyanın kerameti, nice kimselerin gafletten uyanmasına, hidayete kavuşmasına vesile olmuştur. Evliyanın kerametlerini anlatan çok kitap yazılmıştır. Hilye-tül-Evliya, Reşehat, Tezkiret-ül Evliya ve Cami’u keramat-il-Evliya bunlardan birkaçıdır.


Evliya olmayan keramet göremez ve kerameti gizlemek farzdır demek ne kadar cahilce bir sözdür. Birkaç örnek verelim:


1- Hazret-i Süleyman’ın veziri Asaf, iki aylık mesafedeki Belkıs’ın tahtını, göz açıp kapayıncaya kadar getirdi. (Neml 40)


Hazret-i Süleyman’ın veziri peygamber olmadığı halde, evliya olduğu için bu kerameti göstermiştir. (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, bu evliya zatın haram işlediği söylenir. Haram işleyen kimse nasıl evliya olur ki?


2- Hazret-i Meryem’e her zaman taze meyve ve yiyecek verilirdi. (Al-i İmran 37)


Hazret-i Meryem kış aylarında yaz meyveleri, yaz aylarında kış meyveleri geldiğini niye gizlemedi ki? (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, Hazret-i Meryem’i haram işlemekle suçlamış oluruz.


3- Musa aleyhisselamla giden gencin sepetindeki pişmiş ölü balık canlandı. (Kehf 86)


(Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, bu genç evliyayı haram işlemekle suçlamış oluruz.


4- Hazret-i Ömer, Medine’de hutbe okurken, İran’a gönderdiği ordu mağlup olmak üzereyken, bu hali görüp, kumandana, (Yâ Sariye, arkanı dağa ver) buyurdu. O da dağa yanaştı ve zafere kavuştu. (Cami-ul-keramat, Kısas-ı enbiya, Şevahid, İrşad-üt-talibin)


Hazret-i Ömer bunu herkesin içinde söyledi. (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, Hazret-i Ömer’i haram işlemekle suçlamış oluruz.


Evliya kerametini gizler, göstermek istemez; ama ihtiyaç duyulunca gösterir. Zaten Evliya durup dururken keramet göstermez. Bir ihtiyaç hissederse, o zaman elinde olmayarak da görülebilir.

İşte dünya bu!

Kalbi Rabbinden gafil olanların akıbeti!..


Bir adam İsa aleyhisselam ile arkadaşlık yapmak ister. Büyük nebi kırmaz, birlikte yola çıkarlar... Bir müddet yürüdükten sonra su başında dururlar...


Bütün kötülüklerin başı, kalbin Rabbinden gafil olmasıdır. Ahiret günü haramın azabı olduğu gibi, helâlin de hesabı vardır. İmam-ı Gazâli (rahmetullahi aleyh) İhya-ül Ulum kitabında bu hususta şu ibretlik kıssayı nakleder:


Bir adam İsa aleyhisselam ile arkadaşlık yapmak ister. Büyük nebi kırmaz, birlikte yola çıkarlar... Bir miktar yürüdükten sonra su başında dururlar. Yanlarında üç ekmek vardır. Ekmeğin ikisini yerler. İsa aleyhisselam gidip su içer, döndüğünde üçüncü ekmeği göremeyince sorar:


-Ekmeğe ne oldu?


-Bilmiyorum, cevabını alır...


Hazret-i İsa arkadaşı ile yola devam eder. Hayli acıkırlar. İki geyik yavrusuna rastlarlar. İsa aleyhisselam yavrulardan birini çağırır, koşa koşa gelir. Keser, pişirir ve yerler. Sonra "Allahın izni ile kalk" der. Geyik yavrusu dirilip annesinin yanına gider. İsa aleyhisselam arkadaşına dönüp yine sorar:


-Sana bu mucizeyi gösteren Allahın adına yemin veriyorum! Söyle o ekmeği kim aldı?


-Bilmiyorum.


Yola devam eder, bir nehirle karşılaşırlar. Köprü yok, sandal yok. Karşıya geçmeleri lâzım. İsa aleyhisselam adamın elini tutar, burula burula akan coşkun suların üstünde yürürler. Tekrar sorar:


-Bana bu mucizeyi veren Allahü teala aşkına söyle ekmek ne oldu?


-Bilmem, haberim olsa söylerim.


Nihayet ovaya inerler. İsa aleyhisselam bir miktar toprak yığar ve dua eder. Küçük tepecik çil çil altın hâline döner. Bunu üçe taksim eder. "Biri benim" buyurur, "biri senin, üçüncü de kayıp ekmeği yiyenin!" Hemen itiraf eder;


-O ekmeği ben yemiştim!..


İsa aleyhisselam;


-Al üçü de senin olsun, deyip ayrılır. Adam altınları nasıl taşıyacağını düşünürken iki harami gelir:


-Bizi de ortak et, eğer eceline susamadınsa...


-Zaten üç parça, gelin paylaşalım.


Altınları koyacak torba ve yiyecek alsın diye haramilerden birini kasabaya gönderirler. Onun da dünya sevgisi ağır basar, "dur şunları zehirleyeyim" der, "altınların hepsi bana kalsın."


Bekleyenler de ihanet içindedirler. "Var mısın onu öldürelim" derler, "üçe değil ikiye bölmek varken..."


Nitekim yemeklerle çuvallarla gelen arkadaşlarına saldırır, acımadan katlederler. Sonra oturup yemeği yerler.


Zehir kanlarına işler, peş peşe toprağa düşerler...


İsa aleyhisselam dönüşte bakar ki altınlar olduğu gibi ortada durmakta ve başında üç ceset yatmakta. İbretle bakar ve şöyle buyururlar: "İşte dünya!"


Evet, işte dünya bu!..

İZ BIRAKANLAR : PROF. DR. ORHAN KARMIŞ

Orhan Karmış 1937 Bursa doğumlu... 1966 Ankara İlahiyat Fakültesi’den mezun... İhtisasını Bağdat Üniversitesi’nde (1969), doktorasını Ankara İlahiyat Fakültesi’nde tamamladı (1975). Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde dekanlık yaptı. Milli Eğitim Bakanlığı’nın isteği üzerine Almanya’daki Türk çocuklarının dinî eğitim ve öğretim müfredatını hazırladı. Uzun yıllar hem Türkiye Gazetesi’nde köşe yazdı, hem de TGRT ekranlarında ilmi, ahlakî konuları anlattı. Lisana çok hakimdi. Fransızca, İngilizce, Arabî, Farisî bilirdi. Başta Tatarca olmak üzere Türk lehçelerine hakimdi. Türkçe’yi berrak konuşur, bir kullandığı kelimeyi bir daha asla kullanmazdı. O muhteşem tefsir programları unutulmadı, sesi hâlâ kulaklarımızda.

Anneciği bir Kur’an-ı kerim âşığı... Elifbayı onun eteği dibinde öğreniyor, ağzı süt kokarken hafız oluyor. Yetim kaldığında daha 13 yaşında... Başında iki abla, bir kız kardeş, bir ana! İmam Hatip okuluna gidiyor ve rahat bitiriyor... Ama o yıllarda İmam Hatip mezunlarını İlahiyata almıyorlar (garabete bak). Bursa Erkek Lisesi’nin (ki zor bir lisedir) imtihanlarına giriyor, bir defada hepsini veriyor. İlahiyat Fakültesinden mezun olduktan sonra bir süre Bursa Alacahırka Mescidinde imamlık yapıyor…


Orhan Karmış Hoca’yı en iyi kim anlatır? Elbette oğlu Mustafa! Sağ olsun kırmıyor, hatıralarını bizimle paylaşıyor.

*

GÖNLÜNE GÖRE...

Vefat edince donduk kaldık. Rahmetli babam vasiyetini yazmış olmalıydı. Binlerce kitabı var, şimdi kim bilir hangisinin arasında? İlk önce lügati açtık. Çünkü o daima elinin altında. Umduğumuz gibi çıktı, vasiyet orada! Sadece iki satır yazmış: Besmele... Hamdele... İstek tek cümle:

“Naaşım Halid bin Zeyd hazretlerinin yakınına defnedile!”

Ağabeyim Mücahit ile o kadar şaşkınız ki birbirimize soruyoruz.

“Halid bin Zeyd kimdi?”

Neden sonra uyandık, tabii yaaa... Eyyûb Sultan! Tam da o gün Üzeyir Garih öldürülmüş, defin kesin yasak. Mezarlıklar Müdürü usulen soruyor “merhumun adı?”

- Orhan Karmış

- Nee! Hocam rahmet-i rahmana mı kavuştu? İnna lillah.. Söyleyin ne emriniz var?

İşler tıkır tıkır... Kıl çekiyoruz tereyağından...

Üç ay sonra annem vefat etti. Onu da yanına defnettik, bıraktık mı baş başa...

 “Abim ve ben babamızın duasını ayan beyan hissediyoruz. İnanıyor musun bize yol gösteriyor hâlâ. Sahip çıkıyor. Geçen rüyamda kabrini ziyaret ediyormuşum... Bir asansörle iniyorum toprak altına. Aaa babam karşımda... Nasıl neşeli, nasıl ferah. ‘Görüyorsun ya oğlum’ diyor, ‘çok rahatım.’ Doğrusu imreniyorum ona...

- Niye diye sormayacak mısın?

- Niye baba?

- Çünkü bir vakit bile borcum yok! Aman namazlarını aksatma!.. Sıçrıyorum, müezzinler minarede, İstanbul yeni bir güne uyanıyor...


HERKESE HER KESİME

Orhan Karmış Hoca halk adamıydı, düğünlere de cenazelere de katılır, sevinci de, hüznü de paylaşırdı. Okuduğu aşr-ı şeriflerle yüreğimizin pasını siler, duygulu dualarıyla ağlatırdı.

Bir gün Bolu dağında mola vermiştik. Bir Kuveytli koştu geldi eline kapandı. “Sırf sizin için uydu anten kurdum. Kıraatınız harika. Arap olmalısınız mutlaka... “

Bir general hanımı aradı yine. “İslamiyet ne muhteşemmiş meğer, siz şimdiye kadar neredeydiniz hocam?”

“Orhan Karmış Sizlerle” adlı bir program yapmıştık. Seviyeli münazaralar.... Bülent Ecevit tam dört kere aramıştı mesela. Demirel, Erbakan, rahmetli Türkeş ve rahmetli Özal’ın istişâre ettiklerini biliyorum. Her dönem “mebusluk” teklifleri gelir. Amerika, Arap ülkelerindeki üniversiteler servet döker ayağına... Yok! Parayla pulla, makamla işi olmaz.

O, Efendimize (Sallallahü aleyhi ve sellem) âşıktı. Gözlerini de Server-i âlem gibi kapadı... Tam 63 yaşında...


BÜYÜKLE BÜYÜK ÇOCUKLA ÇOCUK!

Bizim hayatımızda Ankara yıllarının yeri ayrıdır. Seyyid Emin Garbi Arvas gibi dostumuz vardı zira... “Emin Amcaya gideceğiz” dendi mi Mücahit abimle giyinir, kapıya çıkardık anında. Mübareğin evinden çay (tabii ki kaçak) eksik olmaz... Gülsüm Teyze kekler kurabiyeler hazırlar, bizi hoşça tutar. Meğer Emin Amcanın boyu 170 filanmış. Biz onu dağ gibi sanırdık, devler tıfıl kalır yanında... Tertemiz bir yüz, şık elbiseler ve çok güzel kokar. Eline sarılırız miss. Babamla bir araya geldiler mi girift mevzulara dalar, bambaşka âlemlere yelken açarlar. Menkıbeler, kıssalar... Küçükler de hisse kapar. Babam kimseye mesafe koymaz, gençle genç, çocukla çocuk olur, bir ortak payda bulur mutlaka. 

Almanya’da Türk çocukları için bir program hazırlanıyor. Sonders Inst... Burada kabul görmek kolay değil. Babam Fransızca, İngilizce, Arabi, Farisi bilirdi. Başta Tatarca olmak üzere Türk lehçelerine hakimdi. Almanya’ya gittiğinde yaşı 52’ydi, oturup Almanca öğrendi.

Batılılar çocuklara her şeyi resimle anlatıyorlar. Konu İslam tarihi. Peygamber efendimizi resimlemeye kalkıyorlar. Babam onları, niye olmayacağına ikna ediyor. “Tamam” diyorlar, “sen yaz, biz imzalayalım.”

Aradan yıllar geçti, bi vesile ile Almanya’ya gittik. Enstitü ayaklandı, elini öpen öpene. Müdür kapıda karşıladı, kollarını kocaman kocaman açmış. Adam ağlamaklı “Vay Herr Karmış vayyy!..”

İrfan Özfatura

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Kıymetsiz Yazılar* kitâbını akşamları okuyoruz kardeşim. *F* harfinde birinci kelime *Fâsık*. Fâsık, farzları yapmıyan, harâm işliyen kimseye denir. 


*Fâsıkın ve bid’at sâhibinin dâvetine gitmemeli, yemeğini yememelidir!* diye akşam okudum. 


*Celâleddîn-i Rûmî* hazretleri bile *Mesnevî* sine başlarken, daha ilk satırında; *Benim kitâbım düdük gibidir*, diyor. 


Düdükden çıkan ses kimin sesidir? Düdüğü kim çalıyorsa onun sesidir. *Beni de kim söyletiyorsa, Onun sözüdür* bunlar, diyor. 

********

Namaz kılmıyanın duâsı kabûl olmaz. Onun için sebebe yapışmayı emrediyor cenâb-ı Hak. *El kâsibü habîbullah*. hadîs-i şerîf bu. *Kâsib*, kesbeden, çalışan, sebebe yapışan demekdir. 


Dertlerden, belâlardan ve sihirden korunmak için, *Bismillâhillezî lâ yedurru ma’asmihî şey’ün fil erdı ve lâ fissemâi ve hüves semî’ül alîm* okumalı. Bunu okuyana sihir te’sîr etmez. 


Meselâ, bana sihir te’sîr etmez. Niçin? Çünkü ben her gün *Kul eûzüleri*, bir de bu *Duâyı* okuyorum. Büyüklerimiz diyorlar ki: *Bunları okuyana sihir te’sîr etmez!* 


Onun için *Sihir yapmışlar* diye hiç üzülmeyin. Asıl mühim olan, bunu okuyana sihir te’sîr etmez ve her türlü belâlardan o gün Allahü teâlâ muhâfaza eder. 


O hâlde, *Ben büyü yaparım, şöyle yaparım! Böyle yaparım!* diyenlere hiç aldanmayın, ehemmiyyet vermeyin kardeşim. 


*Bunu okuyana, sihr te’sîr etmez*, diye kim yazıyor? *İslâm âlimleri*. Şaka değil. Onun bunun sözü değil. 


*Sihir nasıl yapılır?* diye, biri, büyü kitâbı basdırmış. Onun için herkes büyücü oldu şimdi. 


Herkes, birinden intikam almak için; *Ben ona bir büyü yapdırayım da görsün!* diyor. Hâlbuki yukardaki duâyı okuyana büyü te’sîr etmez ki. Allahü teâlâ kullarını hiç sâhipsiz bırakır mı?

Büyüklük Sadece Allahu Teâlâ'ya mahsûstur

 “Allahu tealadan başka bir şey yok ki ondan daha büyük olsun.”

(İmam-ı Gazâlî “Rahmetullahi teala aleyh”)

ÖYLEYSE SULTANIMIZI ÜZME !

Yıldırım Bayezıd Niğbolu zaferinde kazanılan gânimetlerle muhteşem bir mescid yaptırmak ister. Mimarlar bugün Ulucami'nin bulunduğu mevkide karar kılarlar. Söz konusu arsa üzerinde evi, bahçesi olanlara başka yerden muadil yer verilir. Hatta ceplerine birkaç kese altın sıkıştırılır gönülleri hoş edilir. Ancak yaşlı bir kadıncağız bir "Evim de evim" feryadı tutturur ki sormayın. Değerinin fevkinde ücretlere omuz silker, bütün tekliflere "olmaz" der. Önce vezirler, sonra bizzat Sultan, kadının ayağına gider, iknaya çalışırlar. Ama o direnir. Sultan Bayezid caminin yerini sevmiştir. Hiç hesapta olmayan pürüz canını sıkar. Hatta divanı toplar, çözüm yolu arar. Kadılar "mal onun değil mi" derler, "satarsa satar, satmazsa satmaz!" Meclis çaresizlik içinde dağılırken Bayezid'in aklına damadı gelir. Emir Sultan'ı bulur meseleyi anlatır. Mübarek sadece tebessüm eder. "Acele etme!" der, "Bir gecede neler değişmez?" İhtiyar kadın o gece rüyasında mahşer meydanını görür. Annenin çocuğundan kaçtığı bir dehşet anıdır. Kalabalıkta korkunç bir azab endişesi vardır. O arada bir dalgalanma olur. İnsanlar âlemlere rahmet olarak yaratılan Efendimiz'in yanına koşarlar. Şefaate kavuşan kavuşana. Kadıncağız da niyetlenir, ama bırakın yürümeye, kıpırdamaya mecâli yoktur. Ayakları vücudunu taşıyamaz, ıstırapla yerleri tırmalar. Elinden kaçan büyük fırsat ciğerini dağlar. Feryad figan ağlamaya başlar. İşte tam o sırada Emir Sultan'ı görür, "Herkes cennete gitti" der, "Ben bir başıma kaldım burada!" Mübarek o gönül ferahlatan tatlı sesiyle sorar, "Kurtulmak istiyor musun?" Kadın nefes nefese cevap verir:-Hiç istemez miyim?-Öyleyse Sultanımızı üzme!Ertesi gün kadın ayağı ile gelir, evini verir. Üstelik önüne konulan ücreti bağışlar camiye.

SEDAD IŞIK AMCA

Mehmed Sedad Işık Amca, Hüseyin Hilmi Işık Hazretlerinin küçük kardeşi ve Abdülhakim Arvasî Hazretlerinin bağlılarındandır. İstanbul’da dünyaya geldi.

Babasını iki yaşında kaybettiği için ağabeyi tarafından büyütüldü. Sarf ve nahvi ağabeyinden okudu. Emâlî Kasîdesi’ni ezberledi. Abdülhakîm Hazretlerini çok defalar gördü. Tekkede, deniz gezintilerinde ve daha çok yerde beraber bulundu.

 

Ağabeyi Hilmi Işık Efendi anlattı:

“Kardeşim Sedad yedi-sekiz yaşlarındaydı. Elinden tutar, Efendi Hazretleri’ne götürürdüm. Orada divanın üstüne çıkar, annemden öğrendiği bir şiiri okurdu:

Hazret-i Bekir, dilinde zikir, dâimâ şükür efendim, aşk meydanında, dost meydanında.

Hazret-i Ömer, belinde kemer, hû deyip döner efendim, aşk meydanında, dost meydanında.

Hazret-i Osman, cem etdi Kur’ân, dâim okunan efendim, aşk meydanında, dost meydanında.

Hazret-i Alî, şüphesiz veli, Allah’ın aslanı efendim, aşk meydanında, dost meydanında.

Hazret-i Musa, elinde âsa, çıkıyor Tûr’a efendim, aşk meydanında, dost meydanında.

 

Efendi Hazretleri onun sözünü kesmez, dinlerdi. Sonra utanıp kaçardı. Nereye gittiğini bilemezdik. Meğer kadınların arasına gider, orada da okurmuş.”

 

Sedad Işık Bey, bilahare Ankara fen fakültesini bitirerek, yüksek kimya mühendisi oldu. Ankara’da uzun yıllar kaldıktan sona emekliye ayrılarak İstanbul’a geldi; Türkiye Gazetesi’nde yazar iken, 11 Ağustos 1997 tarihinde vefat etti. Kaşgârî Dergâhı yakınında, ağabeyinin ayakucunda defnedilmiştir.

Az konuşan, çok dinleyen, kimseye ağırlık vermek istemeyen, ciddi, mütevâzı bir zât idi. Bir dostundan ayrılırken; ‘Hakkı âlinizi hibe buyurunuz efendim’ diyecek kadar nezâket timsâli idi.

Rabbim gani gani rahmet eylesin inşallah. Amin…

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Abdülhamîd hân* hazretleri, Beğlerbeği sarayında iken, sabâhları, hava almak için gezinti yaparmış. Bahçede, kafeste bir *Arslanı* varmış. 


Arslan bakıcısını kandırmışlar, *Kafesin kapısını açık bırak!* demişler. O da mecbûr kalmış, kafesin kapısını açık bırakmış. 


O sabâh, *Sultân* gezintiye çıkdığında, o *Arslan* la karşılaşmış. Arslanı sevmiş. Sevdikden sonra; *Haydi oğlum, sende kabâhat yok!* demiş ve götürüp kafesine koymuş. 

********

*Abdullah Beylânî* diyor ki; Dervişlik, yalnız namaz, oruç ve geceleri ibâdet yapmak değildir. Bunlar, herkesin yapacağı kulluk vazîfeleridir. Asıl dervişlik, kalp kırmamakdır, demiş. 


Yaaa, kalp kırmamakdır. Kalp, *Beytullah* dır. Allahü teâlâ; *Ben, yerlere ve göklere sığmam, ama mü’min kulumun da kalbinden çıkmam!* buyuruyor.


Onun için kalp, *Beytullah* dır. Ne demek Beytullah? *Allahın evi*. Mâdem ki, hiç çıkmam diyor, o hâlde *Kalp*, Allahın evidir. Onun için beytullahı kırmamalı, yâni hiçbir kalbi incitmemeli. 


Hattâ kâfirin kalbini bile kırmak câiz değil. Kâfire; *Sen kâfirsin!* demiyeceğiz. Kalp kırmak yok. Rabbimize şükürler olsun. Allahü teâlâ ihsân ediyor. 


*Hak tecellî eyleyince, her işi âsân eder. Halk eder esbâbını bir lâhzada ihsân eder*. 


Hak teâlâ arzu ederse, irâde ederse, isterse, her işi *Âsân* eder, yâni kolaylaşdırır. Sebeplerini gönderir ve o kulunun istediğini bir anda *İhsân* eder. 


Müslümânlar Allahü teâlâya *Tevekkül* eder. Tevekkül ne demek? Yâni Allahü teâlâdan bekleriz, başka kimseden beklemeyiz. Tevekkülün mânâsı bu. 


Ooh! O hâlde hiç çalışma, sırt üstü yat, Allahdan bekle. Tevekkül buna denmez. Çalışdıkdan sonra, sebebine yapışdıkdan sonra, o sebebin *Te’sîri* ni Allahdan bekleriz. Tevekkül budur. 


Yoksa sen sebebe yapışma, ondan sonra, *Yâ Rabbî sen bana ver!* Namaz kılma, *Yâ Rabbî, sen benim günâhlarımı affet!* demeye benzer bu. Olur mu öyle şey?