Resû­lul­lahla ilk na­maz kı­lan o­dur!

 Hazret-i Alî’den “radıyallahü teâlâ anh” şöyle rivâyet edilir: 

Evvelâ İslâma gelen, Ebû Bekir’dir “radıyallahü anh”. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” ile ilk önce kıbleye durup, namâz kılan Ebû Bekir’dir. Hazret-i Ebû Bekir önceleri tüccâr idi. Sefer ve ticâret yapardı. Ekserî Şâm’a giderdi... YEMLİHÂ’YA RÜYASINI ANLATTI!... 


Bir gün seferde iken, bir rüyâ gördü ki, gökten Ay inip, kucağına girdi. Ebû Bekir, iki eliyle onu kucakladı ve sînesine bastı. Uyandı. Yemlîhâ adında meşhûr bir râhib var idi. Ona varıp, rüyâsını anlattı. Râhib dedi ki: 

-Ey Arabistanlı kişi. Bu rüyâda, sana büyük müjdeler vardır. Tabîrini ister isen, ücretini ver, dedi. Hazreti Ebû Bekir oniki dînâr çıkarıp, verdi. Râhib dedi ki: 

-O Ay ki, gökten sana indi. Âhir zamân Peygamberidir. Yakınlarda zuhûr edecektir. Sen Onun vezîri olursun. Sonra da halîfesi olursun... Eğer ben sağ iken, Ona yetişir isen, bana haber ver. Ona varıp, buluşayım. Eğer ben dünyâdan gitmiş isem, selâmımı ona ulaştırırsın. Ben Onun dînine girdim ve ümmetinden oldum. Beni âhirette şefâatinden unutmasın. 

Hazret-i Ebû Bekir “bana bir mektûb ver” dedi. Râhib, on iki satır bir mektûb yazıp verdi...

Hazret-i Ebû Bekir; 

-Ey rüyâmı tabîr eden kişi. Eğer tabîr ettiğin gibi olursa, sana yüz altın daha veririm, dedi...

Bu hâdiseden on iki sene geçti. Hak sübhânehü ve teâlâ, hazret-i Muhammed’e vahiy etti ki; bir gece o büyük Peygamber, Ebû Kubeys Dağına çıkıp, gece yarısında dedi ki: 

-Allahü teâlâya davet edenin davetini kabûl ediniz. Lâ ilâhe illallah, deyiniz... 

Hazreti Ebû Bekir, serîr üstünde yatıyordu. Söylenilenleri işitti ve Kelime-i şehadet getirdi...


“SANA O MUCİZE YETMEZ Mİ Kİ!” 


Birkaç gün sonra, Mekke sokaklarında, Resûlullah efendimiz ile buluştu. Hazret-i Fahr-i âlem ona dedi ki: 

-Ne olaydı, İslâma geleydin! 

Hazreti Ebû Bekir dedi ki: 

-Yâ Muhammed! Peygamber isen mucize gösteresin! 

Resûl-i ekrem, Ebû Bekir’in göğsüne mübârek ellerini dayayıp, şöyle duvâra yaslayıp, dedi ki: 

-Sana o mucize yetmez mi ki, o rüyâyı gördün. Râhib Yemlîhâ’ya tabîr ettirdin. O zamândan on iki yıl geçti. Tabîr edene on iki dînâr verdin ve yüz dînâr dahâ vaat ettin. Rüyâyı tabîr eden, on iki satır bir mektûb yazıp, sana emânet verdi. Bunları bir bir görüp, muttalî olup, mektûbda yazılan şudur, şudur deyip, takrîr buyurdular. 

Hazreti Ebû Bekir işitip, (Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah) dedi.

Bizim için delil mezhebimizin bildirdiği hükümdür

 Muhammed Hadimi hazretleri buyuruyor ki:

Dindeki dört delil (Kuran, sünnet, kıyas, icma), müctehid âlimler içindir. Bizim için delil, mezhebimizin bildirdiği hükümdür; çünkü biz, âyetten ve hadisten hüküm çıkaramayız. Bunun için, mezhebimizin bir hükmü, nassa yani âyet veya hadise uymuyor gibi görünse de, mezhebimizin hükmüne uyarız. Çünkü nass, ictihad isteyebilir, tevil edilmesi gerekebilir, nesh edilmiş olabilir. Bunları da ancak müctehid âlimler anlar. Bunun için tefsir ve hadis değil, nakli esas alan fıkıh kitaplarını okumak gerekir. (Berika s.94)

Vuslat müjdesi olmadan kalkmaz aşk şehîdi

Merhûm Hüseyin Hilmî Bey hocamızın (rahmetullahi teâlâ aleyh) dilinden düşürmedikleri beyt:

“Bî müjde-i visâl ne hîzed şehîd-i aşk

Sâd bâr eger ferişteh-i rahmet nidâ küned”


(Vuslat müjdesi olmadan kalkmaz aşk şehîdi,

Rahmet meleği yüz defa nidâ etse de)

Hadîs-i şerîfler Kur’ân-ı kerîmi açıklamakdadır

(Mîzân-ül-kübrâ), sahîfe ellibir başında ve altmış sonunda buyuruyor ki, sünnet, ya’nî hadîs-i şerîfler, Kur’ân-ı kerîmi açıklamakdadır. Mezheb imâmları, sünneti açıklamışlardır. Din âlimleri de, mezheb imâmlarının sözlerini açıkladılar. Kıyâmete kadar da böyle olacakdır. Sünnet, ya’nî hadîs-i şerîfler olmasaydı, sular, tahâret, nemâzların kaç rek’at oldukları, rükü’ ve secdede okunacak tesbîhleri, bayram ve cenâze nemâzlarının nasıl kılınacağını, zekât nisâbını, orucun, haccın farzlarını ve nikâh, hukûk bilgilerini, hiçbir âlim, Kur’ân-ı kerîmde bulamaz ve öğrenemezdi. İmrân bin Husayna birisi, (Bize yalnız Kur’ândan söyle!) deyince: Ey ahmak! Kur’ân-ı kerîmde, nemâzların kaç rek’at olduğunu bulabilir misin dedi. Hazret-i Ömere, farzların seferde kaç rek’at kılınacağını Kur’ân-ı kerîmde bulamadık dediklerinde, (Allahü teâlâ, bize, Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Biz, Kur’ân-ı kerîmde bulamadıklarımızı, Resûlullahdan gördüğümüz gibi yapıyoruz. O, seferde, dört rek’at farzları iki rek’at kılardı. Biz de, öyle yaparız) buyurdu. Kırkyedinci [47] sahîfesinde diyor ki, (Din imâmlarının hiçbir sözü, islâmiyyetin dışında değildir. Çünki herbiri, hem hakîkatde, hem de ahkâm-ı islâmiyyede âlimdirler).

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir kalp Allaha yaklaşınca, o kalp *Allah sevgisi* ile dolar, *Dünyâ sevgisi* o kalpden çıkar. Meselâ boş bir tencerede ne vardır? *Hava* vardır. 


Buna *Su* koyunca, havayı çıkarmaya lüzûm var mı? Hayır! Hava kendisi çıkar. İşte bir kalbe, *Allah sevgisi* girince de, *Dünyâ sevgisi* kendiliğinden çıkar. 


O zaman ne olur? O kişi, Allahü teâlâ ile *Görür*, Allahü teâlâ ile *İşitir*. Her işi, *Allah için* olur. Dünyâyı hiç kalbine getirmez. 


Kâdî Muhammed Zâhid, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin halîfesidir. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sohbetlerinde, ne söylemişse, onları hep kaydetmiş Mübârek. 


Bu yazıları, 150 sahîfelik fârisî bir *Kitap*. Bunu basdırdık ve bu kitâba, *Mesmûât* ismini koyduk. Mesmûât demek, işitdikleri demek. Kimden? *Üstâdından*. 


Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinden işitdiklerini yazmış ve *Kitap* hâline getirmiş Mübârek. 500 sene sonra, biz onu basdırdık. İşte orada okudum. Diyor ki:


Evliyâ-i kirâm, Allahü teâlânın sıfatları ile sıfatlanmışdır. Onlar, dost ile düşmanı ayırmazlar diyor. 


İnşallah bu büyüklerin teveccühleri, himmetleri bize de gelir de, toparlanırız. Değil mi ki, bizim kalbimize bu muhabbeti ilkâ etdiler. 


Muhabbeti veren de onlar. Sevgi nedir? Onu dahî bilmeyiz. *Seviyorum* deriz, ama, sevmek ne demek, onun farkında değiliz. 


Şimdiki insanlar, hayvânî arzûlarına, nefslerinin şehvetlerine *Sevgi* diyorlar, *Aşk* diyorlar. Hâşâ! Öyle değil. Aşk, muhabbet, *Sıfat-ı ilâhî* dir.


Mübârekdir, muhteremdir, mukaddesdir. Hayvanların şehvetine aşk denmez, muhabbet denmez. Ama onlar öylesine uydurmuş, isim takmışlar. 


Bizim kalbimize, cenâb-ı Hak *Aşk* vermiş, *Muhabbet* ilkâ etmiş. 


*Ulûm-i zâhiriyye*, mektebde okumakla, hocadan işitmekle olur. *Ulûm-i bâtına* ise, bir büyük Evliyâ* zâtın kalbinden gelir. 


Ulûm-i zâhiriyyeyi öğrenene *Âlim* denir. Kalb bilgileri nasîb olana ise *Ârif* denir.

Cömertlik Cennete götürür

Sehl et-Tusterî hazretleri  rivayet eder: Musa aleyhisselam şöyle niyazda bulunmuştur. 'Ya Rabbî! Muhammed aleyhisselamın ve ümmetinin bazı derecelerini bana göster!'


Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ey Musa! Senin buna gücün yetmez. Fakat ben onun menzillerinden birini, büyük ve faziletli bir menzili sana göstereyim ki o menzilinden dolayı onu senden de, bütün mahlûkattan da üstün kıldım.”


Hz. Musa'ya göklerin melekûtu göründü. Muhammed aleyhisselamın derecesi göründü. Hz. Musa şöyle dilekte bulundu: 'Ya Rabbi! Sen Muhammed kulunu ne ile bu şerefe nail ettin?'


Allahü teâlâ dedi ki: “Mahluklar arasında hassaten ona vermiş olduğum bir ahlâktan dolayı onu bu şerefe nâil ettim. O da îsârdır. Ey Musa! Ümmet-i Muhammed'den herhangi bir kimse hayatında bir defa îsarı kullanmışsa, benim huzuruma geldiğinde onu hesaba çekmekten hayâ ederim. Ona cennetimin dilediği köşesinde yerleşme imkânını bahşederim!”


Abdullah bin Câfer bahçesine gitmişti. Yolda başka birinin hurmalığına vardı. Orada çalışan siyah bir hizmetçi gördü. Hizmetçi yemeğini yemeye oturduğu zaman yanına bir köpek sokuldu. Hizmetçi ekmeği köpeğe verdi. Köpek onu yedi. Sonra ikinci ve üçüncüyü de verdi. Köpek onları da yedi. Abdullah da bakıyordu. Hizmetçiye şöyle sordu:


-Günde kaç ekmek nafakan var?


-İşte senin gördüğün kadar.


-O halde bu köpeği neden kendi nefsine tercih ettin?


-Burası köpeğin bulunacağı bir yer değildir. Muhakkak bu köpek uzun bir yoldan aç olarak gelmiştir. Ben de o aç iken doymayı iyi görmedim.


-O halde akşama kadar ne yapacaksın?


-Bugün bütün gün aç kalacağım!


Hadis-i şerifte, “Cömertlik, dalları dünyaya sarkmış bir Cennet ağacıdır. Kim bu ağacın bir dalına tutunursa, bu dal onu Cennete götürür. Cimrilik de, dalları dünyaya sarkan Cehennem ağacıdır. Bu dalın birine yapışan, Cehenneme gider.” buyuruldu.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Cömertlik, güzel bir huy. *Mekkî Efendi* de anlatırdı. Derdi ki: 


Cömertlik, Cennetde olan bir *Ağaç* dır. Bu ağacın kökü *Cennet* de, dalları ise *Dünyâ* dadır. Bu dallar, cömertleri kendilerine yapıştırır ve *Cennete* çekerler. 


Onlar istese de, istemese de, o dallara yapışırlar. Çünkü kendi irâdeleriyle olmaz bu iş. Mıknatısın metali çekdiği gibi çekilirler. 


Cimrilik de bir *Ağaç* dır, onun da kökü *Cehennem* de, dalları *Dünyâ* dadır. Bu dallar da, cimrileri kendine yapıştırır ve *Cehenneme* çeker. Yine mınatıs gibi. *Mekkî âbi* böyle anlatırdı efendim. 


Ben, *Abdülhakîm Arvâsî* hazretlerinden duyduklarımın, öğrendiklerimin vesîkalarını arıyorum. Bir ömrüm bununla geçdi. Ve şu netîceye vardım ki; 


Rastgele çok kitap okuyan sapıtır, yoldan çıkar. Ancak bir *Mürşid-i kâmil* görmüş ve ondan *Hakkı* ve *Bâtılı*, *Doğruyu* ve *Yanlışı*, *İyiyi* ve *Kötüyü* öğrenmişse, onun kitap okuması, ona zarar vermez. 


Fakat her kitap, o günün şartlarında, o günün insanlarına, onların ihtiyaçlarına, o insanların suâllerine *Cevap* olarak yazılmışdır. 


Bu günün şartlarında, bu günün insanlarına, bu insanların ihtiyaçlarına, bunların suâllerine *Cevâblar* da, kıymetli kaynaklardan seçilmiş, süzülmüş ve bizim kitaplara konmuşdur. Bu, çok mühim kardeşim. 

********

*Eyüp* câmiinde, hatip minberde söyledi. Dedi ki: Abdest aldıkdan sonra, iki şehâdet parmağını gözlerine sürüp; *Yâ Rabbî, benim gözlerime hastalık verme, hastalıklardan muhâfaza et!* dersen, gözlerine hastalık gelmez.


O vakit *on* yaşındaydım, yetmiş senedir hep sürerim. Şimdi de abdest alınca parmaklarımı gözlerime sürüyorum ve *Yâ Rabbî, sen benim gözlerimi hastalıkdan muhâfaza et!* diyorum. 


Elhamdülillah o kadar çok kitap okuyorum. Gece yarılarına kadar okuyorum, gene gözlerime bir şey olmuyor. Siz de öyle yapın. 


Abdest aldıkdan sonra; *Yâ Rabbî, sen benim gözlerime, hastalık varsa şifâ ihsân et, hastalık yoksa, hastalıkdan muhâfaza et!* diyeceksiniz kardeşim.

NEFS VE AKIL

(Tefsîr-i Azîzî)de, Fâtiha sûresini açıklarken, (Sırât-ı müstekîm)i uzun bildirmekdedir. Çok kısaltılmışı şöyledir: Allahü teâlâ, insanların ve hayvanların, yaşayabilmeleri ve üremeleri için, onlarda iki kuvvet yaratdı. Biri, muhtâc oldukları, lezzet aldıkları şeyleri istemek, onlara kavuşmak kuvvetidir. Bu kuvvete, (Şehvet) denir. İkincisi, yaşamalarına zarârlı olan, canlarını yakan şeylerden kaçmak, bunlara karşı savunmak kuvvetidir. Bu kuvvete, (Gadab) denir. Allahü teâlâ, insanların ve hayvanların yaşamaları, üremeleri için muhtâc oldukları şeyleri her tarafda, bol bol yaratmış, bunlara kolayca kavuşmalarını ve bulduklarını kolayca kullanabilmelerini ihsân etmişdir.

Allahü teâlâ, insanlarda şehvet ve gadab kuvvetlerini yaratmış, insanların muhtâc oldukları şeylere kavuşmaları için ve bulduklarını kullanabilmeleri için ve korkduklarına karşı savunabilmeleri için, bu iki kuvveti ihsân etmişdir. En lüzûmlu olan havayı her yerde yaratmış, ciğerlerine kadar kolayca girmesini ihsân etmiş, ikinci derecede lüzûmlu olan suyu, her yerde bulmalarını ve kolayca içmelerini de ihsân etmişdir. İhtiyâc maddelerini elde etmeleri ve elde etdiklerini kullanabilecekleri hâle çevirmeleri için, insanları çalışmağa mecbûr kılmışdır. İnsanlar çalışmazlarsa, muhtâc oldukları, gıdâ, elbise, mesken, silâh, ilâc gibi şeylere kavuşamazlar. Yaşamaları, üremeleri çok güç olur. Bir insan, muhtâc olduğu bu çeşidli maddeleri yalnız başına yapamayacağı için, birlikde yaşamağa, iş bölümü yapmağa mecbûr olmuşlardır. Allahü teâlâ, insanlara merhamet ederek, seve seve çalışabilmeleri, çalışmakdan usanmamaları için, insanlarda üçüncü bir kuvvet dahâ yaratdı. Bu kuvvet, (Nefs-i emmâre) kuvvetidir. Bu kuvvet, şehvetlere kavuşmak ve gadab edilenlerle döğüşmek için insanı zorlar. Fekat insanın nefsi, bu işinde bir sınır tanımaz. Yapdığı işler, hep aşırı, hep zarârlı olur. Meselâ hayvan susayınca, temiz suyu kolayca bulur, içer. Doyunca, artık içmez. İnsanın nefsi, doydukdan sonra da içirir. Sığır aç olunca, çayırda otlar. Doyunca, yatar, uyur. İnsan aç olunca, çayırda otlayamaz. Bulduğu otlar arasında seçim yapması, seçdiğini soyup, temizleyip, pişirmesi lâzımdır. Nefs, bu yorucu, usandırıcı işleri seve seve yapdırır. Fekat, hoşuna gideni, doydukdan sonra da yidirir. Allahü teâlânın merhameti sonsuz olduğundan, nefsin insanı felâkete sürüklemesine mâni’ olmak istedi. Hem nefsin arzûlarına uymağı sınırlıyan, hem de nefsi temizleyip emmârelikden ya’nî aşırı, taşkın olmakdan kurtaran emrler ve yasaklar gönderdi. Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ile gönderdiği bu emr ve yasakların toplamına, (İlâhî din)ler veyâ (İslâmiyyet) denir. Bir insan, işlerini yaparken, islâm dînine uyarsa, nefsi, emmârelikden kurtulup, (mutmainne) olur. Bu zemân, şehveti ve gadabı fâideli olarak çalışdırır. Kitâbımızın üçüncü kısmının ellinci maddesinde yazılı olan, (Mektûbât)ın ikinci cildinin ellinci mektûbunda, nefsin temizlenmesi bildirilmekdedir. Nefs-i emmâre, şehveti ve gadabı aşırı çalışdırdığı için, buna uymak insana tatlı gelir. İslâmiyyete uymak ise, bu arzûları frenlediği, tahdîd etdiği için, insana acı, zor gelmekdedir. Bunun için insan, islâmiyyete uymak istemez. Nefse uymak ister. Se’âdete kavuşmak istemez. Felâkete sürüklenmek ister. Allahü teâlânın merhameti sonsuz olduğundan, insanlarda, se’âdeti felâketden, doğruyu iğriden ve fâideliyi zarârlıdan ayırabilen bir kuvvet de yaratdı. Bu çok kıymetli kuvvet, (Akl)dır. Şaşmıyan, yanılmıyan akla (Akl-ı selîm) denir. Akl-ı selîm sâhibi olan kimse nefsine uymaz. İslâm dînine uyar. Aklı dinlemiyen kimse ise, nefsine uyar. İslâm dînine uymak istemez. İslâm dînine uyana, (Müslimân) denir. Müslimân olmak için evvelâ (Îmân) etmek lâzımdır.


“Tam ilmihal” 

🌹Hüseyin Hılmi Işık ’rahmetullahi aleyh’🌹

TESBÎHÂT-I İMÂM-I A’ZAM

İbn-i âbidîn hazretleri (Reddül-muhtar) isimli eserinde şöyle naklediyor: “İmam-ı a’zam Ebû Hanîfe  hazretleri buyurdu ki: 'Yüce Rabbimi rüyamda doksan dokuz kere gördüm. Kendi kendime: Eğer Rabbimi yüzüncü defa görürsem, Kıyamet gününde mahlûklar ne ile azâbından kurtulacak?' diye kendisine soracağım, dedim. Arkasından Rabbimi tekrar gördüm ve 'Ey Rabbim! Senin koruman güçlüdür, övgün yücedir ve isimlerin mukaddestir. Kıyamet gününde kulların senin azâbından ne ile kurtulur?' dedim. Hak Sübhânehû ve teâlâ şu cevabı verdi:  Her kim, sabah ve akşam namazlarından sonra, şu tesbih duasını okursa azâbımdan kurtulur:

(Sübhânel-ebediyyil-ebed. 

Sübhânel-vâhidil-ehad. 

Sübhânel-ferdis-samed. 

Sübhâne râfi’ıs-semâi bi-gayr-i amed. 

Sübhâne men besetal-erda alâ mâin cemed. 

Sübhâne men halakal-halka fe ahsâhüm adedâ. 

Sübhâne men kasemer-rızka fe-lem yense ehadâ. 

Sübhânellezî lem yettehız sâhibeten velâ veledâ. 

Sübhânellezî lem yelid velem yûled velem yekûn lehû küfüven ehad. 

Sübhâne men yerânî ve ya’rifü mekânî ve yerzukunî velâ yensânî ve yesme’u kelâmî.) 

BU TESBİHİN MÂNÂSI ŞÖYLEDİR

(Devamlı var olan, varlığı ebedî ve sonsuz olan Rabbimi tesbih eder, Onu bütün ayıp ve kusurlardan, her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. [O yüce Mevlâmı her an hatırlar, gece-gündüz hep Onu yâd ederim.] 

Varlığı tek olan, eşi ve benzeri bulunmayan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Rabbimi tesbih eder, Onu bütün ayıp ve kusurlardan, her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. 

Gökleri, direksiz olarak yükseltip ayakta tutan Rabbimi tesbih eder, Onu bütün ayıp ve kusurlardan, her türlü noksanlıklardan tenzih ederim.

 Yeryüzünü, donmuş su, yani buz üzerine döşeyen Rabbimi tesbih eder, Onu bütün ayıp ve kusurlardan, her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. 

Var olan bütün mahlûkatı, yok iken var eden ve onların sayılarını tek tek  bilen Rabbimi tesbih eder, Onu bütün ayıp ve kusurlardan, her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. 

Bütün canlıların rızıklarını taksim edip, hiç kimseyi unutmayan Rabbimi tesbih eder, Onu bütün ayıp ve kusurlardan, her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. 

Kimseyi, kendine arkadaş, eş ve çocuk edinmemiş olan Rabbimi tesbih eder, Onu bütün ayıp ve kusurlardan, her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. 

Kimseden doğmamış ve kimseyi de doğurmamış olan ve kendisinin hiçbir dengi bulunmayan Rabbimi tesbih eder, Onu bütün ayıp ve kusurlardan, her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. 

Beni gören, yerimi bilen, bana rızık veren ve beni hiçbir zaman unutmayan ve sözümü işiten Rabbimi tesbih eder, Onu bütün ayıp ve kusurlardan, her türlü noksanlıklardan tenzih ederim.)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendi hazretleri bâzen elini bana uzatır ve *Sık!* buyururlardı. Ben de sıkardım. Az sonra, Efendi gözlerini kapatırdı. Ben, *Uyudu* zannedip, elimi gevşetirdim.


O zaman gözünü açar ve yine *Sık!* buyururdu. Bu *Büyükler* in her bir hücresi zikredermiş efendim. Demek ki, kendi hücrelerindeki o *Zikr* bana da geçsin diye öyle yapardı Mübârek. 


Bu hususta *Râbıta* da var, ama o kolay birşey değil. Herkes yapamaz. Efendi hazretlerinden, râbıta için izn istemeye gelenlere; *Ona da sıra gelir, daha vakti var* deyip, geçişdirirlerdi. 

********

Ben her şeyi, Efendi hazretlerinden öğrendim. Yalnız arabça kitapları değil, türkçe kitapları bile Ondan öğrendim. *Mâlûmât-ı Nâfia* diye bir kitap vardı.


Onu bana verip, *Bunu oku, fâidelidir* buyurdu. Biz onu şimdi basdırdık. *Bir* numaralı kitâbımız oldu. *Fâideli bilgiler*. Efendi hazretleri tavsiye etdi bize onu. 


Velhâsıl hep Efendi hazretlerinin methetdiği, tavsiye etdiği kitapları basdırdık. O büyüklerin ismini bile söylemek kârdır. *İnde zikrissâlihîn tenzîlürrahme*. 


Hadîs-i şerîfdir bu. Peygamber Efendimiz, bu hadîs-i şerîfde ne buyuruyor? *Allahü teâlânın sevdiklerinin, yâni Evliyâ kullarının ismi bir yerde söylenirse, oraya rahmet yağar* buyuruyor. 


Elhamdülillah, Rabbimize çok şükür. Mübârek ramezânda Cum’a namâzı kılmak ne büyük seâdet, ne büyük bahtiyârlık. Cenâb-ı Hak bize *İhsân* etdi. 


Abdullah ibni Abbâs hazretleri buyuruyor ki: Günlerin en kıymetlisi *Cum’a* günüdür. Ayların en kıymetlisi *Ramezân-ı şerîf* ayıdır. Amellerin en kıymetlisi de ihlâs ile kılınan *Namaz* dır. 


Elhamdülillah, bugün işte bize üçü de nasîb oldu. *Ne güzel, ne güzel, ne güzel*. Ne kadar şükretsek azdır kardeşim. 

********

Allahü teâlâ bâzı kullarına *Hâdî* ismiyle tecellî etmiş, yâni *Hidâyet* nasîb etmiş. Bunları kendi hizmetinde kullanıyor. Kullarının hidâyetine vesîle ediyor. 


Bâzı kullarına da *Mudil* sıfatıyla tecellî etmiş. Bunlar da, dalâlete vesîle oluyorlar, yıkıcıdırlar, bölücüdürler. *Elhamdülillah, elhamdülillah, elhamdülillah*. Rabbimiz bizi onlardan etmemiş. 


*Elhamdülillah elhamdülillah elhamdülillah*, Rabbimiz bizi *Hâdî* ismiyle şereflendirdiği, mes’ud, bahtiyâr kulla-rından eylemiş. Ne büyük *Seâdet*, ne büyük *Müjde* efendim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, bir defâsında fârisî olarak; *Ba’de kitâbullah ve ba’de kitâb-ı Resûlullah, efdâl-i kütüb mektûbâtest*, buyurdu. 


Ne demek bu? Yâni, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden sonra, islâm kitaplarının içinde en kıymetlisi, *Mektûbât* dır. 


*Mesnevî*, daha geride kalıyor. Efendi hazretlerinden böyle duyduğumuz için, *Mesnevî* için yazılanları biz *Te’vîl* ediyoruz. Ne diyoruz? 


*Mesnevî*, yalnız tasavvufda benzeri yok. Mektûbât da ise, hem *tasavvuf*, hem *akâid*, hem de *fıkh* var. Onun için *Mektûbât* daha yüksektir, diyoruz. 

********

Dînini bilmiyen, ona göre yaşamıyan bir kimse, dünyâ işlerinde muvaffak olamaz kardeşim. Muvaffak olsa bile, mutlaka sonu *Hüsrân* la biter. 


Ya hanımından, ya çocuğundan, ya kendinden, kesinlikle mutlu olamaz, râhat edemez. Çünkü hadîs-i şerîf var. *Dünyâda râhatlık yokdur*, buyuruluyor. 


Mü’mine gelen râhatsızlık, hastalık, sabretmek şartıyle *İbâdet* dir. Kâfire gelen râhatlık, *Felâket* dir. Birine *Sevap*, diğerine *Azap* var. 


Ne tâlihsiz insanlar ki, hem dünyâda, hem de âhiretde *Azap* görecekler. 


Dünyâya gönül bağlamamalı kardeşim. Yolcu, yolu tâmir etmekle uğraşmaz. Meselâ *Hacca* giden bir kişi, Orada şu evi, şu apartmanı alayım, diye düşünmez. 


Çünkü orada kalmıyacak ki. Bir müddet sonra geri dönecek. Dünyâ hayâtı da böyle işte. 

********

Efendi hazretleri, Onu tanıdıkdan bir sene sonra ders okutmaya, *Arabca* öğretmeye başladı bana. Millet bahçede namaz vaktini beklerdi. Daha yarım saat varken, Mübârek beni içeriye, odaya alırdı.


*Arabî* öğretirdi. *Sarf* ve *Nahiv* öğretirdi. Cebinden kâğıt kalem çıkarır, kendisi yazardı, yazardı Mübârek. Sonra bana verirdi, *Al, bunları oku, ezberle!* derdi. Evvelâ kendi okurdu.


O okurken, ben hareke koyardım. Giderken hemen yolda, tramvayda, onları ezberlerdim. Ertesi gün gidince, *Ne yapdın?* derdi. Ezberledim efendim, derdim. *Oku bakayım*, derdi. 


Bir okurdum, amân ne hoşuna giderdi Mübâreğin. *Hadi bakalım, sana yeni ders vereceğim*, derdi. Böylece arabî ve fârisî öğretdi bana. Yoksa o kitapların ismini bile bilmiyordum. 


Okumak şöyle dursun, böyle şeyler var mıymış, yok muymuş, haberim bile yokdu efendim.